
Oturma odasında hava ağır, perdeler çekilmiş, ışık loştu. Sessizlik, herkesin yüreğini kemiriyordu. Winx ve Uzmanlar, tek tek koltuklara ve yerlere dağılmış, ama tek bir düşünceye kilitlenmişlerdi: Bloom.
Stella ellerini saçlarına geçirmiş, gözleri kıpkırmızıydı. “Onu nasıl bırakabildik? Gözlerimizin önünde… Hem Bloom’u kaybettik, hem de Su Yıldızlarını.” Sesindeki kırılma odadaki herkese işledi.
Layla yumruklarını sıkmıştı. “Valtor planını kusursuz yaptı. Bloom’u kullandı, Su Yıldızlarını aldı ve biz sadece seyrettik.” Onun öfkesi, Stella’nın çaresizliğinin zıttıydı.
Musa, kucağındaki gitarın tellerine vurmak istiyordu ama sesi çıkmıyordu. Başını eğmişti. “Bloom… gözlerimin önünde bayıldı..."
Flora, sessiz gözyaşları içinde fısıldadı. “Onu, kurtarmamız lazım..."
Tecna, daha soğukkanlı görünmeye çalışsa da sesindeki titreme gizlenemedi. “Durumu analiz ettim. Bloom'un güçleri o sırada Valtor’a karşı koymaya çalışmadı bile. Aksine...”
Brandon ayağa kalktı. “Ne demek istiyorsun?”
Timmy, başını kaldırdı. “Bloom'un güçleri, Valtor'un ateşini kabul etti demek. Artık onu düşmanı olarak değil, bir parçası olarak görüyor.”
Stella ayağa kalktı, gözleri kararlı ama yaşlarla doluydu. “O canavar onu etkisi altına aldı! Bunun başka bir açıklaması olamaz!”
Riven, bir köşede sessizce oturuyordu. Herkes sırayla öfkesini ve suçluluğunu dökerken, yüzündeki keskin bakış daha da sertleşti. Sonunda ayağa kalktı, sesi odadaki sessizliği bıçak gibi kesti. “Hiçbiriniz bir şey anlamıyorsunuz.”
Stella hemen dönüp ona baktı. “Ne demek istiyorsun? Bloom’u gözlerimizin önünde çaldılar!”
Riven başını salladı, alayla güldü. “Evet, çaldılar. Ama siz hâlâ görmek istemiyorsunuz. Bloom’un elleri Valtor’un yüzüne dokunuyordu. Ondan kurtulmaya falan çalışmıyordu. Onu seçiyordu.”
Layla öfkeyle doğruldu. “Yalan! Bloom asla...”
Riven sert bir şekilde sözünü kesti. “Asla mı? O gün gördükleriniz neydi o zaman? Onun ateşi, Valtor’un karanlığıyla kaynaştı. Çatışmadı, birleşti. Siz hâlâ Bloom’u masum bir kurban gibi görmek istiyorsunuz ama gerçek bu değil.”
Musa fısıldadı. “Riven…”
Ama Riven durmadı. Adımlarını ağır ağır ileri attı, gözlerini Stella’ya dikti. “Bloom, Valtor’u seviyor. Bunu kabul etmiyorsunuz çünkü işinize gelmiyor. Ama biz oradaydık, hepimiz gördük. O anın bir oyun, bir büyü olduğunu söylemek kolay, değil mi? Ama hayır. O bakışlar… o dokunuş… o sözler. Bunlar zorla söylenmiş şeyler değildi.”
Flora gözyaşlarını silmeye çalıştı. “Ama Bloom bizim dostumuz. Bizimle beraber...”
Riven sert bir nefes verdi. “Ve işte asıl sorun bu. Siz dostluğunuza güvenip, gerçeği görmezden geliyorsunuz. Eğer böyle davranmaya devam ederseniz, Bloom’u köşeye sıkıştıracaksınız. Onu, ya Valtor’u ya da sizi seçmeye zorlayacaksınız. Ve hepiniz gayet iyi biliyorsunuz ki… O seçimi yaparsa, kimi seçeceği ortada.”
Oda buz kesildi. Kimse nefes alamaz gibi sustu. Riven, bakışlarını tek tek hepsine çevirdi. “Gerçeği kabullenin. Bloom’un duyguları değişti. Valtor’u reddetmiyor. Ona çekiliyor. Bunu görmezden gelmeye devam ederseniz, Bloom’u kaybedersiniz.”
Sözlerinin ardından derin bir sessizlik çöktü. Stella’nın gözlerinden yaşlar süzülüyordu, ama bu sefer öfkeden değil, korkudan. Çünkü Riven’ın sözleri, kabul etmek istemeseler de, gerçeğin ta kendisi gibiydi.
Riven’ın bakışları karardı, sesi daha da derinleşti. Her bir kelimesi sanki odanın duvarlarını titretiyordu. “Bir kere olsun Bloom’un gözünden bakmayı deneyin. Siz hâlâ kendinizi doğru tarafta sanıyorsunuz. Ama gerçek şu ki, yanlış taraftasınız.”
Stella öfkeyle başını salladı. “Biz Bloom’un yanındayız! Onu Valtor’dan kurtarmaya çalışıyoruz!”
Riven sertçe güldü. “Kurtarmak mı? Hâlâ anlamıyorsunuz. Bloom, en başından beri Valtor’un yanında. Büyük Konsey’in sırlarını kim deşifre etti sanıyorsunuz? Valtor mu? Hayır. Bloom yaptı. O, Konsey’in çürümüş düzenini yıkan kişiydi. Siz hâlâ kör gibi onların emirlerine hizmet ederken, Bloom gerçeği ortaya çıkardı.”
Tecna’nın gözleri büyüdü. “Bloom… Konsey’in sırlarını mı açığa çıkardı?”
Riven başını salladı, gözleri kararlıydı. “Evet. Ben bile farkında olmadan ona yardım ettim. Black Swan’a girebilmesini ben sağladım. O zaman neyin peşinde olduğunu bilmiyordum. Ama şimdi görüyorum. Bloom, o zincirleri kıran kişiydi. Büyük Konsey’in halktan sakladığı her şeyi o açığa çıkardı. Valtor da bu gerçekleri tüm Büyülü Boyuta yaydı. Onları halkın önünde maskesiz bıraktı.”
Layla öfkeyle yumruklarını sıktı. “Ama Valtor… o karanlık, acımasız bir varlık!"
Riven sert bir adım attı. “Bloom bir kurban değil, Layla! O bir stratejist, bir devrimci. Diyorum size, yanlış taraftasınız!”
Flora dudaklarını ısırdı, gözleri dolu doluydu. “Ama o, o zaman neden bizimle paylaşmadı…”
Tecna sessiz kaldı, ellerini sıkıyor, Riven’ın sözlerini sindirmeye çalışıyordu. “Riven haklı olabilir. Bloom kendi seçimlerini yaptı. Biz, bunu görmezden gelemeyiz.”
Riven gözlerini Tecna’ya dikti, hafif bir onay bekler gibi.
Tecna başını salladı. “Bloom, planlarını hep kendi gözünden yürüttü. Hatırlayın… Magix Müzesinden Domino’nun eserlerinin çalındığı günün öncesi Bloom benden… iz sürülemez ışınlanma çipleri almıştı. Kendi amacını gerçekleştirmek için kullandı.”
Odada sessizlik çöktü. Herkes birbirine şaşkınlıkla bakıyordu.
“Yani…” Stella kelimeleri toparlayamıyordu. “Müzedeki hırsızlık… Bloom mu yaptı?”
Tecna titreyen sesle onayladı. “Evet. Ve şimdi anlıyorum ki, hepsi planın bir parçasıydı. Kendi sahip olduğu şeyleri geri almak ve Konsey’in sırlarını ortaya çıkarmak için…”
Musa neredeyse fısıldadı. “O yüzden zamanının çoğunu kütüphanede geçiriyordu…”
Layla geri çekildi, gözleri büyüdü. “Ama… bu… benden onu eğitmemi istemesinin nedeni bu muydu yani...”
Riven, odada ağır ağır dolaşarak sözlerini tamamladı. “İşte bu yüzden Bloom’u suçlamayı bırakmalısınız. Kimin iyi ya da kötü olduğunu düşünmeyi bırakın. Bloom seçimi yaptı ve bu kez, ona ihanet etmemeliyiz.”
Odadaki herkesin yüzünde şok, korku ve suçluluk birbirine karışmıştı. Sessizlik, artık bir ağırlık gibi odada duruyordu.
...
Banyodan çıktıklarında, suyun buharıyla karışmış sıcaklık hâlâ tenlerinde dans ediyordu. Valtor, Bloom’un titreyen elini nazik ama kararlı bir şekilde tuttu ve sessiz bir yürüyüşle onu yatak odasının hemen yanındaki giyinme odasına yönlendirdi. Kapıdan içeri adım attıklarında Bloom’un gözleri bir anda büyüklük, ihtişam ve gizemle doldu.
Oda fazlasıyla genişti; üç duvarı cam kapaklı dolaplarla çevriliydi. Siyah, mat taş işlemeli yüzeyler, koyu kırmızı detaylarla kombinlenmişti. Dördüncü duvar tamamen pencereydi ve kırmızı, kadifemsi perdeler hafifçe dalgalanıyordu.
Siyah mermer zemin, tavandan sarkan büyük kristal avizenin ışığını yansıtarak her köşeyi yumuşak ama etkileyici bir parıltıyla dolduruyordu.
Odanın tam ortasında, cam kapaklı, özenle düzenlenmiş bir aksesuar vitrini vardı; içinde takılar, parfümler ve gizemli objeler birer sır gibi dizilmişti.
Pencere kenarında uzun bir ayna, Bloom’un meraklı bakışlarını kendine çekiyor, tüm ihtişamıyla odanın bir ucunda duruyordu.
Dolaplara yaklaştığında Bloom’un nefesi kesildi; siyah, kırmızı, lacivert, mor, koyu pembe ve bej tonlarında sayısız elbise, kat kat düzenlenmiş şekilde gözlerini kamaştırıyordu.
Tek bir dolap ise tamamen ayakkabılara ayrılmıştı; topuklular, çizmeler, sivri burunlar ve işlenmiş deri modeller bir mücevher kutusu gibi özenle sergileniyordu.
Bloom’un gözleri doldu, hafifçe titreyen elleriyle Valtor’a döndü. Valtor, gri gözlerinde hem karanlık bir gülümseme hem de bir tür sahiplenme ile Bloom’u süzdü. “Burası… senin için,” dedi, sesi karanlık ve derin bir tonda, sanki her kelimesi bir büyü gibi odanın atmosferine karışıyordu.
Bloom, şaşkınlıktan dili tutulmuş bir halde, önce vitrinde sergilenen aksesuarları ardından elbiseleri süzdü. Sonra, duygularının yoğunluğu birikmiş bir şekilde Valtor’a doğru döndü. Dudakları, arzuyla ve teşekkür etmenin karışımıyla titredi. “Valtor…” diye fısıldadı, ardından bir cesaret dalgasıyla, karşısındaki gri gözlerin içinde kaybolan bakışlarla, Valtor'un dudaklarına nazik ama anlam dolu bir öpücük bıraktı.
Valtor, Bloom’un öpücüğünü karşılıksız bırakmadı. Dudaklarını onun dudaklarına bastığında, Bloom’un başı hafifçe geri yaslanırken Valtor onu dikkatle, yumuşak ama kararlı bir şekilde kavradı.
Bloom, yavaşça geri çekilip gözlerini Valtor’a dikti. Dudaklarının kenarında hâlâ o küçük, utangaç ama meydan okuyucu gülümseme vardı. “Bu… burası… gerçekten çok güzel. ” dedi, sesi hem heyecanlı hem de hafifçe titrekti.
Valtor, dudaklarında alaycı bir tebessümle başını hafifçe eğdi. “Güzel… beğenmene sevindim,” dedi, sesi odanın karanlık köşelerine dolarken, gri gözlerinde yoğun bir ihtirasın alevi vardı.
Bloom, gözlerindeki ışık ve kalbindeki heyecanla dolup taşarken, odanın ihtişamı ve Valtor’un karanlık cazibesi arasında kendini tamamen kaptırdı. Elleri hafifçe titreyerek Valtor’un karnına dokundu ve fısıldadı, “teşekkür ederim… her şey için… Valtor…”
Valtor, onu daha da yakına çekip dudaklarını ensesine sürtünce, Bloom’un yüzünde hem huzurlu hem de baştan çıkarıcı bir ifade belirdi. “Sana her şeyi sunacağım, Bloom… ve sen… benim karanlığımda her zaman göz kamaştıracaksın,” dedi, gri gözlerinde karanlık bir sevgi ve sahiplenme harmanıyla.
Valtor, Bloom’un yüzünde beliren o meydan okuyucu parıltıyı gördüğünde gri gözlerinde kısa bir süreliğine bir gölge belirdi. Onu daha da yakına çekip ensesine bıraktığı öpücükten sonra derin bir nefes aldı ve dudaklarının kenarında karanlık bir tebessümle geriye çekildi.
“Hazırlan,” dedi, sesi yumuşak ama içinde saklı bir buyurganlık vardı. Sonra, bir adım geri atıp kapıya yöneldi.
Odanın loş ışığında gri gözleri son kez Bloom’a kaydı; dudaklarında hem alaycı hem de sabırsız bir gülümseme vardı. Kapıyı kapatmadan önce fısıldar gibi ekledi. “Merak ediyorum… nasıl bir seçim yapacaksın.”
Kapı ağır bir tınıyla kapandığında Bloom yalnız kaldı.
Bir anlık sessizlikte, kalbinin hızlı atışlarını ve nefeslerinin ritmini duydu. Sonra, gözleri dolaplarda dizili elbiselerde gezindi; her biri birbirinden farklı ve güzeldi.
Ancak zihnine ansızın haylaz bir fikir düştü. Dudaklarının kenarında sinsi, masumiyetle örtülmüş bir gülümseme belirdi.
Valtor’un sınırlarını denemek… bundan daha büyüleyici ne olabilirdi ki?
Üzerindeki bornozu çıkardı ve elini koyu mor, derin dekolteli bir elbiseye uzattı. Satenin kayganlığı parmaklarının arasından akarken Bloom’un gözleri parladı.
Straplez tasarım, göğsünü ve sırtını cesurca açıkta bırakıyor, iki yandan uzanan derin yırtmaçlar bacaklarını özgür bırakıyordu. Elbiseyi giydiğinde, morun satenimsi tonu tenine yapışıyor, bedenini adeta bir sır gibi sarmalıyordu.
Sağ bacağına ince, gümüş bir zincir geçirdi. Boynuna uzun, gümüş bir zincir kolye taktı; uç kısmında obsidyen taşı, karanlık bir kalbin içinden koparılmış gibi ışıldıyordu. Aynı takımı tamamlayan küpeler, bileklikler ve yüzükler parmaklarına ve bileğine kaydığında Bloom aynadaki yansımasına baktı; artık sadece kendisi değildi, Valtor’un karşısına çıkacak, karanlığın içinde parlayan bir meydan okuyucu tanrıçaya dönüşüyordu.
Saçlarını tepesinde dağınık ama cazibeli bir topuz yaptı. Yüzünü çevreleyen birkaç gevşek tutam, masumiyet ile baştan çıkarıcılık arasında gizemli bir köprü kuruyordu.
Makyaj fırçasını eline aldığında derin gölgelerle gözlerini belirginleştirdi; karanlık, dumanlı bakışları büyü gibi yoğunlaştı. Dudaklarına sürdüğü koyu kırmızı ruj ise sanki kanla mühürlenmiş bir yemin gibiydi.
Son olarak ayakkabı dolabına yöneldi. Gözleri, siyah, ince topuklu stilettolarda takılı kaldı.
Onları eline aldığında fark ettiği detay dudaklarında şeytani bir gülümseme yarattı: Topuk kısmına işlenmiş, gümüşten bir hançer. Ölüm kadar keskin, cazibe kadar baştan çıkarıcıydı. Ayakkabıları ayağına geçirdiğinde, her adımı tehlikeli bir davet hâline gelmişti.
Aynanın karşısında durup kendine baktığında, Bloom artık sadece Valtor’un nazikçe korumak istediği bir çiçek değil; onun karanlığında büyüyen, onunla oyun oynamaya hazır bir kadındı.
Dudaklarının kenarındaki gülümseme hem baştan çıkarıcı hem de meydan okuyucuydu. “Acaba, Valtor… bu halime nasıl karşı koyacaksın?”
Bloom yemek salonunun ağır kapısını araladığında içeriden yayılan kırmızı şarap ve taze ekmek kokusu, loş ışıkla birleşip sanki karanlık bir davetkârlık yaratıyordu.
Valtor, vitray camın önünde ayakta bekliyordu. Arkası dönük, elleri arkasında kenetliydi. Üzerinde bembeyaz, yakası yarı açık fırfırlı gömlek vardı; göğsünün sert hatları hafifçe görünüyordu. Siyah pantolonun keskin çizgileri ve gömleğin gevşek zarafeti, ihtişamlı ve tehlikeli bir kontrast yaratıyordu. Salık bıraktığı hafif dalgalı saçları omuzlarına düşüyor, güneş ışığı camdan süzüldükçe gri gözleri yanmaya hazır bir kor gibi parlıyordu.
Bloom ileri doğru bir adım attığında topuklarının mermer zeminde çıkardığı tını, sessizliği yırtarcasına çınladı.
Valtor başını çevirip baktığında, gözleri bir an için büyüdü. Karşısındaki artık sadece Bloom değildi; saten mor elbisenin tenine yapışışı, zincirlerle tamamlanan takılar, hançerli stiletto ve dumanlı bakışlarıyla adeta bir meydan okuma heykeli gibiydi.
Valtor’un dudaklarının kenarı önce hafifçe kıvrıldı, sonra gri gözleriyle onu baştan aşağı süzdü. Derin bir nefes aldı, sanki kelimeler bile zor çıkıyordu. “Bloom…” dedi, sesi neredeyse kısık bir hayranlıkla. “Eğer cehennem bana bir tanrıça sunsaydı, bundan ötesini hayal edemezdim.”
Bloom’un dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı. Başını yana eğerek, gözlerini kurnazca kısmıştı. “Beğendiğine sevindim,” dedi, sesi hem alaycı hem de meydan okuyucuydu.
Valtor birkaç adım attı, masanın önünde durdu, kolunu zarif ama sahiplenici bir hareketle uzatıp ona oturması için işaret etti.
Masanın üstünde iki kişilik bir kahvaltı serilmişti. Kristal kadehlerde nar gibi parlayan şarap, siyah porselen tabaklarda dizilmiş meyveler, taze ekmekler ve keskin kokulu peynirler vardı.
Valtor, Bloom’un oturması için sandalyesini çekti, ardından üzerine eğilip boynuna çok hafif dokunan bir öpücük bıraktı.
Bloom derin bir nefes aldı, gözlerini Valtor’a çevirdi. Dudaklarının kenarında hafifçe kışkırtıcı bir tebessüm belirdi.
Valtor başını hafifçe eğip gri gözlerini onun dudaklarına kilitledi. Dudaklarının kenarında karanlık ve sahiplenici bir gülümseme belirdi.
Bloom, kristal kadehindeki şarabı hafifçe kaldırdı, gözlerini Valtor’a çevirdi ve ince, kurnaz bir gülümsemeyle konuşmaya başladı. “Doğrusu son zamanlarda yaptıkların... Büyük Konsey’in sırlarını halka açıklamak… Ne zamandır halkı düşündüğünü merak ediyorum." dedi, sesi hem alaycı hem de imalıydı. “Gerçi, bu bilgileri nasıl elde ettiğin de merak konusu.”
Valtor, gri gözlerini Bloom’dan ayırmadan hafifçe başını eğdi. Dudaklarının kenarındaki karanlık gülümseme, bir oyunbazınkinden farksızdı. “Ah… Bu sırları bana zeki, güzel, ama aynı zamanda tehlikeli bir kadın getirdi. Bilirsin, böyle yetenekli biri kolay bulunmaz,” dedi, sözlerinin her harfi alaylıydı.
Bloom gözlerini kısarak ona baktı. Başını hafifçe yana eğip, sanki hiçbir şey anlamamış gibi ama bir o kadar da kışkırtıcı bir ifadeyle fısıldadı. “Ember… hmm, çok etkileyici. Seni etkileyebildiğine göre inanılmaz biri olmalı.”
Valtor’un kaşları hafifçe kalktı, dudaklarının kenarında ince, ölümcül bir gülümseme belirdi. “Öyle, o fazlasıyla...” diye fısıldadı. “Özel biri.”
Bloom hafifçe öne eğildi, saçları omuzlarına düştü. Dudaklarının kenarındaki gülümseme alaylı, parçalıydı, bakışları kışkırtıcıydı. “Özel, öyle mi?" dedi, sesi neredeyse duyulmayacak kadar alçaktı.
Valtor’un bakışları Bloom’un gözlerine mıhlanmıştı; gri irislerinin içindeki kıvılcım, söylenmemiş sözlerin zehirli ağırlığını taşıyordu. Sandalyenin arkalığına yaslandı, parmak uçlarıyla kadehini yavaşça döndürdü; şarap, ince camın içinde kan gibi ağır ağır dönerken dudaklarının kıyısında sinsice kıvrılan gülümseme yayıldı. “Evet…” dedi, sesi tok ama alçak bir buhranın içinde yankı gibi. “Ember… Onunla konuşmak, ateşi avuçlarının içinde tutmak gibiydi. Yanıyorsun ama bırakmak istemiyorsun.” Gözlerini Bloom’dan ayırmadan şarabından küçük bir yudum aldı, ardından kadehi masaya bıraktı. “Bazen bir kadın… yalnızca zekâsıyla değil, cesaretiyle de büyüler. Ember, tam olarak böyle bir kadın.”
Bloom’un omuzları istemsizce kasıldı. Nefesi, gırtlağında asılı kalan bir kıymık gibi zorlandı. Dudaklarının kenarı kışkırtıcı bir tebessümle kıvrılsa da gözlerinde huzursuz, kıpırtısız bir öfke parladı. İnce parmağını şarap kadehinin sapında gezdirerek sanki kayıtsızmış gibi fısıldadı, “ne ilginç… Demek seni büyüledi. Bunu başarmış olması takdire şayan. Sen, kolay etkilenmezsin.”
Valtor hafifçe öne eğildi, gri gözleri keskin bir bıçak gibi onun yüzünü taradı. Sesinde alaycı bir zehir vardı. “Benim gibi biri için bu zordur, evet. Ama Ember… bana meydan okudu. Gücümü sorguladı. Bana sırtını dönebilecek kadar küstah bir kadın… İşte bu, hayranlık uyandırıcıdır.”
Bloom’un kalbi göğsünde sertçe çarptı. Gözlerini kısmış, bakışlarını Valtor’dan ayırmamaya zorlamıştı. İçinde kıskançlığın boğucu ateşi kabarıyor, damarlarında buz gibi bir gerginlik dolaşıyordu. Dudaklarını ıslatarak, sesi neredeyse cilveli bir tınıya büründü. “Meydan okumak… öyle mi?” Başını yana eğdi, boynunun zarif çizgisi loş ışıkta gölge gibi kaydı. “Sanırım bana da birkaç kez sana meydan okumuştum… ama benimki seni büyülemedi galiba.”
Valtor’un gülüşü ağır, karanlık bir yankı gibi odanın içinde dağıldı. Yavaşça yerinden kalktı, Bloom’un sandalyesinin arkasına adım attı. Elleri omuzlarının üzerinde kısa süre gezindi; dokunuşu hem sahiplenici hem işkence edercesine hafifti. Boynuna eğilip kulağına sıcak ama ölümcül bir fısıltı bıraktı. “Bloom… sen beni büyülemedin. Sen beni mahvettin.”
Bloom’un nefesi boğazında düğümlendi. O an dudaklarındaki alaycı tebessüm kırılacak gibi oldu, ama toparladı. Gözlerini kurnazca kısmış, sesi hem meydan okuyan hem de incinmiş bir tınıya bürünmüştü. “Öyleyse… bana rağmen hâlâ Ember’ı anıyor olman… oldukça acıklı, Valtor.”
Valtor’un dudakları onun kulağının kenarına çok hafif değdi. Sesi, şeytani bir şefkatle karışmış hırıltı gibiydi. “Belki de acıklı olan, senin kıskanıyor olman.”
Bloom’un kalbinden yükselen ateş, tenine kadar yayılmıştı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, ardından ani bir hareketle başını kaldırıp Valtor’un gözlerine kilitlendi.
Dudaklarının kenarı alaycı bir kıvrımla yükseldi, ama sesindeki kırılgan kıvılcım gizlenemedi. “Ben… seni kıskanıyor muyum, Valtor?”
Valtor’un gri gözleri karanlık bir zaferle parladı. Elleri Bloom’un omuzlarından boynuna kaydı, parmaklarını nabzının hızını hissedercesine hafifçe bastırdı. Dudaklarının kenarında derin, sahiplenici bir gülümseme belirdi. “Bunu bana değil, kendi ateşine sor, Bloom. Cevap zaten teninin altında yanıyor.”
Bloom’un dudakları aralandı, nefesi titredi. Kadehi hâlâ elinde tutuyordu ama camı çatlatacak kadar sıkıyordu. Gözlerindeki kışkırtıcı parıltı ile kırılmaya yaklaşan gurur, incecik bir ipte asılıydı.
Valtor, Bloom’un kurnazca serpiştirdiği cümleleri büyük bir hazla süzüyordu. Birkaç adım atıp masanın diğer tarafına geçti. "Sen ateşsin; oysa o, karanlığın sabırlı ve ölümcül yankısı. Ve bilirsin, bazen yankı, ateşin kendisinden daha uzun sürer.” diye fısıldadı, sesi ateşle karışmış buz gibiydi. "Tıpkı, karanlığın gibi, Bloom."
Bloom’un dudaklarının kenarı titredi önce, sonra sinsice kıvrıldı. Gözlerinde kıskançlığın keskin kıvılcımı, oyunbaz bir karanlıkla birleşti. Kadehini masaya bıraktı, ince parmağını şarabın kırmızı lekesinde gezdirdi. Başını yana eğdi, saçları omzundan kayarak göğsüne döküldü. Gözlerini kurnazca kısıp Valtor’a baktı.
“Ah…” dedi, sesi ipek gibi yumuşak ama içinde kışkırtıcı bir keskinlik saklıydı. “Yakalandım...”
Dudaklarının kenarında sinsice bir tebessüm kıvrıldı, sesi alayla çınladı. “Ne diyebilirim ki? Senin için ikinci bir Bloom yaratmak, hiç fena bir fikir değildi.”
Valtor’un bakışları, gri irislerinin içinde parlayan ateşle Bloom’a mıhlanmıştı. Göğsü ağır ağır yükseldi, nefesi loş havayı kesip geçti.
Birkaç saniye hiçbir şey söylemedi, yalnızca onu izledi; dudaklarının kenarındaki gülümseme giderek vahşileşti.
“Sen…” dedi sonunda, sesi boğuk, karanlık ve dizginlenemeyen bir arzuya batmıştı. Bir adım öne çıktı, elleri masanın kenarına yaslandı. “Sen beni çıldırtıyorsun, Bloom. O gülüşün… bu oyunbaz, kışkırtıcı halin… beni paramparça ediyor.”
Bloom hafifçe öne eğildi, dirseğini masaya yasladı, çenesini eline dayadı. Dudaklarındaki tebessüm genişleyip daha da zehirli bir incelik kazandı. Gözlerini onun gözlerine kilitledi. “Demek… paramparça oluyorsun?” dedi, sesi cilveli bir meydan okumayla. “Bense sadece, biraz oynuyordum.”
Valtor’un parmakları masanın kenarına öyle bir bastı ki ahşap hafifçe inledi. Gözlerinde delilikle harmanlanmış bir sahiplenme parladı. “Benimle oyun oynama, Bloom,” diye hırladı fısıltıyla, sesi hem arzu dolu hem ölümcül tehditkâr. “Çünkü ben, her oyunu daha karanlık, daha tehlikeli hale getiririm.”
Bloom’un nefesi göğsünde sıkıştı ama dudakları yeniden kıvrıldı. İnce kahkahası şarap kadehlerinin kristalinde yankılandı. Başını hafif yana eğdi, gözleri onun gözlerine saplandı. “İşte bu yüzden oynuyorum, Valtor…” dedi, sesi hem ipeksi hem keskin. “Çünkü sen, benim en tehlikeli oyunumsun.”
Valtor’un dudaklarından kısık bir kahkaha döküldü, gri gözleri ateş gibi parladı. Ellerini masanın kenarından çekti, dudaklarının kenarında şeytani bir gülümseme vardı. “Ve sen…” dedi, sesi hırıltılı bir tutkuya dönüşerek. “Benim en güzel mahvoluşum.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |