
Valtor, Bloom'un sıcak ama bilinçsiz bedenini kollarına aldığında hâlâ teninden yayılan ateşi hissedebiliyordu. Parmaklarının ucunda kalan titrek alev izleri, Bloom'un az önceki kudretli dönüşümünden arta kalmıştı. Onu saran ateş sönmüş, yerine yavaş yavaş yorgunluk ve sessizlik çökmüştü. Valtor, gözlerini Bloom'un yüzüne diktiğinde o şimdi dingin ama az önce tanık olduğu şeyin yankısı hâlâ zihninde çınlıyordu: bir tanrıçanın uyanışıydı bu, bir yıkımın ve kurtuluşun iç içe geçtiği bir anda, onun gözlerinin önünde doğan bir efsane. Kalbi, göğsünde anormal bir hızla atarken yüzüne hiç alışık olmadığı bir yumuşaklık yerleşti ve dudaklarının ucunda, sadece kendisinin bildiği bir hayranlık kıvrıldı.
"Bloom..." diye fısıldadı usulca onun kulağına, sanki evrene seslenir gibi. "Sen... her defasında beni, kendine hayran bırakmayı başarıyorsun."
Bedenini daha da kavrayarak hızla Kütüphaneye döndü.
Valtor, Bloom'u okuma salonlarından birine taşıdı. Onu yumuşak yastıklarla desteklenen, eski kadife bir divana yatırdı. Ateş büyüsünden geriye kalan kırmızımsı parıltılar, Bloom'un elbisesinin kıvrımlarında titrek şekilde yanıp sönüyordu.
Valtor, uzun süre başucunda oturdu. Onu izledi. Parmaklarını saçlarından nazikçe geçirdi, dağılmış dalgalarını düzeltti, ardından parmaklarının arasına aldığı kızıl saç tutamlarını incelemeye başladı. Hâlâ yanıyordu. Bloom’un dudakları solgundu, parmak uçları hâlâ sıcaktı ama bu sıcaklık hızla çekiliyordu. Elini, kızın yanaklarına götürdü, parmak uçlarıyla alevlerin bıraktığı izlere dokundu, o an bir şey hissetti; şaşkınlığın ötesinde bir hayranlık. Çünkü Bloom yalnızca kısa süre de olsa gerçek Enchantix'ine ulaşmamıştı. Bu, sıradan bir dönüşüm değildi. Bu, duygunun, fedakârlığın, öfkenin ve sadakatin birlikte kaynadığı, neredeyse antik metinlerde bile efsaneleşmiş türden bir formdu.
“Gerçekten… çok güçlü,” diye fısıldadı Valtor. “Seninle ne yapacağım, Bloom…”
...
Gün batımının son ışıkları ağır ağır kütüphanenin vitray pencerelerinden sızarken Bloom, gözlerini araladı. İlk başta bulanıktı her şey; sonra tavanı gördü… sonra kitap kokusunu… sonra hissettiği o tanıdık büyü aurasını. Yanında oturanı fark ettiğinde gözlerini kısmıştı.
“Valtor…”
Valtor hemen doğruldu ama onun toparlanmasına yardım etmek isterken Bloom hızla oturdu ve kollarını ondan uzaklaştırarak nefes nefese bağırdı. “Sen ne yaptığını sanıyorsun?!”
Valtor durdu. Gözlerinde korku yoktu, ama kızgınlıkla da karşılık vermedi. Sessizdi.
“Rock saldırmak üzereydi ve sen… SEN sadece durup bana baktın! O büyü beni yakıyordu! Rock gerçekten savaştığımızı sandı ve sen, DURMADIN!” diye bağırdı Bloom. “Beni test etmek için kendini tehlikeye attın!”
“Evet,” dedi Valtor, sesi soğuk ama netti. “Çünkü bir gün kendini ve başkalarını aynı anda korumak zorunda kalabilirsin. Gücünün sınırlarını görmek istedim ve sen, bu sınırları fazlasıyla aştın.”
Bloom ayağa kalktı, hâlâ sendeleyerek. “Senin güvenin bu mu? İnsanları yakıp nasıl tepki vereceğini mi izliyorsun?!”
Valtor da ayağa kalktı. Yaklaştı. “Hayır… Bu, sana güvenmemin bir sonucu. Çünkü… senin, beni yakmayacağını biliyorum.”
Aralarındaki mesafe birkaç adıma kadar düşmüştü. Bloom’un gözleri hâlâ öfkeliydi ama yüzüne düşen kızıllık, yalnızca sinir değildi. Valtor’un sesi yumuşadı. “Bloom… Sen, bana bağırırken bile büyülüsün.”
Bloom nefes aldı, ama bu kez kelimeler yerine suskunluk havaya yayıldı. Valtor’un eli, onun yanağına uzandı. Önce bir tereddüt… sonra bir temas. Parmak uçlarıyla Bloom’un saç tellerini okşadı, uçları hâlâ altın renkteydi. “Artık gücünün farkında var. Sen, benimle kavga ederken bile… senden başka bir şey düşünemiyorum.”
Bloom başını geri çekmek ister gibi oldu ama başaramadı. Valtor’un gözleri gözlerindeydi. Bu bakış, sadece ona bakan bir adamın bakışı değildi. Bu, onun içine giren, korkularını, arzularını, karanlığını ve ışığını aynı anda gören bir adamın bakışıydı ve Bloom, içten içe bunun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordu.
Valtor, başını eğdi. Dudakları neredeyse Bloom’un alnına değiyordu. “Bana bağırman, beni kırman… Bunların hepsi hoşuma gidiyor, bana karşı olman ama bir o kadar da yanımda olman. Sana dokunduğumda titreşen büyün bile bana karşı, sınır çizmeye çalışıyor ve sen de ona ayak uyduruyor, bana dokunmamak için düşmeyi göze alıyorsun.”
Bloom’un gözleri doldu. Nefreti, öfkesi ve korkusu arasında boğulurken kalbinde ince bir sızı beliriyordu. Dudakları titredi. “Neden böyle konuşuyorsun? Neden her şeyin arkasında bir oyun var gibi… bir plan…”
“Plan...” dedi Valtor alçak sesle. “Planlarımı tamamen parçaladın. Senden başka hiçbir şeyi, hiçbir planı, hiçbir gücü, hazineyi düşünemiyorum. Sadece sen… başka hiçbir şey değil.”
Aralarındaki mesafe artık yoktu. Valtor’un eli Bloom’un beline uzanmıştı. Diğer eli onun yanağını nazikçe okşarken başını eğdi ve dudaklarını Bloom’un alnına hafifçe bastırdı. Bloom titredi… öfkesinden değil… bu yakınlığın duygusal ağırlığından.
“Benden nefret etmeni istedim,” dedi Valtor, alnına fısıldar gibi. “Ama sen… her defasında beni şaşırtmayı başardın.”
Bloom’un gözlerinden bir damla yaş süzüldü ve Valtor, o damlayı parmağıyla sildi. Parmakları, dudaklarına doğru ilerledi ve orada, Bloom’un titrek nefesini bir kez daha hissetti. Bu kez Bloom geri çekilmedi. Valtor’un başı biraz daha eğildi, gözleri onun cam mavisi gözbebeklerine takıldı, sonra al düşmüş yanaklarına ve sonunda pembeleşmiş ıslak dudaklarına. Ve Bloom, bu karanlık adamın içinde o an ne kadar yalnız olduğunu fark etti. Ne kadar susamış, ne kadar boğulmuş bir sevgiyle baktığını.
Yumruk yaptığı elini yavaşça, titremesine engel olmayı neredeyse başaramayarak Valtor'un yanağına kondurduğunda Valtor'un, Bloom'un belindeki eli daha da sıkılaştı ve onu tamamen bedenine yasladı ama Bloom, sanki bir tür transtaymışçasına geri çekilmedi. Aksine, her geçen saniye ona daha da yakınlaşıyordu.
Dudakları birleştiğinde öfke, korku, hayranlık ve özlem aynı alevde kavruldu. Bu öpücük sakin değildi: Tutkulu bir ateş gibiydi, karanlıkla kutsanmış ama içten, gerçek bir kıvılcım. Bloom, bir süre sonra geri çekilmek istedi ama Valtor’un dokunuşları onu bırakmak gibi bir niyeti olmadığını açıkça belli ediyor, onu daha da çekiyordu. Tehlikeli, evet… ama bir şekilde güven verici.
Dokunuşları ve dudaklarını alan öpücük giderek şiddetleniyordu ve bedeni, nedensizce baştan aşağı titremeye başladığında dudaklarının üzerindeki gülümsemeyi hissetti. Kısa süre sonra beline yerleşen kollar onu geriye, arkasındaki vitray cama yasladı ve kalbi, o anda resmen kulaklarında çınlıyordu ama bedenini sarmalayan duygular bitmesini değil, daha da şiddetlenmesini istiyordu ve Bloom, ilk kez sanki kendisi değilmiş gibi hissediyordu. Duyguları tanıdık değildi ve bedeni cayır cayır yanıyordu.
Parmaklarını Valtor'un boynuna yerleştirdiğinde hiç beklemediği anda belinden tutulup havaya kaldırılmıştı ve refleks olarak bacaklarını Valtor'un beline doladı. Kalçasında ve sırtında gezinen parmaklar, ağzından tanıdık olmayan bir sesin çıkmasına neden olduğunda Valtor, sanki o sesi daha çok duymak istiyormuşçasına Bloom'un dudaklarını ısırmaya başlamıştı ve onu duvarla daha çok arasında sıkıştırmış, Bloom'un sırtındaki elini onun göğsüne yerleştirip avcuna dolan yumuşaklığı sıkmaya başlamıştı ve Bloom hissettiği yoğun duyguların etkisiyle dolan gözlerine engel olamazken geri çekilmeyi başarıp nefes nefese fısıldadı, "d...dur...dur..."
Valtor durmak istemiyordu, bedenindeki tüm hücreleri onu, Bloom'u istiyordu, hem de her zerresiyle. Onu görmek istiyordu, tamamen, her şeyiyle. Ama eğer şimdi durmazsa daha sonrasında kendine hakim olamaz, kendini dizginleyemezdi ve Bloom'u korkutmak istemiyordu.
Bloom'un kalçasındaki ve göğsündeki ellerini geri çekip yavaşça beline sarıldı ve onu nazikçe yere indirdi. Başını, Bloom’un boynuna gömdüğünde kulaklarına dolan derin nefesler ve kollarında güçlükle duran beden onu daha da çekiyordu. Dudaklarıyla hafifçe tenine dokunduğunda sessizce kulağına doğru fısıldadı. “Sana sahip olamam. Ama seni isteyebilirim… sonsuza kadar.”
...
Şömine, kütüphanenin gölgeleriyle dans ediyor, alevlerin yansıması kadife yastıkların üzerine titrek titrek düşüyordu.
Valtor, sırtını taş duvara yaslamış, Bloom’u bacaklarının arasına almıştı. Kızın başı göğsüne dayanmış, saçları onun parmakları arasında ağır ağır akarken bedenleri neredeyse tek bir şekle bürünmüştü.
Sessizlik… ama fırtına öncesi bir sessizlik.
Valtor’un gözleri kızın tenini izliyor, dudaklarının kenarına gizlenmiş titremeyi okur gibi bakıyordu.
“Sakinleştiğini sanmıştım,” dedi Bloom, sesi kısıktı, gözleri uzak bir noktaya kilitlenmişti. “Ama sen… yine kendini kaybettin.”
Valtor başını eğip dudaklarını Bloom’un boynuna dokundurdu. “Ben hiçbir zaman sakin olmadım. Sadece seni korkutmamak için rol yapıyorum. Ama dürüst ol… o halimi daha çok seviyorsun.”
Bloom başını yana çevirdi ama uzaklaşmadı. Valtor’un nefesi boynuna vururken bedeninin ürpermesini durduramadı. “Senin o halin... tehlikeli. Her şeyi yakacak kadar acımasızsın.”
“Ve senin her zaman o ateşin içinde olmanı istiyorum,” diye fısıldadı Valtor, sesi iç çekiş gibi geldi. Parmaklarını, Bloom’un kalçasında gezdirirken bastırdı, nefesini tutarak devam etti, “o anlarda gerçekten bana ait oluyorsun. Öfkeyle. Arzuyla. Korkuyla. Ve ben... seni her duygunla sahiplenmek istiyorum.”
Bloom, onun kalçasındaki elini yakalayıp güçlükle itti. “Her şey sahip olmakla mı ilgili senin için?”
Valtor eğildi, çenesini Bloom’un omzuna yasladı. “Evet. Çünkü seni ilk gördüğüm an… içimde cayır cayır yanan alevim, karanlığım, seni her gördüğümde, sana her dokunduğumda hissettiğim o güç beni, sana daha da itti ve sonra… Sen, her geçen gün daha da yaklaştın bana. O yüzden istiyorum. Her halinle. Güçsüzken de, patlarken de. Senin bana ait olduğunu görmek istiyorum.”
Bloom dişlerini sıktı. “Ben kimseye ait değilim.”
Valtor’un gözleri parladı. “Söyleme bana bu cümleyi… çünkü her ‘ben kimseye ait değilim’ dediğinde, seni yere yatırıp her zerrenle bana ait olduğunu ispatlamak geliyor içimden.”
Bloom utançla onun dizine vurdu, kalkmak ister gibi oldu ama Valtor, onu anında belinden yakalayıp geri çekti, onu hızla kendine doğru çevirip sırtını duvara bastırdı.
Bloom yaşadığı gerilimin etkisiyle nefes nefese kalmıştı, Bloom’un gözleri sinirle ve… belki biraz da utançla parlıyordu.
“Sakın bana böyle davranma,” dedi Bloom, ama sesi cılızdı, dudakları titriyordu. “Beni böyle zorladığında… her şeyi karıştırıyorsun.”
Valtor’un eli Bloom’un çenesini yakaladı, onu kendine bakmaya zorladı. Yüzü birkaç santim ötedeydi. “Zaten karıştın. Sen ve ben… biz temiz bir hikâye olamayız. Biz yangınla yazılmış bir günahız. Ve ben bu günahı seviyorum.”
Bloom’un soluğu kesilmişti, gözleri Valtor’un gözlerine saplanmıştı. Kalbi göğsünden çıkacak gibi çarpıyordu ama geri çekilmiyordu. Dudaklarını araladı, fısıltıyla konuştu. “Bu kadar kolay olmayacak. Sana her şeyimi vermeyeceğim.”
Valtor’un dudaklarında bir kıvrım belirdi. Karanlık, yırtıcı bir tebessüm. “Zaten senin bana her şeyini vermen gerekmiyor. Ben alacağım. Parça parça. Her gecede biraz daha… her dokunuşta biraz daha çözüleceksin. Ve sonunda… sadece ben kalacağım içinde. Ne arkadaşların, ne görevlerin, ne gururun. Sadece ben.”
Bloom’un içi ürperdi ama gözleri meydan okurcasına ona dikildi. “O zaman dikkat et… beni çözmeye çalışırken kendini kaybetme.”
Valtor güldü. Yavaş, tehlikeli bir gülüştü bu. Başını eğdi, alnını Bloom’un alnına yasladı. “Zaten çoktan kaybettim. Ama bu kayboluş, bana zevk veriyor. Ve bu dünyada, kaybolmak isteyeceğim tek yer… senin tenin.”
Bloom’un nefesi dudaklarının arasından kaçtı. Gözleri dolu ama parıltılıydı. İçinde öfke vardı, tutku vardı, reddedemediği bir çekim… bir tür bağımlılık. “Neden böyle… neden bana böyle bakıyorsun?”
Valtor’un parmakları Bloom’un dudağını izledi. “Çünkü seni ilk gördüğüm an... sadece bir düşman olduğumuzu düşündüm. Ama sonra... senin bana düşman gibi değil, bir takıntı gibi yerleştiğini fark ettim. Artık bakmadan duramıyorum. Dokunmadan geçemiyorum. Sadece bakmak yetmiyor. Seni istiyorum. Her halinle. Her kırılmanla.”
Bloom’un eli göğsüne indi, ama onu itmek için değil. Orada kaldı. Titrek, sıcak. “Seninle olmak... savaş gibi. Kazanamayacağım bir savaş.”
Valtor, o elin üzerine kendi elini koydu, sertçe bastırdı. “O zaman savaşı bırak, Bloom. Sen zaten çoktan bana yenildin.”
Ve o an, bütün sözcükler, bütün direnişler, aralarındaki alevin içinde yandı. Valtor, Bloom’u yeniden kendine çekti; öpücükleri, sözlerden daha dürüsttü.
Dişlerini dudağına bastırırken, Bloom’un elleri onun omzunda kasıldı.
İkisi de sınırdaydı, tutku ve kontrolsüzlüğün ince çizgisinde. Ve bu sefer... çizgiyi aşmaktan korkmuyorlardı. Çünkü onlar için aşk, bir huzur değil; bir yangın, bir savaş meydanıydı. Ve ikisi de, yanmaktan çekinmiyordu.
Yavaşça geri çekildiğinde Bloom’un dudakları hâlâ yanıyordu, Valtor’un öpücüğü ruhuna kadar işleyen bir büyü gibi üzerinde kalmıştı.
Bir anlık ateş, bir ömür sürecek kadar derin bir yankı bırakmıştı içlerinde. Ama o öpüşmenin ardından gelen sessizlik, ikisinin de birbirini uzun uzun incelediği bir gerilimle doluydu.
Valtor’un gözleri hâlâ Bloom’un yüzünde geziniyordu; parmakları sanki biraz önce dokunduğu yerlerde neye sebep olduğunu anlamaya çalışır gibi hafif hafif hareket ediyordu. Ama bu kez, daha yavaş… daha dikkatliydi.
Bloom'u nazikçe belinden tutup kendine çekti ve sırtını tekrar duvara yasladığında onu yavaşça üzerine koydu. Bloom bundan şikayetçi değildi, onun kollarının arasında garip bir şekilde kendini huzurlu, güvende hissediyordu.
Bloom, çok yavaşça, Valtor’a sokuldu. Başını onun göğsüne yasladı. Kalp atışlarını dinledi.
Valtor da kollarını yavaşça Bloom’un etrafına sardı; bir tutsak gibi değil, bir ihtiyacı sarmalayan biri gibi. Ellerini onun sırtına bastırırken, içinden bir fısıltı döküldü, "Ben, her şeyi yakmak için yaratıldım. Bu her zaman benim gerçeğimdi. Şimdi ise ilk defa… dokunduğum bir şeyin yok olmasını değil, kalmasını istiyorum.”
Bloom biraz daha sokuldu, kolları onun beline dolandı. “Bu gece hiçbir şey düşünmeyelim,” dedi. “Ne geçmiş… ne görevimiz… ne de gerçeklik. Sadece ben, sen ve bu sessizlik olsun.”
Valtor başını eğdi, Bloom’un saçlarını kokladı, gözleri kapanırken fısıldadı, "sadece ben, sen ve sessizlik, küçük perim."
Zaman ilerledikçe odadaki alev sönmeye başladı, ama onların sarılışı sıkılaştı. Nefesleri birbirine karıştı, ritimleri bir uyum yakaladı. Konuşmalar sustuğunda bile, bedenleri hâlâ birbirine bir şeyler anlatıyordu. Uykuya dalmadan önce Bloom, Valtor’un kalbine yaslandı.
...
Kütüphanenin loş salonu, sabahın ilk saatlerinde hâlâ geceden kalma bir sessizlikle doluydu. Raflar arasında gezinen büyü auraları, duvarlardaki eski rünler, sanki uykudan uyanmayı reddeden bir evren gibiydi. Taş duvarlara gömülü kandiller soluk bir ışık saçıyor, camların ardında gri sabah gökyüzü hâlâ kararsızdı.
Ortadaki yuvarlak masa, sayfaları sararmış antik metinlerle, parşömen tomarlarıyla ve her biri başka bir dilde yazılmış büyü kitaplarıyla dolup taşmıştı. Masanın bir ucunda, koyu kırmızı ciltli bir büyü kitabı açık duruyor, sayfalarındaki kelimeler altın gibi parlıyordu.
Valtor’un parmakları bu sayfalarda gezinirken gözleri odaklanmıştı; Bloom ise masanın diğer ucunda oturuyor gibi yapıyordu ama gözleri sürekli Valtor’un üzerindeydi. Ayağını hafifçe bacağının üzerine atmış, parmaklarıyla saçlarının ucunu oynatırken yavaş yavaş Valtor’a doğru ilerliyordu; her hareketinde biraz daha yakınlaşıyor, her nefesinde ona ulaşmak istercesine yaklaşıyordu.
Valtor, bunu fark etmemiş gibi yaptı. Hatta başını hiç kaldırmadan, sayfayı çevirirken gayet ciddi bir tonla mırıldandı, “yedinci dairede bahsi geçen karanlık özü ayırma büyüsü… yalnızca öz kabul edilmezse işe yarıyor. Eğer bir varlık, içindeki karanlığı benimserse…” Dalgınca duraksadı, gözleri Bloom’a çevrilmeden, boşluğa konuşur gibi, “...artık ondan kurtulmak değil, onunla uyumlanmak gerekir.”
“Uyumlanmak mı?” Bloom’un sesi yumuşak ama alaycıydı. “Ne yani... içimdeki canavarlarla arkadaş mı olmalım?”
Valtor başını kaldırdı ama gözlerinde ciddiyet yoktu. Dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme belirirken, “bazı canavarlar, sadece tanınmak ister Bloom. Kabul edilmek... hatta bazen… kucaklanmak,” dedi. Bakışları Bloom’un üzerine takıldı.
Bloom bu söz üzerine usulca yerinden kalktı, sessizce masanın etrafında dolaşarak onun yanına geldi. Bir elini Valtor’un omzuna koydu, parmak uçlarıyla hafifçe bastırdı. “Sen... dün gece de böyle konuşuyordun. Sanki ben, senin planının bir parçasıymışım gibi. Ama bunu öyle bir şekilde söylüyorsun ki… sanki bana dokunmakla beni dönüştürebileceğini sanıyorsun.”
Valtor arkasına yaslandı, gözlerini Bloom’un gözlerinden ayırmadan, alaycı ama yumuşak bir sesle cevap verdi. “Çünkü haklıyım. Sana her dokunduğumda biraz daha değişiyorsun. Daha dürüst oluyorsun. Daha... karanlık.”
Bloom bir kahkaha attı. “Yani bana dokunman, beni yozlaştırıyor mu?”
Valtor’un elini kaldırması bir an sürdü. Parmakları Bloom’un kalçasına uzandı, hafifçe bastırarak onu kendine doğru çekti. “Hayır… sadece seni gerçek hâline daha da yaklaştırıyor.”
Bloom derin bir nefes aldı ama uzaklaşmadı. Valtor’un bacağına yaslanarak eğildi, kulağına doğru fısıldadı. “Beni böylesine yakından izliyorsan... çalışmaya nasıl konsantre oluyorsun?”
Valtor gülümsedi. “Benim için sen... çalışmanın en güzel parçasısın.”
Bloom'un dudakları Valtor’un boynunun hemen dibindeydi. Gözlerini yavaşça onun tenine kaydırdı ve parmaklarıyla yaka hizasından içeri giren saç tellerini düzeltti. “Beni sürekli izlediğini biliyorum. Ne zaman bir şey okusam, gözlerin üzerimde. Sanki yazılardan çok beni okuyorsun.”
Valtor, Bloom’un beline yerleştirdiği elini biraz daha sıktı. “Çünkü sen... okunacak en karmaşık metinsin bu odada. Her harfinin bir tuzağı var. Ve ben bu tuzaklara isteyerek düşüyorum.”
Bloom gülümsedi. Gözleri parlaktı ama içinde bir meydan okuma kıvılcımı gizliydi. “Seni dikkatinden saptırmak hoşuma gidiyor.”
“Biliyorum.” Valtor, Bloom’un saçlarını bir tutam halinde parmaklarına doladı. “Ve bunu her yaptığında seni daha da istemem... tam da senin istediğin şey, değil mi?”
Bloom dudaklarını onun yanağına hafifçe bastırdı. “Belki… ama seni sadece istemekle yetinmeyip... senden kaçmaya çalışan da benim, sanırım.”
Valtor aniden yüzünü ona çevirdi. Burunları birbirine değecek kadar yakındılar. “Çünkü kaçmaya çalıştıkça bana daha çok bağlanıyorsun. Ve itiraf etmeliyim, Bloom… sen kaçtıkça, seni kovalamak daha zevkli oluyor.”
Bloom gözlerini kıstı, bakışları onun dudaklarına indi. “Beni bir av gibi mi görüyorsun?”
Valtor başını eğdi, dudakları Bloom’un çenesine değdiğinde sesi alçalmıştı. “Hayır… av değil. Ama kesinlikle... bir lanet gibisin. Ne kadar uzak durmak istesem de, büyün üstüme siniyor.”
Bloom ellerini onun göğsüne koydu, parmak uçlarıyla gömleğinin kumaşını kavradı. “Peki ya ben? Ben... senin büyüne çoktan kapıldıysam?”
Valtor'un gözleri karardı. “O zaman artık kaçmana gerek yok. Zaten benimsin.”
Bloom bu sözlerin ardından suskunlaştı, ama bu suskunluk itaatkâr değil, daha çok bilinçli bir teslimiyetti. Başını Valtor’un omzuna yasladı, elini onun göğsünde tutmaya devam etti. Valtor, yavaşça masaya eğildiğinde yavaşça bir kitabı açtı ama Bloom, sanki onu gerçekten çalışmaya bırakmaya niyeti yokmuş gibi, dudaklarını Valtor’un boynuna hafifçe sürttü. “Sen çalışmaya çalışıyorsun ama zihnin burada değil. Bunu hissedebiliyorum.” dedi ve parmaklarıla kitaba dokundu.
Valtor, bu kez açık bir şekilde güldü. “Doğru. Zihnim... senin üzerindeki her dokunuşunu ezberlemeye çalışıyor şu an.”
Bloom, hiç çekinmeden onun kucağına yerleşti. Valtor’un gözleri bir anlığına karardı, vücudu hafifçe gerildi ama sesi sabit kaldı. “Eğer böyle davranmaya devam edersen... sabrımı sınarsın.”
Bloom başını eğip gözlerinin içine baktı. “Belki de tam olarak istediğim budur.”
Valtor’un dudakları Bloom’un boynuna yaklaştı. Nefesi, onun teninde bir tehdit gibi dolaşırken fısıldadı. “Sabrımın sınırında oynuyorsun. Ama unutma... bu sınır aşıldığında, artık kitap falan kalmaz. Sadece sen ve ben oluruz. Ve o zaman… senin içindeki karanlığı okumakla kalmam... onu sahiplenirim.”
Bloom’un kalbi hızlandı. Korkmadı. Ama artık karşısındaki adamın karanlığının, sadece büyüyle değil, tutkuyla da sardığını fark ediyordu. Ve belki de bu, içindeki karanlığa en çok yaklaşabildiği andı.
Bloom, Valtor’un kucağında otururken odadaki bütün sessizlik yerini kasıtlı bir gerilime bırakmıştı. Raflardan yansıyan büyü auraları bile sanki onların arasında yükselen bu yoğunluğa ayak uydurmuş, kıpırtısız bir yankı içinde kaybolmuştu. Valtor’un elleri, Bloom’un belinde sabit duruyordu ama o temas, hareketsizliğin değil dizginlenmiş bir arzunun ifadesiydi. Gözleri onun yüzünde gezinirken, Bloom’un dudaklarının kıyısında gizlenen o kışkırtıcı, bilerek oynayan gülümsemeyle karşılaştığında içinde bir şey çatladı; tanıdık, karanlık ve fazlasıyla özlem dolu bir şey.
“Ne zaman seni uzaklaştırmak istesem,” diye mırıldandı Valtor, sesi kadife gibi yumuşak ama karanlık bir sarmal gibiydi, “daha da yaklaşıyorsun. Sen… tam bir bela olduğunu farkında mısın?”
Bloom dudaklarını hafifçe aralayarak ona daha da yaklaştı. Kalçasını onun bacaklarının üzerinde yavaşça hareket ettirdi. “Ve sen, bu belayı her defasında üzerine çeken adamsın. Kimi kandırıyorsun, Valtor?”
Valtor’un gözleri kısıldı. Parmaklarını onun belinden aşağıya, kalçasına doğru gezdirdi. “Kandırmak mı? Bloom… Bizi amacımızdan uzaklaştıran kim sence? Bu durumda, kim kimi kandırıyor dersin. Ben, sadece seni çözmeye çalışan bir adamım.”
Bloom, Valtor’un boynuna yaslandı. Dudakları onun tenine hafifçe değdi. “O zaman çözmeyi bırak. Okumaya devam et.” Sesi bir fısıltıydı, ama içinde açık bir meydan okuma ve çekim vardı. Parmakları Valtor’un göğsüne kaydı, gömleğinin düğmelerinden birini yavaşça açtı. “Belki... sonunda anlaman gereken tek şey, okudukça yakılacağın.”
Valtor’un nefesi bir anlığına kesildi. Elini Bloom’un sırtına yerleştirdi ve yavaşça yukarı, omurgası boyunca parmaklarını kaydırdı. “Evet,” dedi, sesi artık dipsiz bir gecenin içinden geliyormuşçasına karanlık ve tok, “ama bazen yanmak… kurtuluştur. Ve seninle... her şeyi yakmaya değer.”
Bloom’un yüzü Valtor’a öylesine yakındı ki, nefesleri birbirine karışıyordu artık. Dudakları, onun dudağına değdi değecek gibiydi. Ama bu defa Bloom bekledi. Geri çekilmedi, onu sınamak için biraz daha yakınlaştı. “Ve sen... beni ne kadar istiyorsun?”
Valtor’un bakışları derinleşti. Bu, yalnızca tensel bir arzu değildi artık; bu, içinde karanlık bir açlığın kıvrandığı, hükmetmekle teslim olmak arasında ince bir çizgide salınan bir tutkuydu.
Elini Bloom’un çenesine yerleştirdi, başını hafifçe kaldırdı. “Sana sahip olmayı istemek... bu kelime yetersiz kalıyor artık,” diye fısıldadı. “Seni yaşamak istiyorum. İçime çekmek. Her dokunuşumda parçalamak. Ve senin, ellerimde çözülmeni izlemek.”
Bloom’un bedeni titredi. Bu sözler, içini yalnızca arzuyla değil, tuhaf bir bağlılıkla da doldurmuştu.
Dudakları, Valtor’un dudağına bastığında ilk temas, beklenenden daha yavaş ama derin oldu. Dudaklarındaki ıslaklık, bedenlerini birleştiren ısı, karanlıkta yankılanan tek gerçeğe dönüşüyordu: Onlar artık birbirlerinden kaçamayacak kadar iç içeydiler.
Valtor, Bloom’un kalçalarını kavradı, onu daha da kendine bastırdı. Öpücükleri daha da derinleşti, sertleşti. Bloom’un boynuna doğru indiğinde, dişlerini hafifçe onun tenine bastırdı, bir iz bırakmadan önce bir tehdit gibi duran bir dokunuş.
Bloom, başını geriye atarken inledi; sesi, kütüphanenin duvarlarında yankılandı. Geceden kalan tutkuları, sabahın gerçekliğinde daha da keskinleşmişti.
Valtor, Bloom’u bir hamlede masanın üzerine yerleştirdi. Parşömenler ve kitaplar yere savrulurken gözlerini onun gözlerine kilitledi. “Beni dağıttığın her anın bedelini ödeyeceksin,” dedi sessizce. “Ve ben... seni dağıtmanın keyfini çıkaracağım.”
Bloom, sırtını kitapların üstüne yasladı. Valtor, onun üzerindeki kabanı yavaşça çıkarmış ve onu, neredeyse çıplak bırakmıştı. Artık üstündenki tek şey mavi südyeniydi.
Göğsü inip kalkıyor, gözlerinde keskin bir hırs yanıyordu. Valtor onun üzerine eğildiğinde, dudaklarını göğslerinin arasına bastırdı, dilini teninde gezdirdi, her noktada bir özenle iz bırakmaya çalışı gibi...
Bloom’un elleri onun saçlarına gömüldü, tırnakları ensesinde iz bırakacak kadar derine battı.
“Eğer şimdi, durmamı söylemezsen…” diye fısıldadı Valtor, dudakları Bloom’un karnına indiğinde. “Daha sonra şansın olmayacak.”
Ama Bloom, başını kaldırıp gözlerini onun gözlerine dikti. Nefesi düzensizdi, teni alev gibi sıcaktı. “Durmak mı?” diye fısıldadı. “Durmanı istemiyorum.”
Valtor, bu sözlerin ardından tek bir kelime etmeden dudaklarını tekrar Bloom’unkine bastırdı. Bu kez daha açgözlü, daha yoğun, daha sarsıcıydı.
Parmakları onun bacaklarında gezindiğinde Bloom’un sesi dudaklarının arasında titredi. Her dokunuş, bir itiraf gibiydi artık; her nefes, birbirlerine ne kadar ait olduklarını haykırıyordu.
Valtor, dudaklarını onun göğsüne indirdi. Elleri yaramazca Bloom'un belinde, pantalonunda dolaşıyor, yavaşça düğmelerini açıyordu.
Bloom’un dizleri çözülüyordu. Valtor onu nazikçe kaldırıp masaya yasladı. Pantalonunu yavaşça, kasten, onun gözlerinin içine baka baka çıkardı. Her temas, bir hüküm gibi, her öpücük bir mühür gibiydi.
Valtor, yavaşça diz çöktü. Bloom’un uyluklarının arasına baktı, elleriyle kalçalarını kavrayıp onu kendine çekti ve yavaşça kasıklarına sarılı mavi kilodu indirdi.
Bloom deli gibi utanıyordu ve al yanakları bunun başlıca göstergesiydi. Valtor ise bu durumdan, onun bu görüntüsünden karşı koyamayacağı bir hazla dolup taşıyor ve her saniye gözleri ona daha da hayran bakıyordu. Güzelliği onu deli gibi mest ediyordu. “Kendini bıraktığında,” dedi ufak bir fısıltıyla. “Sana karanlığın ne kadar güzel olabileceğini göstereceğim.”
Bloom başını geriye attı. Valtor’un dili, onun en hassas yerine değdiğinde, bir lanet gibi içinden bir inilti koptu. Kalçalarını oynattı, Valtor’un ritmine ayak uydurdu.
O an ne büyü, ne Sparks, ne geçmişin baskısı... hiçbir şey kalmamıştı. Sadece Valtor’un onu şekillendiren, hükmeden, içten içe bağımlı kılan dokunuşları vardı.
Ve Bloom… kendini bıraktı. Ama içindeki bir ses hâlâ direndi. Çünkü ne kadar zevk verirse versin, Valtor’un ona verdikleri yalnızca haz değildi, dönüşümdü. Kontroldü.
Ve Bloom, zevkle yanarken parmak uçları titredi. Vücudu Valtor’un dokunuşlarıyla âdeta yeniden şekilleniyor, her öpücükte bir katman daha soyuluyordu. Zevkle yanıyor, utançla kıvranıyor, ama yine de geri çekilmiyordu.
Ancak bir noktada, o yanık zevk çizgisinin ucunda, Bloom’un bedeni irkildi. “Valtor…” dedi, sesi nefesi kadar kırılgandı. “Yeter…”
Ama Valtor başını kaldırmadı. Dudaklarıyla onun uyluğunu izlerken gözlerini Bloom’a dikti, bir büyü sözcüğü fısıldadı. Mor bir ışıkla Bloom’un bilekleri iplerle masaya sabitlendiği anda, Bloom’un gözleri büyüdü. Korkudan değil, tedirginlikten de değil, bir başka biçimde teslimiyetin şokuyla.
“Sana seçme şansı sundum,” dedi Valtor, sesi karanlıkta bir yankı gibi, “Cesur bir peri olarak seçimin sonuçlarıyla yüzleşmelisin.”
Ellerini Bloom’un dizlerinin iki yanına yerleştirdi, bakışlarıyla onu sabitleyip kendi ritmine geri döndü.
Bloom’un iç çekişleri artık tekdüze değildi. Hem itiraz eden hem isteyen o sesler, Valtor’un zihninde bir müzik gibi çalıyordu. Her tepkiyi ezberliyor, her kıvranışı kendi sanatına dahil ediyordu.
Bloom, gözlerini kapadı. Bedeninde yayılan her titreşimle birlikte zihni daha da bulanıklaşıyor, artık nereye ait olduğunu bilmiyordu. Güçlüydü, ama şu an zayıflığı bile Valtor'un ellerinde parlıyordu. Ve bu güçsüzlük... kendini bırakmanın, karanlıkla birleşmenin ön sözüydü.
Valtor’un dudakları son bir kez daha derine indiğinde Bloom’un içinden kopan iniltinin adı yoktu. Zevk, utanç, teslimiyet, çırpınış… hepsi tek bir sessizlikte buluştu.
Ve tam o anda, Bloom’un tüm bedeni tanıdık olmayan bir duyguyla kıvranmaya, kasılmaya, titremeye başlamıştı ve yaşadığı hazzın şokuyla açılan gözlerinin önü beyaz bir parıltıyla kaplanmış, ısırmaktan kan kırmızısına dönmüş dudaklarından çıkan iniltiler, kütüphanenin sessizliğini yarmıştı.
Valtor başını yavaşça Bloom’un bacaklarının arasından kaldırdı. Dudakları hâlâ ıslaktı, ama gözlerinde, o uğruna ateşlerde yıkanmış gibi yanan gözlerinde, tek bir cümle bile etmeden anlatılan binlerce şey vardı. Başını eğdi, bir an sessizce Bloom’un titreyen bedenini izledi. Kasları hâlâ irkiliyordu, göğsü hızla inip kalkıyor, gözbebekleri hâlâ fırtınanın içindeydi. Parmak uçları hafifçe masanın kenarını kavramaya çalışıyor, hâlâ çözülmemiş büyünün mor ışıltıları arasında kıpırdanıyordu.
Valtor, yavaşça kalktı. Kolları Bloom’un bacaklarının yanından geçerken, elleri nazik bir yavaşlıkla onun baldırlarına, sonra dizlerinin üzerine dokundu. Ama bu bir şefkat gösterisi değil, sahiplenmenin sessiz bir ilanıydı. “Bitti,” dedi neredeyse fısıltıyla. “Şimdilik.”
Bir büyü sözcüğüyle ipleri çözdü, Bloom’un bileklerinden yavaşça kaybolan ışık, onun cildinde geçici bir iz bırakmıştı; bir mühür gibi, bir hatırlatma gibi. Valtor gözlerini oradan ayıramadı. O iz... onun iziydi. Ve bu düşünce, içindeki bir başka açlığı yeniden uyandırdı.
Bloom derin bir nefes aldı ama ciğerleri hâlâ yeterince havayı çekemiyordu. Masanın üzerinde uzanmış, gözkapakları ağırlaşmış, dudakları aralık ve kırmızıydı. Bedeninde hâlâ yankılanan o sarsıcı haz, onu hem yormuş hem de içeriden eritmişti. Parmaklarını kıpırdatmakta bile zorlanıyor, tüm kasları titriyordu.
Valtor bir an başını eğdi, saçlarının arasından terli alnını izledi. Parmaklarını yavaşça Bloom’un yanağından çenesine doğru sürükledi. “Seninle oynamak düşündüğümden daha zevkliydi,” dedi, sesi hâlâ boğuk ama içinde hafif alaycı bir kıvılcım vardı. “Ama oyunun en güzel yanı ne biliyor musun, Bloom? Artık benimsin.”
Bloom cevap veremedi. Dudakları kıpırdadıysa da ses çıkmadı. Valtor ona bakarken sanki zaferini izliyordu. Onun dağılmış halini, darmadağın olmuş ruhunu ve parçalanan o ‘saflık’ maskesini.
Bir adım geri çekildi, sonra onu dikkatle kollarının arasına aldı. Masadan indirip kucağında taşıdı, sanki narin bir kristalmiş gibi… ama gözlerinde hâlâ onu o haliyle görmekten doğan bir doyumsuzluk vardı. “Sana zaman vereceğim,” dedi, sessizce odanın köşesindeki geniş kanepeye ilerlerken. “Ama her şey gibi, bu da sınırlı. Çünkü ben seni sadece zevkle değil... karanlıkla da besleyeceğim.”
Onu yavaşça kanepeye bıraktı. Bloom’un başı yana düşerken Valtor, başparmağıyla onun dudaklarının kenarındaki ufak kan izini sildi. O dokunuş bile Bloom’un bedeninde yankılandı. Derin bir iç çekişle gözlerini aralamaya çalıştı ama hâlâ kendi içine düşmüş gibiydi.
Valtor, onun saçlarının arasına gömülen alnını öptü. Sessizce. Neredeyse nazikçe. Ama o öpücüğün altında bile hâlâ bir sızı vardı. Sahip olmanın vahşi gururu, hükmetmenin sessiz zaferi.
“Bu sadece başlangıçtı, Bloom,” dedi alçak bir sesle. “Seni her seferinde biraz daha alacağım. Her seferinde biraz daha kendime yazacağım. Ve sen... buna razı olacaksın.”
Bloom’un gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Zevkten mi, karışıklıktan mı, yoksa içindeki karanlıkla ilk kez gerçekten yüzleştiği için mi… bilmiyordu. Ama bildiği tek şey şuydu: Artık geri dönüş yoktu. Çünkü Valtor sadece bedenine değil, ruhunun en derin yerine de dokunmuştu. Ve orada iz bırakmıştı.
Bir mühür gibi.
Bir lanet gibi.
Bir zevk gibi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |