
Toz, Altın Kütüphane’nin damarlarında dolaşan eski bir lanet gibi havada asılıydı.
Mühürlü raflardan yükselen metalik küf kokusu, zamanın bile burada yavaşladığını hissettiriyordu.
Bloom’un adımları yankılanmadan ilerlemiyordu artık zemin bile onun öfkesinden çekinir gibiydi.
Bartlby, kütüphanenin derinliklerinden çıkıp geldiğinde sırtında yüzyılların yükü vardı. Elindeki siyah mühürlü tomar, sıradan bir parşömen değil, kelimelere sığmayacak bir ihanetti.
Bloom, göğsünde ağırlaşan nefesiyle onu bekliyordu. Gözleri karanlık bir parıltıyla yanıyor, çenesini sıkan kasları, içinde yükselen öfkenin ipuçlarını veriyordu.
Dudakları titrek değildi artık; her kelimesi bir karar, bir hüküm gibi döküldü, “artık saklayacak hiçbir şeyleri yok, Bartlby. Yüzyıllar süren sessizlik bitti. Konsey yıkılacak. Ve bunun için ne gerekirse yapacağım.”
Bartlby gözlerini kaçırdı. “Sen… Oritel’in kızı olduğunu sadece kanla değil, kalple de gösteriyorsun. Aynı inat. Aynı öfke. Aynı... felaket korkusu.” Derin bir iç çekti. “Ama unutma Bloom… bazı hakikatler büyü gibidir. Güzel görünür, ama içine girdiğinde seni paramparça eder.”
“Beni korumaya çalışma,” dedi Bloom, sesi artık çelik kadar soğuktu. “Beni susturmaya çalışan her şeyin karşısındayım.”
Bir anlık sessizlikte, Bartlby başını salladı. “O zaman gör. Gözlerini kapatma.”
Parmaklarıyla mührü çatırdatarak kırdı. Siyaha dönmüş balmumu döküldü; mühür, Ejderha Ateşi’nin asırlık simgesini taşıyordu. Ama hemen altında başka bir mühür daha vardı, simsiyah, şekilsiz ve kıpırtılı. Obsidyen’in simgesi. Kadim ve pis bir büyünün kendini hâlâ canlı tuttuğu iz.
Parşömen açıldığında odadaki hava değişti. Eski bir büyü, sessizce uyanır gibi titredi. Kanla yazılmıştı. Gerçek anlamda. Büyüye batırılmış, yeminle bağlanmış bir kan. Kırmızı artık değildi, kurumuş ve kara bir lekeye dönüşmüştü.
Bartlby fısıldar gibi konuştu, “Büyük Konsey… Obsidyen Boyutu’na sürülen Eski Cadıların hapsettikleri varlıklardan büyü çekmenin yollarını buldu. Bu yaratıklar, öyle sıradan lanetler değil, zamanın dışında kalan ve gerçeklikten nefret eden varlıklardı. Onların gücüyle Konsey, zihinleri kontrol eden mühürler, ruhu parçalayabilen silahlar ve itaat etmeyen büyücülere işkence yapan büyü zincirleri geliştirdi.”
Bloom’un gözleri irkildi. Gözbebekleri büyüdü. Dudakları aralandı ama nefesi kelimeye dönüşemedi. Sadece bir fısıltı çıkabildi, “bunlar… düşmanlarımız için mi kullanıldı?”
Bartlby başını eğdi. “Hayır. Önce isyancılara. Sonra halkına konuşma hakkı tanıyan krallıklara. En sonunda da... Krallıklara bizzat. Her biri... kırılmadan önce eğilmek zorunda kaldı.”
Bloom geri bir adım attı, sanki zehirli bir şey koklamış gibi başını yana çevirdi. Elini, içgüdüsel olarak karnına götürdü. Tiksinti mideni yakıyordu artık.
Bartlby sustu. Ve sonra yavaşça başını kaldırdı. “Sparks, bu kara ticareti fark eden ilk krallıktı. Senin baban, Kral Oritel… öğrenir öğrenmez Konsey’e meydan okudu. Obsidyen Boyutu’ndan gelen her büyünün izini sürdü. Takası yapanları kendi elleriyle cezalandırdı. Ve... büyüleri yaktırdı.”
“Ve bunun bedelini... ödedi,” dedi Bloom, sesi neredeyse boğuktu. “Sparks’ın düşüşü… onların sessizliğiydi. Göz yummalarıydı. Cezalandıramadıkları bir kralı... ölüme terk etmeleriydi.”
Bartlby’nin dudakları titredi. “Sparks çok güçlüydü. Kimse açıkça karşı çıkamazdı. Ama yok olduğunda… Konsey özgürdü artık. Takas yeniden başladı. Bu kez... daha sinsi. Daha derine gizlenmiş.”
Bloom, parşömene yaklaştı. Elini kâğıda koyduğunda, parmak uçlarından ince bir alev sızdı. Kendi kanındaki miras, bu büyüyü tanımıştı. İçinde Ejderha Ateşi’yle karışan bir başka şey vardı artık, öfke.
“Kaç belge var?” diye sordu, sesi titremeyen bir öfkenin içinde saklıydı.
Bartlby, yavaşça döndü ve arkadaki taş duvarın parmaklık gibi oyulmuş bölümüne yaklaştı. Elleriyle küçük bir mühür çemberine dokundu. Duvar titredi, içinden onlarca tomar indi. Her biri mühürlü, her biri tarih olmuş ihaneti saklıyordu.
“Onlarca,” dedi Bartlby. “Ve her biri bir krallığın yıkımına, bir cadının sürgününe ya da bir büyücünün susturulmasına yol açtı. Bunları zamanla topladım. Çünkü bir gün… biri gelecekti. Öfkesini içine gömmemiş. Adalet için kavrulmaya razı biri…”
Bloom belgeleri kavradı. Ellerindeki tomarlar ağırdı, ama yüreğindekinden hafifti.
“Bu sadece başlangıç,” dedi, gözleri Bartlby’ye dikili. “Bunları halka duyuracağım. Artık karanlık, sadece düşmanlarımızın değil… bizi yönetenlerin de yüzünde. Ve ben… o yüzleri tek tek parçalayacağım.”
Bartlby susuyordu artık. Ama gözleri yaşla değil, alevle doluydu.
Bartlby, Bloom’un ellerindeki tomarları kavrayışını izlerken bir adım geriledi. Bir zamanlar sadece unutmamak için sakladığı bu belgeler, şimdi bir devrimin kıvılcımı olmuştu. Yine de yüzünde huzur yoktu.
Sesi, eski bir dua gibi çatlak ve titrek çıktı, “bunu yaparsan… Konsey seni durdurmak için her şeyi yapar, Bloom. Bu bilgileri ortaya saçmak... onları köşeye sıkıştırır. Ve bir köpeği köşeye sıkıştırırsan, en çok o zaman ısırır.”
Bloom, başını eğmeden ona baktı. Gözleri hâlâ sönmemiş bir yıldız gibi parlıyordu; yıkıcı ama yön gösteren. “Sadece ısırmalarından korksaydım çoktan gömülürdüm. Beni öldürmeden durduramazlar. Ve bunu da deneyeceklerini biliyorum.”
Bartlby'nin kaşları çatıldı. Yorgun elleri titrediğinde, arkasındaki duvardan bir taş parça düşüp yere çarptı. “Seni... kaybetmeyi göze alamam,” dedi, kelimeler gözlerinin kenarlarına çizilmiş yaşlarla yarışır gibi. “Sadece Sparks’ın mirasını değil, geleceği de taşıyorsun. Eğer seni yakalarlarsa, hiçbir tarih seni geri getiremez. Ne yasaklı büyüler, ne de Ejderha Ateşi...”
Bloom, o an başını ilk kez hafifçe eğdi. Bakışında ilk kez öfkenin ötesinde bir şefkat, bir yorgunluk vardı.
“Sakin ol, Bartlby,” dedi. “Beni susturamayacaklar. Ama bunu doğru şekilde yapmam gerek. Bilgiyi paylaşacağım kişi... öyle biri ki, Konsey’in elleri ona ulaşamaz. Onu susturamazlar. Onu asla bulamazlar.”
Bartlby’nin yüzünde belirsiz bir gölge belirdi. “Kime güveniyorsun?”
Bloom, birkaç saniye susarak baktı. Ardından sessizce cevapladı, “güvendiğim biri var. Sessiz bir hayalet gibi çalışıyor. Konsey’in göremeyeceği, susturamayacağı bir yerde. Bilgiyle savaşıyor. Planlı, sabırlı... ama içi benimki kadar yanan biri.”
Bartlby’nin yüzündeki kırışıklar daha da derinleşti. Gözleri yaş değil ama korkuyla buğulandı. “Bazen… en çok güvendiğimiz kişiler, bizi en derinden tüketenler olur.”
“Hayır,” dedi Bloom, sesi netti. “O, beni tüketmiyor. Aksine… beni hazırlıyor. Bu savaşı tek başıma kazanamayacağımı biliyorum. Ama onunla birlikte... Konsey'in köklerini bile sarsabiliriz.”
“Yine de... dikkatli ol,” dedi Bartlby, kelimeler taş duvarlara çarpıp geri dönerken neredeyse yalvarırcasına. “Güvendiğin her zihin… senin kadar temiz olmayabilir.”
Bloom, gözlerini ondan ayırmadan bir adım daha attı. “Ben artık temiz değilim, Bartlby. Temiz kalanlar, bu savaşta ilk düşenler oldu.”
Sözlerini bitirdiğinde kütüphanenin içi bir süre sessiz kaldı. Raflar bile konuşmayı bırakmıştı sanki. Bartlby yalnız başına, titrek nefesiyle kalakaldı.
Bloom ise çoktan gölgelerin içinde kaybolmuştu. Ayak sesleri, artık sadece bir yankı değil, yaklaşan adaletin sesi gibiydi.
Ve kütüphanede, yüzyıllardır saklanan sırların üstünde, sessizce büyüyen bir kıyamet başlıyordu.
...
Alfea’nın ayakta kalmış tek kanadında, kütüphaneye giden taş koridor hâlâ yanık kokuyordu. Tavanlardaki vitraylar parçalanmış, ışık artık renkli değil donuk ve çıplaktı. Raflar yer yer devrilmişti ama Tecna’nın çabalarıyla içindeki büyü kitaplarının bir kısmı korunabilmişti.
Şimdi Winx bu yaralı mabedin içinde, Valtor’u durdurmaya yarayacak bir iz, bir metin ya da yasaklı bir büyü arıyordu.
Stella, gözlerini sararmış sayfalardan kaldırdı. Gözleri, birkaç masa ötede oturan Bloom’a takıldı.
Kız, elini çenesine dayamış, önündeki kitabın satırlarına değil, arasına sıkışmış bir kırıntıya bakar gibiydi. Hareket etmiyor, çevirmiyor, okumuyordu. Yanaklarındaki solgunluk, savaşlardan değil, başka bir şeyden iz taşıyordu. Sessizlikte yankılanan tek şey, uzak köşedeki fısıltılardı.
“Boynunda gördüm onu… O şeyi. Saklamıyor bile.”
“Valtor’la bir bağ kurduğunu herkes biliyor artık. Bu ihanetten başka ne olabilir ki?”
“Sparks’ın Prensesi ve Ejderha Ateşinin Koruyucusu… kendi Krallığına ihanet ediyor.”
Sözlerin hiçbiri doğrudan söylenmemişti ama Bloom’a ulaşmaları için bir büyüye gerek yoktu.
Gözleri hâlâ kitaba dönüktü ama nefesi sanki göğsünde bir anlığına kesildi. Sanki içindeki bir şey ufak bir çatlak daha almıştı.
Stella'nın sabrıysa çoktan tükenmişti. Sandalyesi gıcırdayarak geriye çekildi. Topuklarının sesi taş zeminde yankılanırken, konuşan kızların masasına doğru yürüdü. Gözleri buz gibiydi.
“Yeter artık,” dedi Stella, sesi yükselmese de kelimeleri jilet gibi netti. “Ne kadar daha onun arkasından konuşacaksınız ha? Bir kere bile onunla konuşmadan, gözlerinin içine bakmadan nasıl bu kadar kolay hüküm veriyorsunuz?”
Kızlardan biri, saçlarını geriye attı. “Biz sadece gerçekleri söylüyoruz. Bloom bir zamanlar bizimleydi. Ama artık yanında kim var? Valtor. Düşmanımız. Nokta.”
Stella ileri atıldı ama Bloom’un sesi onu durdurdu.
“Soğuk bir cümle kurmak, gerçeği söylediğin anlamına gelmez.”
Tüm gözler bir anda Bloom’a döndü. Kız yavaşça ayağa kalktı. Omuzları dikti ama gözleri hâlâ karanlık bir boşluk gibi bakıyordu. İçinde yanan şey, öfke değildi. Çok daha yıkıcıydı.
“Ben sizin yerinize sayısız savaş verdim,” dedi. Sesi yüksekti ama çığlık gibi değil, buz gibi sabitti. “Trix'i yendiğimde ilk yılımdaydım. Karanlıklar Ordusu benim emrimle yok oldu. Lord Darkar'ın büyüsünü bedenimden söküp attım. Hepiniz için, hepinizin ötesinde. Kendi sınırlarımın da ötesinde.”
Dudakları titredi ama sesi hâlâ titremiyordu. Gözlerinin kenarında biriken o şey, öfke değil kırılmış bir sadakatti.
“Ve şimdi olan şu. Yaralı bir okulun kütüphanesinde, kendi arkadaşlarım arasında, arkamdan yılan gibi fısıldıyorsunuz. Çünkü görmek istediğiniz tek şey… yanımda kimin olduğu.”
Bir adım attı, Stella ona ulaşmaya çalışır gibi hafifçe uzandı ama Bloom durmadı. Masaların arasından geçerken gözlerini kimseye dikmedi. Ama sesi bir daha yükseldi, "ben bir düşmanla yatmadım. Ama siz… kendi vicdanınızla uyuyorsunuz her gece. Bu farkı unutmayın.”
Kızlardan biri dudak araladı, bir şey demek ister gibi oldu ama Stella öne geçti, bakışlarıyla onu susturdu.
Tam o an, devrilen bir sandalyenin sesiyle irkildiler.
Kütüphanenin kapısı hızla açıldı. İçeri giren kız nefes nefese, sesi çatallıydı, "Valtor... Valtor Eros’a saldırdı!”
Tecna’nın gözleri büyüdü. “Bu imkânsız. Orada istediği hiçbir büyü kalmamıştı.”
Ama kütüphanedeki sessizlik, çoktan yerini uğultulu bir paniğe bırakmıştı. Winx, hiç düşünmeden dışarı fırladı. Avluya koştular. Gökyüzü hâlâ kurşuni, savaşın ardından solmuştu ama şimdi onun kalbinde bir yarık açılmış gibi dev bir boyut ekranı havada asılı duruyordu.
Ve ekranın içinde...
Valtor.
İhtişamın ve tehdidin iç içe geçtiği bir hâlde, halkın ortasında, Eros’un en büyük meydanını karanlıkla mühürlemişti. Çevresindeki kraliyet muhafızları birer birer diz çökmüş, ellerindeki silahlar siyaha bürünüp paramparça olmuştu.
Onun kolları ve dizlerinin altı siyah pullarla kaplıydı. Her pul, kızıl bir ışıkla titriyor, hareket ettikçe bir ejderhanın sırtını andıran kabuklar gibi çatırdayarak oynuyordu. Üst bedeninin yarısı hâlâ çıplaktı; sol ve sağ omuzlarında, kollarında bileklerine dek uzanan gümüş zırh parçaları, karanlıkta ay ışığını yutmuş gibi soluk ama tehditkâr parlıyordu.
Ve sırtından yükselen kanatlar...
Tüm meydanı karanlığa gömen dev gölgelerdi. Her hareketinde alevli bir hırıltı çıkaran, dumanlar arasında çırpınan boynuzumsu, gümüşle perçinlenmiş iskelet gibi kanatlar. Zırhla çevrili kemikleri arasında kıvranan her detay bir güç gösterisiydi.
Belinden aşağıya kadar uzanan devasa kuyruk ise, her vuruşta zemini çatlatıyor, Eros’un kutsal taşlarına kara büyünün yankısını kazıyordu.
Ama en korkuncu… gözleri.
Kızılın karanlıkla karıştığı, içinde zamanın bile donduğu o bakışlar, ekranın öbür ucunda olmasına rağmen Alfea'nın avlusuna buz gibi saplanıyordu.
Ve Valtor konuşmaya başladı.
“Eros halkı,” dedi, sesi yankılı ama teatral değil, mahkûmiyet kadar netti.
“Siz, gözlerinizi gökyüzünden ayırmamış ama toprağın altına ne gömüldüğünü merak bile etmemiş zavallılar... Bugün size yalnızca bir felaket değil, gerçeğin ta kendisini getirdim.”
Yanına diz çökmüş, yüzü dehşet içinde olan yaşlı bir adamı kaldırdı. Eros’un konsey temsilcisiydi bu; yıllardır sarayın gölgesinde kalan ama her önemli karara imzası olanlardan biri.
Valtor elini kaldırdı. Parmakları arasında bir tomar belge beliriverdi. Mühürlü, yıpranmış ve her biri büyülü mühürlerle korunmuştu.
“Obsidyen Boyutu…” diye başladı Valtor. “O kadim, o korkulan yer.Üç Eski Çağ Cadısı’nın mezarı saydığınız, ‘dokunulmaz’ boyut… Hıh,” bir alayla güldü. “Meğer ne de kolay dokunuluyormuş değil mi?”
Ve belgeleri halkın gözleri önünde havaya savurdu. Parşömenler birer birer açılırken, büyülü hologramlar beliriverdi. Görüntülerde Eros Konseyi'nin kara büyü kullanıcılarıyla pazarlık yaptığı anlar, mühürlenmiş antlaşmalar, karşılıklı imzalar, enerji takasları, silah prototipleri...
Sonra Valtor eğildi ve temsilcinin kulağına fısıldadı, ama sesi büyüyle halka da yayıldı, "konuş. Ya da ben senin dilini çözerim.”
Adam başta direnmeye çalıştı, ama sonra dizlerinin bağı çözüldü. Gözlerinden yaşlar süzülürken her şeyi itiraf etti. Obsidyen Boyutu’yla yapılan gizli anlaşmaları, halktan gizlenen deneyleri, büyü ile silahı birleştirme çalışmalarını...
Valtor konuşmasına devam etti. Bu kez halk değil, ekranın diğer ucundaki galaksilere döndü.
“Krallıklarınızın kutsallığını arkanızda bırakın,” dedi. “Size yıllardır hükmedenler, karanlığı yalnızca dışarıda aramanızı istedi. Oysa onlar onu kendi saraylarına zincirlediler. Ve anahtarı, kendi elleriyle bana verdiler.”
Gülümsedi. Zehir gibi bir gülümsemeydi.
“Ben düşman değilim. Sadece aynayı tutuyorum. Gerçek düşman, sizi sevdiğini söyleyip sizi harcayanlar.”
Sonra başını kaldırdı. Gözleri boyut ekranının öteki ucundaki Alfea’ya değdi.
Ve sanki Bloom’un kalbinin tam ortasına baktı.
“Ve sen…” dedi, sesi yavaşladı ama daha da derine işledi. “İçimde hâlâ ateşin izleri var. Bunu asla unutmam. Seninkinden çalınmış bir ateş. Ve bu sefer onu yakmak için değil… senin için kullanıyorum.”
Winx kıpırdayamadı.
Hiçbiri.
Dev ekranda Eros’un halkı karışmış, isyan mı, hayranlık mı olduğu belirsiz bir kalabalık vardı.
Ve sonra ekran karardı.
Sessizlik çöktü. Stella, Musa, Flora… hepsi Bloom’a baktı.
Ama Bloom hiçbirine dönmedi. Yüzü hâlâ kaskatıydı, kaşları çatılmıştı. Gözlerinin kenarında bir titreme vardı ama bir damla yaş bile dökmedi.
Ama kalbi…
İçinde bir yer, sessizce zaferin narasını atıyordu. Çünkü ilk defa… gerçek ortaya çıkıyordu.
...
Gece, Hugn’ın tapınağını sarmıştı. Yıldızlar gökyüzünde soğuk kıvılcımlar gibi yanıyor, rüzgar, taş duvarların arasından geçerken uğursuz bir şarkı söylüyordu. Tapınağın dışındaki orman bile sessizliğe bürünmüş, sanki gece boyunca yaşanacak olan şeyi sezmişti.
Bloom, başlığı sırtına doğru iterek kapının önünde durdu. Soğuk bir kararlılık taşıyordu yüzünde. Savaşlardan, ihanetten ve yalanlardan geçerek buraya kadar gelmişti. Cevaplara ihtiyacı vardı. Ve o cevaplar, Hugn’dan başka kimsede yoktu.
Kapıyı üç kez çaldı.
Bekledi.
Kapı ağır bir gıcırtıyla aralandı. Hugn, karşısında duruyordu. Gözleri yorgun ama tetikteydi. Bloom’un gelişini bekliyor gibiydi. Ne şaşırdı, ne de sorguladı. Sadece kenara çekildi.
“Gece vakti gelen biri ya pişmanlık getirir… ya da bir karar,” dedi, yılların yorgunluğuyla.
“Gerçekleri almaya geldim,” dedi Bloom. “Ve birini yıkmak için yardımına ihtiyacım var.”
Hugn, kapıyı ardından kapattı. Sessiz koridorlardan geçerek, kişisel odasına doğru yürüdüler. Adımları taş zeminde yankılandı. Bu yolculukta sadece gölgeler onlara eşlik etti.
Odaya girdiklerinde, Bloom duvara yaslandı. Sanki taşların sertliği, içinde çırpınan gerçekleri bastırabilirmiş gibi.
“Konseyi bitirmek istiyorum,” dedi sessizce. Ama sesi, uğultudan daha sertti. “Onların ardına gizlenen her sırrı, her çürümüş kuralı açığa çıkarmak. Ve bana yardım edeceksin.”
Hugn’ın gözleri Bloom’da bir süre kaldı. Ardından sordu, “Valtor’la mı çalışıyorsun?”
“Bu konu Valtor’la ilgili değil,” dedi Bloom. Gözleri donuktu, sesi kesin. “Arada bir kişi daha var. Kim olduğunu bilmen gerekmiyor. Sadece şu an, benim burada olmam sana ne anlatıyor… onu düşün.”
Hugn bir an başını eğdi. Ardından kitaplıkların arkasına yöneldi. Parmak uçlarıyla taş duvarda gizli bir bölmeyi yokladı. Çıkan mekanik tıkırtının ardından ağır bir sandığı sürükleyerek dışarı çıkardı.
Sandık, eski büyülerle mühürlenmişti. Üzerindeki mühürler hâlâ soluk soluk parlıyordu. Her biri, susturulmuş bir hatıranın, bastırılmış bir gerçeğin sembolüydü.
“Bunu açarsan,” dedi Hugn, gözleri Bloom’un ellerindeydi, “bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Bloom cevap vermedi. Sandığın yanına çömeldi. Parmak uçlarıyla ilk mühürü yokladı. İçinden büyünün tanıdık titreşimi geçti, ama geri çekilmedi. Sessizce ilk mührü kırdı. Ardından diğer ikisini.
Sandık açıldığında, içeriden ağır bir toz ve pas kokusu yükseldi. Ama en çok da, kanın, mürekkebin ve ihanete uğramış güvenin kokusu vardı.
İçinde sararmış parşömenler, mühürlü zarflar, kanla yazılmış anlaşmalar ve mühürlenmiş isim listeleri vardı.
“Zihin Silme Protokolü,” dedi Hugn, fısıltı değil, bir itiraf gibi. “Büyülü Boyut’ta uzun süredir uygulanıyor. Savaşlarda görev almış askerlerin, bazı okul hocalarının, hatta kimi kraliyet danışmanlarının hafızaları silindi. Çünkü bazıları... gerçeği görmeye başlamıştı.”
Bloom’un gözleri sandıktaki belgelerdeydi. Elleri titremiyordu. “Kim verdi bu emri?”
Hugn derin bir nefes aldı. Gözleri yerdeydi.
“Konsey.”
Bloom başını kaldırdı. Şaşırmadı. Ama içi yine de tuhaf bir sarsıntıyla doldu. “Kaç kişinin hayatını çaldılar, Hugn?”
“Çok.”
Bu cevap, bir ölüm fermanı gibi ağırdı. Hugn başını kaldırdı. “Ama en kötüsü… onları yalnızca susturmak için değil, kendilerine inanabilmek için susturdular.”
Bloom sessiz kaldı.
Bir parşömeni aldı. Kanla mühürlenmişti. “Bu belgeler, Konsey’in neye dönüştüğünü kanıtlar. Bir zamanlar düzeni korumak için kurulmuştu. Ama artık yalnızca gerçekleri boğmakla meşguller.”
Bloom, bir diğer belgeyi çekti. Kırmızı mühürlüydü. Açtığında soğuk bir büyü parmaklarının arasından geçti. Parşömenin alt kısmında küçük, dairesel bir mühür vardı. Konseyin sembolüydü. Üzerine kanla imza atılmıştı. “Bu senin imzan,” dedi Bloom. Sesi yükselmedi. Ama odadaki sıcaklığı bir anda yok etti.
Hugn gözlerini kaçırmadı. “Evet. Ben de uyguladım. İnandım. Valtor’un yükselişi…” dedi Hugn. “Her şeyin yüzeye çıkmasına neden oldu. Ben de… sustuğum her yılın bedelini ödemeye hazırım artık.”
Sessizlik çöktü.
“Pişman mısın?” diye sordu Bloom. Bu kez sesi daha yumuşaktı. Ama altında, sanki yılların yüküyle sıkılmış bir soruydu bu.
“Evet,” dedi Hugn. Gözleri dolmuştu, ama yaş dökmedi. “Pişmanlık duyuyorum. Affedilmeyi hak etmiyorum. Ama… en azından doğru olanı yapabilirim.”
Sandığın içinden eski, sarmalanmış birkaç parşömen daha çıkardı. “Bunlar... itiraflar. Kendi el yazımla yazdığım her emir, her emir sonrası yapılanlar. Belgeleri seninle paylaşacağım. Ama bil ki Bloom… bunu açıklarsan, bu sandık benim ölüm fermanım olur.”
Bloom uzun süre sustu. Sonra ileri uzanıp sandığı kapattı. Bakışları Hugn’ın gözlerine kenetlendi.
“Bunu senin için değil, susturulanlar için yapacağım. Konseyin o kürsüsünde, onlara hesap vereceğin günü göreceğim.”
Ardından geri çekildi. Kapıya yöneldi. Ama çıkmadan önce durdu.
Hugn’ın gözleri yere düşmüştü. Gölgesi, kandilin ışığında titriyordu.
“Konseyin karanlığı sandığından daha derin, Bloom,” dedi sessizce.
Bloom başını çevirmeden cevapladı, “bunun farkındayım, Hugn. Bu yüzden artık içinden geçebilecek kadar güçlüyüm.”
Kapı arkasından kapandığında, Hugn yalnız kaldı. Odada sadece fısıldayan büyüler, ve sandığın içindeki geçmiş yankılanıyordu.
Bulutlu Kule
Blutlu Kule’nin dar, gotik kemerlerinden içeri süzülen adımlar yankılandığında, taş duvarlar bile bu adımları tanır gibiydi. Karanlık, ağır ve sabırsız bir şekilde ileri taşınıyordu.
Ember içeri girdiğinde ıslaktı. Yağmur saçlarının uçlarından süzülüp çenesine, ardından zarif boynuna damlıyordu. Derisinin üzerinde minik kıvılcımlar gibi gezinen su damlaları, altınsı gözlerinin altında daha parlak görünüyordu.
Yağmur yüzünden burnunu hafifçe buruşturdu, dudak kenarında alaycı bir sitem kıvrıldı.
“Blutlu Kule’ye davet ediliyorsak, en azından girişte bir şemsiye uzatılabilir,” dedi. Sesi kadifeydi ama içinde taşlamaya hazır bir keskinlik gizliydi. “Ama tabii... burası nezaketle değil, kara büyüyle inşa edilmiş bir yer.”
Kıyafetleri üzerine yapışmıştı, ince derisi vücudunu saran siyah giysisine karışmış, hareket ettikçe alev gibi titreşen bordo eteği bacaklarının çevresinde süzülüyordu.
Kule'nin derinliklerinde yanan soğuk mavi meşaleler, onun geçişini uğursuz bir aurayla aydınlatıyordu.
Trix görkemli taş salonun içindeki devasa aynanın önünde toplanmışlardı. Biri ayaklarını uzatmış, biri dudaklarına koyu bir ruj sürüyor, öteki ise sihrin içinden halkın çığlıklarını dinliyordu. Ember'ın girişiyle birlikte başlarını çevirdiler.
“Ember,” dedi Icy, gözlerini kısıp onu tepeden tırnağa süzerek. “Islakken daha… dikenli görünüyorsun.”
Ember gülümsedi. Tabanı çatlamış bir aynada beliren bir gülümseme gibi, hem gerçekti hem değil.
“Bazılarımız ıslanmaktan pek hoşlanmaz,” diye yanıtladı Ember, gözlerini doğrudan Stormy'e dikerek. “Bazılarımız ise fırtına cadısıdır.”
Cevabı duyan Darcy, Stormy’e göz kırptı ama kimse Ember’ı susturmaya kalkışmadı. O bu Kule’nin konuğu değildi, o, şu anda yükselen karanlık devrimin en ilginç parçasıydı.
Kısa bir sessizlikten sonra odanın ağır, metal kapıları yeniden aralandı.
Valtor.
Her zamanki gibi sakin ama uğursuz bir sükûnetle içeri girdi. Gümüş zırhları meşale ışığında alev gibi parlıyordu. Sırtından çıkan gölgemsi kanatlar kıpırdanmıyor ama orada olduklarını hissettiren baskıyla duruyorlardı. Adımları yumuşaktı ama bir kılıcın bıçağındaki gerilim kadar keskindi.
“Eros,” dedi Valtor. Sesi yankılandığında Kule'nin duvarları bile sessizliğe büründü. “Sabahki gösteri... ses getirdi.”
“Ve kandan fazlasını döktü,” dedi Ember. Bir adım öne çıkıp kalın taş kolonlardan birine yaslandı. Gövdesi ıslak kumaş içinde titreyerek şekil alıyor, gölgelerle dans ediyordu. “Halkta şüphe serpildi. İsyan tohum gibi değil artık... kök salıyor.”
Stormy keyifle kıkırdadı. “Senin gibi biri, bu tür haberleri getirince insanın ister istemez inanası geliyor.”
Ember, başını hafifçe yana eğerek bakışlarını Valtor’a çevirdi. “Ama bunu görmek için kulelerden aşağı inmek gerekir. Eros’un sokaklarında, devrim duvarlara fısıldanıyor. Konseyin adı... bir lanet gibi geçiyor artık. Bunu siz de biliyorsunuz.”
Valtor, sessiz kaldı. Onu rahatsız eden bir şey vardı. Sadece sözlerin doğruluğu değil, bu kadarına Ember’ın nasıl ulaştığıydı.
“Kim verdi bu bilgileri sana?” diye sordu. Gözleri kıvılcım gibi yandı. “Hangi ağın içinde yüzüyorsun?”
Ember, bir an durdu. Ardından, yağmurla ıslanmış saçlarını geriye attı. Gözlerinde açık bir meydan okuma, dudaklarında bir oyunbozan tebessümle cevap verdi, "bazı kadınlar çiçeklerle konuşur. Ben… duvarlarla konuşurum. Ve duvarlar artık fısıldıyor.”
Valtor bir adım daha attı. Kanatlarının gölgesi Ember’ın üzerine düştü. “Ben oyunlardan hoşlanmam.”
Ember, gölgenin içinde kıpırdamadan durdu. Gözleri bir an için Valtor’un gözlerine kilitlendi. Ardından bir adım daha yaklaştı. Parmaklarını Valtor’un zırhının kenarına hafifçe dokundurdu.
“Ve ben... kazanamayacağım oyunlara hiç başlamam.”
Bu dokunuş, ince ama tehlikeli bir kıvılcımdı. Trix kızlarının bakışları keskinleşti. Darcy'nin gözleri daraldı, Icy’nin parmakları soğukla titreşti. Ama Ember sadece cilvesine değil, gücüne de güveniyordu.
Valtor’un gözleri bir an için daraldı, ardından yüzü ifadesizleşti. Bilgiyi paylaşmayacağını anlamıştı.
Ama bir şeyi daha anlamıştı.
Ember… sırlarını saklıyordu, evet. Ama o sırlar… işe yarıyordu.
Valtor’un gözleri, Ember’ın parmaklarının zırhına bıraktığı dokunuşta bir an için takılı kaldı. Soğuk metalin üstünde, ateşle sıvanmış bir gölge gibiydi o dokunuş. Ne kadar hafifse, içindeki meydan okuma da o kadar keskindi.
Ama hoşnut değildi.
Keskin bir bilek hareketiyle zırhından sıyrıldı. Kanatları bir an için gerildi, karanlık duvarlara dek ulaşan bir uğultu yarattı.
“Sınırlarını bil,” dedi. Sesi ne bağırıştı ne de hiddetliydi. Ama içindeki güç, bir fısıltının bile bir evi yerle bir edebileceğini hatırlatıyordu. “Yakınlık, güven kazandırmaz. Bilhassa bana.”
Ember, dudaklarını hafifçe ısırdı. Ardından başını hafifçe yana eğerek geri çekildi. Gözleri hâlâ onunkilerin içinde, ama bakışlarında kırılganlık değil, oyunbaz bir hoşnutluk vardı. Sanki beklediği tepki tam olarak buydu.
“Ah, bu kadar ciddi olman beni ürkütseydi... burada olmazdım,” dedi neşeyle. Bir adım geriye çekildiğinde arkasında yankılanan ayak sesleri Trix kızlarının bakışlarıyla birleşti. Icy’nin dudakları hâlâ sıkılı, Darcy’nin gözleri daha temkinliydi artık.
Valtor’un omuzları hâlâ gergindi. Gözleri onu ölçüyordu, kelimelerin ardındaki niyeti değil, yürekte saklanan karanlıkları tartıyordu.
Ama Ember’ın umurunda değildi.
Çünkü onun burada olma nedeni bu değildi.
Zaten hiçbir zaman Valtor’un kalbini kazanmak gibi bir derdi olmamıştı. Kalbi başka birinin adını fısıldarken, Ember kendisine oyun kurmazdı.
Valtor’un sabah söyledikleri hâlâ zihninde yankılanıyordu.
İşte o an… Ember anlamıştı.
Valtor, onun teklifini sırf kendi intikamı için kabul etmemişti. Belki hiçbir zaman Ember'ın öfkesine gerçekten ortak olmamıştı. Asıl sebep… Bloom’du.
Ve bu gerçek, Ember’ı incitmemişti. Aksine, mutlu olduğu bile söylenebilirdi.
Çünkü Ember, tutku aramıyordu. Güç arıyordu. Devrim istiyordu. Ve Valtor’un kalbinde başka birinin izleri olsa da, onun elleri hâlâ yıkım yaratabilecek güçteydi.
“Senin kalbin...” dedi Ember, sesi yumuşaktı ama içi dikenlerle doluydu. “Başkasının aleviyle yanıyor.”
Valtor ona baktı. Cevap vermedi. Gözleri ne doğruladı, ne inkâr etti. Ama sessizlik bile her şeyi söylüyordu.
Ember hafifçe güldü. “Ruhunu değil, kılıcını istedim. Ve onu da aldım,” dedi. Ardından başını Trix'e çevirdi. “Şimdi... kutlamaları erteliyoruz. Çünkü devrim daha yeni doğdu. Ve doğan her çocuk... önce ağlamayı öğrenir.”
Stormy başını kaldırıp Ember’a baktı. “Sen ağlayan bir çocuk musun, Ember?”
Ember döndü. Yağmurda hâlâ kurumamış saçları omzuna düştü. Gözleri koyu bir gece gibi parladı.
“Hayır. Ben... yanan bir yetimim,” dedi. “Ve yetimler... hikâyesini kimseye anlatmaz. Onlar sadece... yeniden doğar.”
Valtor başını hafifçe geri çekti. Ember artık onun gözünde yalnızca kurnaz bir oyuncu değil, daha derin bir kaosun taşıyıcısıydı.
Ama güvenmiyordu. Güvenemiyordu.
Ve Ember bunu biliyordu.
Bu yüzden gülümsedi. İçinde zerre umut taşımayan bir gülümseme. Sadece zekâsına ve planlarına güvenen bir kadının, en büyük sırrını boğazında tutarak attığı bir adım gibi...
Odada hava ağırdı. Karanlıkta titrek bir mum, taş duvarların gölgesine parmak uçlarıyla dokunuyormuş gibi dans ediyordu.
Ember öne doğru bir adım attı. Yağmurla ıslanmış saçları hâlâ sırtına yapışıktı, ama umrunda değildi. Her adımında botlarının altından su damlıyordu, sanki gelişinin ardından bile huzur yoktu.
“Elimde yeni bir parça daha var,” dedi. Sesi buğulu ama keskin. Bir hançerin ucu kadar soğuk.
Trix hemen döndü. Icy’nin gözleri ince bir buz tabakası gibi kıpırdamadan baktı. Darcy’nin dudak kenarında belli belirsiz bir kıvrım vardı. Şüphe mi, yoksa merak mı, belli değildi. Stormy’nin ise sabırsızlığı neredeyse elle tutulur gibiydi.
Valtor, sessizliğini bozmadı. Karanlık tahtında oturur gibi bir köşede duruyor, gözleri Ember’ın dudaklarına değil, sözlerinin içindeki sızıya kilitlenmişti.
Ember konuşmaya devam etti. “Zihin Silme Protokolü,” dedi.
Kelime, odada bir yankı gibi dolaştı. Sanki duvarlar bile bu sırrı duymaktan hoşlanmamıştı.
“Sistemden şüphelenenler, bazı askerler, kraliyet danışmanları, hatta... okul hocaları.” Ember, her kelimeyi sanki dudaklarında eritip öyle bırakıyordu. “Hepsinin zihni, bir büyüyle silinmiş. Ne hatırladıklarını bilmiyorlar. Belki de... artık kim olduklarını bile bilmiyorlar.”
Stormy alayla burun kıvırdı. “Yani şimdi her karşılaştığımız kişi... potansiyel bir uyuyan ajan mı?”
Darcy daha ciddiydi. “Bu, kontrolün en ileri hali. Hafızanı alırlarsa, sana kim olduğunu dayatabilirler.”
Icy, gözlerini kısmıştı. “Ve kimse fark etmez. Çünkü sen de fark etmezsin.”
Valtor tek kelime etmedi ama başını Ember’a çevirdi. Gözleri derinleşti. Bu bilgi… onu sarsmamıştı ama dikkatini çekmişti.
“Bunu nereden öğrendin?” dedi nihayet.
Ember onun bakışını karşılıksız bırakmadı. Hatta keyifle başını bir yana eğdi. “Sınırlar...” dedi cilveli bir tonda. “Hatırlatmak isterim.”
Valtor’un çenesi kasıldı. Cevap vermedi. Israr etmeyeceğini Ember biliyordu. Gerek yoktu. Çünkü onu asıl ilgilendiren şey, Ember’ın kaynağı değil, söylediğiydi.
Darcy, düşünceli bir şekilde parmaklarını kavuşturdu. “Zihinleri silmek… Sadece ihanet değil. Bu, bireyin en kutsal hakkına bir saldırı. Hafıza... kimliktir. Konsey... kimlikleri çalmış.”
Stormy dişlerini sıktı. “Bu yüzden kimse isyan etmiyor. Bu yüzden halk uzun süre uykudaydı! Gerçekten hatırlayanlar bile… unutturulmuşlar.”
Icy başını sarsarak konuştu, sesi bu kez daha soğuktu. “Bu yüzden Sparks yıkıldığında kimse sesini çıkarmadı. Çünkü hatırlamaları gerekenler… susturulmuştu.”
Valtor’un gözleri hâlâ ondaydı. İçinde kıpırdayan şüphe, bu yeni bilgiyle birlikte farklı bir boyut almıştı. Ember’ın niyeti artık netti: Kaos yaratmak değil, geçmişi uyandırmak.
Ama hâlâ güvenemezdi.
Bu kadının planları vardı. Katman katman, sır katmanlı bir akıl.
Odada hava hâlâ ağırdı. Zihin Silme Protokolü’nün gölgesi, kelimelerin arasına sinmişti. Ama Ember’ın gözleri hâlâ kararlıydı; bakışlarında bir sır daha vardı.
Bir an sessizlik oldu. Tavanın taş kirişlerinden aşağı damlayan su sesi dışında hiçbir şey duyulmuyordu.
Ember aniden döndü. Adımları yavaş ama amaçlıydı. Parmak uçlarıyla pelerinini geriye itti, ardından başını Valtor’a doğru eğdi. “Geri kalanını... yalnızken anlatmak istiyorum,” dedi yumuşakça. Sesi, fısıltıya yakın, ama içinde gizli bir buyruk taşıyordu.
Stormy homurdandı. “Şaka yapıyorsun herhalde.”
Darcy, Valtor’un gözlerini kontrol etmeye çalıştı. Icy ise kıpırdamadan Ember’a baktı. “Bu bilgi hepimizi ilgilendiriyor. O yüzden burada kalıyoruz.”
Ember, onları tek tek süzdü. Gözlerinde alaycı bir kıvılcım belirdi. “Ah, tabii. Güvensizlik... Bu çevrelerde bulaşıcıdır,” dedi tatlı bir tonda. “Ama bu kısım kişisel, sevgili Trix. Sadece... onunla ilgili.”
Valtor, başını hafifçe eğdi. “Ne yapmaya çalışıyorsun, Ember?”
“Bazen soruların cevabı... sadece fısıldanır, Valtor. Ve senin için fısıltılarım var.”
Trix huzursuzca birbirlerine baktılar. Icy, sertçe geri çekildi. “Bu hiç hoşuma gitmiyor.”
Valtor gözlerini kızlardan çekip Ember’a çevirdi. “Beni ilgilendiriyorsa, yalnız duyarım. Çıkın.”
Stormy öfkeyle döndü. “Ne?!”
“Dışarı.” Sesi itiraz götürmezdi.
Darcy, Ember’a kısa bir bakış atıp yavaşça geri çekildi. Icy bir an tereddüt etti ama sonra başını kaldırıp dimdik çıktı. Stormy ise dişlerini sıkarak peşlerinden gitti, kapı taş gibi kapandıktan sonra odada yeniden sessizlik çöktü.
Ember birkaç adım daha yaklaştı.
Valtor hareketsizdi. Omuzları hâlâ savaş sonrası gibi gergindi. Gözleri, onun her hareketini bir tehdit gibi takip ediyordu. “Ne bu şimdi?” dedi. “Yeni bir oyun mu?”
Ember güldü. Sessiz, kısa, ama sanki karanlığa ince bir çizik atan türden. “Hayır. Oyun değil. Gözlerinin altındaki gölgeleri görüyorum, Valtor. Gücün seni parçalayacak gibi. Her adımında... seni yiyor.”
Valtor, dudaklarını sıktı. “Bununla başa çıkabilirim.”
“Baş etmek başka şeydir, dizginlemek başka.” Ember, ellerini yavaşça kaldırdı. Avuç içleri gece mavisiyle parlayan bir sıcaklık yaymaya başladı. “Ben iyileştirebilirim.”
Valtor'un bakışları dondu. “Bana dokunmaya cüret etme.”
Ember gülümsedi. “Oh, bundan çok korkuyorsun, değil mi? Dokunmam... seni etkilemesinden, çözülmenden... hoşuna gitmesinden…”
“Yanılıyorsun,” dedi Valtor, sertçe. “Senin gibi biri bana yakınlaşırsa… bedelini öder. Unutma, Ember. Eğer bir an bile niyetinin tedavi değil de... başka bir şey olduğunu hissedersem, seni bu odada kül ederim.”
Ember başını hafifçe eğdi. “Ne naziksin,” diye fısıldadı. “Ama neyse ki... ben oyun oynamayı severim. Bedel, bazen kazançtır.”
Valtor istemese de bir adım geri çekildi. Sonra, derin bir nefes aldı. “Bir dene. Ama sınırlarını aşma.”
“İşte sevdiğim türden bir anlaşma.” Ember yaklaşırken ellerini birleştirdi. “Bu acı, içindeki güçle savaşmaktan geliyor. Her büyünün bedeli vardır, biliyorsun. Ve senin bedenin… bu kadar yükü daha fazla taşıyamaz.”
Avuçları Valtor’un göğsüne yaklaştı ama dokunmadan önce durdu. Göz göze geldiler. Sessizlik, taş duvarlar kadar sağlamdı. Ardından Ember’ın elleri, zar zor bir temasla karanlık zırhın üzerine indi. Gözlerinden yayılan ışık, odanın gölgelerini bir anlığına kırdı.
Valtor, gözlerini kapatmadı. Sadece kasları gerildi. Göz bebeklerinde, onun büyüsünün içindeki sıcaklığı değil, niyetinin kıvrımlarını izliyordu.
Ember hafifçe eğildi. “Sakinleş, Valtor. Bu sadece… içindeki ateşi ehlileştirmek.”
Ve o an, Valtor’un içinde ilk kez... güç değil, hafiflik dolaşmaya başladı. Bir sükûnet, bir parça huzur… ama bu huzur, onun doğasına aykırıydı.
Bu yüzden gözlerini sertçe açtı. “Bu... yeterli.”
Ember geri çekildi. Ellerini tekrar bedenine indirdi, büyünün parıltısı sönmüştü. Ama yüzündeki gülümseme hâlâ oradaydı. Gizli, cilveli, kontrolsüz.
“Zevkti,” dedi alayla. “Ama seni daha iyi hale getirmem... seni bana borçlu yapmaz. Endişelenme.”
Valtor soğuk bir bakış attı. “Sana borcum olmaz. Sadece… seni gözlüyorum.”
“İzlenmeyi severim,” dedi Ember. “Ama dokunmak kadar eğlenceli değil.”
Valtor sırtını döndü. Ember’ın ayak sesleri hafifçe uzaklaşırken, o hâlâ göğsünde yanan garip huzuru bastırmaya çalışıyordu.
Çünkü bir şeyden emindi.
Ember’ın eliyle gelen sıcaklık... yalnızca iyileştirmek için değildi. İçine sızmak içindi. Ve bu... asıl savaşı başlatan dokunuştu.
...
Valtor’un sesi yankılandıkça galaksiler titriyordu.
Eros’taki ilk ifşa sadece başlangıçtı. Orada yalnızca bir dosya açılmıştı ama devamı… devamı tufan gibiydi.
Limphea’da, binlerce kişinin önünde, gökyüzüne yansıtılan büyüyle karanlık ticaret belgeleri gösterildi. Görüntülerde, Konsey’e ait mühürlerle imzalanmış anlaşmalar vardı. Karanlık Güçle Sürgün Ticareti. Obsidyen Boyutu’yla yapılmış pazarlıklar… “adalet” adı altında sürgüne gönderilen masum büyücüler, karşılığında alınan ölümsüzlük bahşeden karanlık kristaller…
Halk önce inanmadı.
Sonra isimler açıklandı. Yüzler tanındı. Ve inkâr etmek artık kimsenin harcı değildi.
Kıvılcım Orez’e, Kallisto’ya, Dasia’ya yayıldı. Her ifşada, gökyüzünde dev bir projeksiyon beliriyor, Valtor’un sesi yankılanıyor, gerçeğin soğuk alevi dört bir yana saçılıyordu.
Kallisto’da, herkesin önünde şu cümle yankılandı, “Sparks’ın düşüşü… bilinçli bir göz yummaydı. Konsey, saldırıyı günler öncesinden biliyordu. Ama müdahale etmediler. Çünkü Sparks, karanlıkla sürdürülen ticaretin önünde bir engeldi. Ve engeller ya susturulur... ya da yakılır.”
O an gökyüzü bile kızardı. Halk gözyaşlarıyla yere çöktü. Bazıları diz çöküp bağırdı. Bazıları ise sessizce yumruklarını sıktı. Artık kime karşı savaştıklarını biliyorlardı. Sadece karanlığa değil, kendilerine yalan söyleyen sisteme.
Yasaklı Ruh Mührü kayıtları Dolona'da açığa çıktı. Arşiv görüntülerinde, bazı krallık liderlerinin gözlerinin kararışına şahit olundu. Kimileri geçmişini unutarak, birer kuklaya dönüşmüştü. Ve bir isim… halkı derin bir sessizliğe boğdu:
Faragonda.
Belgede, onun döneminde bu büyünün en az üç kez uygulandığı yazılıydı. Bloom, bu gerçeği öğrendiğinde uzun süre tek kelime edememişti. İçinde bir yer sanki sonsuza dek kırılmıştı.
Ama en ağır darbe, Valtor’un son ifşasında geldi.
Konsey, Valtor’un geri döndüğünü biliyordu.
Onu durdurmak yerine, karanlık enerjisinden faydalanmanın yollarını tartışmışlardı. Onu yok etmeyi değil, kontrol etmeyi… hatta belki de kullanmayı planlamışlardı.
Ve işte o noktada, halkın gözündeki korku kırıldı. Korkunun yerini öfke aldı.
İlk isyan Orez’in doğusunda patladı. Halk, yerel Konsey temsilcisinin konutunu bastı. Sonra Limphea’da… Dasia’da… Kallisto’da.
Her gün, Konsey binasının önüne yüzlerce, sonra binlerce kişi toplandı. Onlar artık halk değil, bir uyanıştı.
“Sorularımıza cevap verin!”
“Zihinlerimizi geri istiyoruz!”
“Biz size inandık, siz bizi sattınız!”
Kalkanlar kuruldu, askerler çağrıldı. Ama artık ne büyü, ne düzen, ne de yalan bir halkın uyanışını bastırmaya yetiyordu.
Valtor… her seferinde görünmüyordu. Ama halk onun ismini her gün daha da çok anıyordu. Ona “kahraman” diyen yoktu.
Ama ona “yalanın sonu” diyen çoktu.
Tüm bu olanlar olurken Bloom, yüksek bir kulede duruyordu. Elinde topladığı tüm belgeler… parmak uçlarında tükenmişliği hissediyordu.
Bir zamanlar korumak için savaştığı düzen, çürümüş bir leş gibi gözlerinin önüne serilmişti.
İçinden bir şeyler haykırmak istiyordu. Ama kelimeleri çoktan yanmıştı.
“Bizi doğru bildiğimiz yalanlar büyüttü,” diye fısıldadı kendi kendine. “Ve şimdi… o yalanlar kendi külleriyle üstümüzü örtüyor.”
Ama bu sefer… yanan sadece o değildi.
Bu sefer, herkes alevlerin içindeydi.
Ve artık, kendisine ait olan çalınmış mirasını geri alma vakti de gelmişti
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |