6. Bölüm

Alevlerin Mirası

LEZZA
_vandes_

Yüzünde gezinen sıcak parmakların varlığını hissederek uyandı ve kulaklarına dolan o nazik ses, mavi gözlerinin gri gözlere kenetlenmesine ve sessizlikle yutkunmasına neden oldu. Bir elinden destek alarak yatakta doğrulduğu sırada diğer eli esnemesini kapatmak için ağzına yönlendi.

"Umarım uykunu iyi almışsındır." Şimdi şöminenin hemen yanında, hafifçe sönmüş olan ateşi körüklüyordu.

"Evet." diye cevapladı Bloom ve üzerindeki paltoyu omuzlarına alarak ayağa kalktı. Gözleri Valtor'dan tek bir saniye bile ayrılmazken merakla etrafına bakındı. Yoksa o...
"Tüm gece ayakta mıydın?" diye sordu hafif bir fısıltıyla. Cevabını biliyordu ama nedensizce bu konuda çekinceleri vardı. Onun uyumamış olması mı daha kötüydü yoksa uyumuş olması mı...

"Fazla seçeneğim yoktu." diye cevapladı Valtor ve her zamanki o kurnaz ifadesi baştan aşağı Bloom'u tararken Bloom, bu cevaptan ne çıkarması gerektiğinden emin değildi. Merakla arkasına, yatağın diğer ucuna baktı.

"O, senin dağınıklığın."

Valtor, rahatlıkla Bloom'un aklından geçenleri tahmin edebiliyormuş gibi kurnazlıkla sırıtırken kollarını önünde bağlayıp arkasındaki koltuğun koluna yaslandı. "Yanına kıvrılsaydım muhtemelen üstüme çıkardın. Senin kadar dağınık yatan birine daha önce rastlamamıştım."

Bloom, ona katlanamadığını fazlasıyla belli eden yüz ifadesiyle göz devirdiği sırada küçükken babasını yataktan tekmeleyerek attığını hatırladı ve bu sahne, istemsizce yüz ifadesinin düzelmesine ve hatta sırıtmaya başlamasına neden oldu ama gözleri, Valtor'un gözleri ile kesiştiğinde büyümekte olan gülümsemesi yüzünde donakaldı ve hızla kendini toparlayıp sahte bir boğaz temizlemeyle Valtor'un yanından geçerek az önce harlanan şöminenin başında durdu. "Ben küçükken babam bana şöminenin başında masallar okurdu."

Hatırladığı anılar yüzüne hafif bir tebessüm kondurduğu sırada omzundaki paltoyu kavrayan parmaklarını daha da sıkılaştırdı. "Sırf beni taşıyıp odama götürsün diye onun kucağında uyumuş numarası yapardım ve haklısın, bir keresinde onu, yanımda yatmaya ikna ettiğimde uykumdayken tekmeleyerek yataktan atmıştım." Ve odayı dolduran hafif kıkırtısının ardından mavi gözleri hemen arkasında duran gri gözlere döndü.

Valtor...

Sanki, gülüyordu... Ama gözleri...

Hızla kendini toparlayıp nazikçe bir elini Bloom'un çenesine yerleştirdi ve diğer eli neredeyse belini sarmalıyordu. Yavaşça Bloom'un boynuna yaklaşarak imalı bir ses tonuyla konuştu. "O halde, seni bağlamalıyım ki hareket edemeyesin."

Bloom, Valtor’un o sözüyle ürperdi. Ne söylediği değil… nasıl söylediğiydi asıl etkileyen. Sanki kelimeler boynunun derisinde yankılanmış, çenesine dokunan o nazik elin sıcaklığı bedeninin geri kalanına da yayılmıştı.

Bloom, bu cümleyi önce bir uyarı gibi, sonra bir şaka, ardından ise içgüdüsel bir gerçeklik gibi algıladı. Bakışlarını onun gözlerinden kaçırmadı. "Zincirlere alışık değilim," dedi Bloom hafifçe gülümseyerek. "Ama senin elinde olmaktan garip bir şekilde rahatsızlık duymuyorum."

Valtor'un dudaklarının kenarı sinsice kıvrıldı. "Henüz."

Bir anlık sessizlik oldu. Sadece şöminenin odun çatırdamaları ve kıyafetlerine sinmiş gece kokusu konuşuyordu aralarında. Valtor'un eli, Bloom’un belinde kaldı; sıkmıyor, ama bırakmıyordu da. Onu sahiplenmek değil de... sanki yerini unutmamak ister gibiydi.

Bloom gözlerini kapattı, o dokunuşu içselleştiriyormuş gibi. Ardından usulca başını kaldırdı. "Gerçekten hiç uyumadın mı?" diye sordu fısıltıyla. "Beni izliyordun, değil mi?"

"Uykunda çok daha sessizsin." Valtor'un sesi neredeyse yumuşaktı bu kez. "Ve belki… çok daha korunmasız."

Bloom buna yanıt vermedi. Gözleri tekrar şömineye döndü. Düşüncelerini toparlaması gerekiyordu. Gitmeleri gerekiyordu. "Yola ne zaman çıkıyoruz?" diye sordu, omzundaki paltoyu düzeltirken.

Valtor, geriye doğru hafifçe çekilip Bloom’a dikkatlice baktı. “Ben hazırdım. Senin uyanmanı bekliyordum.”

"Ve sanırım beni taşımamayı seçtin."

“Uyanırdın. Ve o zaman beni tekmelerdin.”

Bloom küçük bir kahkaha attı. “Aynı fikirdeyim.”

Valtor bir anlık ciddiyetle ona baktı. Gri gözleri Bloom’un mavilerinde bir şey arıyordu. Güven miydi bu? Kararlılık mı? Yoksa sadece... onunla gelmeye istekli olup olmadığını mı ölçüyordu?

... 

Neredeyse karlar altında kalmış saraydan ayrıldıklarında, gökyüzü gri bir sessizlikle örtülmüştü. Her adımda çatlayan buz ve kar sesleri, sadece ayaklarının değil, içlerindeki kırık parçaların da yankısı gibiydi. Rüzgar ve kar, aralarında konuşulmayan cümleleri taşıyordu. Sessizlik... uzun sürdü.

Valtor önde yürüyordu. Paltosu rüzgârla dalgalanırken Bloom biraz geride, gözleri Daphne'nin maskesini taşıyan Enchantix kolyesine kayıyordu. Altın Kütüphaneyi bulmanın tek yolu bu maskeydi. Maske sayesinde geçmişi görüyordu. Ya da… neyi kaybettiğini.

"Yine sessizleştiğine göre..." dedi Valtor, sesinde hafif bir alaycılık vardı, "ya bana sinirlisin ya da hatıralarının içinde kayboldun."

"İkisini birden yapabiliyorum." diye cevapladı Bloom kuru bir sesle. Sonra hafifçe duraksadı. "Konuşmanı istemiyorum sanma. Sadece... rüzgar, bazı şeyleri beraberinde getiriyor."

Valtor durdu ve arkasına baktı. Gri gözleri, yüzünde ince bir sorgulamayla Bloom'a çevrilmişti. "Neyi, mesela?"

Bloom önce cevap vermedi. Sonra kolyesine uzandı ve ellerinin arasındaki mavi ışık kütlesinde beliren maskeyi yavaşça yüzüne taktı. Bir anda dünya değişti: Donmuş sütunlar çiçeklerle sarıldı, gökyüzü maviye döndü, yıkılmış kuleler yükseldi. Ve insanlar… bir zamanlar gülümseyen hiç tanımadığı bu yüzlerle şimdi bu yollarda yürüyordu.

Bloom'un gözleri doldu. "Daphne bana, daha önce burada her ilkbahar geldiğinde danslar yapıldığını ve insanların baharı kutladığını anlatmıştı." dedi yavaşça.

Valtor sanki Bloom'un gözlerine bakmamak için özel bir çaba harcıyormuşçasına çok uzakta bir noktaya bakıyordu.

"Ağaçlar mavi çiçekler açarmış. Daphne bana mavinin asaletin rengi olduğunu söyledi."

Valtor bir süre sessizce dinledi. Sonra gözlerini uzaklardan çekip Bloom'un dolu gözlerine çevirdi. Soğuk, ama dikkatli bir ses tonuyla konuştu, "krallığınızın temsil rengi maviydi ve başka krallıkların maviyi değil bayraklarında, kıyafetlerinde birer aksesuar olarak kullanması dahi yasaktı. Domino haricinde hiçbir gezegende mavi çiçekleri olan Kristal ağaçlarını göremezlerdi." ve derin bir nefes verdi. ​​​​​​"Ama artık, her krallığın bahçesinde ve hatta sokaklarda dahi Kristal ağaçları görebilirsin. Artık ihtişamdan çok uzaklar... "

Bloom öfkesine hakim olması gerektiğinin farkındaydı ama yumruk haline getirdiği elleri buna o kadar da yardımcı olmuyordu. Belki birini onun o nefret ettiği, iğrendiği, yakışıklı, çekici, karizmatik...

Ne düşünüyordu böyle?... Kafasını kendine gelmek için hızla sağa sola salladı ve maskeyi çıkarıp Valtor'un yüzüne bile bakmadan yoluna devam etti.

Birbirlerine ihtiyaçları vardı, doğru ama bu ihtiyaç, bazen katlanılmaz hale geliyordu.

“Bu yolun sonunda,” dedi Bloom aniden, “bu karanlığı içimden çıkarabilecek bir büyü bulamazsak… ne yapacaksın?”

Valtor başını çevirmedi. “O zaman seni değiştireceğim.”

Bloom durdu. “Zorla mı?”

Valtor sonunda döndü ve ona baktı. Gözlerinde titreyen bir kırmızılık vardı. “Zor, görecelidir Bloom. Bazıları seni korumanın bir tür şiddet olduğuna inanır. Ben ise... seni kaybetmenin daha büyük bir şiddet olduğuna.”

Bloom kaşlarını çattı. “Kayıp dediğin şey ben değilim. Beni kurtarma bahanesiyle içimdekini ele geçirmek istediğini ikimiz de biliyoruz, daha dürüst olmayı dene.”

Valtor gülümsedi. “Senin içindekini istiyorum, çünkü onu bastırmaya çalışan sensin.”

Bloom yüzüne vuran karı engellemek için bir eliyle yüzünü kapattığında kısa süreyle olduğu yerde donakaldı.

Onu bastırmak...

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu merakla. Lafı dolandırmayı istemiyordu ve bu cümlede Valtor'un bir şeyi ima ettiği kesindi.

Valtor iki adımıyla ona daha çok yakınlaştığı sırada Bloom, elinin üzerinde sıcak bir duvar hissetti ve Valtor, Bloom'un parmaklarının arasından geçirdiği parmaklarıyla sıkıca Bloom'u kendine çekti. "Karanlığından kaçıyorsun ve o, bunun farkında olduğu için daha da üstüne geliyor." diye fısıldadı Bloom'un kulağına ve bu soğukta kulağına dokunan bu sıcaklık, içinin bir anlık titremesine neden oldu.
Bloom, birkaç adım geri çekildi. Elini yüzünden indirdiğinde gözleri sertti. “Senin karanlıktan anladığın şey benim zayıflığım,” dedi neredeyse fısıltıyla ama içinde titreyen bir öfke vardı. “Ama bu, benim parçalarımdan biri. Onu bastırmak değil, kontrol etmek istiyorum.”

Valtor başını eğdi, gözleriyle Bloom’un gözlerini aradı. “Kontrol etmeye çalışmak da bir tür kaçıştır. Onu sahiplenmen gerek. Onu benimsemek.”

“Ve senin çözümün ne? Ona boyun eğmek mi?” Bloom sesini yükseltti. “Kendimi onunla özdeşleştirdiğim an… artık ben değilim!”

“Hayır,” dedi Valtor, bir adım daha yaklaşarak. “Tam tersi. Ancak o zaman kendin olursun. Karanlığı da ışığı da taşıyan biri. Çünkü ikisi de sensin, Bloom. Ve senin içindeki o güç… sadece bir yönünü bastırarak dengesizleşiyor.”

Bloom gözlerini kaçırdı. Birkaç saniye sessiz kaldı. Kar taneleri saçlarına düşerken nefesi buhar gibi havaya karışıyordu. “Sen neden bu kadar ısrarcısın?” diye sordu, yorgunca. “Beni, bana bırakmak neden bu kadar zor senin için?”

Valtor derin bir nefes aldı. “Çünkü seni izlemek, böyle parça parça dağılırken... bana geçmişimi hatırlatıyor..."

Bloom böyle bir itiraf karşısında kısa çaplı şok yaşamıştı. Valtor, ona içini mi döküyordu? Bu beklenmedikti çünkü o, zayıflıklarını gizlemekte fazlasıyla ustaydı. Öyle ki sanki hiç zayıflığı yokmuş gibi hissettiriyordu.

Durdu. Gözleri uzaklara kaydı. “Kaçmak, emin ol sandığından çok daha fazlasını kaybetmene neden oluyor ve o boşluğu, hiçbir büyü, hiçbir zafer, hiçbir karanlık dolduramaz.”

Bloom ona baktı, ilk defa gerçekten yumuşayan bir ifadeyle. “Sen… pişman mısın?”

Valtor cevap vermedi. Yüzünde garip bir hüzün, sesinde kırık bir ton vardı. “Pişmanlık,” dedi, “Sandığından çok daha fazlasıdır Bloom. Güçlenip karşı koyana kadar benim seçim hakkım yoktu.”

Sessizlik çöktü. Sadece karın hafif sesi duyuluyordu. İkisi de konuşmuyordu artık ama aralarındaki hava ağırlaşmıştı. Bu bir hesaplaşma değil, bir itiraftı. Ve itiraflar her zaman büyüden daha güçlüydü.

...

​​​​Saatlerdir yürüyorlardı ve artık güneş batmaya başlamıştı. Ufukta kızıllık sönüyor, karanlık çörekleniyordu. Soğuk daha sert esmeye başlamıştı.

Bloom omzunu kaldırdı. “Artık yürüyemem. Hava çok soğudu.”

Valtor başını kaldırıp çevreye baktı. Sonra elini ileri uzattı. “Yakında bir kale var. Sparks yıkılmadan önce bir Lorda aitti… oraya gidelim. Geceyi dışarıda geçiremeyiz.”

Bloom önce tereddüt etti. Sonra başını salladı.

Yavaş adımlarla ilerlediler. Ayakları karı ezerek geçiyordu. Arada Bloom tökezledi, Valtor elini uzattı ama Bloom tutmadı. Yardım istememek bir inat değildi artık, sadece bir sınırdı.

Yaklaşık yarım saatlik yürüyüşten sonra kaleye ulaştılar. İyi değildi, çoğu kısmı yıkılmış, karla kaplanmış ve harabeye dönmüştü ama karanlıktan ve rüzgârdan koruyacak kadar derin ve sakindi. İçeri girip güvenli bir oda bulduklarında Bloom sırtını öylece duvara yasladı, nefes nefese kalmıştı. Valtor ellerini birbirine sürterek çöküntüler arasında kalmış şöminede küçük bir ateş büyüsüyle ortamı ısıttı.

Alevler titrek yansımalarla tahta duvarları aydınlatırken, Bloom gözlerini kısarak ona baktı. “Söylesene… içimdeki karanlığa bu kadar ilgi duymanın nedeni… onu bir silah gibi kullanmak istemen mi, yoksa bir ayna gibi görmen mi?”

Valtor, ateşe bakarken cevapladı. Sesi alçaktı ama titreyen alevlerden daha canlı bir şey vardı içinde. "Bir silah olarak kullanmak isteseydim… seni çoktan tüketirdim Bloom. Karanlık, isteyenin elinde bükülür. Ama ben onu bükmek istemiyorum. Sadece… tanımak istiyorum. Çünkü o senin içinden koparılmış bir yansıma değil. O senin içindeki çıplak gerçek.”

Bloom yüzünü çevirdi. Alevlerin gölgesi gözlerinin kenarındaki çizgilerde dans ediyordu. “Senin gibi olmak istemiyorum. Gücünü hissettiğinde her şeyi yakmaya başlayan biri…”

Valtor başını kaldırdı, gözlerini ona çevirdi. “Ben gücümle yakmayı seçtim. Çünkü elimde başka hiçbir şey kalmamıştı. Ama senin hâlâ bir seçimin var. Işık olmak zorunda değilsin. Ama küle dönüşmek de zorunda değilsin.”

“Peki ya ya başka bir yol yoksa?” diye sordu Bloom, sesi çatallı. “Ya içimdeki şey ne ışıkla ne de karanlıkla barışmıyorsa? Ya ben sadece… kırılmak üzere olan bir dengeysem?”

Valtor yaklaştı, dizlerinin üzerine çöktü ve yüzünü onun hizasına getirdi. Ellerini uzatmadı ama sesi, ellerinden daha yakın geldi. “O zaman seni tutan şey denge değil,” dedi yavaşça. “Seni kıran şey de senin düşmanın değil. Belki... sadece senin yorgunluğun. Hep güçlü görünmek zorunda olmanın verdiği yorgunluk.”

Bloom başını eğdi. “Yoruldum, evet,” dedi fısıltıyla. “Ama bu, seni haklı yapmaz.”

“Niyetim haklı olmak değil,” dedi Valtor. “Sadece karanlığın her insanın içinde var olduğunu bilmelisin Bloom. Onları iyi ya da kötü yapan tek şey bir diğerinin ötekine baskın gelmesidir. Kimse tamamen ak olamaz, kimsenin tamamen kara olamayacağı gibi...”

Bir süre hiçbir şey demediler. Dışarıda rüzgâr, yıkık duvarların ağzında uğuldamaya başladı. Ateş sönmeye yüz tutmuştu ama odanın içi hâlâ ılıktı.

Bloom, gözlerini Valtor’dan kaçırmadan sordu, "ben… o karanlığı serbest bırakırsam, sen ne yaparsın?”

Valtor hiç düşünmeden cevapladı. “Eğer varlığımı kabul edersen, yanında dururum.”

Bloom’un içinden geçen şeyi yüzüne yansıtmak zordu. Belki bir şaşkınlık, belki korku. Belki de uzun zamandır bastırdığı bir şeyin yüzeye çıkmaya başladığı andı bu.

Bir sessizlik daha çöktü aralarına.

Sonra Bloom, dizlerini karnına çekip odanın tahta duvarına yaslandı. Valtor da ateşe birkaç büyülü kıvılcım daha ekledi, alevler yeniden güçlenip yıkık odanın içini sardı.

“Bu gece,” dedi Bloom, gözlerini kapayarak, “benimle kal.”

Valtor sadece başını salladı. “Hiçbir yere gitmiyorum.”

Ve o an, dışarıdaki karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, odanın içi, ilk kez ikisinin de kendilerini saklamadığı bir yer hâline geldi.

... 

Bloom gözlerini açtığında tahta zeminin soğukluğu sırtına işlemişti. Duvarları yosun tutmuş, çatısı çökmüş eski kalenin içinde geceden kalma rüzgâr uğultusu hâlâ yankılanıyordu. Kar, kırık duvarlardaki çatlaklardan içeri giriyor, toz zerreciklerini gümüş gibi parlatıyordu.

Başını çevirdi.

Valtor yoktu.

Önce bir an durdu, sonra hızla ayağa kalktı. Yüreği göğsüne vuruyordu. Elini yere koyarken içinden yükselen ilk şey endişeydi ama hemen ardından gelen öfke daha güçlüydü.

Terk etti…” diye fısıldadı.

Aklına gelen düşünce, bir bıçak gibi keskin ve zehirliydi. Ona inanmamalıydı. Onun sözlerine, ateş başındaki bakışına… Ona sadece ihtiyacı olduğu sürece yaklaşmıştı. Gücünü anlamak için. Belki de içindeki karanlığı kullanmak için.

Tam o sırada zihninin derinliklerinden bir ses yükseldi. “İşte şimdi anlıyorsun.

Bloom irkildi. Dizlerinin üzerine çöktü. Elleri titremeye başlamıştı. Ses, bir başkasının değil, kendi sesinin yankısı gibiydi… ama daha soğuk, daha yıkıcı.

O da diğerleri gibi. Gücünü istiyor. Sana yardım edeceğini söyledi, sadece seni kırılganlaştırmak için. Terk edilmen gerekiyordu ki… ben ortaya çıkabileyim.

Hayır…” Bloom gözlerini sıktı. “Sus. BU GERÇEK DEĞİL!”

Gerçek olan tek şey benim, Bloom. Beni bastırdın. Hep susturdun. Ama şimdi seninleyim. Artık yalnızsın. Artık sadece ben varım.”

Etrafı bulanıklaştı. Yüzü gölgelerle örtülmeye başlamıştı. Ellerinin üstünde ince siyah çatlaklar belirmeye başladı; sanki teni içindeki karanlıkla kabuk değiştiriyordu.

O an, kalenin taşlık kapısından bir ses geldi. Ayak sesleri.

“BLOOM!”

Valtor’un sesi, yankılanarak geldi. Hemen ardından, elinde bir kese dolusu parıldayan morumsu kristal meyvelerle içeri girdi. Gözleri Bloom’un diz çökmüş hâlini görünce ifadesi sertleşti.
“Sakin ol,” dedi ve hızlıca Bloom'un yanına gelip önünde eğildi. Eliyle Bloom’un alnına dokunduğunda loş odayı aydınlatan morumsu büyü Bloom'un içindeki karanlığın geri çekilmesini sağladı. Siyah çatlaklar yok oldu, Bloom’un elleri titreyerek eski hâline döndü. Derin bir nefes aldı, gözleri hâlâ yaşla doluydu.

Kendine hakim olamadan, ne yaptığının farkında dahi değilken hızla ileri atılıp kollarını Valtor'un boynuna doladı ve gözlerinden firar eden gözyaşları ardı ardına Valtor'un karla kalplı paltosuna akmaya başladı.

Sırtına dolanan sıcak kollar onu sakinleştirmiyor, aksine daha da ağlamasına neden oluyordu.

Sırtından ayrılıp saçlarının üzerine yerleşen parmaklar nazikçe saçlarını okşarken Bloom, sığındığı yerde kalabilmek için daha da sıkı sarıldı.

Kısa süre sonra gözyaşları ve hıçkırıkları azaldığında kolları, Valtor'un boynundan inip beline sarıldığında yanağı, onun göğsüne yaslanmış, sıcaklığıyla kendini nedensizce güvende hissetmişti.

Valtor, Bloom'un az da olsa sakinleştiğini fark ettiğinde nazikçe fısıldadı, “iyi misin? Korkma, seni terk etmedim.”

Bloom gözlerini kaçırdı. “Beni uyanmadan önce bırakmamalıydın!”

“Enerji toplaman gerekiyordu.”

Yavaşça güvenle sarıldığı bedenden ayrıldı ve sağ eliyle burnunu silip kendini daha fazla geri çekti.

Valtor, nazikçe hâlâ Bloom'un yüzünü esir almakta olan gözyaşlarını parmaklarıyla silerken Bloom şaşkınlıkla mavi, dolu gözlerini Valtor'a çevirdi.

Aralarına sessizlik çöktü.

Valtor yavaşça geri çekildikten sonra kemerine taktığı kesenin içinden bir tane mor, kristal meyve çıkardı. “Bunlar Liva Meyveleri. Enerji verir. Antik dağ geçitlerinde yetişirler. Nadirdir… ama güçlüdürler.”

Bloom elini uzattı, bir tane aldı. Isırdığında meyve tuhaf bir şekilde hem serinletici hem de yakıcıydı. İçinden yayılan güç, bedeninde dağılmış hissettiği her şeyi bir araya getiriyor gibiydi. “Teşekkür ederim,” dedi sessizce.

Valtor yanına oturdu. Duvara yaslandılar.
“Eskiden,” dedi Valtor aniden, “Sparks’ta bu tarz meyveleri büyücüler yalnızca meditasyon sırasında tüketirdi. Bilincin karanlıkla bütünleştiği anlarda… yönlerini kaybetmemek için.”

Bloom ona baktı. “Krallığım hakkında, neredeyse hiçbir şey bilmiyorum...”

Valtor başını eğdi. “Sparks, bir zamanlar bilgelik, asalet, güç ve iktidar krallığıydı. Savaşçılar kadar, bilgeler de hükmederdi. Baban bu yüzden Altın Kütüphaneyi yaptırdı. Orası sadece bilgi içermiyor, aynı zamanda orası Sparks'ın hafızasıdır. Kayıp anılar, bastırılmış güçler, güçlü büyüler, antik eserler, geçmişler… Hepsi orada mühürlü.”

Valtor bir süre sessiz kaldı. Dışarıda Sparks’ın puslu gökyüzü, yanmak üzere olan bir günün izlerini taşıyordu. Rüzgar duvar boyunca kıvrılarak geçiyor, taşların arasından fısıltılar gibi uğuldayarak ilerliyordu.

“Artık yola çıkalım,” dedi Bloom, kolyesine hafifçe dokunarak. Parmaklarının ucunda bir ışık parladı. Maske, neredeyse sihirli bir usulca belirdi ve yüzüne yerleşti. Gözleri parladı; bir anlığına her şey değişti. Yıkık duvarlar yeniden örüldü, kurumuş nehirler aktı, kül olmuş ağaçlar yeniden yeşerdi. Sparks’ın yıkılmadan önceki ihtişamı gözlerinin önüne serildi.

Valtor ona dikkatle baktı. “Hazır mısın?”

Bloom başını salladı. “Hazırım. Artık bundan kurtulma zamanı.”

... 

Karlı vadiden yukarı tırmanırken, Sparks’ın geceye gömülmüş manzarası altlarında kalmıştı. Dağların arasında yankılanan sadece rüzgârın uğultusu, şiddetli kar fırtınasının çatırtısı ve buzda yankılanan ayak sesleriydi.

Bloom, gözlerini ufka dikmişti. Yüzündeki maske parlıyordu; krallığın yıkılmamış geçmişini gösteren görüntüler, onu ayakta tutan tek şeydi belki de. Ama Valtor, birkaç adım geriden geliyordu. Sessiz. Sanki geçmişin her taşına bastıkça bir hayalet uyandırıyormuş gibi temkinliydi. Bloom sonunda durdu, döndü. “Sanırım yaklaştık.”

Valtor yanına geldi, kısa bir bakış attı. “Yaklaşmadık, zaten buradayız.”

Bloom’un gözleri parladı. “Burası... Altın Kütüphane’nin olduğu yer mi?”

Ama burada sadece sert kayalar, sırp dağlar ve kar kütleleri yer alıyordu. Bir yapıya ait tek bir belirti dahi yoktu. Harabe bile...

Valtor, gözlerini puslu tepenin ötesine dikti. Dudakları sertçe bir çizgiye gerildi. Cevaplamadan önce uzun bir sessizlik oldu.

“Altın Kütüphane,” dedi nihayet, “bir canlı yapının üstünde inşa edilmiştir. Kadim bir kuş. Rock.”

“Bir kuş mu?” Bloom kaşlarını çattı.

“Bir kuştan çok daha fazlası,” dedi Valtor. “O Sparks’ın muhafızıydı. Krallığın kurucularından önce bile buradaydı. Kalbinde karanlığı sezdiği herkesi yok ederdi.”

Bloom endişeyle arkasındaki vadilere baktı. “Bizi de mi yok etmeye çalışacak?”

Valtor başını Bloom’a çevirdi. “Bizi değil. Ama beni hissedecek.”

“Seni nereden...”

Valtor, sertçe. “Son savaşta… Rock’un uykusuna gömülmesine sebep olan büyü benim büyümdü. O beni unutmaz. Ve affetmez.”

Bloom bir an suskun kaldı. “Bunu neden daha önce söylemedin?”

“Tahmin etmesi zor değil de ondan, Prenses.”

“Valtor!”

“Sadece Altın Kütüphaneye ulaşmalıyız.” diye böldü onu. Sesi normalden daha soğuktu. “Onu uyandırmazsak sorun olmayacaktır. O yüzden fazla soru sorma.”

Bloom biraz geri çekildi ama gözlerini ondan ayırmadı. Bir şeyler söylemek istedi ama vazgeçti.

Birlikte yürümeye devam ettiler. Sonunda, dağın zirvesine ulaştıklarında manzara önlerinde açıldı. Aşağıda, dev bir taş bloğu gibi hareketsiz yatan Rock görünüyordu. Kanatları kapalıydı, kafası göğsüne gömülmüş, etrafını yosunlar ve zamanla çatlamış taşlar sarmıştı. Sırtında yükselen yapı, Altın Kütüphane, yıldız ışığında solgun altın gibi parlıyordu.

Bloom yaklaşınca büyülenmiş gibi mırıldandı. “Bu kadar… büyük olduğunu hayal etmemiştim.”

Valtor sessizdi. Gözleri Rock’un üzerine kilitlenmişti. Bir zamanlar büyük bir savaşın ortasında bıraktığı canlı bir anıya bakıyordu. "Dikkatli ol,” dedi. “Rock hâlâ canlı. Ve uyanırsa…”

Tam o sırada, zemin hafifçe titredi.

Bloom geri çekildi. “Valtor…?”

“Hissetti.”

Rock’un bedeninde ince bir titreme başladı. Taş gibi görünen kanatlarının kenarlarında çatlaklardan ışık sızıyordu. Derinlerden gelen bir uğultu duyuldu.

Valtor dişlerini sıktı. “Lanet olsun.”

“Ne yapacağız?” Bloom maskeyi çıkardı, gözlerini Rock’a dikti. “Sakinleştirmeliyiz!”

Valtor onun yanına yaklaştı, ama Rock başını kaldırmaya başladığında gözleri doğrudan Valtor’a çevrildi. Devasa bir nefes verdi. Kuş değil de bir volkan gibi… İçinde öfke vardı.

Valtor, gözlerini kaçırmadan bir adım geri çekildi.

“Onu tetiklemememiz gerek,” dedi kısık sesle. “Saldırgan değil... ama unutmuyor.”

Rock’un göz kapağı tamamen açıldığında, başka bir kasılma vücudunu sardı. Yer çatladı, sarsıntılar arttı. Bloom, Enchantix dönüşümünü harekete geçirmeye hazırlanırken, Valtor hemen araya girdi. “Bekle.”

Rock’un gözleri hareket etmiyordu, ama çevresindeki hava değişmişti. Yoğun, dikkatli ve nabız gibi atıyordu.

Valtor gözlerini Rock’un gagasının ucuna dikti. Sessizce bir büyü mırıldandı. Etraflarında ince çizgilerle örülmüş, neredeyse görünmeyen enerji halkaları belirdi.

Bloom kaşlarını çattı. “Ne yapıyorsun?”

“Onun görme algısını yeniden odaklıyorum. Dikkatini tehditten... dengeye çeviriyorum.”

Bloom, Rock’un bakışının biraz saptığını fark etti. Doğrudan Valtor’a değil, şimdi onların arasındaki alana bakıyordu. Boşlukta bir şey ölçer gibiydi. Valtor’un büyüsü saldırgan değildi, ama tam yerindeydi: Rock’un analiz gücüne hitap eden bir oyun. Kendisini “şu an için gereksiz” kılan bir yönlendirme.

O anda Valtor sessizce Bloom'a doğru fısıldadı, “şimdi.”

Bloom, Enchantix dönüşümünü tamamlar tamamlamaz hızla havalandı ve sakince ellerini kaldırdı. Kalbinin derinliklerinden, ilkel ve kutsal bir ısı yükseldi. Ejderha Ateşi, Domino'nun özü, yaşamın kıvılcımı.
Elleri arasında beliren kırmızı, turuncu ışığı yavaşça Rock’un yönüne gönderdi. Alevin uçları, kanatlara ve başına hafifçe dokundu. Alev sıcak değildi; sakinleştiriciydi, tanıdıktı. Kan bağı gibi.

Rock’un bedeni titredi. Gözleri Bloom’a döndü. Ve bu kez, orada bir yumuşama vardı. Tanıma, kabul etme. Ve... güven. Kuş başını ağır ağır kaldırdı, kanatlarını hafifçe açtı ama uçmadı. Varlığını sergiledi sadece. Ardından başını eğdi.

Bloom kanatlarını indirip sessizce aşağı süzüldü ve Rock’un önüne kondu. Arkasında Valtor da temkinli bir şekilde yaklaştı. Rock, hâlâ onu izliyordu. Tehdit sezisi geçmiş değildi. Sadece, şimdilik geri çekilmişti.

Bloom sessizce mırıldandı: “Bizi kabul etti.”

Valtor bakışını Rock’tan ayırmadan cevapladı: “Seni. Beni değil.”

Bloom başını çevirip ona baktı. “Senin içeri girmene izin vermeyecek mi yani?”

Valtor yüzünü ona çevirmedi. "Bana güvenmiyor ama sana güveniyor ve sen de...”

Bu fazlasıyla yeterli bir cevaptı. Anladığı kadarıyla Rock, Bloom'u Valtor için bir kefil olarak algılamıştı ve sanırım bu iyi bir şeydi. En azından onu öldürme kararından şimdilik vazgeçmişti.

Rock’un sırtına tırmanıp Altın Kütüphane'nin önüne geldiler. Kütüphane onları, ışık ve büyüyle yoğrulmuş, eski bir sessizlikle karşıladı.

Valtor ilk adımını attığında, çizmelerinin tabanı, beyaz mermer zeminden yankılandı. Ardından Bloom, içten bir çekingenlikle içeri girdi. Kütüphanenin içinde herhangi bir sıcaklık yoktu; ama düşmanlık da yoktu. Sanki orası, zamanı ve duyguları askıya alan bir boşluktu.

Koca altın motiflerle süslenmiş kubbenin altında yükselen raflar sonsuzmuş gibi görünüyordu. Uçsuz bucaksız koridorlar, sarmal merdivenlerle birbirine bağlanıyor, büyülü lambalar havada süzülerek kendi kendine ilerliyordu. Bazıları mavi, bazıları kehribar sarısıydı. Fazlasıyla geniş bir alana sahipti ve sıra sıra dizilmiş kitaplıklarda parlayan kitaplar adeta baş döndürücü bir düzendeydi.
O kadar yıkımdan sonra buranın zerre zarar görmemiş olması ise fazlasıyla şaşırtıcıydı.

Valtor sakince derin bir nefes verdi ve paltosunu çıkarıp girdikleri salonda yer alan sandalyelerden birinin üzerine astı. Bileklerini kapatan gömleğinin düğmelerini sakince çözüp kollarını katladığı sırada Bloom burada çok uzun zaman geçirmek zorunda olduklarını anlamış ve üzerindeki, hareketlerini kısıtlayan montunu çıkarıp bileğindeki tokasıyla saçlarını tepesinde toplamıştı.
Kısa bir bakışla Valtor'a baktıktan sonra diğer tokasını da Valtor'a uzattı.

Valtor, gömleğinin kolunu katladıktan sonra tek kaşını havaya kaldırıp alayla Bloom'a ve uzattığı tokaya baktı ve Bloom, bu bakışın ardından bıkkınlıkla göz devirip tokayı indirdi. "Sen bilirsin."

İç içe geçmiş üç büyük okuma salonundan birini seçmişlerdi. Salonun ortasında sekiz köşeli bir masa vardı; çevresi kadife kaplı ağır sandalyelerle çevriliydi. Valtor masanın doğu ucuna, Bloom ise batıya geçmişti. Aralarındaki mesafe hem uzak hem de güvenliydi.

Valtor, çevredeki raflara bakarak sessizce birkaç kitaba uzandı, her biri ağır ve karanlık ciltliydi. Bloom da birkaç tanesini hissederek seçti; bazıları ona çekici geldi, bazıları ise sadece ürkütücüydü.

Masanın etrafı kısa sürede küçük bir duvar gibi dizilmiş kitaplarla çevrelendi. Valtor ilk kitabı açarken dikkatliydi, her sayfa özel bir ritimle çevrilmeliydi, bazıları büyüyle mühürlüydü, yanlış sırada açmak sayfaların kendini yakmasına neden olabilirdi. “Bu kitap,” dedi Valtor, “Kayıp Katarsis Büyüleri üzerine. Karanlıkla teması olan ruhların arındırılmasına dair kadim bir metin içeriyor… ama dili Archaëlos, hatalı çeviri halinde uygulanırsa ruhu tamamen parçalayabilir.”

Bloom kaşlarını çattı, parmaklarını eski alfabeleri tanıyarak sayfalar arasında gezdirdi. “Şu sembol… içsel yıkımı anlatıyor, değil mi?” dedi bir işareti göstererek.

Valtor başını salladı. “Evet. Ama bak, o sembolün kenarındaki spiral çizim, yıkımı bastırmak değil, tamamen soğurmak anlamına geliyor. Bu, karanlığı yok etmiyor… kendi içinde hapsediyor. Bu yöntem seni özgürleştirmez, aksine içindekini derinleştirir.”

Bloom ürperdi. Kitabı yavaşça kapatıp başka bir cilde uzandı.

Bu böyle saatlerce sürdü. Her kitap, her cümle onları ya bir adım ileri götürüyor ya da tedirgin bir belirsizliğe itiyordu. Zaman geçtikçe Bloom’un gözleri kızarmaya, zihni bulanıklaşmaya başladı. Yorgunlukla kendini masanın üzerine bıraktığında, “bu çok fazla bilgi…” diye fısıldadı. “Bunların çoğu… birbirini çürütüyor gibi. Karanlıkla savaşmanın yolu onunla bütünleşmekmiş gibi yazıyor bazıları, diğerleri ise tamamen inkar etmeyi öneriyor.”

Valtor, Bloom’un ses tonundaki sarsıntıyı fark etti. “Bilgi de zehir olabilir,” dedi usulca. “Kitaplar seni deniyor. Hangi yolun senin doğana uygun olduğunu senin seçmeni istiyorlar. Doğru büyü, sadece bilgiyle değil, iradeyle de bulunur.”

Bloom bir an başını iki elinin arasına alarak derin nefes aldı. İçindeki karanlık o an tekrar konuştu; tatlı ama tehditkar bir sesle, "bu kadar çabaya ne gerek var? Zaten parçamsın. Direnme. Kabullen."

Bloom'un gözleri kısa bir anlığına sararır, gözbebekleri dikeyleşir gibi oldu ama sonra Valtor’un elinin onun elinin üstüne konduğunu hissetti. “Buradasın Bloom,” dedi, gözlerinin içine bakarak. “Henüz kaybolmadın. Buna izin vermem.” Bloom, yavaşça başını salladı.

Sabah güneşi Rock’un sırtındaki taşların arasından süzüldüğünde, Altın Kütüphane’nin dış cephesine yumuşak bir ışık yayıldı. Kütüphanenin etrafı, içerideki büyü yoğunluğunun dışa taşmasını engelleyen kadim mühürlerle çevriliydi, bu yüzden dışarısı hâlâ dünyanın geri kalanına benziyordu: kar fırtınası ve şiddetli rüzgâr, sığ bir sessizlik, uzaklarda zerre görünmeyen karanlık gökyüzü.

Bloom, sabah gün doğumundan önce uyandığında, daha çok uyandırıldığında uykulu gözlerle Valtor'a baktı ve sorgulayan hafif huzursuz sesiyle, "ne var? Niye uyandırdın beni?" diye fısıldadı. Gözlerinde hâlâ dünün yorgunluğunun izleri vardı.

Valtor, elindeki montu Bloom'un üzerine fırlattıktan hemen sonra Bloom öfkeyle ayaklandı. "Hey! Derdin ne senin!"

Valtor, arkasını dönmeden, kafasını omzunun üzerinden çevirdikten sonra konuştu. "Giyin. Bundan sonra her sabah güçlerin üzerinde çalışacağız."

Bloom, hayretler içinde kalmış ifadesini gizleyemezken öfkeyle dolup taşa alevini Valtor'a fırlatmamak için kendini zar zor tutuyordu. Yorgundu, açtı, içinde dizginlemekle cebelleştiği bir karanlıkla yaşıyordu ve bu adam, sabahın köründe ona eğitim vermek istediğini mi söylüyordu?

Sanırım onu öldürmeliydi...

"Eğitiminde dilediğini yapabilirsin Bloom, tabii gücünün yeteceğini düşünüyorsan."

Öfkeli çığlıklarını görmezden gelen Valtor için bu durum, neredeyse eğlenceliydi. Bloom'un şu anda arkasında sinirden köpürüyor oluşu fazlasıyla hoşuna gidiyordu.

Dışarı çıktıklarında Bloom, yerde genişçe bir alanda yere çizili bir büyü çemberiyle karşılaştı.

Valtor, “ayağını dairenin merkezine koy. Unutma, bu sadece bir çizim değil; bu çember, enerjini sabitleyecek. Kontrolü kaybedersen, çember seni dizginler. Ya da en azından yavaşlatır.”

Bloom biraz huzursuzdu. “Yani... içimdeki karanlık burada da çıkabilir?”

Valtor ciddiyetle başını salladı. “Karanlıkla çalışıyorsan, o her zaman seninle gelir. Sadece onu bastırmak değil, onu okumayı öğrenmelisin.”

Bloom derin bir nefes aldı ve gözlerini kapadı. Valtor ona elleriyle ritmik hareketler yapmasını, sonra elementler üzerinde hafif bir manipülasyon denemesi yapmasını söyledi. “Sadece ateşi çağırma, onu hisset. Senin alevinle karanlığın alevi aynı renkte değil. Aradaki farkı bul.”

Bloom’un parmak uçlarında önce sıcaklık, ardından içsel bir çatırtı belirdi. Ateş ortaya çıktığında, kıpkırmızı değildi; içten içe mora çalan, karanlıkta titreşen bir ışık gibiydi. Valtor bir adım geri çekildi, ama Bloom’a belli etmeden. “Devam et,” dedi kısık sesle, “ama gözlerini açma. Alevin ne söylediğini duy. Sana hizmet ediyor mu, yoksa seni kontrol mü etmeye çalışıyor?”

Her sabah, bu alıştırmalar biraz daha yoğunlaştı. İkinci gün, fiziksel denge ve dövüş teknikleri başladı. Valtor, Bloom’u düelloya davet ederken büyülerini değil, çıplak ellerini kullandı.

“Düşman her zaman büyüyle gelmez,” dedi. “Bazen en güçlü silahın, yumruğundur. Bedeninin karar anındaki tepkisidir.”

Bloom ilk başta şaşkın ve sakardı, ama içindeki güç patlamaları zaman zaman dövüşü tehlikeli hale getirdi.

Ona doğru attığı her yumruğu neredeyse havada kalıyor, yetmiyormuş gibi bir de dayak yiyordu ve bu konuda tek yapabildiği darbenin nereden geldiğini bilmeden hareket edip öfkeyle bağırmaktı. Onu göremiyordu bile!

Yorgunlukla yere çöktüğünde Valtor yavaşça yaklaştı ve önünde diz çöküp Bloom'un yüzüne düşen saçlarını kulağının arkasına attı. Parmakları nazikçe yüzünü okşarken Bloom, içine dolan sıcaklıkla öfkesini dindirmeyi başarmış ve derin bir nefes vermişti.

Tüm bunları izleyen Rock, tek bir saniye bile gözlerini Valtor'un üzerinden ayırmazken sakinliği, en ufak yanlış hamlesinde Valtor'u yok etmek üzerine kuruluydu ve Valtor, bunun farkındaydı.

Üçüncü sabah, Bloom düne kıyasla daha iyiydi, en azından artık Valtor'u görebiliyor ve hamlelerini düne nazaran durdurabiliyor, tahmin edebiliyordu ama yine de yetersizdi ve yetersizliği onu daha da öfkelendiriyordu.

Bloom, en sonunda buna daha fazla dayanamayıp istemsizce yere vurduğu öfkeyle ve hırsla dolu bir yumrukla buzu çatlatınca nefesi kesildi. “Kendimi kontrol edemiyorum,” dedi nefes nefese.

Valtor sessizce yere çömeldi ve çatlağın kenarını inceledi. “Hayır,” dedi. “Kendini kontrol etmeyi öğreniyorsun. Korktuğun için kontrol ettiğini sanıyordun. Asıl kontrol, korkmadan dokunmaktır.”

Dördüncü ve beşinci günlerde meditasyonlar uzamaya başladı. Gözlerini kapatıp büyü çemberinde oturduklarında Bloom’un zihnine gelen imgeler daha yoğun, daha kişisel hale geldi: Annesinin yüzü. Daphne'nin onu kurtarışı. Domino’nun yanışı. Karanlığın ona ilk fısıldadığı an...

Valtor onu izliyordu. İzin verdiği müddetçe Bloom’un zihnine giden yolu görebiliyordu ama yeterli değildi, Bloom'un onu neden engellediğini bilmiyordu, ne yaşadığını da ama engelleri her zaman karanlığın bedenine girdiği anda başlıyor ve kaçırıldığı andan itibaren keskinleşiyordu.

Bloom titreyerek gözlerini açtığında, Valtor’un yüzünde endişe ama aynı zamanda sarsılmaz bir kararlılık vardı. “kendini gizliyorsun, yaşadıklarından korkuyorsun veya öğrenilmesini istemiyorsun,” dedi. “Karanlığın bunu, senin en büyük zayıflığın haline dönüştürebilir. Sakin ol ve kendini aç. Sana yaşatılanlar her neyse eğer yüzleşmezsen hiçbir yol katedemeyiz.”

Sabahları dışarıda geçirdikten sonra öğle saatlerinde tekrar kütüphaneye dönüyorlardı. Masaları kitap yığınlarıyla çevriliydi; yanlarında parşömenler, notlar, tercüme etmeye çalıştıkları sembollerle dolu rulo kağıtlar birikmişti.

Altıncı gün, Bloom eski bir büyü kitabında 'Ruh Katmanı Ayıklama Tekniğine dair bir formül buldu. “Burada... ‘ayrışmanın üç aşaması’ diyor,” dedi yüksek sesle. “İlk aşama, karanlığın adını tanımak. İkinci, onunla yüzleşmek. Üçüncü... birleşmeyi reddetmek.”

Valtor oturduğu yerden kalkıp Bloom'un arkasına geldi ve sakince masaya doğru eğilip ona doğru yaklaştı, metni gözden geçiriyordu. “Dikkat et Bloom, notun altındaki sembol… bu, eksik bilgi işareti. Yani formül tamamlanmamış. Eğer eksik aşamayı uygulamaya kalkarsan…”

“Parçalanırım,” diye fısıldadı Bloom.

Valtor’un sesi sertleşti. “Evet. Bu yüzden bu kadar dikkatli olmamız gerekiyor. Bu kitaplar bize parçaları veriyor ama bütün resmi kurmak bize ait.”

Yedinci gün geldiğinde, bedenleri yorgun, zihinleri dolu, gözleri uykusuz ama içlerinde bir dirençle, güne yine dışarıda başladılar. Valtor bu defa konuşmadı; Bloom’un gözlerine baktı, sonra ellerini kaldırdı. “Bugün seni zorlayacağım,” dedi.

Bloom sadece başını salladı. Bu kötüydü, kendini hazırlamalıydı çünkü önceki günler zaten fazlasıyla zorlanmıştı ve bu anın zorluğunu tahmin dahi edemiyordu.

Gün doğumu sırasında karşılıklı dövüşe başladılar ama bu defa eller değil, sihirler konuştu. Bloom’un alevleri şekil değiştirdi, havayı kesip geçerken kendiliğinden yön değiştirdi. Valtor kendini savunarak Bloom'un gardını indirmesini bekledi ve bu olduğunda saldırıya geçti.

Bloom kalkan büyüsüyle kendini korudu ama etrafını saran büyü, kalkanının hiçbir gücü yokmuşçasına onu parçaladığında büyü sıkıca etine sarıldı ve gökyüzünü sarsan çığlıkları Rock'un gözlerinin hızla açılmasına neden oldu.
Bloom, dolan gözlerinin arasından Rock'un öfkeli gözlerini görebiliyordu ve yavaşça ayaklanan bedeni, tüm buz parçalarını çatlatmaya, gökyüzünü yaran kuvvetli gürültülere neden olmaya başlamıştı ve gagasını açıp şiddetle kükrediğinde kulakları sağır edecek derecede olan sesi, onun heybetli kanatlarına eşlik etti.

Valtor'a saldırmaya hazırlanıyordu ama Valtor tek bir saniye bile gözlerini Bloom'un çığlık atan bedeninden ayırmıyor, milim kımıldamıyordu.

Rock, kanatlarına dolan mavi güç aurasını Valtor'a göndermeye hazırlanırken Bloom etrafını saran acı verici büyüye rağmen kararlılıkla bağırdı. "DUR!"

Rock'un buna uymak gibi bir niyeti olmadığı aşikardı ve güç senkronizasyonu tamamlandığında Bloom öfkeyle gözlerini araladı ve parıldayan sarı gözleri, yavaş yavaş bedenini saran kan kırmızısı alevinin arasından parladı. "SANA DUR DEDİM!"

Ve Valtor'un gücü parça parça yok olduğunda Bloom'un kanatları daha da büyürken kenarlarını çevreleyen mavilikler yerini alevlere bıraktı, eldivenleri alevleriyle yanmaya başlarken pembe rengi, turkuaz rengine dönüştü. Elbisesinin mavilikleri lacivert ve turkuaz arasında değişirken kenarları altın rengiyle süslendi. Ayakkabıları bileğinden diz kapağına kadar sarıldı ve mavi rengi yerini beyaza, üzerindeki mavi kalpler yerini lacivert kristallere bıraktı. Saçlarındaki örgüler çözülürken dalgalı saçlarının uçları ateş misali sarardı ve saçlarındaki kalpli mavi tokalar yerini beyaz, ejderha şeklindeki tokalara bıraktı.

Valtor, önünde, alevler içinde duran bu muazzam manzara karşısında ilk kez şaşkınlığını dile getiren ifadesini takınmıştı ve gözlerini dolduran alevler, ona kalbinin attığını hatırlattı, hissediyordu. Kalbini, heyecanla atışını kulaklarında duyabiliyordu.

Ve Bloom tekrar gözlerini araladığında etrafa yayılan güç, çevrelerindeki tüm buzu eritmiş; Bloom'dan yayılan sıcak alev, gökyüzündeki bulanıklığı, karanlığı yarmıştı ve gün ışığı eriyen buzların ardında bıraktığı yeşilliklerin üzerine düştüğünde Rock'un gözleri şaşkınlıkla aralamış, on sekiz yıl sonra üzerine düşen sıcaklığı kanatlarını açarak karşılamıştı.

Bloom'un etrafını saran ateşi yavaş yavaş azalırken mavi gözleri solgunlaşmaya ve bedeni üzerindeki kontrolü azalmaya başlamıştı. Valtor içinde bulunduğu şaşkınlığı son anda üzerinden atmayı başarmış ve hızla Bloom'a doğru yönelmişti. Son anda Bloom'un dönüşümden çıkıp bayılan bedenini yakalayıp onu güvenle yere indirmişti. Bedeni, hâlâ sıcaktı...

Bölüm : 20.07.2025 16:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...