
Gece, Magix’in üstüne kalın bir perde gibi inmişti. Saat 04:00’ü biraz geçmişti. Müzeyi çevreleyen büyülü duvarlar, yüzyıllardır olduğu gibi sessizliğini koruyor, rüzgâr bile çekinerek esiyordu. Fakat o gece… sessizlik, bir şeyin yaklaşmakta olduğunu fısıldıyordu.
Müzenin etrafında nöbet değişimi yaklaşırken, kulelerin tepesinde duran koruyucular sıkılmaya başlamıştı.
Alışkanlıkla aynı büyü kontrol noktalarını tarıyor, içlerinden geçen herhangi bir enerji dalgasını kayda geçiriyorlardı.
Ama onların ölçtüğü şey büyüydü…
Ve içeri girmekte olan, bir büyücü değildi.
Müzenin en yüksek çatısında bir gölge kımıldadı. Rüzgârı bile ürküten bir sükûnetle gelen varlık, çatı taşlarının arasına sinmişti.
Kadındı.
Ama bir adla çağrılamayacak kadar yabancıydı bu dünyaya. Ne bir simge taşıyordu üzerinde, ne bir krallığa aitlik hissi.
Zifiri siyah, her kıvrımı bedenine kenetli bir tulum giymişti. Yüzünün yarısı sargılarla örtülüydü. Dudaklarının kenarı bile görünmüyordu. Gözleri hariç. Sadece gözleri.
Sarı...
Yalnızca sarı değil; soğuk, canlı, sabit bir ayaz gibi gözleri…
Dizlerini yere koydu. Başını hafifçe öne eğdi. Elini çatının altındaki taş sıralarına yerleştirdi. Taşların altından geçen büyüsel damarı hissedebiliyordu; bir zamanlar yüksek konseyin çizdiği rünler hâlâ buradaydı.
Büyüye tepki veren duyu çizgileri. Herhangi bir büyü enerjisi, tutarsız bir aura ya da yabancı bir varlık... hemen alarmı devreye sokardı.
Ama kadın büyü kullanmıyordu. Zihnini boşaltmıştı. Niyetini saklamıştı. Tüm varlığını sessizliğe teslim etmişti.
Ve büyü, onu fark etmedi.
Bir gölge gibi kaydı aşağıya. Parmak uçlarında, sessizce. Müzeye açılan en yüksek pencereye geldiğinde hiç durmadı. Camın kenarını yokladı ve tek bir hamleyle bir pencereden sızdı.
Giriş salonunu geride bırakırken, arkasında hiçbir iz bırakmadı.
Ayak sesleri yoktu. Silahsızdı, gözle görülür bir güç yaymıyordu. Ama öyle bir kararlılık taşıyordu ki, sanki her adımı bir geçmişi yok etmeye kararlıydı.
Kameralar birkaç noktada asılı duran gözler gibi izliyorlardı ama hiçbirine yakalanmadı. Ne çehresi seçilebiliyordu ne hareketleri. Kimi yerde kör noktaları kullanıyor, kimi yerde görünmeden geçiyordu. Bazen yalnızca bir nefes aralığı kadar bekliyor, sonra süzülen bir duman gibi ilerliyordu.
Koridorlarda ilerledikçe hava soğuyordu. Kadim büyüler, bu katlarda sık sık kullanılırdı. Bazı yerler kendini sıkıntılı hissettiren, kemiklere işleyen bir uğultuyla titriyordu. Ama kadının bakışları değişmiyordu. Ne korku ne huzursuzluk… Yalnızca sessiz bir odak.
Kapıya vardığında, dizlerinin üzerine çöktü. Parmak uçları, cam yüzeyin altına gizlenmiş ikinci alarm sistemini hissediyordu. Bu büyü, eski bir savunma türüne dayanıyordu, ışıkla yazılmış tılsımlar, yalnızca saf niyetle yaklaşanları içeri alıyordu.
Kadının niyeti ise karanlık değildi… sadece kararlıydı. Bu yüzden sistem onu dışlayamadı. Çünkü ne korumaya çalıştığı ne de korumaya çalışanlar, onun gibi bir varlığı hesaba katmamıştı.
Kapı hafifçe aralandı. İçeride, yüzlerce yıl öncesine ait efsanevi nesneler sessizce sergileniyordu. Sol köşede Ejderha Ateşi Taşı, hemen yanında Oritel’in Mührü, biraz daha ileride Marion'un kılıcı ve en geride Daphe'nin Su Kristali.
Ve ortada... hepsinden daha önemli, zarif ama gözalıcı duran, Sparks Tacı.
Zamanı taşıyan, hanedanı temsil eden, eski gücün ve mirasın simgesi.
Kadın yavaşça odaya süzüldü. Adımları neredeyse rüzgârın dansı gibiydi. Etrafına, cebinden çıkardığı iğne başı kadar küçük cihazları yerleştirmeye başladı. Her biri yere bastığında neredeyse görünmez hale geliyordu.
Işınlanma çipleri, daha önceden özel olarak programlanmıştı. Koordinatlar, zamanlamalar, hepsi ayarlanmıştı.
Tüm çipler yerleştiğinde, son kez cam kürsünün önünde durdu. Sparks Tacı, saf safir ve gümüşle işlenmiş, etrafında yıldız tozunu andıran kristallerin döndüğü bir yapıya sahipti.
Bir kraliçeye değil, bir tanrıçaya aitmiş gibiydi.
Kadın bir an durdu. Sarı gözleri camın ardındaki taçta sabitlendi.
Bir titreme mi vardı parmaklarında?
Hayır… sadece kararlılığın sınırında duran o sükûnet.
Yumruğunu sıktı. Ve tek bir darbede, camı paramparça etti. Camın tiz çığlığı tüm salonu doldurdu. O an, tüm sistemler uyandı. Alarmlar çalmaya başladı. Büyü kalkanları yeniden aktifleşti, ancak artık çok geçti.
Kadın, hiçbir tereddüt göstermeden sırtındaki kumanda paneline bastı. Odaya yerleştirilen tüm çipler bir anda parladı ve aynı anda, yüzlerce yıllık hazineler birer ışık huzmesiyle yerlerinden yok oldu.
Kadın, Sparks Tacı’nı çantasına yerleştirdi. Parmakları dikkatliydi.
Muhafızlar kapıda göründüğünde, kadın çoktan yukarı tırmanmaya başlamıştı. Duvardaki oyukları bir kertenkele çevikliğiyle kavrıyor, süzülen bir gölge gibi yükseliyordu. Muhafızlardan biri bağırdı: “Dur! Kimsin sen?!”
Kadın cevap vermedi. Cevap yerine, havaya bir toz bombası fırlattı. Küçük küre havada patladığında, etrafa yoğun bir boya sisi yayıldı, karanlık mavi ve mor.
Tılsım bozucu toz… gözleri yakıyor, büyü algısını bastırıyor, dengeyi kırıyordu.
Son bir bakış attı arkasına. Tacın yeri boştu. Salon suskundu. Sadece alarm çığlıkları hâlâ titriyordu.
Kadın pencereden dışarı atladığında, şehir hâlâ uykudaydı.
Çoktan diğer çatıya iniş yapmıştı bile. Gecenin gövdesine karışmıştı. Arkasında sadece yankılanan bir alarm sesi, kırık bir cam ve boş bir taç kürsüsü kalmıştı.
Tacın yokluğu…
Ve o sarı gözlerin bıraktığı tehdit: Bu, yalnızca başlangıçtı.
On Üç Gün Önce
Saray artık bir harabeye değil, bir ihanete benziyordu. Sayfaların arasında yankılanan eski fısıltılar bile Bloom’un kulaklarına yalnızca tek bir kelimeyi fısıldıyordu: aptal.
Parmak uçları, taş rafa yaslanmış bir kitabın kapağında donmuş kalmıştı, ama gözleri hiçbir satırı göremiyordu.
Titriyordu...
İçten içe, derin ve acı veren bir sarsıntıyla. Kalbinin içi öyle doluydu ki, taşıyamadığı bir ağırlık gibi, boğazına oturmuştu hıçkırıkları.
Nefes almaya çalıştı. Ama her nefes, sanki Valtor’un dudaklarından fısıldanan o yumuşak cümlelerin yankısıyla zehirleniyordu. “Sana asla yalan söylemem.” demişti.
Göğsüne yaslanmış, gözlerini karanlığa kapatırken. Onun kolları, güvenin biçim bulmuş hâli gibi sarıp sarmalamıştı Bloom’u.
Şimdi ise o güven, ellerinin arasından kayıp giden sıcak bir hayal gibiydi.
Kendini onun yanında ne kadar savunmasız bırakmıştı...
Her sırrını açmıştı. Tenini, yüreğini, en karanlık korkularını bile gözlerinin önüne sermişti.
Valtor’a sığınmıştı. Çünkü bir yerde, bir şekilde onun gözlerinde kendisine dair bir kurtuluş umudu görmüştü. Ama şimdi... Şimdi yalnızca kendi saflığını görüyordu.
Valtor’un sözlerine, dokunuşlarına, bakışlarına inanan zavallı bir kız çocuğuydu o.
Onun dokunuşlarıyla kendini savunmasız bırakmış, onun fısıltılarıyla geceleri susturmuştu içindeki korkuyu. Oysa şimdi anlıyordu: Valtor’un suskunluğu, yalnızca yeni bir yalanın arifesiymiş.
Yüzünü avuçlarının arasına gömdü. Omuzları yavaşça titredi. Sessizce ağlıyordu. Bu ağlayış bir çığlık değildi, bir isyan da değil. Daha çok, içten içe parçalanan bir kalbin fısıltısıydı.
Kendine öfkeliydi...
Onun bakışlarında merhamet sandığı şey, belki de yalnızca zaferin sessiz zevkinden başka bir şey değildi.
Bloom, onun gözlerinde yansıyan kendisine âşık olmuştu. Ama o gözlerin ardında ne olduğunu hiç görememişti.
"Nasıl bu kadar aptal olabilirim..." diye fısıldadı, sanki kendi kendine lanet okur gibi. “Nasıl… nasıl sana inandım…”
Valtor’a kızgındı. Ama ondan daha çok kendine. Çünkü hiçbir şey onu böyle kandıramazdı, eğer kalbinin ta içinde bir şey, kandırılmak istememiş olsaydı...
Valtor’un karanlığı bile bile adım atmıştı onun yanına. Belki de en başından beri kurtulmak istememişti. Ama Valtor’un onu sevdiğine inanmıştı.
En azından bir anlığına bile olsa…
Ama şimdi, o inanç, kırılmış bir aynanın cam parçaları gibi saplanıyordu göğsüne.
Kendisinden başka kimse duymuyordu o acıyı.
Saray sessizdi...
Ve Bloom, kendini ilk kez bu kadar çıplak hissediyordu.
İçindeki ejderha bile sustu, içindeki ışık bile elini çekmişti ondan. Çünkü ihanet yalnızca güvensizlik değil, bir bütün olarak yoksunluktu.
Gözyaşları kitapların arasında sessizce yere damlıyordu.
Ve o an, Bloom ilk kez gerçekten yalnızdı.
Valtor'un dokunuşunu, sesini, nefesini arzularken aynı anda nefretle geri itmek istiyordu.
Aşkın yerini bir uçuruma bıraktığı o tuhaf hâlde, kalbi kendi elleriyle boğulmuş gibiydi.
Kendi güvenini, kendi karanlığını ve kendi umudunu bir adama teslim etmişti, şimdi ise, geriye yalnızca yıkıntılar kalmıştı.
Ay, taş kulelerin arasında bir hayalet gibi dolaşıyor, sarayın pencerelerinden sızarak kadim salonları soğuk gümüşle boyuyordu. Zaman, bir tür sessizlikle durmuş gibiydi.
Duvarlardaki duvar halıları kımıldamıyor, şöminelerin içi günlerdir sönmüş bir hüzün gibi karanlık kalıyordu. Tavanlar, hâlâ eski ihtişamdan izler taşısa da saray bir o kadar ruhsuzdu.
Bloom ağır adımlarla koridorlarda ilerliyordu. Üzerindeki bordo palto onu, az da olsa soğuktan koruyordu.
Uzun kızıl saçları geceye karışmış, adeta kendi gölgesi gibi sessizce onu takip ediyordu. Ayak sesleri her adımında koridorlarda yankı yapıyordu; sessizlik adeta çığ gibi büyüyordu.
Elinde tuttuğu Sparks kitabının bir sayfasındaki tabloya bakıyordu.
Marion ve Oritel’in evlendikleri günü gösteren, mutluluk dolu bir tablo...
Durdu. Bir sütunun önünde uzun uzun durdu. Parmakları tabloyu sıktı. Dudaklarını ısırdı, gözlerini yumdu.
Tam o sırada bir rüzgâr esti. Pencereler kapalıydı.
Sonra, bir ışık huzmesi. Ardından beş figür bir anda, Sparks’ın taş zeminine ayak bastı.
Bloom arkasına döndüğünde, gözlerinde hem bir şaşkınlık hem de bir özlem parladı. Ama sonra… o yüzler. O sesler.
“Bloom!” dedi ilk gelen. Stella'ydı. Gecenin sarı yıldızı gibi parlıyordu.
“Sonunda seni bulduk,” dedi Layla, gözlerinde hem öfke hem sevinçle.
Musa sessizdi. Ama gözleri dolmuştu. Elleri karnının önünde kenetlenmişti, sanki Bloom’a dokunmaya korkuyordu.
Tecna yaklaşarak, “Sihir izini takip ettik. Bir enerji izi bıraktığını biliyorduk. Günlerdir seni arıyoruz,” dedi, sesi biraz titrek.
Flora en son çıkan oldu. “Senin... incindiğini biliyoruz, Bloom. Kalbin... çok uzaktaydı bizden.”
Bloom geri adım attı. Sanki affedilmeyi hak etmeyen biri gibi.
“Kızlar...” dedi sessizce, ama sesi çatladı.
Stella öne atıldı. “Sana ulaşamadık, mesajlara dönmedin, kapıları kapattın. Seni tanıyorum Bloom, sen böyle içine kapanınca... Kalbinde hep bir şeyler eksik kalıyor.”
Bloom’un bakışları uzaklaştı. “Parçalanan sadece ben değilim,” dedi. “Krallığım... soyuldu. Taç, mühür, annemin kılıcı, Daphne’nin kristali... her şey... hepsi elimden alındı.”
Stella hemen Bloom’un yanına geldi, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan, sarsılmaz bir kararlılıkla konuştu, “Bloom, biz sadece arkadaş değiliz… biz aileyiz. Taçlar, kılıçlar, kristaller, altınlar… hepsi geri alınabilir. Ama seni kaybedemeyiz.”
Layla bir adım öne çıktı, ellerini iki yana açarak devam etti, “ve sen hâlâ ayaktasın. Bu saray ayakta duruyorsa, senin varlığın sayesinde! Kırık da olsa, içinde hâlâ savaşacak güç var. Ve biz onu yeniden inşa etmek için buradayız.”
Musa yaklaşarak Bloom’un yanına geldi, onun sol tarafına geçti. Sessizce omzuna dokundu. “Sana yalan söylemeyeceğiz,” dedi, sesi hafif ama netti. “Seni bulmamız uzun sürdü çünkü… çünkü sen bizi bile ittin. Ama artık burada, karşındayız. Gitmiyoruz.”
Tecna, elindeki holografik küreyi kaldırdı, parmakları hızla gezindi ve havada kristalimsi bir harita belirdi. “Hazinelerin tarihi değer taşıyan kısmı bildiğimiz gibi Magix Müzesinde sergileniyor. Geri kalan maddi hazine ise Büyük Konsey kararınca zapta geçirilmiş ve Magix kasasına koyulmuş.”
Flora yumuşak bir sesle konuştu, “Onları almak için Faragonda'yla yekrar konuşabiliriz. Eminin bir yolu vardır.”
Bloom başını iki yana salladı. “Faragonda... bana tek kelime etmedi. Ne zaman soru sorsam, yüzümü başka bir savaşa çevirdi. Son Işık Savaşı, Valtor’un dönüşü, sonra kaos. Meğer arkada... kendi kararlarını alıyormuş. Benim adıma. Benim yokluğumda.”
Flora ileri atıldı. “O sana asla böyle davranmazdı, Bloom. Faragonda seni... kızı gibi sever.”
“Sevgi böyle mi olur?” diye bağırdı Bloom. Gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı, ama sesi ateş gibiydi. “Sevgi, senden gizlemek midir? Güçsüz görünmeyeyim diye mi sustular? Ben mi yetersizdim? Yoksa... bana hiç mi inanmadılar?”
Stella sessizleşti. Yavaşça Bloom’un elini tuttu. “Kimse seni yetersiz görmedi, Bloom. Ama... sen kendini cezalandırıyorsun gibi.”
Layla yutkundu. “Ama bu senin hatan değil. Biz… sana daha çok destek olmalıydık.”
Bloom gözlerini yere dikti. “Bu konuda sizin hiçbir suçunuz yok kızlar. Ben yalnızca, bırakmak istedim. Yoruldum... "
Flora ona sarıldı. Sessizce. “Sen yalnızca... sevilmek istedin Bloom.”
Tecna yavaşça yaklaştı. “Ve bu seni asla zayıf yapmaz.”
Musa usulca, neredeyse fısıldar gibi sordu: “Biz daima yanında olacağız Bloom, sana ait olanları alacaksın, elimizden geleni yapacağız.”
Bloom başını kaldırdı. Gözleri hâlâ yaşlıydı ama içlerinde yavaş yavaş beliren bir kıvılcım vardı.
Stella gülümsedi. “Yalnız değilsin.”
Layla başını salladı. “Asla da olmayacaksın.”
Flora, Bloom’un ellerini tuttu. “Bizimle gel çiçeğim, burada yalnız başına, bu soğuklukta kalma. Kendine daha fazla eziyet etme.”
Tecna bir adım öne çıktı. “Bir yolunu bulacağımıza eminim. Biz Winx'iz, hedefimiz neyse gerçekleştiririz.”
Musa omuz silkti. “Ve gerekirse... biraz da ses çıkarırız.”
Bloom başını salladı. Hafifçe güldü, acının içinden çıkan zayıf ama gerçek bir gülüştü bu.
“O hâlde,” dedi, bordo paltoyu omzuna tekrar çekip ayağa kalkarken, “Winx geri döndü.”
Gülüşmeler Sparks Sarayının yıkık duvarında tane tane yayılırken Tecna’nın gözleri, Bloom’un omzundan aşağı doğru sarkan bordo paltoda takılı kaldı. Ay ışığı, kumaşın iç dokusunu ortaya çıkaracak kadar netti. O rengi, o kumaşı ve üzerindeki neredeyse görünmeyen ama belirgin yanık izlerini tanıyordu.
Gözleri bir anlığına irileşti, sesi boğazına düğümlendi. Sonra adım attı. “Bloom… üzerindeki palto…” diye fısıldadı, ama cümle yavaşça kesildi.
Stella başını çevirip baktı. Gözleri bir anda kısıldı. “Bu... bu Valtor’un paltosu değil mi?”
Sesi sertti, ama içinde bir inanamama titrekliği vardı.
Layla kaşlarını çattı. “Valtor’un?” Tekrar paltoya baktı. “…Hayır. Bu şaka olmalı.”
Musa geri çekildi, gözleri Bloom’un üstünden Valtor’un izlerini ararcasına gezindi. “Bloom… bu gerçekten onun mu?”
Sesi sakindi ama altında bastırılmış bir hayal kırıklığı vardı.
Bloom gözlerini kaçırdı. Sanki giysisi birden çıplaklık gibi üzerine yapışmıştı. Parmakları paltonun kenarına sıkıca tutundu ama söküp atmaya cesareti yoktu.
Flora çoktan bir adım geriye çekilmişti. Gözlerinde karışık bir ifade vardı. Üzgün… ama aynı zamanda kırılmış. “Bloom, bize söylemediğin bir şey mi var?”
Bloom konuşmadı. Yalnızca yutkundu.
Tecna daha yumuşak bir tonla ama yine de endişeyle sordu: “Onunla birlikte miydin? Bunca zaman… onunla mıydın?”
Bloom’un dudakları aralandı ama ses çıkmadı. Nefesi boğazına takıldı. Sonunda, başını eğdi ve bir çöküş gibi kelimeler dudaklarından döküldü, “evet…”
Sarayın içinde yankılanan sessizlik neredeyse kulakları tırmalıyordu.
“Evet,” dedi tekrar, sesi bu kez çatladı. “Onunlaydım. Bana yalan söyledi. Beni kullandı. Her şeyi…”
Layla hayretle konuştu, “Nasıl… nasıl olur? Valtor Bloom! Sparks’ı yok edenlerden biri! Krallığıma ne yaptığını biliyorsun! Sana... bize ne yaptığını biliyorsun!”
Bloom, adeta dizlerinin bağı çözülür gibi çömeldi yere. Kırıkı mermerlerin döşediği taş zemine, elleriyle tutunarak kendini taşıdı. Başını öne eğmişti, paltosu omzundan düşüp yere yayıldı.
Gözyaşları artık sessiz değildi.
“Biliyorum… Tanrım, hepsini biliyorum… ama... inandım. Gözlerinin ardında bir şey vardı. Kurtarılabilecek bir şey sandım. Onu değiştirebilirim sandım. İçindeki... o karanlığı anlayabileceğimi. Belki… onu sevdim. Hayır… onu gerçekten çok sevdim!”
Sesi paramparça olmuştu.
“Ve o… o bana yalan söylemediğini söyledi. Gözümün içine bakarak… bana her şeyi anlatacağını söyledi. O kadar yalnızdım ki… o kadar çok şey yitirmiştim ki… bir sıcaklığa sarıldım. Karanlık bile olsa…”
Musa sessizce yaklaştı, diz çöktü ve onunla aynı hizaya indi. “Ve o sıcaklık seni yaktı,” dedi alçak bir sesle.
Bloom, başını ellerinin arasına aldı. Akan gözyaşlarının ardı arkası kesilmiyordu. “Beni mahvetti. Kendimi kaybettim. Güvenimi, umudumu… size olan inancımı bile kaybettim. Her şeyi... onun ellerine verdim. Ve sonunda... elimde sadece... bu palto kaldı.”
Gözyaşları şiddetlenmişti. Hıçkırıklar, tüm saraya yankı yapıyordu artık.
Ama bu bir pişmanlık çığlığıydı.
Stella dişlerini sıktı, gözleri parlıyordu. Gidip o paltoyu tekmelemek, yok etmek istedi belki ama… sonra Bloom’a baktı.
Ve gözleri yavaş yavaş doldu...
Tecna bir veri gibi çözmeye çalıştı bu anı, ama rakamlar bile anlamını yitirmişti. "Bloom... bu sadece duygusal bir yakınlık mıydı. yoksa... daha fazlası mı oldu?" Sesinde teknik bir soğukluk vardı ama altı kırılgandı, çünkü kalpler mantıkla ölçülemiyordu.
Bloom, gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü kaldırdı. Gözleri boşluğa bakar gibiydi. Dudakları büzüldü. yutkundu. Sonra gözlerini sımsıkı kapattı. "daha... daha fazlasıydı."
Stella, titreyen sesiyle, “Bloom…” dedi, kelimeler boğuk ve yetersizdi. “Biz… yanında olacağız.”
Tecna, hâlâ şaşkın, ama kararlı, “Bu… bunun bedelini ödeyecek. Biz sana inanıyoruz.”
Layla'nın sanki kelimeler boğazına düğümlenmiş gibiydi. Sadece başını salladı, gözleri doluydu.
Flora hafifçe yana yaklaştı, Bloom’un omzuna dokundu. “Korkma. Yanında biz varız.”
Bloom titredi, o an kelimelerden yoksundu. Kızlar yavaşça onu sardılar, kolları güven verici bir çember oldu.
“Birlikteyiz,” dedi Tecna, “Kimse seni yalnız bırakmayacak.”
Sessizlik içinde, bir an sanki bütün dünya durdu. Gözyaşları yavaşça dizginlendi. Bloom, kızların sıcaklığında küçücük bir güç buldu.
“Valtor… öyle kolay kurtulamaz,” diye fısıldadı Stella, “Yaptıklarının hesabını verecek.”
Musa, kararlılıkla ekledi, “Ve biz onu durduracağız. Seninle birlikte.”
Bloom, gözlerini açtı, sessizce onlara baktı. İçinde bir yerde kırık ama sarsılmaz bir umut filizlendi.
Bu Sırada
Bulutlu Kule
Bulutlu Kule’nin gökyüzünü yaran kulelerinden biri, geceye inat alev alev yanıyordu. Bina sarsılıyor, taşlar çatlıyor, duvarlardaki büyü mühürleri bir bir parçalanıyordu. İçeride yankılanan sesler öyle kuvvetliydi ki, büyülü bariyerlerin arkasında bile yankılanan bir çığlık gibi iç organlara dokunuyordu.
Valtor’un odasının kapısı, içeriden fırlayan büyü dalgasıyla paramparça olmuştu. Duvardan geriye yalnızca yanık izleri ve erimiş taş parçaları kalmıştı. Koridorun ucundan gelen gürleyişler, fırtına öncesi uğuldayan bir dağ gibi yükseliyordu.
Trix gecelikleri içinde, tereddütle birbirlerine bakarak o karanlık odaya adım attılar. İçeri girer girmez karşılaştıkları manzara, tüm bedenlerini bir anda soğukla karıştırılmış bir korkuya gömdü.
Valtor, artık neredeyse insanlıktan çıkmış bir halde, odasının ortasında ayakta duruyordu.
Kolları ve dizlerinin altı, siyah pullarla kaplıydı. Her pul, kızıl ışıkla titreşiyor, hareket ettikçe bir ejderhanın sırtını andıran kabuklar gibi çatırdıyordu. Üst bedeninin yarısı hâlâ çıplaktı. Sol omzunda ve sağ omzunda, ayrıca kollarında bileklerine kadar uzanan gümüş zırh parçalarıysa, karanlıkta ay ışığını yutmuş gibi silik bir şekilde parıldıyordu.
Sırtından yükselen kanatlar, neredeyse odanın tamamını kaplamıştı. Kanatlarının dış çerçevesi boynuzumsu sertlikte, her kemik çıkıntısının üstüne gümüş zırh perçinlenmişti. Aralarından süzülen dumanlar, her kanat hareketinde alevli bir hırıltı çıkarıyordu. Belinden aşağıya kadar uzanan, siyah pullarla kaplı devasa bir kuyruk; gümüş zırh halkalarıyla güçlendirilmişti ve zemini her vuruşta çatlatıyordu.
Valtor’un gözleri… gözleri artık insan değildi. Kızılın karanlığa karıştığı o bakışlar, tamamen Bloom’a odaklanmıştı. Dudaklarından dökülen her sözde onun adı vardı. Ama bu, sevgiyle söylenen bir isim değil; takıntının, yıkımın, kıyametin adıydı artık.
“BLOOM!” diye haykırdı, sesi sanki içinden bir ejderha çıkarcasına yankılandı. “ONU İÇİMDEN SÖKEMEZLER! BENİ SUSTURAMAZLAR! Onu alacağım… geri alacağım…”
Bir kolunu savurduğunda, duvardaki tüm kitaplar havada patladı. Zemin parçalanıyor, büyüyle mühürlenmiş eşyalar küle dönüyordu.
Darcy geri çekildi, ama gözleri hâlâ Valtor’un üzerindeydi. “Ona ne oldu böyle?” diye fısıldadı. Korkusu, hayranlığına karışmıştı.
Stormy, elleri titreyerek geriye doğru bir adım attı. “Bu... bu artık o değil… Bu bir canavar.”
Ama Icy... Icy yalnızca bakıyordu. Gözleri genişlemiş, dudakları aralık kalmıştı. “Hayır,” dedi, sesi boğuktu. “Bu onun gerçek hali.”
Valtor başını onlara çevirdiğinde, gümüş zırhın arasından boynuna kadar yayılan kızıl parıltılar sarsıldı. Dişleri sivrileşmişti, neredeyse ejderhamsıydı artık. Ama hâlâ konuşabiliyordu.
“Çıkın buradan. Şimdi.” dedi, sesi kükremeye benzer bir gırtlaktan çıkıyordu. “ONU DÜŞÜNMEKTEN BAŞKA HİÇBİR ŞEYE TAHAMMÜLÜM YOK!”
Kanatlarını bir anda açtığında, rüzgar gibi patladı hava. Trix’in saçları savruldu, ayakta zor durdular. Zemin çatladı. Valtor’un öfkesi her an patlamaya hazır bir yanardağ gibi içten içe kabarıyordu.
Ve tüm bu yıkımın, bu dönüşümün, bu deliliğin ortasında... sadece bir şey vardı zihninde. Bloom.
Onu kaybetmemişti. Kaybedemezdi. O kız onun kanına işlemişti. Ruhunun içine kadar çektiği, bastıramadığı, vazgeçemediği şeyin adıydı.
Valtor’un elleri titreşerek yumruk oldu. Gözlerini gökyüzüne kaldırdı. Ve karanlık odayı bir kez daha sarsan çığlıkla haykırdı, “YA BENİM OLUR… YA DA YOK OLUR!”
Ve işte o anda, Trix korku dolu bir adımla geri çekilirken, içlerinden hiçbiri o anı inkâr edemedi:
Valtor bir ejderhaya dönüşüyordu. Ama sadece bedeninde değil… kalbinde de.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |