
Bulutlu Kule’nin karanlık taşlarının üzerine çöken geçip giden bu iki günün sessizliği, devrimden sonra ortaya çıkan yeni düzenin ilk nabzı gibiydi; temkinli ama umutla aydınlanan bir nabız.
Krallıklar, güçlerini ve hazinelerini Konsey’in elinden geri almış; yüzyıllardır süren o yapay hiyerarşinin çökmesiyle birlikte kendi gölgelerini kendi ışıklarında tanımaya başlamışlardı.
Icy, kendi krallığının yeniden doğuşuna tanıklık etme arzusuyla Diamond'a gitmiş, bir prensesin taşıyabileceği ağır sorumluluğu omuzlamıştı.
Bulutlu Kule ise bambaşka bir dönüşüm yaşıyordu. Savaşın, devrimin ve dağılmış düzenin ardından buraya sığınan periler ve cadılar, başlangıçta birbirlerine temkinli yaklaşmışlardı. Fakat her gün biraz daha, büyü enerjilerinin çatışmasının yerini garip bir uyum almaya başladı. Gergin bakışmalar yerini hafif alaycı ama samimi atışmalara bıraktı; büyü pratiklerinde yardımlaşmalar arttı; koridorlarda artık hem sihir kıvılcımlarının hem de gülümsemelerin izleri dolaşıyordu. Herkes bir diğerinin geçmişini, motivasyonlarını, korkularını yavaş yavaş öğreniyor; anlaşamamazlıklar hâlâ vardı ama artık sürtüşmeler düşmanlığa değil, karakter farklarına yoruluyordu.
Kule, tarihte ilk kez gerçek bir ortak yaşama alanına dönüşüyordu.
Winx, Trix ve Uzmanlar aynı masada oturuyor, aynı gruplarda çalışıyor, aynı koridorlarda birbirlerine omuz atıyor ama sonunda birbirlerine gülüyorlardı.
Tekdüze bir uyum değil; tam tersine, inişli çıkışlı ama güven dolu bir alışma…
Peri ve cadı doğalarının çatışan yanları hâlâ ara ara yüzeye çıkıyor; ama bu çatışmalar artık bir savaş değil, büyüyle güçlendirilmiş bir tartışma gibi yaşanıyordu.
Flora ile Darcy’nin bitkiler ve gölgeler üzerine süren bitmek bilmez fikir ayrılıkları, Musa ile Stormy’nin kavga ederek başlayan ama birlikte dans ederek biten tartışmaları, hepsi yeni düzenin parçalarıydı.
Bu bütün karmaşanın ortasında Bloom vardı. Ve Bloom… eskisi gibi değildi. Bir krallığın varisi, Ejderha Ateşi’nin koruyucusu, devrimin kıvılcımını yakan kişi olmanın ötesinde; artık yanında Valtor vardı. Onun gölgesi, nefesi, varlığı… Bloom’un adımlarına bile sinmişti. Kız ne kadar denerse denesin, Valtor’un yanından fazla ayrılmıyordu; ayrılmak da istemiyordu. Kule’nin taş merdivenlerinden inerken bile Bloom’un bakışları, Valtor’un en ufak hareketini takip ediyor; Valtor konuştuğunda Bloom’un tüm dikkatini ona çevirdiği herkes tarafından fark ediliyordu.
Ve Winx bunu görmezden gelmiyordu elbette. Aralarında fısıldaşıyor, birbirlerini dürtüyor, bakışlarla konuşuyor, fırsat buldukça Bloom’la dalga geçiyorlardı. Kötü niyetle değil; kızlarının büyüleyici bir aşka bu denli kapılmış olmasını tatlı bir şefkatle izleyerek…
Hatta Stella, Bloom’un yüzüne her baktığında “gözlerindeki bu ışık ya Ejderha Ateşi ya da Valtor’un eseri” diyerek kahkaha atıyordu.
Musa, Bloom’un dikkatinin en ufak seste Valtor’a kayışına içten içe şaşarak gülüyor;
Tecna bunun tamamen hormonal bir yan etki olduğunu iddia ediyordu; Flora ise gözlerinde utangaç ama memnun bir anlayışla sadece Bloom’un mutlu olduğuna seviniyordu.
Bloom bazen kızarıyor, bazen gülüp geçiyor, bazen de utanıp konuyu değiştiriyordu ama kızların alaylarının onu hiçbir şekilde rahatsız etmediği açıktı.
Valtor ise tüm bu durumdan hem eğleniyor hem de hafif bir memnuniyet taşıyordu. Bloom’un yanında sakin, kontrollü ama dikkatini tamamen ona veren o halini görmek… onun için hem güç hem de tuhaf bir huzurdu.
Tüm bu bireysel değişimlerin yanında asıl büyük değişim, krallıkların bağlandığı yeni düzenin doğuşuydu.
Konsey dağılmıştı; artık kimse onların emirlerine boyun eğmiyordu.
Krallıklar, varlıklarını Bloom’a, Sparks’ın hayatta kalan varisine, Ejderha Ateşi’nin taşıyıcısına bağlı kabul ediyordu.
