66. Bölüm

BÖLÜM 65 - 2. KİTAP BÖLÜM 8

Serra Bıçakcılar
_ssaree_

 

Ben geldim ve her zamanki gibi sizi hemen bölüme uğurluyorum. Beğenmeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın!

İYİ OKUMALAR

ARES SANCAKTAR

Kazanmalıydım. Bu hayatta artık kazanmalıydım. Söz vermiştim altı yaşındaki Ares’e. Sözümü tutmalıydım.

Kendi ailesinden insanlar ailesini bizzat kendi elleriyle düşmana vererek onları elinden almışken ben ona yeni bir aile vermeliydim. Aile: Lavinia ve bebeğimiz.

Kaç saattir elimdeki defteri okuyordum bilmiyordum. Normal bir insan geçen bunca zamanda defteri çoktan bitirirdi ama ben onun el yazısıyla sarmalanmış her satırı tekrar tekrar okuduğumdan buna yakın bile değildim.

Her kelimesinden taşan acıdan zihnim bulanıklaşmış haldeyken defteri bulduğum yere geri koydum. Belki kokusunda biraz uyursam kendime gelirdim.

Zaten bir gün gelecek ve bu odaya sinmiş kokusu sanki burada hiç bulunmamış gibi silinip gidecekti. O güne kadar kokusunda ne kadar çok soluklanırsam cennetti. Dahası o güne kadar onu bulamazsam cehennemdi.

Saat çoktan öğlene yaklaşıyor olmalıydı. Ahmet’ten henüz bir haber yoktu. Ve Lavinia’yı arayan diğer herkesten. Bu durum çok canımı sıkıyordu. Olmalıydı! Bir haber bir ipucu olmalıydı!

Başımı yattığım yastığa biraz daha bastırarak gözlerimi sımsıkı kapattım. Her ne kadar bir an önce uykuya dalıp biraz olsun kendime gelmek istesem de düşüncelerimi durduramıyordum.

Nerede olabilirdi? Nerede?

Kubat’ın sahip olduğu her yere bakmıştım. Yoktu! Çevresindeki herkesin, çalışanlarının, tüm dostlarının ve hatta düşmanlarının bile yerlerine baktırmıştım ama yoktu işte!

Gözümün önündeydi ama neredeydi?

Sesli bir biçimde ofladım. Kafayı yemek üzereydim. Her şey üstüme üstüme geliyordu.

Sakin soluklar alıp vermeye çalışırken birkaç dakika daha geçip gitti. Zihnimi ve bedenimi sakinleştirip uykuya dalmak istiyordum. Ve telefonum çalana kadar bunu başarıyordum da.

Arayan Zeki’ydi.

“Efendim?” derken ses tonum oldukça sakindi. Hatta bir tık mayışmıştı. Bunda etrafımı kuşatan kokunun etkisi büyüktü.

“Abi Demiröz ve Deniz Beyler burada. Yukarı çıkmak istiyorlar, ısrarcılar.”

Pekala benim sakinlik buraya kadardı. Kafayı yemek üzere olduğumu hissetmişler gibi soluğu direkt yanımda almaları şaşırtıcı değildi. Hatta bunun için geç bile kalmışlardı. Ben çoktan daha öncesinde bir yerde karşıma çıkmalarını bekliyordum ama yakalayamamış olsa gerekler ki evde olduğum bir anı beklemişlerdi.

“Uyuyacağım gönder onları.” dedim ifadesiz bir sesle. Tam o esnada olumsuz bir şey dediğimi bilirmiş gibi Demiröz seslendi arkadan.

“Konuşmamız gerekiyor, Lavinia hakkında!”

Tek bir kelime. Tek bir isim. Tüm dikkatimi dağıtmaya ve düşüncelerimi değiştirmeye yetmişti. Bir şey mi bulmuştu? Ben bulamazken mi?

Belki de benim çoktan eriştiğim bilgileri benimle herhangi bir iletişim kurmak adına kullanacaktı?

Kaç tane ihtimal olursa olsun içerisinde beni Lavinia’ya götürecek en ufak bir tanesi bile yeterdi. Denerdim.

“Gelsinler. Bir tek sen eşlik et.”

Başka bir şey duymayı beklemeden aramayı sonlandırdım. Zaten birazdan yeterince muhatap olacaktım.

Fazlasıyla isteksiz hareketlerle uzandığım yerden kalkarak üzerime bir şeyler giyindim. Hiç beklemeden lavaboya gittim ve kendime çeki düzen verdim. Onların karşısında güçsüz görünme gibi bir lüksüm yoktu.

Şirketin yüzde elli birine el koyarken de babamın payının olduğu mülkleri üzerime alırken de olmamıştı. Onu hapse tıkarken de olmayacaktı.

Evet hak ettiği ölüm değil bir hapisti. Ve orada onu bekleyen şeylerse tamamıyla sürprizdi. Hepsi bizzat benim kalemimden çıkan, incelikle işleyeceğim sürprizler olacaktı.

Evin içinde yankılanan zil sesiyle lavabodan çıkarken adımlarım ağırdı. Kapının önünde beni bekliyor oluşları hiçbir şey ifade etmiyordu. O yüzden de kapıya varmama rağmen kapıyı hemen aralamadım. Biraz bekledim. İkinci hatta üçüncü zil sesini duyana kadar.

Bunu onları kapımda bekleterek kendilerini rahatsız hissetsinler diye mi yaptım yoksa kendimi o günden sonra ilk defa gerçekleşecek olan bu karşılaşmaya hazırlamak için mi bilmiyordum. Ama şu son günlerde kendime sıklıkla tekrar ettiğim gibi korkunun ecele faydası yoktu.

Zil sesi dördüncü kez evin içinde yankılandığında sert bir nefes eşliğinde yüzüme tüm ifadesizliklerimi sabitleyerek kapıyı araladım. Doğrudan Demiröz’le göz göze gelirken bu tamamıyla en önde durmasından kaynaklıydı. Bakışlarımı üzerinde saniyelik tutarak hemen arkasındaki amcama ve onun da arkasındaki Zeki’ye baktım.

“Açmasaydın!” diyen Demiröz eve girmek için bir hamle yaptığında açtığım kapı aralığını daraltarak kalan açıklığa da bedenimi koydum.

Elini kolunu sallayarak bu eve girebileceğini düşünmüyordu herhalde?

“Ne söyleyeceksen söyle?” dedim tavizsiz bir ses tonuyla.

Karşısında böyle bir tavır görmeyi hiç yadırgamışa benzemezken yine de bundan duyduğu hoşnutsuzluğu mimiklerine yansıttı. “Böyle el gibi kapı ağzında konuşacak değiliz evlat.”

El gibi. El gibi?

El diyerek kastettiği insanlar belki de ondan daha yakındı bana. Ne kadar uzaklaştığının farkında değildi. Hayır hayır! Uzaklaştığımızın farkındaydı ama artık bende hiç olmadığının farkında değildi.

Kaybetmişti. Farkında değildi.

“Söyleyecek bir şeyin varsa söyle ya da git.” Az, öz ve nettim.

“Ares bu öylece çekip gitmeye ya da uzaktan davalar açıp bir şeyler almaya benzemez oğlum. Sakinleş artık ve izin ver doğru düzgün konuşalım.” dedi amcam.

Öylece konuşmak ne kadar kolaydı değil mi?

Ailemi ölüme yollamaları, beni hem yetim hem öksüz bırakmaları, çocukluğumu öldürmeleri ve tüm bunlar yetmiyormuş gibi hayatımın her anına müdahil olmaya çalışarak hayatımın da içinden geçmeleri... Ne kadar kolaydı öyle.

Ama benim tahammülüm yoktu.

“Ya konuşun ya da gidin. Son ikazım.” dedim tane tane.

Amcam bana geri adım attıramayacağının farkına vararak apartman koridorunda birkaç adım geriledi. İşler kızışmasın diye kendini geri çekiyordu.

Demiröz, tüm çocukluğum boyunca yüzünde gördüğüm o ifadeyle bana bakıyordu. Benimle ne yapacağını düşündüğünü o söylemese de anlayabiliyordum.

Her zamanki ağır tavrıyla o derin nefesini aldı. Benimle sakinliğini koruyarak konuşmak için hazırlanıyordu.

“Türkerlerin oğlunu vurdurman iyi olmasa da bu sabah ailesiyle görüştüm ve hallettim. Ne öğrendin de onu vurdurdun?”

Dakikalardır süren ifadesizliğimi alaycı ve aşağılayıcı bir gülüşle bozdum. “Senin bir şeyi halletmene ihtiyacım var gibi mi duruyor? Senden böyle bir şey isteyen oldu mu? Ben kendi işimi kendim görürüm. Götü yiyen varsa da buna karşılık verir.”

Kendince yardım etmeye çalışıyordu. Çünkü başka türlü yanıma yanaşamayacağını biliyordu ama bu kez onun yardımına ihtiyacım yoktu. Lavinia’yı ilk bulduğum zamanki Ares değildim.

“Belli. O yüzden mi Mahzen’e gittin. Bu şekilde mi hallediyorsun işlerini?” Ses tonundaki alay en az benimki kadar baskındı.

Yardıma ihtiyacım olduğunu düşünüyordu. Ama hayır. Ben Mahzen’e yardım istemeye değil işimi gördürmeye gitmiştim. Bunlar çok ayrı şeylerdi.

“Evet ya da hayır bu seni ne kadar ilgilendirir? Hatırlatırım sende bu şekilde hallediyorsun.”

Anlamıştım elinde işe yarar bir bilgi vardı ama ısrarla bunu bana vermiyor, konuyu saptırdıkça saptırıyor ve benim fark etmemi sağlamaya çalışıyordu. Ona ihtiyacım olduğunu fark etmemi ve bunu ondan istememi istiyordu. Çok sinsiydi. Hala daha.

Ama yanılıyordu. Ben ondan bir daha hiçbir şey istemezdim. O kendi ağzıyla bir bir dökülmek zorundaydı. Bunun içinse tehlikeli de olsa blöf atacaktım ortaya.

“Mahzen benim için oyun alanı gibi bir yer evlat. Senin içinse saf tehlike. Kubat’ın da oraya erişimi olduğunu biliyorsun. Adımlarını çok açık atıyorsun. Kellesi başına ödül koydurtmak da ne demek?”

Kendisi gizli saklı oynamıştı da ne olmuştu? Gün sonunda yatsı olmuş ve mum sönmüştü.

“Kalkıp da seninle ne yapıp ne yapmayacağımı konuşacak değilim. Bir diyeceğin yok anladığım kadarıyla. O zaman gitme vaktiniz de geldi.” dedim son derece usta bir oyunla. Blöfü ortaya atıyordum ve tek bir seçeneğim vardı. Ya tutacaktı ya da tutacak. “Zeki aynı şekil eşli-”

Ve bingo!

“Lavinia, hala daha İstanbul sınırları içerisindeymiş.”

Şah ve mat!

*** 

Aynı saatlerde LAVİNİA ARAL.

Şu hayatta bana ait saf ve sahici bir tek sevdam vardı o da yolunu şaşmıştı. İşin sonunda bu şaşırdığım bir şey olmamıştı. Benim hayatımda yolu şaşmayan tek bir şey bile yoktu.

Var olma şeklim, doğduğum aile, yaşadıklarım, kararlarımın sonuçları ve sevdiğim adam.

Benim yüzümden benim hiç suçum olmasa bile çok çeken annem, tüm bu yaşadıklarımı görse içi biraz olsun soğur muydu?

Hangi gündeydim, saat kaçtı, gece miydi yoksa gündüz müydü, neredeydim, iyi miydim bilmiyordum.

En son kontrol çıkışında arabada Zero’nun üzerime doğru eğildiğini hatırlıyordum. O andan sonrası bende net bir biçimde yoktu. Her ne kadar sık sık uyansam da şerefsiz herif bana ne koklattıysa bir türlü kendime gelememiştim. Ta ki biraz önceye kadar.

Bebeğimin güçlü tekmelerini hissederek gözlerimi gerçek anlamda açalı yarım saat belki olmuştu belki de olmamıştı. Bunu gerçekten bilmiyordum.

Bundan öncesinde az buçuk hatırladığım uzun bir uyanışım olmuştu ve o zamanda o kadar karanlıktaydım ki yine hiçbir şey bilmiyordum. Tek bildiğim o an bağlı olduğum ve bebeğimi hissedemeyişimdi.

O kadar çok korkmuştum ki o an. Hissettiklerimi kelimelere dökemezdim. Ölüyorum sanmıştım. Gerçekten ölüyorum. Şükür ki şu anda ne bağlıydım ne de bebeğimi hissedememe gibi bir durum yaşıyordum.

İlk uyandığım yerde miydim yoksa değil miydim yine hiçbir fikrim yoktu ama şu anda çelikten oluşan küçük kare bir odanın içerisindeydim. Odada bir tane kapı dışında ne cam vardı ne de başka bir şey.

Tavanda tek bir floresan lambanın aydınlattığı odada var olan tek kişilik yatağın üzerindeydim. Üzerimde hala daha kontrole giderken giyindiğim kıyafetlerim vardı.

Dudak kenarlarım, el ve ayak bileklerim bağlanmaktan oluşan yaralarla ve kurumuş kan kabuklarıyla sarmalanmıştı. Bunun dışında sol kolumun iç kısmında hissettiğim sızıyla bakıp gördüğüm bir serum izi haricinde bedenimde kontrol edipte gördüğüm başka bir problemim yoktu.

Kanamam şaşırtıcı bir biçimde çok az akıntı şeklinde olmuştu ama bebeğimi çok net hissedebildiğimden ciddi bir sorun olduğunu düşünmüyordum. Doğrusu düşünmek istemiyordum. Benim şu an elimden hiçbir şey gelmiyordu ve o iyi olmalıydı. Başka bir seçeneğimiz yoktu.

Birbirine girmiş saçlarımı üstün körü çekiştirerek düzeltirken derin soluklar almaya çalışıyordum. Açlık ve susuzluğun yanında halsizlik beni fazlasıyla zorlarken bedenimde hissettiğim ağrı ve sızılar işi hiç iyi kılmıyordu.

Zero neden böyle bir şey yapmıştı? Demiröz mü ondan böyle bir şey istemişti? Belki de o istemişti. Bebek doğana kadar beni burada tutacak sonrasında bebeğimi benden alarak beni öldürecekti. Olabilirdi.

Olabilir miydi?

Ares buna izin verir miydi? Hayır soru yanlıştı! Ares bunu öğrenir miydi?

Bilmiyordum.

Benim bir şeyler yapmam gerekiyordu. Buradan nasıl kurtulabilirdim ki? Her şeyden önce ben neredeydim de nereden kurtulacaktım?

Hiçbir şey bilmiyordum!

Sıkıntıyla uzun bir soluk verirken kapıdan gelen seslerle hızlıca nefesimi tuttum. Huzursuzluğun dört bir yanımı sardığı anda oturduğum yerde iyice toparlanarak yatağın mümkün olan en köşesine iyice çekildim. İki elim karnıma sımsıkı sarıldığında kapı açılırken bakışlarım büyük bir merak ve korkuyla oraya kilitlenmişti.

Oldukça sakin hareketlerle kapıyı aralayarak içeri giren Zero gözüme her zamanki halinden oldukça faklı geldi. Öncelikle giyimi son derece şık ve spordu. Markalı olduğu belli olan kıyafetlerinin içerisinde özgüvenli hareketler sergileyerek içeri girip kapıyı ardından kapattı.

Saçı normalinden farklı bir şekilde bir tık daha uzun ve dağınık bir modeldeydi. Aynı şekilde her zaman tıraşlı olan yüzünde artık yavaştan çıkmaya başlayan bir sakal hakimdi.

Kapıyı kapattıktan sonra bana doğru dönmesiyle bakışlarımız kesişirken beni uyanık bulmayı beklemiyor olmalı ki kaşları şaşkınlıkla havalandı. Karşımda gördüğüm kişi benim tanıdığım Zero değildi. Bu adam da kimdi?

“Günaydın. Bende seni uyandırmaya geliyordum bir an hiç uyanmayacaksın sandım.”

Rahat ses tonu bedenimdeki her bir kasa kızgın şişler sokuluyormuş hissiyatı uyandırırken tüm korkuma rağmen dik durmaya çalıştım. “Kimsin sen?”

Ellerini pantolonunun ceplerine yerleştirerek benden daha dik bir duruşla zaten küçük olan odanın içerisinde bir adım atarak odanın tam ortasına geldi.

“Yıldırım ben. Yıldırım Karaağaçlı.”

İlk an dediklerini algılayamadım. Yıldırım? Yıldırım Karaağaçlı?

Karaağaçlı?

Zihnimde son derece rahatsız edici bir hisle yankılanan soy isim sanki fazla tanıdıktı.

Yüzümde oluşan alık ifadeye aldırış etmeden kıstığım bakışlarımı karşımdaki adamın gözlerine diktim. Tanıdıktı. Değil mi?

Kafamın içindeki çarklar yüksek bir sesle dönüp dururken aklıma düşen bir şey zihnimdeki sis bulutunu bir atom bombası etkisinde dağıttı. Gözlerimin irileşmesi elimde olan bir tepki olmazken dudaklarımdan o isim döküldü.

“Kubat?”

Olayı her ne kadar çok geç kavramış olsam da Zero bunu erken bulmuş olacak ki yüzünde oluşan yapay bir gülüşle beni onayladı.

“Babam.”

Her şey bitmişti. Ben ölmüştüm.

“Ne demek babam? Sen... Sen bunca zamandır benim yanımdaydın! Seni Tamer getirmedi mi? Hani akrabaydın?”

Anlamıyordum. Tüm bunlar birer oyun muydu yoksa Tamer... O hain miydi?

Olamazdı! Her şey olabilirdi ama bu olamazdı! Hele ki o şerefsiz ikizine onca acı yaşatmışken nasıl böyle bir şey mümkün olabilirdi?

“Bildiğin baba. Aslında hayatına daha erken dahil olmayı planlıyordum ama evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor. Ve evet hepsi birer oyun. Akrabalık falan da yok.”

İçim çok kısa bir an ferahladı. Her şeyin yine birer kurmacadan ve yalandan ibaret çıkmasına rağmen Tamer’in hain çıkmamasına sevinmem beni ne derece aptal yapardı? Ama sevinmiştim işte.

Şu anda her şeyin yalan çıkması beni Tamer’in hain olmasından daha çok korkutamazdı. Ailesinden bir kişinin daha Ares’e ihanet etmiş olması fikri soluğumu kesmeye yetmişti.

Oturduğum yerde dizlerimin üstünde yükselirken öfkeyle ve birazda kabullenememişlikle konuştum.

“Kubat’ın bir oğlu falan yok kandıramazsın beni! Olsa bu zamana kadar on kere duyardım. Ben o adamın evine kadar gittim!”

Saçmalıktı! Bu da bir yalan olmalıydı. Kubat’ın oğlu olsa Ares’ler bilmez miydi? Bilirdi. Bundan hiç söz etmemişlerdi.

“Evet evet, hep aynı terane. Maalesef Kubat’ın bir oğlu var ve o da şu an tam karşında. Bu pek bilinen bir bilgi değil ama şanslısın ki bu bilgiye erişmek sana nail oldu. Ayrıca o gün evde bende vardım yalnızca sen beni görmedin.”

Yalan söylüyordu. Yalan söylüyor olmalıydı. Kubat’ın nasıl bir oğlu olabilirdi? Evli miydi?

Ares’ler nasıl olur da bunları bilmezdi?

“Sana inanmıyorum! Şu anda her neredeysem beni eve geri götürüyorsun ve sonra da defolup gidiyorsun. Seni kovuyorum!”

Sözlerimin onda hiçbir hükmü olmadığını attığı gür kahkahayla belli ederken kaşlarım burnuma değecek derecede çatıldı.

“Babam o günde seni uyarmıştı. ‘O ailenin içerisinde geçirdiğin onca zamana rağmen hala daha hiçbir şey bilmiyorsun değil mi çocuk?’, ‘Ares o aileye doğmasına rağmen bile bilmezken sen nasıl bilebilirsin ki?’ Falan filan ve daha bir sürü uyarı.”

Olamaz!

Zihnimin puslu perdesinde benden izinsiz canlanan kabuslarımın sesi kulaklarımda yankılandı.

Flashback başlangıç.

“Benden ne istiyorsun?” dedim.

“Sancaktarlardan geçen gerginlikten de hiçbir şey kaybetmemişsin. Az sabırlı ol çocuk önce biraz sohbet edelim.”

Gerçekten onunla sohbet edeceğimi düşünüyor muydu? Bu adam bunamaya falan mı başlamıştı?

“Benimle dalga falan mı geçiyorsun?” dedim benden hiç beklenmeyecek bir sakinliğe bürünerek. “Benim seninle edecek ne gibi bir sohbetim olabilir?”

Bu kez gülmedi. Ciddi bir ifadeyle bana baktı. “Belki zaman içinde fikirlerin değişmiştir ve benimle bir iş birliği içine girmek istersin diye düşünmüştüm. Bunu konuşabiliriz, uzun uzun.”

En az surat ifadesi kadar ciddi olan söylediklerine boş boş baktım. Belli ki Ares’in onca önlemine! rağmen bizden az çok haberdardı. Buna rağmen iyi giden hayatımda neden onunla iş birliği içerisine gireceğimi düşünüyordu? Yani Ares’le geçirdiğim onca sürede bu konuda fikirlerimi değiştirecek ne gibi bir şey yaşamamı bekliyordu?

“Fikirlerim değişmedi.” dedim net bir ifadeyle.

Anında büyük bir alaya büründü ifadesi. Kaşları havalandı. “O ailenin içerisinde geçirdiğin onca zamana rağmen hala daha hiçbir şey bilmiyorsun değil mi çocuk? Gerçi ben neye şaşırıyorsam. Ares o aileye doğmasına rağmen bile bilmezken sen nasıl bilebilirsin ki? Demiröz sanıldığından da sinsi bir adam.”

Flashback bitiş.

Yüzümde nasıl bir ifade gördü bilmiyorum ama benim bir şey dememe izin vermeden onda yine daha önce hiç görmediğim bir ciddiyete büründü.

“Bu kadar sohbet yeter. Daha sonra devam ederiz ama şu anda babam seni bekliyor.”

Bin kere, milyon kere, sonsuz kere lanet olsun!

“Öldürecek misiniz beni?” dedim bir çırpıda. Bu da benden bağımsız bir şekilde gerçekleşmişti. Sanki Zero o kapıdan içeri girdiğinden beri bedenimi başka biri yönetiyordu.

Soruma herhangi bir yanıt vermezken geldiği gibi son derece rahat bir tavırla kapıya gitti. Araladığı kapının ardından bana dönerken hala daha hareket etmediğimi görmesiyle bir baş hareketi yaptı.

“Babamı kızdırmak istemezsin. Hızlı ol!”

Beni öldüreceklerdi!

“Gelmeyeceğim! Babanın da senin de cehenneme kadar yolu var! Çabuk beni evime geri götür!”

Yüzünde beliren soğuk gülüşle kısa bir an beni baştan aşağıya süzdü. “Senin bir evin yok unuttun mu Lavinia?”

Kasıklarıma giren sancı kalbimde hissettiğimle eş değer acıdayken yutkunamadım.

Senin bir evin yok Lavinia. Sahiden unuttun mu?

*** 

İnanamıyordum.

Mecazi bir anlam taşımıyordu bu. Gerçekten de inanamıyordum. Tüm bu yaşadıklarıma, şu anda olanlara.

Bakışlarım zorla getirildiğim yerde kaçıncı turunu atıyordu bilmiyordum ama artık nerede olduğumu biliyordum. Hem de çok iyi biliyordum. Hiç yabancı bir yerde değildim.

“Yemeyecek misin çocuk?”

Tam karşımdaki sandalyede oturan adamın sesi midemde bir şeyleri çalkalıyordu. Onun suratını görmek en az sesini duymak kadar midemi bulandırıyordu ama yine de ters bakışlarımı yüzüne çevirdim.

“Nereden bileceğim beni zehirleyerek öldürmeyeceğini?”

Şu anda büyük sayılabilecek kare masanın bir kenarında ben, benim karşımda ise o vardı. Masada klasik ev yemeklerinden birkaç çeşit vardı ama onlara doğru düzgün bakmadığımdan tam olarak ne olduğunu bilmiyordum.

Bakmamıştım çünkü açtım. Hem de çok açtım ve bakarsam kendimi tutabilir miydim emin değildim. O yüzden önümdeki yemeklere hiç bakmayarak onların varlıklarını unutmaya çalışıyordum.

Ben bu bebek yaşasın diye ne mücadeleler ne acılar çekmiştim. İki lokma yemek için onu kaybedemezdim. Hem Tamay’lar çoktan yokluğumu fark etmiş olmalılardı. Eğer ki Zero’yla kaçtığımı düşünmezlerse peşime düşeceklerine emindim. Gerçi böyle düşünseler de peşime düşerlerdi. Onlar Ares gittiğinden beri beni hiç bırakmamışlardı ki.

“Seni hemen öldürecek olsam emin ol bunu zehirleyerek yapmazdım. Daha yaratıcı fikirlerim olduğu konusunda seni tenzih ederim çocuk.”

Senin yaratıcı fikirlerini alıp bir tarafına sokayım piç herif!

“Benden ne istiyorsun?” dedim odadan zorla alınıp karşısına oturtulduğumdan beri bu sözleri üçüncü kez tekrarlarken.

Şu an resmen İstanbul’daydım. İstanbul’da!

İçerisinde bulunduğumuz pek anlamasam da kumcu ya da ona benzer bir işe yarar teknenin Karadeniz’in hırçın dalgalarında fazlasıyla sallanıyor olması algılarımı mahvediyordu. Zaten iyi durumda olmayan aklım gittikçe bulanıyor ve algılarım köreliyordu.

Her tarafı bilmediğim tuhaf iş aletleriyle dolu tekne sanki ben buraya gelmeden birkaç dakika önce çalışmasına paydos vermiş gibi bir haldeydi. Ve işin açıkçası buna her ne kadar tekne desem de hiç de basit bir tekne değildi. Bir kere normal bir tekneden iki üç kat daha büyüktü.

“Benim seninle kişisel bir derdim yok. Hiçbir zamanda olmadı ta ki o kıza kadar.”

Yaşından ötürü kırışıklıklara sahip elinin işaret parmağı karnımı gösterirken beynimden vurulmuşa döndüm. Biliyordu! Nasıl?

Kapıldığım dehşeti yansıtmamak için kendimi zorladığım bakışlarım Kubat’ın hemen arkasında dikilen Zero’ya yani Yıldırım denilen adama kaydığında öfkeyle dişlerimi birbirine bastırdım.

“Seni piç kurusu! Kapıyı dinledin değil mi?”

Anlamalıydım! Cinsiyeti öğrendiğim kontrolün çıkışında başıma böyle bir şey gelmesinden tahmin etmeliydim. Öğrenmişti ve kızımı istiyordu! Minik bebeğimi!

“Yemin olsun o’na değil o pis elini sürmek gözün bile değerse seni kendi ellerimle öldürürüm!”

Tehdidimi ciddiye almadı. Yüzünde oluşan o küçümseyici ifadeyle bana bakıyordu.

“Hikâyeyi biliyordun. Sana anlattım. Sancaktar erkeklerinin soyu bozuk dedim, onlar hiçbir şeyi hak etmiyor dedim! Sen ne yaptın? Gittin onların kanından birine hamile kaldın!”

Gittikçe deliriyor gibiydi. Karşımdaki adam en son gördüğümden de hastalıklı bakıyordu. Bakışlarım istemsizce arkasındaki oğluna kaydı. O da mı onun gibiydi? Ama bunca zaman bunu hiç hissetmemiştim. Nasıl olur da fark etmezdim?

“Şimdi ne oldu? Bak yine elimdesin ama bu sefer seni arayan kimse de yok. Neden? Çünkü o soyu bozuğun torunu kendisinden de beter çıktı ve seni terk etti!”

Ares gitmişti evet ama... Beni terk mi etmişti?

Etmişti değil mi? Etmişti. Bunu çoktan kabullenmiştim.

“Ayza bana geri gelmedikçe onlara daha fazla yeni Ayza eklenemez! Bunu sana bizzat kendim söyledim çocuk ama sen beni dinlemedin.”

Titreyen ellerimi karnıma sıkıca bastırdım. Bebeğim içeride huzursuzca kıpırdanıp duruyordu ve bu iyi değildi. İlk önce kendimi sonrasında onu sakinleştirmem gerekiyordu. Korkmamam gerekiyordu. Yoksa yine kanardı. Çok kanardı hem de.

“Sana söyledim ben Ayza değilim. Ben bir Sancaktar bile değilim ve bu bebek de benim bebeğim!”

Etrafta sayıları az da olsa korumalar hakimken, hırçın denizin ortasındayken ve bedenen hiç de güçlü bir durumda değilken hiçbir şey yapamazdım. Ama bir şey yapmalıydım! Bu kadar kolay ölemezdim! Onu ikna etmem gerekiyordu. Hastalıklı zihnine girmeli ve ölümden başka bir yola yönlendirmeliydim.

Başını olumsuzca iki yana salladı. “Ayza’sın. Hem de çok.”

Bir insana olan benzerliğim nasıl olurda başıma bu kadar büyük işler açabilirdi? Bir kurgu dünyasının içerisinde miydim bunca şey nasıl mümkün olabilirdi? Her şey korkunç bir şaka gibiydi.

“Yanlış yapıyorsun çözüm bu değil! Evet Ares çekti gitti ama bebekten haberi bile yok! Ona bir şey yapman sana hiçbir şey kazandırmaz.”

Ona bir şey yapamazdı. O henüz dünyaya bile gelmemişken hayata bir sıfır geriden başlayacaktı ve daha fazla kaybedemezdi.

Karamsarlığın ev sahipliği yaptığı bakışlarım bir kez daha tekneden dışarı kaydı. Çok değil birkaç yüz metre ilerideki kıyıyı rahatlıkla seçebiliyordum. Bu kıyı Ares’i kandırıp Kubat’la buluşma için getirdiğim kıyıydı. Bu kıyı Kubat’la ilk kez karşı karşıya geldiğim kıyıydı. Son olamazdı!

Zamanında o buluşma için kendi ellerimle arayıp bulduğum yer, sonum için bir manzara olamazdı. Olmamalıydı.

Nasıl kurtuluşu gözlerimle görürken elimden hiçbir şey gelmezdi? Bu kaybedişlerin en çaresiziydi.

*** 

ARES SANCAKTAR.

Bu nasıl mümkün olabilirdi? Her yerde deli gibi aradığım kadınla aynı şehirdeysem nasıl olurda onu bir türlü bulamazdım?

“Bu nasıl olabilir?!” diyerek bir kez daha yüksek bir sesle sorumu tekrarladım.

Mahzen’deydim. Ülkenin başlıca istihbaratçılarının bulunduğu acil bir toplantı düzenlemiştim.

“Sizden bir şey istedim. Tek bir şey: Lavinia’yı bulmanız. Bunun karşılığınızda ne istediyseniz verdim! Bilgi dediniz verdim, şunu ifşala dediniz yaptım, bana bunun açığı lazım dediniz gittim size o açığı buldum!”

Burnumdan soludum. Ses seviyem gittikçe yükseldi. “Ama siz tüm bunların karşılığında bir tane kadını bulamazdınız!”

Teoman Müsteşar oturduğu yerde dikleşerek boğazını temizledi. “Beni bunlarla bir tutma ben ne istediysen incelikle hazırlayıp verdim.”

O piçin dosyasına diyecek bir şeyim yoktu o yüzden konuşmasına herhangi bir tepki vermedim.

“Lavinia İstanbul’daymış ve sizin onun yerini bulmanız için yalnızca yirmi dört saatiniz var. Aksi takdirde ne verdiysem on katı şeklinde geri alırım!”

Masadaki ben hariç dört kişiden en yaşlı olan MİT’in emekli yöneticilerinden Kazım Talaz’lı, “Ülkede ne kadar ayak basılacak yer varsa arattık. Kız yok. Yanlış yerde arıyoruz ve bu şekilde elbette bulamayız. Belki de çoktan götürdü kızı buradan.” derken içerisinde bulunduğumuz küçük odada gözlerini gezdirdi.

“Sonuçta Kubat’ın da buraya erişimi var. Ne malum bu masadan biri bizim attığımız adımları önceden ona bildirmiyor? Hareketlerimizi önceden bilmediği sürece onu çoktan bulmamış olmamız imkânsız!”

Bir köstebek ihtimalinden söz ediyordu. Bu olamazdı. Kubat’ın buraya erişimi olduğunu bildiğim için zaten herkesle bir hareket etmiyordum ya! Ben bu dört kişiyi boşuna seçmemiştim.

“Saçma saçma konuşma!” diyerek anında Kazım’a tepki gösterdi Hakan Koman. “Ares hariç dört kişiyiz burada. Hangimize hain imasında bulunuyorsun?”

Konuşmanın konunun dışına taşışı burun kemerimi sertçe sıkmama sebep olurken içimden ona kadar saydım. Sakin olmam ve iş birliğini bozmamam gerekiyordu. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek zorundaydım.

“Madem aramalarınızı yanlış yerde yaptığınızı düşünüyorsun sende o zaman o doğru yeri bul ve orada aramanı sürdür.” dedim konuya dönmeleri gerektiğine dair ufak bir uyarıda bulunurken.

Masadaki herkes gereken mesajı alarak tartıştıklarını konuyu bir anda sonlandırdı.

“Neresi olabilir ki?” derken düşünceli bir hale büründü anında Teoman Müsteşar.

“Ayak basılmayan bir yer...” diyerek ona eşlik etti Hakan Koman.

Oturduğum yerden ağır hareketlerle ayaklanırken beynimi zonklatacak derecede düşünüyordum. Artık baş ağrım düşünmekten daimi bir hal almıştı.

“Tüm karayolları kontrol edilmişti değil mi?” dedim masaya doğru genel bir hitapla.

“Hem de kaç kere.” dedi Kazım Talaz’lı.

Ülkede ne kadar ayak basılacak yer varsa arattık. Kız yok.

Ayak basılacak yer. Peki ya basılamayan yerler?

“Denizyolları?”

“Ben ülkeden çıkış olan her yere baktırdım. Buna denizyolu da dahil. Bir sonuç yok.” dedi işini yaptığının altını çizer gibi Hakan Koman.

Arkamdaki Zeki’ye dönerek, “Ahmet’e söyle derhal Moskova’dan geri dönsün. Ona burada ihtiyacım var!” dedim.

Lavinia İstanbul’daydı. Denizyolunda ülkeden çıkışın bir önemi yoktu. Ülkedeki denizler önemliydi. Özellikle Marmara Denizi ve Karadeniz.

“Peki ya ülkedeki denizler?”

-BÖLÜM SONU-

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Sizler nasılsınız dedikoduları salın bakalım buraya az sohbet edelim!

 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere kendinize iyi bakın!

Bölüm : 03.11.2025 23:13 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...