14. Bölüm

Ateş ve Buz

LEZZA
_vandes_

Kafenin havası, dışarıdaki soğuktan kaçan insanların nefesiyle ağırlaşmış, buğu camların üzerinde gri lekeler halinde birikmişti.

Sokaktan gelen uzak uğultu, Magix’in kalbindeki büyük fırtınanın yankısı gibiydi; Konsey binasının önünde her geçen gün büyüyen kalabalığın sesi buraya kadar ulaşıyordu.

Masanın etrafında oturan dört kişi, ellerindeki fincanlara dokunmadan konuşuyordu. Kahveler çoktan soğumuştu; dudaklarından dökülen kelimeler ise daha sıcaktı, daha keskin.

İçlerinden biri, atkısını boynuna biraz daha sıkıca sardı. “Her gün oradaki kalabalık artıyor,” dedi, sesi hem öfke hem hayranlık arasında gidip geliyordu. “Işık Askerleri olmasa, eminim çoktan binanın kapıları kırılmıştı. Konsey, halkın gözünün içine baka baka sessiz kalıyor.”

Başka biri başını hafifçe salladı, dudaklarının kenarında acı bir kıvrım oluştu. “Sessiz kalmıyorlar. Korkuyorlar. Çünkü bu defa işin ucunda sadece birkaç protesto değil… yargılanmaları isteniyor. Hem de herkesin önünde.”

Masanın köşesinde oturan genç kadın, bardağını sertçe masaya bıraktı. Parmakları titriyordu ama bu titreme korkudan değildi. “Ve bu kadar yıl sonra hak ettikleri şey de bu!” dedi. “Sadece bizi değil, bütün boyutları manipüle ettiler. Hatırlayın… Andros’ta ‘barış anlaşması’ dedikleri şey koca bir sömürge zinciri çıktı.”

Sessizlik bir anlığına kafenin içine çöktü, yalnızca dışarıdaki uğultu duyuluyordu. Ardından biri, alaycı bir gülüşle başını yana eğdi. “Ama ironik olan… Bu kıyameti başlatan kişi Valtor.”

O an masadaki herkesin bakışı değişti. Kimi gözlerini kaçırdı, kimi dudaklarını ısırdı. “Valtor bir kahraman değil,” dedi kadınlardan biri yavaşça. “Ama en azından dürüst davrandı. Gücünü, niyetini saklamadı. ‘Ben karanlığım’ dedi, oldu. Konsey gibi gülümseyerek hançer saplamadı.”

Bir diğeri, sesini neredeyse fısıltıya indirerek ekledi. “Hatta hatırlıyor musunuz? Konsey’in yasakladığı belgeleri halka açık meydanda yakmıştı. ‘Bu sizin bilmeniz gereken şeydi’ demişti. O an… evet, o an ona güvenmek istedim.”

Masadaki genç adam omuz silkti, ama bakışları masanın üzerindeki boş tabakta asılı kaldı. “Tabii ki kendi çıkarı vardı. Yine de… Konsey’in sakladığı şeyler ortaya dökülmese, bu halk hâlâ onlara tapan bir sürü gibi olurdu.”

Biri öne eğildi, bakışları karanlık bir sır gibi parladı. “O belgeler… ‘Zihin Silme Protokolleri’ni gördüğümde kanım dondu. Çocuklardan yaşlılara kadar… yüz binlerce kişiden hafıza silmişler. Bunu savaşlarda düşmanlarına değil, kendi halklarına yapmışlar.”

Köşedeki kadın, gözlerini kısarak konuştu. “Valtor’un bu belgeleri nasıl ele geçirdiğini hiç düşündünüz mü?”

Birkaç saniyelik sessizlikten sonra, başka birinin sesi bu boşluğu doldurdu. “Belki de karanlığın içinde yaşamak, karanlığı tanımak için tek yoldur. Konsey’in kokuşmuşluğunu koklayabilecek tek kişi, onlardan daha pis olan biridir.”

Masadaki hava değişmişti; kimse Valtor’a hayran değildi, ama herkes onun varlığını, bu kokuşmuş düzeni sarsan bir balyoz gibi görüyordu. Konuşmalar artık fısıltıya dönüşmüştü, sanki duvarlar bile onları dinliyormuş gibi.

“İşte halk da tam bu yüzden ona güvenmeye başladı,” dedi biri, dudaklarını ısırarak. “Ona tapmıyorlar… Ama bizim tarafımızda olmayan bir düşmanın, bizim düşmanımızı yok etmesini istiyorlar.”

Kafenin penceresinden dışarıya baktıklarında, uzaktaki ışıkların titrediği görülüyordu. Şehrin kalbinde iki karanlık, birbirini yok etmek üzereydi. Ve onlar biliyordu ki, biri yok olduğunda, diğerinin gölgesi bütün Magix’in üzerine düşebilirdi.

... 

Akşam güneşi, Bulutlu Kule’nin karanlık taş duvarlarını yanık turuncu ve kan kırmızısına boyuyordu. Ufuktan yükselen gölgeler, kulelerin sivri uçlarını devasa mızraklar gibi göğe uzatırken, hava ağır bir şekilde büyüyle doluydu.

Ember, ince pelerinin kenarını hafifçe savurarak kapıdan içeri girdi. Adımlarındaki ritim, içeridekilerin dikkatini çekecek kadar kendinden emindi, ama meydan okurcasına rahat.

Koridorlardan geçerken fark etti: burada artık tutsaklık kokusu yoktu.

Cadılar, gözlerindeki pus perdesinden kurtulmuş, kendi iradeleriyle hareket ediyordu.

Kimi, büyü çalışıyor; kimi, kara iksirler üzerinde uğraşıyordu. Aralarında konuşmalar canlı, gülüşler serbestti. Ve hepsinin üzerinde aynı kararın ağırlığı vardı, savaşacaklardı.

Yemekhaneye girdiğinde gürültülü bir uğultu karşıladı onu. Uzun taş masalarda cadılar yemeklerini paylaşıyor, kimi kadeh kaldırıyor, kimi haritalar üzerine eğiliyordu.

Salonun ortasında ise net bir merkez vardı: Trix ve Valtor.

Icy, masanın kenarına yaslanmış, tek kaşını kaldırarak gelenleri izliyordu. Darcy, sakin ve karanlık bir gülümsemeyle yanındakilere bir şeyler fısıldıyor; Stormy ise her zamanki gibi sesini yükseltip kahkahalar atıyordu.

Valtor, bu kalabalığın içinde bile kendi ekseninde dönen bir gölge gibi duruyordu, sessiz, ama tüm bakışlar onun üzerindeydi.

Ember, adımlarını hiç hızlandırmadan masaya yaklaştı. Önce Trix’e dönüp yüzünde hem arkadaşça hem de hafif alaylı bir tebessümle konuştu. “Ah, bakıyorum da kraliçelerim tahtlarına iyice yerleşmiş,” dedi. “Burası eskiden daha… hüzünlü bir yerdi. Şimdi ise herkesin gözlerinde kıvılcımlar var. Sanırım, ‘özgür irade’ insanın üstüne çok yakışıyor.”

Icy, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle başını yana eğdi. “Seni görmek güzel, Ember. Haberler mi getirdin, yoksa sadece şarap içmeye mi geldin?”

Ember, elini masanın kenesine koyarak eğildi, sesi tatlı bir sır verir gibi alçaldı,“ikisi de olabilir… ama daha çok haber. Konsey artık kağıt üstünde bile yok. Statüleri paramparça. Halk… ah, halk arasında direnişe katılmayan tek bir kesim bile kalmadı. Ve bazıları…” Gözlerini Valtor’a çevirdi, bakışları parıltılı ve ölçülü bir cilveyle doluydu. “Bazıları artık sizin yanınızda.”

Valtor, masanın başında otururken ona uzun uzun baktı. Yüzünde ne inkâr ne de onay vardı, sadece ölçen, tartan bir sessizlik. “Beni ‘özgürleştirici’ olarak görenler… çabuk yanılabilir,” dedi soğukça.

Ember, dudaklarının kenarında hafif bir gülümsemeyle başını yana eğdi. “Belki. Ama yanılmak için önce inanmak gerekir, sevgili Valtor. Ve şu an sana inanıyorlar. Öyle ya, kim bir tiranın zincirlerini kıran adamı kötü görebilir?”

Stormy, bir kahkaha attı. “Hah! Onlara yakında zincirlerin nasıl kullanıldığını da gösteririz.”

Icy ile Ember’in göz göze geldiği an ise daha farklıydı. Icy’nin bakışında hem dostane bir sıcaklık hem de “senin oyunlarını biliyorum” diyen kurnaz bir ifade vardı.

Ember de cevaben, sadece ikisinin anladığı bir bakışla karşılık verdi, dostlukları keskin zekâ, ince alay ve ortak sırlar üzerine kuruluydu.

Valtor, hâlâ ona bakıyordu; içinde garip bir karışım, arzunun sıcaklığı ve güvensizliğin buz keskinliği.

Ember’ın varlığı ona cazip geliyordu, ama onu kendi tahtının etrafında dolaşan bir tilki gibi görüyordu: güzel, zeki, ama dişleri fazla keskin.

Ember ise, o bakışın her tonunu anladığını bilerek hafifçe gülümsedi. “Sana güvenmekle ilgili kararlarını değiştirmek sana kalmış, Valtor,” dedi. “Ama şunu bil, halk seni destekliyorsa, seninle oynamak… şu anda herkesin en sevdiği oyun.”

Ve bu sözlerle, şarap dolu bir kadehi masadan alıp dudaklarına götürdü, sanki gelişinin tek amacı buymuş gibi rahat bir tavırla oturdu.

Valtor, Ember’ın cilveli sözlerinin ardından derin bir nefes aldı ve ani bir kararlılıkla ayağa kalktı.

Masanın kenarından usulca kalkarken gözleri yine Ember’ın üzerinde sabitlendi. Sessizce ona doğru elini uzattı.

"Gel,” dedi, sesi alçak ve davetkârdı, “konuşmamız gerek.”

Ember, gülümseyerek elini uzattı ve Valtor’un teklifini kabul etti.

İkisi birlikte kalabalığı geride bırakıp, Bulutlu Kule’nin taş döşeli koridorlarına adım attılar.

Sarmal merdivenlerden aşağı inerken, adımların yankısı sessizliği daha da derinleştiriyordu.

Valtor, hiç acele etmeden, ama kararlılıkla ilerliyordu.

Koridorun sonunda, sağdaki büyük kapıya yöneldi. Kapı gıcırdayarak açıldı; içeride gösterişli ve ferah bir oda görünüyordu.

Odanın tam köşesinde, eski görünümlü, boy aynası vardı.

Valtor yavaşça elini uzattı ve parmaklarını aynanın yüzeyine dokundurduğu anda ayna su yüzeyi gibi dalgalandı; camın parlaklığı dalgalanarak büyülü bir geçide dönüştü.

Valtor, Ember'ın hiçbir duygu belirtisi göstermediğini fark ettiğinde, kendini aynanın içine bıraktı. Ember hemen arkasından izledi.

İkisi, bir anda tamamen farklı bir mekânda buldular kendilerini.

Oda, dışarıdaki taşların soğukluğundan uzaktı; mor, krem ve beyaz tonların hâkim olduğu, zarif bir ortamdı. Beyaz mermer zemin, genişliği katlayarak yansıtıyor, ortamı daha ferah gösteriyordu.

Odanın ortasında, mor renkte, gümüş dantellerle süslenmiş, krem rengi büyük bir yatak yükseliyordu. Yatak, etrafını saran tüllerle bir tür büyülü şatoyu andırıyordu.

Çalışma masasının üzeri düzenliydi; kalemler, eski parşömenler ve küçük büyülü objeler yerleştirilmişti.

Odanın diğer ucundaki balkonun önü, beyaz tül perdelerle hafifçe örtülmüş, dışarıdaki loş ışık odanın içine huzurla sızıyordu.

Valtor, yavaşça ayna kapısının önünde durdu, derin bir nefes aldı ve Ember’a dönerek, “burada, kimsenin bilmediklerini konuşabiliriz,” dedi.

Ember, hafifçe başını salladı ve gözlerinde o meşhur alaycı ışıltıyla, “Bakalım sırlar ne kadar dayanacak,” diye yanıt verdi.

Odanın sessizliği, Valtor’un derin ve keskin bakışlarıyla doluydu. Mor, krem ve beyazın huzur veren renkleri arasında, aralarındaki gerilim neredeyse elle tutulur hale gelmişti.

Valtor, ağır adımlarla Ember’a yaklaştı; sesi, içinde hem meydan okuma hem de soğuk bir davet barındırıyordu.

“Söyle bana,” dedi, dudakları neredeyse fısıltıya dönüşürken, “kim olduğunu sanıyorsun, Ember? Bu oyunların ardındaki gerçek yüz… Ne saklıyorsun?”

Ember, gözlerini kısarak ona karşılık verdi, sesi iğneleyici ama hafifçe cilveli, “gerçek yüzümü sana söylemeyeceğimi bilecek kadar derin değil misin? Ya da korkuyor musun, ortaya çıkacak olan gerçek seni yutabilir diye?”

Valtor, tok bir dokunuşla parmak uçlarını Ember’ın koluna değdirdi. Dokunuşu buz gibi soğuktu, teninde sanki donmuş bir nehir akıyordu.

“Bana oyun oynama,” dedi sertçe, “senden kim olduğunu söylemeni istiyorum. Yeterince bekledim.”

Ember, geri çekilmedi; aksine, Valtor’un sert bakışlarını biraz daha derinlemesine süzdü.

Dudaklarını hafifçe kıvrılıp, alaycı bir tebessüm yayıldı yüzüne. “Oyun oynamak mı? Hayır, Valtor. Ben oyunun kendisiyim.”

Valtor, bir an durdu; sanki bu cevap onu daha da kışkırtmış gibiydi. Ellerini biraz daha yukarı kaldırdı, parmakları şimdi Ember'ın boynunu sarıyordu, soğuk ve keskin.

Dokunuşu acıtıyor gibiydi ama Ember buna aldırmadı, hatta hafifçe titreyen nefesini bastırarak karşılık verdi.“Sana ne anlatacağımı seçmek benim işim. Ama bilmeni isterim ki, ne kadar zorlasan da… sırlarımı dökmem.”

Gözleri, Valtor’un donuk bakışlarında oyun oynuyordu, bir anlığına düşman mı yoksa müttefik mi olduğunu sorguluyordu.

Valtor’un dudaklarında keskin bir gülümseme belirdi, bir yandan soğukluğu, diğer yandan cazibesi arasında gidip geliyordu. “İyi,” dedi alçak bir sesle, “oyunu sen yönet. Ama unutma, sabrım seni eritmeden önce çözülecek.”

Ember, kararlı bir şekilde Valtor’un gözlerine baktı ve hafifçe başını salladı,“ben erimem. Sadece senin oyununu oynamaya devam ederim.”

Valtor’un soğuk eli boynundaki teni hafifçe titrettiğinde, Ember’ın içinde kıvılcımlar dans etmeye başladı.

Gözleriyle onun sert ifadesini okuyor, bu donuk soğukluğun ardında gizlenen tutkunun ipuçlarını arıyordu.

Adımlarını ileri atarak aralarındaki mesafeyi küçülttü; nefesleri birbirine karışacak kadar yakın oldular.

Valtor’un keskin bakışları, Ember’ın cilveli alaycılığına meydan okuyordu.

“Buzun altında erimeyen bir ateş mi saklıyorsun?” diye fısıldadı Valtor, sesi neredeyse boğuk, ama her kelimesi sarsıcıydı.

Ember, dudaklarının kenarında hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi,“belki de senin ateşin, benim buzumu çözemiyor.”

Valtor, parmaklarını hafifçe onun çenesine doğru kaldırdı; dokunuşu hâlâ buz gibiydi ama şimdi daha cüretkar, daha dokunaklı.

Ember’ın kalbi hızlı atıyordu; bunun ne mücadeleden ne de oyunlarından kaynaklandığını biliyordu.

Valtor, bir an duraksadı, derin bir nefes çekti ve karanlık bakışlarını daha da sertleştirerek, “Magix müzesi soyuldu,” dedi, sesi soğuk ve ürkütücü bir haberin ağırlığını taşıyordu. “Ama ne tesadüf, Konsey o kadar meşgul ki, olayı neredeyse göz ardı etti. Peki hırsızın neyi çaldığını biliyor musun?”

Ember’ın alaycı tebessümü, loş ışıkta daha da belirginleşti. “Neyi?”

Valtor’un gözlerinde sert bir kıvılcım belirdi, “Sparks’ın hazineleri… En kutsal, en güçlü parçaları.”

Ember hafifçe kaşlarını kaldırdı, “yani, bu konu beni neden ilgilendirsin?”

Valtor’un dudaklarında alaycı bir kıvrım oluştu, “Belki de bu yüzden soruyorum. Bu işte bir parmağın var mı, Ember?”

Ember, gözlerini Valtor’dan kaçırmadan, kurnaz bir tebessümle yanıt verdi, “Bilemezsin, değil mi? Ama daha iyi bir fikrim var. Sevgiline sormaya ne dersin. Söz konusu Sparks ise, belki de Bloom’un bir parmağı vardır.”

Valtor, odayı dolduran soğuk sessizliği bozan, derin ve davetkâr bir nefes aldı. “İlginç,” dedi. “Bu kadar keskin zekâya sahip biri, böyle bir sırrı sadece ‘bilemezsin’ demekle geçiştirmez.”

Ember, başını hafifçe yana eğdi, dudaklarından yayılan alaycı gülümseme daha da büyüdü. “Belki de oyun daha yeni başlıyor, Valtor. Ya da belki de sen hâlâ bazı taşları yerli yerine koyamadın.”

Alfea

Alfea’da sabah güneşi, savaş sonrası tamir edilen taş duvarların üzerine solgun bir ışık serpiştiriyordu. Büyüler çalışıyordu; havada dönen taş bloklar, ışıktan ya da elementlerden örülmüş zincirlerle birbirine bağlanıyor, yeni kulelerin gövdeleri metrelerce yukarıda kendiliğinden kapanıyordu.

Bahçenin kenarında, bir grup öğrenci duvarların yükselişini izlerken kendi paylarına düşen görevi yerine getiriyordu: eğitim.

Grizelda’nın gölgesi, onlara doğru yaklaşan bir fırtına gibi uzadı. Sert bakışları, sabahın serin havasını kesip geçti.

Eğitim alanı, taş zemine çizilmiş geniş bir daireyle belirlenmişti; bu daire, büyülerin çarpışmasına dayanacak kadar eski ve sağlam bir koruma büyüsüyle çevriliydi.

“Sınırınızı görmek istiyorum,” dedi Grizelda, sesi buz gibi. “Ve bana sakın süs gösterisi yapmayın. Bu savaşta gösterişin değil, ölümcül niyetin hükmü vardır.”

İlk hamle Stella’dan geldi. Altın ışık, ellerinden patlar gibi fırladı; güneşten kopmuş parçalar gibi yanan hilaller Grizelda’ya doğru hızla savruldu. Işık, havada keskin bıçaklara dönüşmüş, geçtiği yeri beyaz izlerle yakıyordu.

Hemen ardından Layla, havadaki nemi toplayıp yoğunlaştırdı; su, spiral şeklinde dönerek Stella’nın ışık saldırısına paralel ilerledi. Dalgaların içinde metalik sertlik vardı, sanki suyun içine görünmez çelik parçaları katılmıştı.

Flora, toprağın damarlarını hissederek kökleri patlatırcasına yüzeye çıkardı. Kalın sarmaşıklar, Stella’nın ışık hilallerinin boşluklarını kapatıyor, Layla’nın su dalgalarının kenarını tutarak saldırıya yön veriyordu.

Musa, bu karmaşaya bir ritim kattı; görünmez ses dalgaları, saldırıları hızlandıran bir itki yarattı. Ses öylesine yoğundu ki, büyüler bir an için gerçekliğin üzerinden kayar gibi ilerledi.

Tecna ise havada parlak, mor-yeşil çizgilerden oluşan geometrik bir ağ ördü; her saldırı bu ağın köşelerinden geçerek yoğunlaşıyor, düzenlenmiş bir mermi gibi hedefe kilitleniyordu.

Büyüler birleştiğinde hava ağırlaştı. Sıcaklık, nem, titreşim… hepsi aynı anda artmıştı.

Işık kırılıyor, su patlıyor, kökler çatlıyor, ses dalgaları kulak zarını titretiyordu.

Öğrencilerin yüzlerinden ter damlıyor, nefesleri kısa ve sert çıkıyordu.

Grizelda ise kıpırdamadan duruyor, her şeyi bir avcı soğukkanlılığıyla izliyordu.

Sonra tek bir hareket yaptı. Elini kaldırdı, havadaki büyülerin akışını tersine çevirdi. Stella’nın ışıkları anında parçalandı, Layla’nın suyu yere ağır bir perde gibi düştü, Flora’nın kökleri sanki kesilmiş gibi kurudu. Musa’nın ses dalgaları yankısız kaldı, Tecna’nın ağı çatırdayarak çözüldü.

Bir anlık sessizlik… ardından Grizelda’nın sesi, "bunlar mı sizin sınırlarınız?” diye kesti havayı. “Güzel görünmeye çalışıyorsunuz ama bir savaş alanında güzel ölen çok gördüm. Büyünüz hızlı olabilir ama niyetiniz zayıf. Işık, hedefi kör etmezse süs olur; su, boğmazsa serinliktir; kökler, kırmazsa bağ olmaz. Ses, kemik çatlatmazsa şarkı kalır; mantık, duygusuzsa donuk bir zincire dönüşür.”

Sözleri, her birinin üstüne ağırlık gibi çöktü. Yetersizlikleri saklayacak hiçbir perde kalmamıştı. Nefes nefese kalan öğrenciler bakışlarını yere indirdi, ama omuzlarındaki utanç aynı zamanda hırsa dönüşüyordu.

Grizelda, bakışlarını öğrenciler üzerinde ağır ağır gezdirirken yüzündeki ifade keskinleşti.

Gözleri sonunda Bloom’a kilitlendiğinde, ince kaşları hafifçe çatıldı; kollarını göğsünde kavuşturdu, sanki karşısında duranın ne yapacağını şimdiden biliyormuş gibi. “Sıra sende, Bloom.”

Sözler havada ince bir buz katmanı gibi asılı kaldı. Bloom, bu kelimelerin arkasına gizlenmiş olan o soğuk yargıyı iliklerine kadar hissetti.

Valtor’la olan bağını bilmeyen yoktu artık; fısıldaşmalar, kaçamak bakışlar, yarım yamalak imalar…

Sanki onun tüm değeri, yeteneği ya da geçmişte yaptıkları değil, sadece bu ilişki üzerinden ölçülüyordu.

Grizelda’nın bakışında da aynı damga vardı: Senin gücün, senin iraden… artık bana göre sayılmaz.

Bloom’un parmakları istemsizce yumruk oldu. İçinde, göğüs kafesinden boğazına doğru tırmanan sıcak bir öfke vardı; hem yakıcı hem boğucu.

Yine… yine gözardı ediliyorum. Sanki bu okulda tek varlık sebebim birilerinin dedikodusu olmakmış gibi. Yeteneğimi sorguluyorlar.

Çevredeki periler, Bloom’un ifadesindeki değişimi fark etti. Birkaç adım gerileyenler oldu; aralarındaki hava yoğunlaştı, sanki güneş aniden en tepedeymiş gibi.

Bloom’un gözleri parladı, fakat bu parıltı eskisi gibi altın ve sıcak değildi, içinde kızılın derin, tehditkâr bir tonunun ağır bastığı bir ışık yanıyordu.

Tek bir hareket yaptı. Ne büyük bir jest ne de dramatik bir hazırlık… sadece elini kaldırdı ve avucunu Grizelda’ya doğru çevirdi.

O anda havada, sesin dahi titreştiği bir baskı yayıldı. Sanki görünmez bir yumruk, Grizelda’nın etrafındaki büyü kalkanına tüm gücüyle çarpmıştı.

Kalkan, önce ince bir tını çıkardı; sonra yüzeyinde çatlaklar oluştu. Çatlaklar, buzun güneş altında eriyip kırılması gibi hızla yayıldı. Bir an sonraysa kalkan, keskin bir patlamayla paramparça oldu, kırılan parçalar ışık tozuna dönüşerek havaya savruldu.

Çevredeki periler, ağızları açık kalmış şekilde bakakaldı. Kimileri nefesini tuttu, kimileri şaşkınlıkla geriye çekildi.

Grizelda, kalkanının yok oluşunu sessizce izledi; ama gözlerinde bir anlık, fark edilmeyecek kadar kısa süren bir şaşkınlık kıvılcımı çaktı.

Bloom, derin bir nefes aldı. İçinde öfkenin bıraktığı tat hâlâ vardı ama dudaklarının kenarında belli belirsiz, gururla beslenen bir gülümseme belirmişti.

İşte… beni küçümseyen herkes, bugün neyle uğraştığını bir kez daha hatırlayacak.

Bloom’un kalkanı paramparça etmesinden sonra eğitim alanında hâlâ yankılanan sessizlik, aniden hızla yaklaşan kanat sesleriyle bozuldu.

Tozlu havada aceleyle uçan bir peri, soluk soluğa dairenin sınırına vardı.

Yüzündeki telaş ifadesi, sözlerinden önce gelmişti. "Grizelda!” dedi yüksek sesle, hem Grizelda’ya hem çevresindeki öğrencilere bakarak. “Sınırda yoğunluk var. Alfea’ya doğru yürüyen bir grup! Kim olduklarını göremedik… üzerlerinde pelerin var.”

Grizelda kaşlarını çattı, ama asıl hareket eğitim alanının diğer ucundan geldi.

Faragonda, yanına hızla gelen Profesörlerle birlikte doğruca sınır kapısına yöneldi. Birkaç dakika içinde, Alfea’nın taş kemerli ana girişinde, hem öğrenciler hem öğretmenler toplanmıştı.

Bahçedeki hava, merak ve temkinli tedirginliğin ağır karışımıyla doluydu.

Kapı açıldığında ilk görünen, ağır siyah pelerinlerin altında saklı siluetlerdi. Ayaklarının dibindeki gölgeler bile onlara ayak uyduruyor gibiydi. Ancak adımlarını atıp biraz yaklaştıklarında, yüzleri görünür oldu.

Faragonda’nın bakışları kısa bir an için daraldı; ama onları asıl tanıyan, kenarda duran Müdire Griffin’di. Dudaklarının kenarında neredeyse fark edilmeyecek bir titreme vardı. “Bunlar…” dedi, sesi hem şaşkın hem tetikte, “Bulutlu Kule cadıları.”

Kalabalıkta mırıltılar yayıldı. Herkes aynı şeyi düşünüyordu: Onlar, Valtor’un safına geçmiş cadılardı.

Griffin, bir adım öne çıktı. “Siz… Valtor’un büyüsünden kurtulmuşsunuz.”

Pelerinini geriye atan genç bir cadı, saçları toprak gibi siyah ve yüzünde savaşın yorgunluğu olan bir ifade taşıyordu. Gözleri, tek tek hepsini süzdü, sonra konuştu, “evet. Valtor… bizi serbest bıraktı.”

Kalabalıkta şüpheyle karışık bir uğultu yükseldi. Faragonda bir adım yaklaştı. “Serbest mi bıraktı?”

Cadı başını salladı. “Bize seçim hakkı sundu. Dileyenin gitmekte özgür olduğunu, dileyenin de kalıp onunla savaşabileceğini söyledi.” Sesinde ne korku ne de minnet vardı; yalnızca çıplak bir gerçeklik. “Son zamanlarda olanlardan haberdarız, bu yüzden çoğu… kalmayı seçti. Sadece biz…” Eliyle arkasındaki küçük grubu işaret etti. “Sadece biz ayrıldık.”

Bir başka cadı, omzundaki yırtık pelerini düzelterek konuşmaya katıldı, "geri kalanlarımız onun safına geçti. İsteyerek.”

Bahçede bu kez sessizlik çöktü. Sözler, soğuk bir bıçak gibi havada asılı kaldı. Öğrencilerin yüzlerinde, “düşman” olarak bildikleri figürün bu şekilde konuşmasını sindirememenin ifadesi vardı.

Bloom, kalabalığın gerisinde duruyor ama gözleri bu cadılara sabitlenmişti. Onların sözleri, Valtor’un yaptığı seçim teklifinin arkasındaki iradeyi düşündürüyordu.

Onlara zorla boyun eğdirmedi… diye geçirdi içinden. Bunu herkes duyarsa… kim “kötü” kim “iyi” sorusu daha da bulanıklaşacak.

... 

Öğle güneşi Alfea’nın taş pencerelerinden süzülerek Faragonda’nın ofisini solgun bir altın tonuna boyuyordu.

Odanın havasında eski kitapların tozlu kokusu, köşedeki masadan yükselen bitki çayının hafif buğusuyla karışıyordu.

Fakat içerideki atmosfer, ışığın sıcaklığını hiçe sayacak kadar ağırdı.

Winx, sırtlarında sabahki eğitimden kalan yorgunlukla içeri adım attığında, Faragonda çoktan pencere önünde dikilmiş, ellerini arkasında kenetlemişti.

Camın dışındaki bahçeye baksa da, bakışlarının gerçekte orada olmadığı belliydi. Döndüğünde gözlerindeki kararlılık, onları karşılayan ilk şey oldu.

“Valtor’un durdurulması gerekiyor,” dedi net bir şekilde. “Artık bu mesele ertelenemez.”

Tecna kaşlarını çattı. “Ama Bayan Faragonda… tüm boyut onun ifşalarını izledi. Bu sadece dedikodu değil. Herkes Konsey’in yaptıklarını gördü, canlı yayında, kendi gözleriyle.”

Faragonda başını salladı. “Evet, gördüler. Ve ben de gördüm. Konsey’in geçmişte yaptığı bazı korkunç şeyleri inkâr etmiyorum. Ama bu, Valtor’un masum olduğu anlamına gelmez. Gerçeği ortaya çıkarmakla, o gerçeği kendi çıkarları için silah haline getirmek arasında büyük bir fark vardır.”

Stella, kollarını kavuşturdu. “Yine de… o olmasaydı kimse bu gerçeği öğrenemezdi. Halkın çoğu artık Konsey’e güvenmiyor. Yani… onu tamamen haksız saymak biraz zor.”

Layla başını eğdi, sesi yumuşak ama sorgulayıcıydı. “Ve halkın güvenini kaybetmiş bir Konsey’i savunmak… bu da bizi yanlış tarafta göstermez mi?”

Musa, ellerini ceplerine soktu. “Şu an birçok kişi Valtor’u neredeyse bir özgürlük savaşçısı gibi görüyor. Tabii ki onun mükemmel biri olmadığını biliyoruz ama… her şey o kadar siyah beyaz değil.”

Faragonda, onları tek tek süzdü; gözleri sertleşti. “Bu, bir kahramanlık hikâyesi değil,” dedi. “Valtor’un amacı adalet değil, güç. Konsey’in suçlarını ifşa etmesi, onun kendi suçlarını gölgelemiyor. Ve eğer onu şimdi durdurmazsak, tüm boyut onun boyunduruğu altına girecek.”

Konuşmalar boyunca Bloom tek kelime etmedi. Diğerlerinin bir adım gerisinde, sessizce duruyor, gözlerini Faragonda’dan ayırmıyordu.

O bakışlarda, kızgınlıkla parlayan koyu mavi alevler vardı. Elleri yumruk halindeydi, tırnakları avuçlarına batıyordu ama yüzünde tek bir kelime bile yazmıyordu.

Ofisteki hava, Faragonda’nın sert ve kesin sözleriyle zaten gerginken, Bloom’un sessizliği bu gerginliği daha da ağırlaştırıyordu.

Winx’in diğer üyeleri tereddütlü bakışlar değiş tokuş ediyor, ama hâlâ müdirenin otoritesi karşısında sınırı aşmamaya dikkat ediyorlardı.

Sonunda Bloom, o sıkılmış yumruklarını gevşetti. Gözlerindeki ateşin parlaklığı, sesiyle birlikte odanın havasını değiştirdi.

“Artık kimse bu hikâyeyi yutmuyor, Faragonda.”

Faragonda, kaşlarını kaldırdı. “Ne demek istiyorsun?”

Bloom, alayla gülümsedi. Dudaklarının kenarındaki ifade, kelimelerinden daha keskin yaralıyordu. “Yalanların sadece Konsey’e ait olmadığını… herkes öğrendi. Dolona’daki Yasaklı Ruh Mührü kayıtlarını izlemeyen kaldı mı? Arşiv görüntülerinde, krallık liderlerinin gözlerinin kararışına… kendi iradelerini kaybedip birer kuklaya dönüşmelerine herkes tanık oldu.”

Odanın içindeki hava buz kesti. Musa nefesini tuttu, Stella’nın gözleri büyüdü.

Bloom devam etti, sesi her kelimede biraz daha sertleşiyordu. “Ve o belgede geçen isim… senin ismindi. Faragonda.”

Faragonda’nın bakışları çelik gibi sertleşti. “Bloom, ne söylediğinin farkında mısın?”

“Fazlasıyla farkındayım. Belgeye göre, senin döneminde bu büyü en az üç kez uygulanmış. Halkın hafızasını silmek, onların iradesini yok etmek… bu da mı ‘adalet’ oluyor?”

Layla, araya girmeye çalıştı. “Bloom… belki de o zaman başka bir durum vardı, belki...”

Bloom, onun sözünü kesti. “Başka bir durum mu? Ya da başka bir bahane? Aynı şeyi Konsey için de söylediler. ‘O zaman şartlar farklıydı.’ ‘Halkı korumak için yapıldı.’ Peki fark ne?”

Faragonda, bir adım öne çıktı. Sesinde öfke ve savunma iç içeydi. “O zamanlar alınan kararlar, kaosu önlemek içindi. O büyü, bütün bir boyutu felaketten kurtardı.”

“Felaketten mi kurtardı… yoksa gerçeği saklayarak kendi düzeninizi mi korudu?” Bloom’un sesi alçaldı ama keskinliğini yitirmedi. “Şimdi Valtor’a ‘tehlikeli’ diyorsun. Ama senin yaptığın da, onun yaptığıyla aynı temele dayanıyor: İnsanların ne bilip ne bilmeyeceğine karar vermek.”

Odadaki diğer Winx üyeleri sessizleşti. Stella huzursuzca kımıldandı, Tecna gözlerini yere indirdi, Musa dudaklarını ısırdı.

Faragonda, bakışlarını Bloom’un gözlerinden ayırmadı. İkisinin arasında, söylenmemiş ama çok şey anlatan bir bağırış vardı. “Benim niyetim, hiçbir zaman halkı sömürmek olmadı,” dedi Faragonda, sakin görünmeye çalışsa da sesindeki titrek öfke saklanamıyordu. “Valtor’unki ise tam olarak bu.”

“Belki de tek fark, onun maskesinin daha hızlı düşmüş olmasıdır,” diye karşılık verdi Bloom, soğuk bir alayla.

Sessizlik, ofisin duvarlarını sıkıştıracak kadar ağırlaştı. O an herkes, bu tartışmanın artık yalnızca Valtor hakkında olmadığını anlamıştı. Bu, geçmişin gölgesinde kalan çok daha derin bir hesaplaşmaydı.

Odadaki ağır sessizlik, tartışmanın keskin yankıları hâlâ duvarlarda asılı dururken Faragonda derin bir nefes aldı. "Bu iş bittiğinde beni istediğiniz kadar yargılayabilirsiniz. Ama önceliğimiz Valtor'dan kurtulmak olmalı."

Gözlerini Winx’in her bir üyesinde gezdirdi, ama bakışları sonunda Bloom’da sabitlendi. “Valtor’u durduracak bir güç var,” dedi. Sesi bu kez daha soğuk, daha resmi bir tondaydı. “Su Yıldızları.”

Tecna başını kaldırdı, merakla sordu, “Su Yıldızları mı?”

Faragonda, yavaşça başını salladı. “Evet. Altın Krallık’ın en derin salonlarında tutuluyorlar. Yüzyıllardır kimse dokunamadı. Onlar yalnızca Ejderha Ateşine tepki verir.”

Bloom’un kaşları çatıldı. “Ejderha Ateşi…?”

“Evet,” dedi Faragonda, gözlerini ondan ayırmadan. “Ve bu, yalnızca sende var. Su Yıldızları, Ejderha Ateşinin tam zıt gücüdür. Bu sayede Valtor’un büyüsünü tamamen yok edebilirler.”

Bloom’un midesi düğümlendi. İçinden, kelimelerinden daha sert bir öfke kabardı. “Yani… onu durdurabilecek tek kişi ben miyim? Ve sen bana bunun ne anlama geldiğini söylemiyorsun, değil mi?”

Faragonda dudaklarını ince bir çizgi haline getirdi. “Bloom, Su Yıldızlarının gücü seninle birleştiğinde Valtor’u yok eder. Ama evet… bu, seni de yok edebilir.”

Bloom’un yüzü gerildi. “O zaman cevap basit. Yapmayacağım.”

Musa hemen araya girdi, sesi endişeliydi. “Bloom, belki başka bir yol... ”

“Hayır,” dedi Bloom sertçe, arkadaşına bakmadan. “Benden kendi hayatımı feda etmemi bekleyemezler. Ne olursa olsun.”

Faragonda, Bloom’un öfkesini bastırmaya çalışmadan karşılık verdi. “Bunu senin için istemiyorum, Bloom. Ama yarın Kızıl Çeşme araçlarıyla, Uzmanların eşliğinde Altın Krallığa gidecek ve Su Yıldızlarını alacaksınız.”

Bloom, dudaklarını sıktı. “Ve sonra ne olacak? Onları bana zorla mı kullandırtacaksın?”

Faragonda bakışlarını kısarak, soğukkanlı bir ciddiyetle konuştu. “Gerisini sonra düşünürüz. Önceliğimiz onları ele geçirmek.”

Bloom bir adım geri çekildi, ama gözlerindeki alev sönmedi. İçinde, hem öfke hem de korku birbirine karışmıştı.

Faragonda’nın bakışları ise değişmedi; plan çoktan yapılmıştı.

 

 

Bölüm : 14.08.2025 01:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...