Temelleri yeni atılan bir düzen…
Herkesin kendi kaderini yeniden belirlediği, ışığın ve karanlığın savaş yerine denge aradığı bir dönem başlıyordu.
Bloom bunu her düşündüğünde, kalbinin derin bir yerinde bir ağırlık ama aynı zamanda özgürleştirici bir enerji hissediyordu.
Devrim bitmişti ama hikâye daha yeni başlıyordu.
...
Hava soğuktu. Kış kapıya dayanmıştı ve eksik olan tek şey, sonbaharın ardında bıraktığı kızıllığın beyaza boyanmasıydı.
Rüzgar devrimin ruhuna uygun olarak çetindi. Bulutlu kulenin kristal canlarını zorluyor, uğultusu yanan şöminenin çıtırtılarını bastırıyordu.
Winx’in her biri kendi salonun bir köşesine dağılmış, ama birbirlerinden yalnızca bir nefes uzakta, sessiz bir yakınlığın içindeydi.
Bloom, çarşafın üzerine yarı oturur, yarı uzanır halde sırtını yastığa yaslamıştı.
Kiko, göğsüne kıvrılmış minik bir sıcaklık olarak uyuyordu; kürkü Bloom’un parmaklarının arasından kayıp gidiyor, sonra yeniden avuçlarının içine sığınıyordu.
Gözleri yarı kapalıydı; hem yıldızlara hem de düşüncelerine aynı anda bakıyordu. Onu çevreleyen huzur yabancı değildi, ama alışılmadık biçimde derindi.
Flora, Bloom’un bacağının hemen yanına oturmuş, dizine uzanmış kızıl saçlardan tutamlar seçiyor, sabırla örüyordu. Parmaklarının ritmik, yumuşak hareketleri bir iyileştirme büyüsü kadar hafifti.
Odanın diğer köşelerinde Stella battaniyesindeki yıldızları sayıyor, Musa sessizce şömineden yayılan çıtırtıları dinliyor, Tecna şöminenin yanında sıcak ateşin yüzüne vurmasına izin veriyor, Layla ise camın dışındaki karanlık gökyüzünü dikkatlilikle inceliyordu.
Sessizliği yaran ilk ses; Flora, yavaşça gülümseyerek Bloom’un saçındaki örgüyü düzeltti. “Bu sessizliğin nedeninin huzur olması çok garip, değil mi?”
Bloom gözlerini açmadan cevap verdi; sesi kısık, ama yorulmuş değildi. “Barışın kendisi böyle huzurlu olabilir mi ki? Daha çok rahat bir nefes gibi… Uzun zaman sonra ilk kez.”
Stella battaniyenin altından başını çıkardı.
“Rahat nefes mi? Bence ‘nihayet drama yok’ demek istiyorsun.”
Musa hafifçe güldü. “Daha üçüncü gün. Bu kadar erken sevinme.”
Tecna, şömineyi inceleyen gözlerini gruba çevirdi. “Krallıkların toparlanmaya başladığı doğru. Devrimin ardından iletişim ağları yeniden kuruluyor. Bugün beş bölgeden olumlu rapor geldi.”
Layla, camdan ayrılıp yatağına döndü. “Andros da normale dönüyor. Babamla konuştum, yeni düzenin hızlı ilerlediğini söyledi.”
Flora, Bloom’un saçlarını örmeyi sürdürerek derin bir nefes aldı. “Herkes yaralarını sarıyor… Ama yine de tuhaf. Bu kadar zor bir savaşın ardından böylesine huzurlu bir odada oturuyoruz.”
Bloom, parmaklarını Kiko’nun kulaklarının arasına kaydırdı. “Bizim için bir mucize gibi.”
Stella, battaniyesini omuzlarına daha sıkı sararken, gözlerinde ışıklar parladı. “Senin için hak edilmişi bu Bloom. Yıllarca süren kâbusun sonuydu. Ayrıca…” Sesi aniden muzip bir tınıya büründü. “Sevgili kurtarıcına teşekkürinü ne zaman etmeyi planladığını merak ediyorum, bilirsin...”
Odada hafif bir kıkırdama yayıldı. Bloom’un kapalı gözleri anında aralandı, parmakları hızla sağında duran yastığı kavradığında hızla Stella'ya fırlattı ama bu sadece kahkahaların daha da artmasına neden oldu.
Musa, şöminenin yanından yastığını eline alıp kalkarken, başını hafifçe yana eğdi. “Stella haklı. Sevgilinin bir yüreklendirmeye ve ilgiye ihtiyacı var."
Musa'nın bu sözleri üzerine Bloom'un yanakları al al oldu. "Musa! Kes şunu!" diye cırladı, ama sesi kahkahasının arasında boğuldu. Yorganın altından zorlukla sıyrılıp doğrulurken, Kiko da şaşkınlıkla gözlerini açmış, bu ani hareketliliğe anlam vermeye çalışıyordu.
“Siz ikiniz... Gerçekten mi?” Bloom, sesine sahte bir ciddiyet katmaya çalıştı ama dudaklarının kenarları titriyordu. Parmakları, yatağının köşesindeki diğer büyük yastığı yokladı.
Stella, yüzüne çarpan yastığı yakalamış, tiyatrovari bir jestle göğsüne bastırmıştı. “Hadi Bloom, utanacak bir şey yok. Ne de olsa seni hepimizin önünde öpen oydu, değil mi? O güçlü, karanlık ve çok yorgun olmalı. Biliyorsun, bütün bu dünyayı kurtarma işleri, sonra... ah, bilirsin. Dinlenmesi gerekiyor.”
Stella, son kelimeleri fısıltıya yakın bir sesle, göz kırparak söylediğinde, ima edilen şey o kadar açıktı ki, Bloom'un yüzü alev aldı.
“Stella!” Bloom, elindeki yastığı havaya kaldırdı, ama çok geçti.
Layla, battaniyesini hızla kenara fırlatmış, yastığını bir kalkan gibi tutarak Musa’ya doğru koşmuştu. “Belki ona biraz enerji takviyesi yapmalısın, Bloom. Bütün bu Ejderha Ateşi’nin yanında bir de... o enerjiyi düşün.”
Layla ve Musa aynı anda kıkırdayarak birbirlerine çarptılar ve bu, savaşın başladığının işaretiydi.
Stella kahkahalarla geri çekilirken, yastık tam alnına isabet etti.
Stella, Bloom'un attığı yastıkla Bloom'un sırtına vurdu. "Belki de ona bir 'teşekkür' masajı yaparsın? Omuzları gergindir şimdi," dedi göz kırparak.
Tecna, yatağından çevik bir hareketle indi. Yüzünde eğlence ve alay arasında kalmış, hafif bir gülümseme vardı. “Aslında, fizyolojik olarak bakarsak, duygusal yoğunluk ve stres sonrası rahatlama dönemleri, vücudun kendini doğal olarak yenilemesi için anahtar anlardır. Yani, teknik olarak konuşursak, ona iyi bakman, kendi sağlığın için de önemli.” Tecna bunu söylerken bile elindeki köşeli yastığı, Stella’nın sırtına fırlatmıştı.
Stella, vurulmanın şaşkınlığıyla hafifçe sendeledi. “Ah, hain Tecna!”
Hemen ardından Tecna’ya doğru dönerek intikamını aldı. Yastık, Tecna’nın saçlarını dağıtarak omuzlarına vurdu.
Flora, Bloom’un saçlarını ördüğü için hala bacaklarının yanında oturuyordu. Bir anlık tereddütten sonra, yastığını kapmış ve sessizce savaş alanına katılmıştı. Yastığı, Bloom’un arkasına saklanarak, Layla’nın tam da en savunmasız anında yastığını hızla fırlattı.
“Grupça bir komplo bu!” Bloom bağırdı, sesi neşe ve utançla doluydu. Kiko, omzundan atlamış ve hızla yatağın altındaki güvenli sığınağına girmişti. Artık yalnızdı ve etrafı dört bir yandan çevrilmişti.
Bloom, elindeki yastıkla kendini korurken, diğer eliyle yatağın üzerindeki son yastığı da yakalamıştı.
“Valtor’la olan ilişkimi ne çabuk kabullendiniz,” dedi, yastıkların arasından zar zor nefes alarak, “o kadar normalleşmiş ki sınırları zorluyorsunuz!”
Musa, gözlerinde yanan bir ışıkla bir adım öne çıktı. “Sınır mı? Hadi ama Bloom, sen bütün sınırları aştın! Hem de çok yakıcı bir şekilde.” Musa, yastığını Bloom’un göğsüne indirdi.
Vurulan Bloom, yatağa geri düştü ve bu, kızların kontrolsüz bir kahkaha tufanıyla taçlandırdığı, bir teslimiyet anıydı.
Tüyler havada uçuşmaya başlamış, odanın her köşesi adeta kar taneleriyle kaplanmış gibiydi.
Bloom, kahkahalarla boğuşurken kendini zorlukla yatağın üzerine oturttu. “Siz... siz kötüsünüz!” Yastığını rastgele bir şekilde savurdu, hedefi kim olursa olsun fark etmezdi.
Yastık, Tecna’nın koluna çarptı ve Tecna sadece omuz silkerek karşılık verdi.
“Verilere göre, bu tür paylaşımlar arkadaşlık bağlarını güçlendirir,” dedi Tecna, yine mantıklı bir açıklama yapma çabasıyla. “Utanç, oksitosin salınımını tetikler ve bu da sevinçle harmanlandığında, bağ kurmayı artırır. Yani, biz sadece seni seviyoruz.”
Stella, bir zafer edasıyla yastığını salladı. “Evet! Biz seni seviyoruz, Bloom, ve senin o çok aşık, çok meşgul haline bayılıyoruz!”
Stella, odanın diğer ucundan atılan bir yastıktan kıl payı kurtuldu. Yastık, şöminenin önündeki halıya inerek küçük bir tüy bulutu çıkardı.
Bloom, yorganın içine gömülmek istedi ama yastıklar her yönden geliyordu. "Kesin şunu! Delirdiniz siz!" diye bağırdı, ama artık kahkahaları kendi sözlerini bastırıyordu. Derin bir nefes aldı. Etrafında, odanın sıcaklığı, yastıklardan çıkan tüy döküntüleri, kızların neşeli yüzleri... Gözleri doldu, ama bu sefer utançtan değildi “Tamam,” dedi, sesi hâlâ hafifçe kısıktı. Elindeki yastığı bıraktı. “Siz kazandınız. Ben... çok, çok aşığım. Ve evet, her hareketini takip ediyorum. Ve evet, şu an bile burada olsam bile, onun gelip gelmediğini kontrol etmek istiyorum.”
Bu dürüst itiraf, kızların kahkahalarını daha da artırdı.
Musa, yastığını kenara bırakıp yatağa oturdu ve Bloom’un elini tuttu. “Biliyoruz, canım. Ve her ne kadar sana takılmak eğlenceli olsa da,” dedi, göz kırparak, “bizim tek istediğimiz senin mutlu olman.”
Bloom, gülümsedi.
Tam o sırada kapı yavaşça açıldı.
Dışarısının soğuk havası, içeriye anlık bir ürperti getirdi ve kapı aralığında, biraz şaşkın, biraz yorgun ama her zamanki gibi mağrur üç silüet belirdi: Icy, Darcy ve Stormy.
Trix, koridordan gelen sesi duymuş ve ne olup bittiğini merak etmişti. Icy, önde, ellerini göğsünde kavuşturmuştu. Darcy ve Stormy hemen arkasındaydı.
Icy, etrafa dağılmış bembeyaz tüyleri, kızların çılgınca kahkahalarını ve yerle bir olmuş odayı görünce şaşkınlıkla tek kaşını kaldırdı. Sesi her zamanki gibi buz gibi ve alaycıydı. “Burada bir kuş katliamı mı yaşandı? Yoksa Bulutlu Kule'nin yeni ‘ortak yaşam’ kuralı yastık savaşlarıyla mı uygulanıyor?”
Stormy, içeri girerken başını uzatmış, ortamı görmeye çalışıyordu ki... Layla'nın az önce Stella'dan kaçırdığı ve gelişigüzel havada süzülen bir yastık, tam yüzüne isabet etti.
Yastık, beklenmedik bir şiddetle Stormy'nin dengesini bozdu. O, şaşkınlıkla sendelerken, tüm vücudu anında hemen önünde duran Darcy’nin üzerine çullandı.
“Ah! Ne yapıyorsun, aptal!” diye gürledi Stormy, sesi boğuk çıkmıştı çünkü yüzü Darcy’nin omzuna gömülmüştü.
Darcy, tüm ağırlığın altında iki büklüm olmuştu. Başını zar zor yana eğdi ve yerde duran yastığın ucunu gördü.
Winx, Trix'in bu komik düşüş sahnesiyle kontrolsüzce kahkahalara boğulmuştu. Hatta Stella, kendini tutamayarak elini ağzına kapattı.
Icy, ise olayların bu kadar hızlı gelişmesi karşısında şaşkınlıkla, ağzı hafifçe açılmış, etrafa saçılan tüylere ve kız kardeşlerinin iç içe geçmiş haline bakıyordu. Bir anlık duraksamadan sonra, yüzünde belli belirsiz, alaycı bir gülümseme yayıldı.
Darcy, kendine yapılan bu beklenmedik ve kesinlikle nahoş saldırıdan kurtulur kurtulmaz, hınçla ayağa fırladı. Gözleri, karanlık bir gölge büyüsü kadar tehlikeli bakıyordu. Elindeki şeyi, yani az önce yerden kaptığı yastığı kaldırdı. “Bu savaş ilanı, Winx!” diye bağırdı, sesi derin bir tehdit içeriyordu, “Ortak yaşama hoş geldiniz!”
Yastık, hızla fırladı ve Stella’yı tam da kahkahasının ortasında yakaladı. Yastık, Stella’nın başına çarptı ve hafif bir tüy bulutu daha havaya karıştı.
Stella, şaşkınlıkla nefesini tuttu, ardından gözleri parladı. Yüzündeki komiklik anında savaşçı bir ifadeye dönüştü.
“Ah, demek öyle, Darcy! Gel buraya!” Stella, elindeki yastığı Darcy’nin üzerine fırlatırken, bir yandan da gülüyordu.
Stormy, sinirle saçlarını düzeltti ve tam anlamıyla bir kasırga gibi odaya daldı. “Sizinle dans etmek benim en büyük hobim!” diye bağırdı ve elindeki yastıkla Musa’ya doğru koştu. Musa ise, bir savaş çığlığı atarak karşılık verdi.
Icy, bir an daha duraksadı. Soğuk, kontrollü duruşu çatlamak üzereydi. Etraftaki kaos, ona tanıdık bir şey değildi ama bu kadar... eğlenceli bir kaos.
Gözleri, Bloom’a kaydı. Bloom, kendini korumak için yorganın bir kısmını başına çekmiş, kahkahalarla boğuşuyordu.
Icy, nihayet omuz silkti. Bu, ona göre tamamen saçmaydı ama...
“Pekâlâ,” dedi, sesi mesafeliydi.
Icy, odanın kenarındaki en büyük ve kabarık yastığı yakaladı. Gözleri parladı. Hedefi, bu işin sorumlusu olarak gördüğü kişiydi.
Yastığı, beklenmedik bir güçle ve isabetle, kendini yorganın arkasına gizlemeye çalışan Bloom'a fırlattı.
“Sırtlanlar! Hepiniz sırtlanlarsınız!” diye bağırdı Bloom, sesi neşe ve hafif bir dehşetle doluydu.
Savaş, artık tamamen kontrolden çıkmış, Bulutlu Kule'nin koridorlarında yankılanan bir gürültüye dönüşmüştü.
Sabahın ilk ışıkları, dışarıdaki çetin kış rüzgarının uğultusunu keserek, kristal camlardan içeri süzülüyordu. Bu ışık, bir önceki gece yaşanan çılgınlığı aydınlatıyor; dağınık yorganları, karmakarışık saçları ve birbirine yaslanmış uyuyan bedenleri nazikçe okşuyordu.
Bloom, sanki sıcak bir bulutun içindeymiş gibi, derin ve huzurlu bir uykudaydı. Yüzünde, devrimin yorgunluğunu silmiş, dün gecenin neşesiyle yoğrulmuş, saf bir mutluluk ifadesi vardı. Bir kolu, hemen yanında uyuyan ve yüzünün yarısı saçlarıyla kaplanmış olan Musa’nın omzuna uzanmıştı. Flora, ayak ucuna yakın, karnının üzerinde yatıyor, kızıl saçları yastıklara yayılmıştı. Layla, Tecna ve hatta... Icy, odanın farklı köşelerine serpilmişlerdi. Stormy, mızmızlanarak yattığı yerde, bir battaniyeye sarılı haldeki Darcy’nin sırtına dizini dayamıştı.
Bu tablo, yeni düzenin en belirgin, en çarpıcı kanıtıydı: Birbirlerinin en büyük düşmanı olanlar, şimdi yan yana huzurla uyuyordu.
Bloom’un gözleri, uykunun o ağır perdesini yırtarak aralandı. Önce tavana baktı. Tavan, artık tanıdık olduğu Kule’nin yüksek, kemerli tavanıydı ama sabah ışığıyla yıkanmıştı. Yavaşça doğruldu. Boynu biraz ağrıyordu; muhtemelen Icy’nin son atışının etkisiydi.
Yanında uyuyan Musa’yı rahatsız etmemeye özen göstererek, yorganların arasından bir nehir gibi süzüldü. Ayakları, zemindeki yumuşak, tüy katmanına bastı. Her adımında, minik bir tüy bulutu havalanıyordu; odaya o kadar çok tüy yayılmıştı ki, yerdeki dağınıklık bile estetik duruyordu.
Bloom’un boğazı kurumuştu. Uzun süre konuşmak, bağırmak ve kahkaha atmak bunu yapmıştı. Sessiz adımlarla, odanın şöminenin karşısındaki dinlenme köşesine doğru ilerledi. Amacı sadece bir bardak su bulmaktı.
Tam o sırada, şöminenin kenarındaki küçük sehpa üzerinde duran, göz alıcı bir şeye takıldı.
Bu, bir zarftı.
Odanın kahverengi ve gri tonlarının arasında, rengiyle ve üzerindeki ağırlıkla hemen dikkat çekiyordu. Zarfın rengi, safir mavisi idi. Kenarları, gümüşi bir simle zarifçe çevrelenmişti.
Ancak Bloom’un nefesini kesen ve içindeki huzuru anında alıp götüren şey, zarfın üzerindeki mühürdü.
Mühür, kalın, erimiş ve kurumuş bir balmumundan yapılmıştı. Rengi, altın sarısıydı. Üzerinde ise hiç şaşılmayacak, göz alıcı bir sembol işlenmişti: Eraklyon Krallığı’nın Tacı.
Bu mühür…
Bloom, olduğu yerde donakaldı. Göğsündeki o derin huzur, aniden yerini tanıdık, mide bulandırıcı bir ağırlığa bıraktı. Parmağını, mühürlü balmumuna dokundurdu. Soğuktu ve mühürde taşıdığı o anıları canlandıracak kadar gerçekti.
Derin bir nefes aldı. İçinde biriken öfke, bir lav topu gibi yükselmeye başladı. Sanki her şey yetmezmiş gibi… Sanki her şey yeni başlıyormuş gibi…
Bloom’un kalbi göğsünde hızla atmaya başladı. Bunu neden yolladılar? Düşünce zihninde bir şimşek gibi çaktı. Sky.
Parmağını mühürün altına yavaşça soktu. Mühür, zayıf bir çatlama sesiyle ikiye ayrıldı; bu ses, odadaki derin sessizliği yırtan tek sesti ve Bloom’un kulaklarında bir top gürültüsü gibi yankılandı.
Zarfı hızla açtı. İçindeki kart, ağır ve kaliteli parşömenden yapılmıştı. Kartı, yavaşça elleriyle, ışığa doğru tuttu.
Gözleri, kartın üzerindeki kalın, resmî yazıyı taradı:
Eraklyon Krallığı,
Yüce Ejderha Ateşinin Koruyucusu, Sparks Mirasçısı Bloom ve Valtor'un onurlu katılımıyla;
Kraliyet Varisi, Prens Sky ile Leydi Diaspro’nun
Kutsal Birleşme Töreni’ne davetlisiniz.
Yeni Çağın şafağında, Krallıkların birleşmesini ve ortak kaderin kutlanmasını onurlandırmanız beklenmektedir.
Tarih: 7 Aralık
Kart, Bloom’un avucunda bir buz parçası gibi soğuktu. "Bir düğün..." diye fısıldadı, sesi kuru ve inanamaz bir tonlamadaydı. Sanki bu isim, dilinden dökülürken bile zehirliydi.
Kartı, yavaşça ve dikkatle ters çevirdi. Arkasında, altın varakla işlenmiş, küçük bir not vardı. Not, Sky'ın babası, Kral Erendor'un el yazısına benziyordu, her zamanki gibi zorlayıcı.
"Ejderha Ateşinin Koruyucusu, Sparks Mirasçısı, Bloom; senden ricam geçmişi unutmak ve bu yeni düzende geleceği kurabilmek için atılan o ilk adımlarda yanımızda olmandır. Aynı zamanda, Eraklyon'da seni ayrıca bekliyor olacağım, aileniz olan Sparks Krallığı ile ilgili bilmeniz gereken ve sizden daha fazla saklayamayacağım bir bilgi var. Katılımınız ile bizi onurlandırmanızı önemle rica ediyorum."
Bloom’un yüzü, önce bembeyaz oldu, ardından Ejderha Ateşi’nin o tanıdık, yakıcı kırmızısıyla alevlendi. Ellerinde, kartın köşeleri buruşmaya başladı.
“Rica, öyle mi?” diye tısladı, sesi boğuk çıkıyordu.
Gözleri, öfkenin şiddetiyle alevlenmeye başladı. Odadaki dağınık tüylerin üzerinde, anlık bir sıcak hava dalgası yayıldı. Bloom’un kontrolsüz öfkesi, zemindeki tüyleri hafifçe havaya kaldırdı, sanki odada minik bir kızıl kasırga başlıyormuş gibi.
Şüphesiz Kral Erendor fazlasıyla zeki biriydi: Kraliyet düğününe Bloom'un katılmaması mevcut yeni düzende onurlarını zedeleyecek türde bir durumdu ve son yaşananlardan sonra Bloom'un özellikle Sky'dan uzak durmak istemesi tahmin edilebilirdi.
Bunu engellemek için Sparks'ı kullanmak...
Bloom sinirlenmek ve tepkisiz kalmak arasında gidip gelirken Icy, Bloom'un arkasından yaklaştı. "Sana vermek için getirmiştim ama akşam aklımdan çıktı." Sesi donuktu ve Bloom'un omzuna yerleştirdiği soğuk parmakları adeta onu desteklercesine hareket etti.
"Peki, ne yapmayı planlıyorsun?"
Bloom elindeki davetiyeyi katlayıp zarfa geri koyarken, "Valtor'un bundan haberi var mı?" diye sordu ve sesi keskin, soğuk, neredeyse iğrenti doluydu.
Icy, her ne kadar Bloom onu görmese de onaylar anlamda kafasını salladı ve ona, "sana bu davetiyeyi vermemi isteyen oydu, ne yapacağını bileceğini söyledi." dedi, sesi açıkca belli bir ima ve işgüzarlık ile yoğrulmuştu.
"Uyandıklarında kızlara söyle," diye fısıldadı Bloom ve çömeldiği yerden yavaşça ayaklandı. " Hazırlansınlar, elbise almamız gereken bir düğün var."
Şüphesiz buna en çok sevinen kişi Stella olacaktı: Alışveriş konsunda tabii ki...
Bloom, Bulutlu Kule'nin koridorlarında Valtor’un yanına doğru ilerlerken, ruh halindeki değişim onu şaşırtıyordu. Elinde buruşuk duran Eraklyon davetiyesi, birkaç hafta önce olsa kalbini paramparça edebilecek bir silahtı; şimdi ise avucunda tuttuğu, önemsiz bir kâğıt parçası gibiydi. O mektup, Sky’ın yakında Leydi Diaspro ile evleneceğini söylüyordu, bir zamanlar Bloom’un en büyük kâbusu olan bu olay, şimdi yüzünde huzurlu, hafif bir gülümsemeye yol açmıştı.
Artık acı yoktu, sadece derin bir rahatlama vardı.
Sky'a olan gençlik aşkı, bir deniz kabuğunun içindeki okyanus uğultusu gibi, sadece bir anıdan ibaretti.
Bu, onun için bir özgürleşmeydi; mükemmel prens mitinden ve "iyi" ile "kötü" arasındaki zoraki çizgiden nihayet kurtulmuştu.
Büyülü evren, katı kurallardan ibaret değildi; Valtor'un karanlık, karmaşık varlığıyla tanıştığından beri, gri tonların asıl tutkuyu barındırdığını öğrenmişti.
Parmağındaki Valtor'un yaşam ateşinden bir parça taşıyan yakut yüzük, Sky'ın ona verebileceği en parlak tacın getirebileceği tüm vaatten daha gerçek ve yakıcıydı. O, bir krallığın kraliçesi olmaktan çok, Valtor’un karanlık, güçlü ve sadece ona ait olan dünyasının kraliçesi olmuştu.
Bloom, Valtor'un onu beklediği yere yaklaştığında, etraflarındaki gecenin ağırlığı ve gizemliliği her zamankinden daha yoğundu. Bulutlu Kule'nin ücra bir kulesindeki bu gizli odada, loş ışıklar yalnızca Valtor’un gümüşi saçlarını ve gözlerindeki o yanıcı, kavurucu tutkuyu aydınlatıyordu.
Valtor, bir anıt gibi, duvarın gölgesine yaslanmış, bekliyordu. Görünüşü her zamanki gibi kusursuz, soğuk ve mağrurdu, ama Bloom ona baktığında, cildinin altındaki o kontrol edilemez Ejderha Ateşi'nin yalnızca ona gösterilen, ham, yalın bir versiyonunu hissediyordu.
Bloom odaya girdi ve ayna geçidi arkasında usulca kapandı; bu ses, dış dünyadaki tüm sesleri kesen onların sessizliğini mühürleyen bir ritüel gibiydi. Bloom'un bakışları, Valtor’un gözlerine kilitlendiğinde, göğsündeki huzur anında yerini içgüdüsel bir ateşe bıraktı. O an, davetiyenin, Sky'ın ya da Eraklyon'un hiçbir önemi kalmamıştı. Tek bir gerçek vardı: Aralarındaki yoğun, sarsılmaz manyetizma.
Bloom'un parmakları arasından kayıp giden davetiye yere çarparken Valtor, yerinden milim oynamadı, ama gözlerindeki ifade Bloom'un bacaklarını titretmeye yetti. Gözlerinde ne bir soru, ne bir şüphe, ne de bir beklenti vardı; sadece derin bir sahiplenme ve sınırsız bir arzu parlıyordu. Bloom’un yanına yürümesine bile gerek kalmadı. Bloom’un ayakları, kendiliğinden ona doğru, bir nehrin denize akışı gibi, doğal ve kaçınılmaz bir güçle hareket etti. Aralarındaki mesafe azaldıkça, havadaki sihir enerjisi o kadar yoğunlaştı ki, Bloom nefes almakta zorlandı.
Bu, sadece büyü enerjilerinin çarpışması değildi; bu, iki ateşin birbirine karışma anıydı.
Nihayet aralarındaki mesafe kapandığında, Valtor’un eli, Bloom’un yüzünü, sanki bir sanat eseriymişçesine, yumuşak ama kesin bir güçle kavradı. Başparmağı, Bloom’un elmacık kemiği üzerinde yavaşça gezindi. "Bana gelmen... Neden bu kadar uzun sürdü, Bloom?" Sesi, bir fısıltı kadar hafif ama karanlık bir vaat kadar derindi.
Bloom, bu alaycı, sahiplenici tınıya cevap veremedi; sadece gözlerini kapattı, ateşinin yanaklarında bir allık gibi yayıldığını hissetti.
Valtor, Bloom’un bu teslimiyetini bir işaret olarak aldı. Diğer kolu, Bloom’un belini sardı ve onu kendine çekti. Bloom’un parmağındaki yakut yüzük, Valtor’un tenine değdi ve o an, bir elektriklenme ikisinin de bedeninden akıp geçti. Bu, sadece ten teması değildi; ikisinin de yaşam ateşinin birbirine "ait olduğunu" haykıran bir mühürdü.
Bloom, kendini tamamen Valtor’un kollarına bıraktı; onu sarmalayan bu karanlık, güçlü varlık ona sığınak, güç ve huzur veriyordu.
Valtor’un dudakları, Bloom’un dudaklarına kapandığında, bu öpücük; bu, sahiplenici, talepkâr ve yakıcı bir öpücüktü.
Bloom, öpücüğe aynı tutkuyla karşılık verdi; elleri Valtor'un takımının omuzlarına tırmandı, saç tutamları parmaklarının arasına dolandı.
O an, Bloom ne bir peri, ne bir varis, ne de bir kurtarıcıydı; sadece Valtor’un sonsuz bir açlıkla arzuladığı, en karanlık ve en büyük arzusu olan kadındı.
"O benim... ve ben de ona aitim. Bizi ayıran hiçbir çizgi kalmadı." diye düşündü Bloom içinden.
Valtor, öpücüğün şiddetini hafifletti, alnını Bloom’un alnına yasladı ve derin, sarsılmış bir nefes aldı. "Yakıcı," diye fısıldadı, sesi boğuktu. "Her zaman olduğun gibi."
Alınları birbirine yaslanmış, gözleri kapalı ve solukları birbirine karışmış halde öylece durdular.
Geriye kalan tek ses, kış rüzgârının kule camlarında çıkardığı uğultu ve iki kalbin, senkronize bir davul ritmi gibi göğüs kafeslerinde hızla atış sesiydi.
Bloom, Valtor’un teninden yayılan o tanıdık, dumanlı, dünyevi olmayan kokuyu içine çekti; bu koku, bir krallığın güvenli kokusu değildi, ama onun için bundan çok daha fazlasıydı: ait olmanın kokusuydu. Artık sadece bir aşk değildi bu; iki ruhun, evrenin kendisi tarafından mühürlenmiş, kaçınılmaz bir birleşimiydi.
Valtor, alnını hafifçe geri çekti, ama elleri Bloom'un yüzünü ve belini bırakmadı. Gözlerini açtığında, o yanıcı amber bakışlar, Bloom'un ruhunun en derin köşelerine delici bir yoğunlukla kilitlendi.
Kelimelere gerek yoktu.
Bakışları, Bloom'a bir anda her şeyi söylüyordu.
Valtor’un dudaklarının kenarında, hafif, neredeyse fark edilemez, ama Bloom için bir itiraf kadar değerli bir gülümseme belirdi. Bu gülümseme, sahibinin gururunu ve mutlak memnuniyetini ifade ediyordu.
Yüzündeki bu ifade, onun yıllardır süren, kibirli kontrolünün kırıldığının en büyük kanıtıydı; bu kırılma anını, sadece Bloom'a sunuyordu.
Valtor’un eli, Bloom’un belinden yavaşça aşağı kaydı, parmakları Bloom’un kalçasının üzerindeki kumaşı kavradı ve onu kendine, vücutlarının arasında en ufak bir boşluk kalmayacak şekilde, bastırdı.
Bu hareket, Bloom'un nefesinin kesilmesine neden oldu. Bloom, anlık bir irkilmeyle bacaklarında hissettiği o tanıdık titremenin, artık ne korku ne de endişe olduğunu biliyordu; bu, onun bedeni üzerindeki etkisiydi.
Bloom'un elleri, Valtor'un takım elbisesinin yakasına tırmandı. Parmaklarını onun boynuna doladı.
Bu basit temasla, Valtor anlık bir titremeyle sarsıldı. Yüz kasları gerildi; Bloom, onun ne kadar direnmeye çalıştığını, ama aynı zamanda ona ne kadar teslim olmak istediğini hissediyordu.
Valtor, Bloom’un başını geriye eğdi ve dudakları, bu sefer bir alev değil, derin, yavaş ve yutucu bir okyanus dalgası gibi Bloom'un boynuna indi.
Öpücükleri, en hassas noktasında, kalbinin attığı yerde, nazik ama sahip çıkan, bir mülkiyet damgası gibiydi.
Bloom'un çenesini yukarı kaldırdı ve gözleri bir anlığına tavana kaydı.
Bloom, gözlerini kapattı, boynunda hissettiği bu güçlü, titrek dokunuşa kendini tamamen bıraktı. Mırıldanır gibi bir inilti, dudaklarından kaçıp havaya karıştı ve bu ses, Valtor için en büyük ödül oldu.
Onun sesi, her fısıltısı, her inlemesi, Valtor’un üzerindeki o mağrur zırhı eriten bir asitti.
Valtor, Bloom'u aniden kucağına aldı; bu, hafif ve zahmetsiz bir hareketti. Bloom, içgüdüsel olarak kollarını onun boynuna daha sıkı sardı ve bacaklarını beline doladı.
Bu pozisyon, onları daha da yakınlaştırdı; ten teması, aralarındaki enerjiyi maksimum seviyeye çıkardı.
Valtor, Bloom’u kucağında tutarken yavaşça ilerledi ve Bloom'un yüzü, onun boyun çukuruna gömüldü.
Bloom’un tenindeki yakıcı sıcaklık, Valtor’un vücudunun derinliklerine sızıyor, onun soğuk, kadim gücünü ısıtıp besliyordu.
Bloom, o an, omuzlarında hissettiği yükün, bir krallığın kraliçesi olmaktan çok, Valtor’un dünyasının kraliçesi olmanın ağırlığı olduğunu biliyordu. Bu ağırlık, onu ezmek yerine, ona yenilmez bir güç veriyordu.
Valtor, Bloom'u kucağında çevirerek, yakındaki yüksek, ipek kumaşlarla kaplı sedire bıraktı. Kendisi de hemen yanına yerleşti, vücudunun ağırlığı Bloom'un bacaklarının üzerine hafifçe çöktü. Gözleri, Bloom'un yüzünde, alnından dudaklarına, en ufak bir çizgisini bile kaçırmadan, bir harita okur gibi dolaştı.
Bloom, yorgunluktan ve duygusal yoğunluktan yanan gözlerini, onun delici bakışlarından kaçırmadı.
Parmakları, yavaşça Valtor'un gümüşi saç tutamları arasında gezinmeye başladı.
Bu yumuşak, beklenmedik temas, Valtor’un gözlerinin anlık bir şokla irileşmesine neden oldu. Bu, onun sertliğine karşı, Bloom'un kurduğu en yumuşak, en güçlü tuzaktı.
Valtor, gözlerini kapatıp, Bloom'un parmaklarının saçları arasındaki nazik ritmine kendini bıraktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |