
On Üç Gün Önce
Magix’te kaos büyüdükçe düzenin son kırıntıları da yok olmaya başladı. Önce küçük çaplı protestolarla başlayan öfke, sokakların tamamen kontrolden çıkmasıyla şehri bir savaş alanına çevirdi.
Halk ellerinde meşaleler, büyü kristalleri ve ellerine geçen her türlü büyüyle caddelere yayıldı.
Öğrenciler, tüccarlar, hatta sıradan aileler bile artık barışçıl direnişten vazgeçip doğrudan saldırıya yönelmişti.
Işık Askerleri ise birlik olmaktan çıkıp paramparça gruplara bölünmüştü. Bir kısmı hâlâ Konsey’e sadık kalıyor, kalabalıkları dağıtmaya çalışıyordu. Ancak diğer bir kısmı, kendi halkına büyüyle saldırmayı reddedip silahlarını bırakıyor ya da isyancılarla birleşiyordu.
Bu ikilik, askerlerin arasındaki çatışmalara yol açtı; eski yoldaşlar birbirine kılıç çekmeye başladı.
Şehrin merkezinde bulunan büyük meydanda, yıkılmış dükkanların enkazı ve yanmış arabalar arasında halk kendi geçici barikatlarını kurdu.
İsyan büyüdükçe cadı loncaları, sokak büyücüleri ve karanlık kökenli topluluklar da ortaya çıktı. Onlar halkın öfkesini kendi amaçlarına yönlendirmeye başladı.
Bir zamanlar arka sokaklarda fısıltıyla anılan yasak büyüler, şimdi meydanlarda alenen okunuyordu.
Işık Kulesi’ne sığınan Konsey üyeleri ise kuleyi koruyan büyülerin zayıfladığını hissediyordu. Her patlamada, her halk çığlığında kuleyi örten ışık bariyeri biraz daha titriyordu.
Konsey üyeleri içeride panikle birbirini suçlarken, dışarıdaki kalabalık gün geçtikçe büyüyor, kuleye doğru dalga dalga yaklaşıyordu.
Konsey nihayet kaçamayacaklarını anlayıp ağır adımlarla Işık Kulesi’nin dev kapılarını açtı.
Bariyer, dışarıdan yükselen öfkenin baskısıyla çatırdarken içeriden yükselen adımlar halkın uğultusunu kısa süreliğine susturdu.
Konsey üyeleri kalabalığın önüne dizildiklerinde meydanı alevler, duman ve büyü kıvılcımları dolduruyordu.
Önde duran Eldvaron, yaşının ağırlığını hissettiren beyaz sakalı ve titremeyen bakışlarıyla öne çıktı. Elini kaldırdığında, kalabalığın sesleri dalgalanarak azaldı. Eldvaron’un sesi, büyüyle güçlendirilmiş, meydanın her köşesine yayıldı. “Magix halkı! Duyduğunuz tüm söylentiler, gördüğünüz tüm sözde kanıtlar birer yalandır. Bunlar, Valtor’un karanlık sanatlarıyla örülmüş ilizyonlardan ibarettir. Halkı birbirine düşürmek, düzeni çökertmek için uydurulmuş birer tuzaktır.”
Meydandaki kalabalık bir an duraksadı. Ancak ardından homurdanmalar yükselmeye başladı.
Eldvaron devam etti, sesi keskinleşerek, “elinizdeki belgeler, taşlara kazınmış sözler, hatta gözlerinizle gördüğünüz görüntüler bile kara büyüyle şekillendirilmiştir. Işık Konseyi, asla size ihanet etmedi. Bizim tek görevimiz Magix’in huzurunu korumaktır. Valtor, zihninizi bulandırmak için en sinsi yöntemlere başvurmaktadır. Ona kanmayın!”
Kalabalığın ön saflarından genç bir kadın bağırdı, “yıllardır bizden saklanan sırlar da mı ilizyon? Kaybolan periler? Yok edilen aileler?”
Arkasından başka bir ses yükseldi. “Ya Işık Askerleri’nin kendi içimizde bize saldırması? Onlar da mı Valtor’un hayali?”
Kalabalık yeniden hareketlenip öfkeyle kükremeye başladı.
Eldvaron elini kaldırıp sükûnet sağlamaya çalıştı, fakat bu kez uğultu fırtına gibi büyüdü. Halkın gözlerinde artık yalnızca öfke değil, derin bir güvensizlik de vardı.
Eldvaron, meydandaki uğultunun arasından bir adım daha öne çıktı. Kalabalığın öfke dalgaları üstüne çarpsa da sesi titremedi. Avuçlarını göğe kaldırarak konuşmaya devam etti. “Magix halkı! Sizler farkında olmasanız da bu toprakların huzuru, yüzyıllardır Konsey’in omuzlarında taşınmıştır. Krallıklarınızın ayakta kalmasını sağlayan biziz. Siz uykunuzda rahatça nefes alırken, gölgelerden gelen karanlığı biz durdurduk. Konsey olmazsa, Magix’in her bir köşesi çoktan karanlığın kölesi olmuştu.”
Meydandaki kalabalık homurdanarak karşılık verdi ama Eldvaron sözünü kesmelerine izin vermedi, sesi daha da yükseldi. “Valtor ve onun gibi olanlar, sizleri kandırmak için yalanlar fısıldar. Oysa siz, gözlerinizle gördüklerinize değil, yüzyıllardır süregelen gerçeğe bakmalısınız! Konsey’in yokluğunda krallıklar tek tek düşer, halk zincire vurulur. Karanlığın önünde kimse duramaz!”
Ön saflardan yaşlı bir adam öne atıldı, sesi kalabalığa karışarak duyuldu. “Yüzyıllardır dediğiniz huzur bizlere mi yaradı? Lanetler, kaybolan çocuklar, yasaklanan büyüler… Bunları da mı karanlığa karşı koruma diye açıklayacaksınız?”
Kalabalıktan başka sesler yükseldi. “Biz köle değiliz! Siz koruyucu değil, efendisiniz! Konsey düşerse, halk kendi yolunu çizer!”
Eldvaron, bir anlık gürültüde sustu ama sonra tekrar söz aldı. Yüzü gölgelerin altında daha da sertleşmişti. “Yanılıyorsunuz! Sizler bu kaosu özgürlük sanıyorsunuz. Ama özgürlük değil, felaketin eşiğindesiniz. Konsey olmadan boyutlarınızı kim koruyacak? Ateşin, fırtınanın ve gölgelerin efendileri yeniden doğacak! Siz, karanlıkta ilk yutulacak olan olacaksınız!”
Meydanda öfke ile korku birbirine karıştı. Halkın bir kısmı Eldvaron’un sözlerinde haklılık payı görüp sessizliğe gömülürken, çoğunluğun gözlerinde ateş parlamaya devam ediyordu.
Kalabalığın uğultusu, meydanı dolduran binlerce sesin kükremesi arasında aniden kesildi. Sanki görünmez bir el, öfkenin bağırışlarını yarıp ortadan ikiye ayırmıştı.
Bunun nedeni, kalabalığın içinden ağır ve yankılı adımlarla öne çıkan genç bir kızdı.
Uzun, beyaz saçları dalgalar halinde omuzlarına dökülüyor, sarı gözleri dumanın arasından parlayan iki keskin bıçak gibi parıldıyordu. Siyah deri, gotik elbisesi gölgeleri üzerine toplarken, uzun topuklu botlarının taş zemine vurduğu her adım tok bir yankıyla tüm meydanı dolduruyordu.
Halk, nefeslerini tutarak ona bakarken genç kız konuşmaya başladı. Sesi ince ama keskin, meydanın her köşesini delercesine yankılanıyordu. “Diamond...” dedi ve meydanda derin bir uğultu yayıldı.
"Volta...” Ardından, yüzler titredi; gözlerde bir anlık şok ve korku belirdi. “Darion... Efida... Yorn... Tiarn... Hitern... Aragon... Englan...”
Her isim, eski krallıkların yıkımını, ihanetleri ve suskun gözlerle izlenen felaketleri yeniden canlandırıyordu. İnsanlar ellerini birbirine kenetledi, bazıları gözyaşlarını tutamadı.
Kız derin bir nefes aldı; meydandaki sessizlik sanki yıldırımların çarpmasını bekliyordu. Dudaklarının kenarındaki alaycı, ölümcül gülümseme parladı. “Sparks.”
Söylenen bu tek kelime, meydanı sarsan bir volkan gibi patladı. Binlerce yürek aynı anda parçalanmış gibi çırpınıyor, Domino’nun yanışını, küllere gömülen ihtişamını hatırlıyordu.
Kız yavaşça yürüdü, omuzlarını gerdi; sesi soğuk, kışkırtıcı ve alaylıydı. “Biliyor musunuz, neden tüm bu krallıklar birer birer saf dışı bırakıldı?” diye sordu, meydanın taşlarına vuran seslerle vurguladı her kelimeyi.
Kalabalık nefesini tuttu.
“Çünkü her biri, Konsey’in amacına, karanlık yöntemlerine karşı çıkan birer engeldi. Her biri, kendi halkını korumak için dimdik durdu. Ama Konsey, gücünün karşısında durabilenleri tek tek yok etmeyi bildi. Her birini… yok etti.”
Halkın gözleri ona kilitlenmişti; herkes kulak kesilmiş, her kelimeyi sindiriyordu.
Kız durakladı, gözlerini yavaşça kalabalığın üzerinden Eldvaron’a çevirdi. “Ve Sparks… Sparks, hepsinin arasında en güçlü, en ihtişamlı, en dirençli olanı. Konsey’in karşı koyamadığı tek krallık. Ne tesadüf ki, Üç Eski Çağ Cadıları ile yapılan savaşta tek bir yardım bile gönderilmedi. Tek bir büyücü bile… Domino’ya ulaşmadı. Siz izlediniz, seyrettiniz… ve hiçbir şey yapmadınız.”
Kalabalığın bir kısmı titredi, bazıları yumruklarını sıktı, kimileri ise nefesini tutarak gözlerini kızdan ayırmadı.
Her kelime, Eldvaron’un söylemlerinin yalanını ve Konsey’in ihanetini açığa çıkarıyor gibiydi.
Kızın yüzünde alaycı bir tebessüm vardı. Dudaklarının kenarındaki gülümseme, meydanın tüm öfkesini kışkırtacak kadar keskinti. “Yüzyıllardır koruyucu olduğunuzu söylüyorsunuz. Ama işte gerçek: sizin yönetiminizde krallıklar birer birer sizin ihanetinizle düştü. Ve Sparks...” sesi kırıldı, ardından daha da sertleşti, “Sparks sizin izlediğiniz ihanet, susarak onayladığınız en büyük utançtır!”
Eldvaron, öfkeyle adımlarını öne attı, sesi kalabalığın uğultusunu delip geçti. “Sen… kimsin sen?!”
Meydan sessizleşti; kalabalıkın bakışları Eldvaron’a mı, yoksa bu genç, alaycı ve korkutucu kıza mı çevrileceğini bilemez haldeydi.
Kızın gözlerindeki parıltı, meydandaki tüm ışığı boğacak kadar karanlık ve kesin bir güç taşıyordu.
Işık Askerleri arasında bir sessizlik çöktü. Göz göze geldiler, kısa bir bakışla birbirlerini anladılar; ellerindeki kılıçlar yavaşça indi, büyü kristalleri söndü ve saygıyla, kıza yol vermek için bir anlığına durdular.
Taş zemin üzerinde topuk seslerinin yankısı hâlâ devam ederken, askerler adeta görünmez bir emirle kenara çekildi.
Kalabalığın diğer tarafındaki insanlar da geriye çekilip, meydanı bu genç kıza açtılar; herkes nefesini tutmuş, bir sonraki kelimenin ağırlığını bekliyordu.
Kız, meydanın ortasında durdu.
Konsey üyelerinin gözleri karışık bir öfke ve şaşkınlıkla doldu; bu genç kızın meydanda sergilediği hâkimiyet, onların yıllardır bildiği tüm otoritenin sarsılması demekti.
“Ben, kim miyim?” dedi kız, sesi hem ince hem de keskin bir şekilde. “Sizler, yıllardır karanlık icraatlarınızı gizlediniz; yanıltıcı toplantılar yaptınız. İşte bu yüzden Büyülü Boyut, bugün kaosun pençesinde. Ben, sizin tüm sırlarınızı, tüm ihanetinizi açığa çıkaran kişiyim. Ben, Konsey’in yıkımıyım.”
Eldvaron’un gözleri fal taşı gibi açıldı, ağzı aralandı ama kelimeler dökülmedi.
Geri kalan Konsey üyeleri, donup kalmış, gözleriyle kıza bakarken neye tepki vereceklerini bilemiyordu.
Işık Askerleri hâlâ saygıyla duruyor, kimse kıza dokunamıyor, sadece yol veriyordu. Kalabalığın dikkatinin tamamen kıza yöneldiği bu an, meydanı neredeyse büyülü bir sessizlik kapladı.
Kız, Eldvaron’un ve diğer üyelerin şaşkınlıkla karışık öfkesini hissedebiliyordu. Her kelimesi ağır, her cümlesi bir hançer gibi konseyin kalbine saplanıyordu. “Her toplantınız, her karanlık kararınız, her ihanetiniz ve her gizli anlaşmanız… hepsini Valtor’a sunan bendim. Hepsi, Magix halkının güvenini çiğneyen birer tuzak oldu. Siz, koruyucu değil, kendi karanlığınızın hizmetkârı oldunuz. Ve şimdi, sizin tüm saltanatınız burada, bu meydanda paramparça.”
Kalabalığın ortasındaki hava yoğunlaştı; duman, ateş ve taşlardan yükselen toz, kızın etrafında bir auraya dönüşmüş gibiydi.
Işık Askerleri diz çökmedi ama silahlarını indirdi, elleri titredi; bu genç kız, onların yıllardır sadık kaldığı Konsey’e itaat ettirmiş, bir anda güç dengelerini değiştirmişti.
Eldvaron, sesini titreyerek yükseltti: “Sen… kimsin de, böyle konuşmaya cesaret ediyorsun!?”
Kız, Eldvaron’un bakışlarına alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi. Sarı gözlerindeki parıltı, hem öfke hem zekâ hem de hesaplanmış bir kışkırtıcılık taşıyordu.
“Ben…” dedi, sesi önce aynı ince, keskin tonda yankılandı; ama bir anda rüzgâr gibi bir değişim meydanı sardı.
Beyaz saçları, gökyüzünün bulutlarına karışan kar beyazından, alevlerin en kızıl tonuna evrildi; omuzlarından dökülen dalgalar adeta ateşle titriyordu. Sarı gözleri, derin bir buz mavisine dönüşerek her bakışıyla kalabalığı dondurdu.
Taş zeminin üzerinden yükselen toz ve duman, kızın etrafında kıvrılarak parlayan bir auraya karıştı; bir an için meydan tamamen sessizleşti, sadece bu büyüleyici dönüşümü izleyen nefesler duyuluyordu.
“Ben Bloom,” dedi, sesi artık buz mavisi gözlerinden çıkan bir güçle rezonans yapıyordu. Her kelime, Konsey’in kalbine saplanan bir kılıç gibi ağırdı. “Ben, Ejderha Ateşinin koruyucusu ve Sparks’ın mirasının taşıyıcısıyım.”
Şimdiki Zaman
Odanın loş ışığı, yırtılmış perdelerden sızan ay ışığıyla dans ederken, mumların titrek alevleri gölgeleri duvarlarda kıvrandırıyordu.
Yatak, gecenin enerjisiyle biraz dağılmıştı; sağ kısmı hafifçe çökmüş, üzerindeki örtüler buruşmuş ve bir kenarda unutulmuş yırtık kıyafetler sessizce yerde duruyordu.
Bloom, yorgun ama merak dolu gözlerle Valtor’un göğsüne yaslanmış, saçları omuzlarından dökülerek hafifçe titriyordu.
Valtor, sağ eliyle Bloom’un omzunu nazikçe okşarken, sol elinde tuttuğu parşömene gözlerini sabitlemişti.
Parşömen, eski bir büyünün izlerini taşıyor, üzerindeki mürekkep karanlık bir ışık gibi parıldıyordu.
Bloom, yavaşça başını kaldırıp, Valtor’un gözlerinin içine bakarak merakla sordu. “Bu… ne yazıyor? Dilini okuyamıyorum”
Valtor’un dudaklarının kenarında ince, hafif alaycı bir gülümseme belirdi. Gözlerini parşömenden ayırmadan cevapladı. “Bu, Dolona Krallığı’ndan aldığım karanlık büyü mühürleri için yazılmış bir yazıt. Her bir sembol, eski bir güç parçasını kilitleyen, kontrol eden formülleri içeriyor. Eski çağ dili ile yazılmış.”
Bloom, Valtor’un koynunda birkaç saniye daha durakladı, sonra yavaşça sıyrıldı.
Kalçasında ve belinde hafif bir sızı hissetti; bu geceki hareketleri ve Valtor’un yakınlığının izleri hâlâ bedeninde hissediliyordu.
Yatağın kenarına oturup ellerini kendi dizlerine bıraktı. Kenardaki koltuğa fırlatılmış geceliği, sihriyle kendine çağırdı; kumaş, havada zarif bir şekilde süzüldü ve Bloom, geceliği üzerine giydi.
Ayağa kalktı, adımlarını yavaş ve ölçülü bir şekilde odanın köşesindeki aynaya yönlendirdi.
Mumların titrek ışığı, yırtılmış perdelerden sızan ay ışığıyla birleşerek aynada tuhaf bir yansıma yaratıyordu; Bloom’un yüzü kararlı bir ifadeyle parlıyordu. Gözleri aynada kendi yansımasına takıldı ve düşüncelerinde bir dalgalanma hissetti.
“Geçen sefer Bulutlu Kule’ye geldiğimde… Icy, Diamond gezegeninin düşmesinde de Konsey’in parmağının olup olmadığını sordu.” diye mırıldandı, sesi sessiz ama derin bir tonda yankılandı. “Icy, Diamond Krallığının Prensesiydi. Şaman Cadısı adıyla anılan bir cadı o krallığı buz gibi bir karanlığa gömdüğünde de Konsey sadece izledi.”
Aynadaki yansıması, kendi içinde bir soru işareti gibi titredi. Diamond ve Domino… tıpkı bu iki krallık gibi, pek çok diğer krallık da Konsey’in çıkarları uğruna zarar görmüştü.
Bloom başını hafifçe eğdi, dudaklarını sıkıca kapattı ve kararlı bir nefes aldı. “Tüm bu krallıklar… zarar gördü, kan döküldü… ve hepsi Konsey yüzünden,” dedi kendi kendine, sanki hem kendine hem de odada hâlâ oturan Valtor’a bir tür hesap soruyordu. Gözleri aynada kendi derin bakışlarıyla buluştu; merak ve öfke, merhamet ve acımasızlık birbirine karışmıştı.
Bloom, kendi düşüncelerinin içinde kaybolmuşken, Valtor’un varlığını yakından hissetti; sessizliği, odadaki mum ışığının titrek dansıyla birleşmişti. Ardından hissettiği hafif bir dokunuşla irkildi; Valtor, nazikçe belinden kavramış, onu kendine doğru çekiyordu.
Bloom’un kalbi hızlıca çarptı, ama bu sefer korku değil, güven ve bir parça da rahatlama hissetti.
Valtor, dudaklarını Bloom’un boynuna yaklaştırdı, yavaşça ve dikkatlice öptü. Öpücüğün sıcaklığı, Bloom’un zihnindeki karmaşayı ve öfkeyi bir nebze dağıttı.
Bloom, gözlerini kapattı; vücudu hâlâ titriyordu ama zihninde bir sessizlik oluşmaya başlamıştı.
“Sakin ol, küçük perim.” dedi Valtor, sesi derin ama yumuşaktı; dudakları hâlâ boynünde bir sıcaklık bırakmıştı. “Bu karanlık, bu acı… biliyorum, hislerini karıştırıyor. Ama her şeyin bir zamanı ve sırası var. O zamana kadar buradayım. Seninleyim.”
Bloom, Valtor’un ellerinin belinde nazikçe dolaşmasını ve gözlerinde hem kararlılık hem de bir tür koruyucu ifade görmeyi hissederken, yavaşça nefesini düzenledi. "Valtor… tüm bu krallıklar… sadece Konsey’in çıkarlarına boyun eğmedikleri için zarar gördü.” diye mırıldandı, sesi hâlâ kırılgandı ama artık öfke kadar merak da vardı.
Valtor, başını hafifçe eğdi, gözleri Bloom’un gözleriyle birleşti. “Çünkü güç, genellikle acıyla gelir,” dedi; sesi hem öğretici hem de sakinleştiriciydi. “Bu gücü kontrol etmeyi bilmek gerekir. Konsey’in de en büyük açığı bu, onları durduracak bir gücün olduğundan bir haberlerdi.”
Bloom, yavaşça başını Valtor’un göğsüne yasladı; onun kalp atışlarını duyabiliyor, kendi çarpıntısının ritmiyle birleşen bir uyum hissediyordu.
Boynundaki öpücüğün sıcaklığı, zihnindeki karmaşayı yatıştırıyor ve bir anlığına bile olsa, Valtor’un sözleri tüm endişelerini hafifletiyordu.
Bloom, Valtor’un göğsünde birkaç saniye daha durakladıktan sonra hafifçe çekildi, yanakları utançla kızarmıştı. Gözlerini kaçırıp küçük bir nefes aldı ve fısıldadı, “Valtor… artık biraz… biraz dikkatli olmalısın.”
Valtor, kaşlarını hafifçe kaldırdı, dudaklarının kenarında ince bir alaycı gülümseme belirdi. “Dikkatli olmak mı, yoksa seni fazla mı hırpalıyorum?” diye sordu, sesi hafif kışkırtıcı bir tonla uzanıyordu. Bloom’un utangaç hali, onun için hem eğlenceli hem de davetkâr bir bulmacaydı.
“Evet… sen… böyle… dikkatli olmazsan… şey… olabilir,” dedi Bloom, kelimeleri birbirine dolayarak, yanaklarındaki kızarıklık daha da belirginleşmişti.
Valtor, alaycı bir şekilde başını yana eğdi, gözlerindeki ışık hafifçe parladı. "Küçük perim… Bu kadar masum ve utangaç görünmen… çok eğlenceli,” dedi. Dudaklarının kenarındaki gülümseme, Bloom’un utangaçlığını daha da körüklüyordu.
Bloom, gözlerini yere indirdi, sessizce nefes aldı ve mırıldandı. “Sen… her seferinde çok dikkatsiz oluyorsun. Eğer böyle devam ederse… ben… hamile kalabilirim…”
Valtor’un gözleri bir anda genişledi, yüzündeki alaycı ifade dondu, dudakları sıkıştı.
Bir an sessizlik oldu; odadaki mum ışıkları bile sanki bu ani ciddiyeti hissetmiş gibi titredi. Bloom’un yüzündeki utanç ve endişe, Valtor’un dikkatini tamamen üzerine çekmişti.
Hiç konuşmadan, sadece ifadesiz bir şekilde derin bir nefes aldı; gözlerinde ani bir kararma belirmişti.
Bloom’u nazikçe bırakıp arkasını döndü. Geniş omuzları, sessiz ama belirgin bir ağırlık taşıyor gibiydi; sadece yansıyan gölgeler, onun içindeki karmaşayı biraz olsun anlatıyordu.
Valtor’un sessizliği ve yüzündeki karanlık gölge, odadaki havayı aniden ağırlaştırmıştı.
Utanç ve endişe arasında bir duygu seli hisseden Bloom, adımını attı ve yavaşça Valtor’un yanına yaklaştı. “Valtor… ben…” dedi Bloom, sesi titrek ama kararlıydı. “Ben… sadece… çocuk için henüz çok erken olduğunu söylüyorum. Sadece… ben... Çocuk için, çok gencim.”
Valtor, uzun bir süre sessiz kaldı, omuzlarını hafifçe indirip derin bir nefes aldı. Sonra yavaşça yatağa oturdu; gölgeler arasında geniş omuzları ağır ve düşünceliydi.
Bloom, bir adım daha yaklaştı, dizlerinin üzerine çöktü ve elleriyle Valtor’un ellerini nazikçe tuttu.
Valtor başını hafifçe çevirdi, gözleri hâlâ ifadesiz, sessiz bir mesafeyi koruyordu. “Endişelenme,” dedi soğuk ve mesafeli bir tonla. “Sen… hamile kalamazsın.”
Bloom, dudaklarını büküp ciddiyetle ona baktı. “Ne demek istiyorsun, Valtor?” diye sordu, sesi hem sakin hem de sorularla doluydu. Gözlerinde bir kararlılık parlıyordu; Valtor’un sessizliğini bozmaya hazır bir ifade vardı.
Valtor, uzun bir süre yanıt vermeden, odadaki mum ışığının titrek gölgelerine baktı. Sessizliği, sözcüklerden daha fazla ağırlık taşıyordu; ama Bloom, onun bakışlarından ve duruşundan, ne kadar derin düşündüğünü hissedebiliyordu.
Bloom, Valtor’un sessizliğine karşı durakladı; gözleri onun ifadesiz yüzünde kayboldu. “Valtor… ne demek istiyorsun?” diye fısıldadı, sesi hem kırılgan hem de merak doluydu.
Valtor derin bir nefes aldı, gözleri mum ışığında titrek gölgelerle birleşirken, sessizliğin ağırlığını yavaşça dağıttı. “Hamile kalamazsın, Bloom,” dedi, sesi hâlâ soğuk ama artık açıklık taşır bir tonla.
Bloom, gözlerini açtı ve gözleri onun yüzünde donakaldı. “Nasıl yani…?” dedi Bloom, sesi titrek ve şaşkın, kelimeler ağzından zor çıkıyordu.
Valtor başını hafifçe salladı, bakışları uzaklara dalmıştı. “Beni yaratanlar… Üç Eski Çağ Cadıları… beni savaş ve yıkım için şekillendirdiler. Benim doğam, güç ve karanlık üzerine kurulu; bedenim… üretim için tasarlanmadı. Bana üreme yeteneği verme gereği duymadılar. Bu yüzden sen… hamile kalamazsın.”
“Yani… biz… hiçbir zaman…” diye başladı Bloom, sesi neredeyse bir fısıltıydı, ama cümlenin devamı kayboldu. Valtor, hafifçe başını salladı; sessizliği bir kez daha ağırlıkla odada yankılandı.
Valtor, sessizce başını salladı. “Hayır… bu, mümkün değil.”
Bloom, gözlerinde karmaşık bir karışım taşıyarak geri çekildi; hem şaşkın hem de bir parça hüzünlüydü. Omuzlarını hafifçe düşürdü, dudakları titredi. “Bu…”
Valtor, omuzlarını genişçe açtı, sessizliğe gömülmüş bir şekilde yataktan indi ve Bloom'un yanına oturdu. Gözlerindeki karanlık, mum ışığının titrek alevlerinde daha da belirginleşiyordu; ama içinde bir parça koruma ve kararlılık da saklıydı.
Bloom, bir süre sessizce bekledi; kelimeler olmadan, sadece varlıkları birbirine dokunarak, birbirlerinin karmaşasını hissettiler.
Bloom, derin bir nefes aldı ve en sonunda yavaşça konuştu. “Seni seviyorum...”
Valtor, hafifçe başını eğdi, gözlerinde hem karanlık hem de sessiz bir şefkat parladı. “Biliyorum, küçük perim… ve bu… her şeyden daha değerli.”
...
Ay ışığı, hafif nemli rüzgarla birlikte geceyi gümüş bir örtü gibi kaplarken, Bloom ve Valtor geniş taşlı bir avluya çıkmışlardı.
Havada rüzgarın ve gecenin kokusunun karışımı vardı.
Bloom, kayık yakalı, siyah korseli tulumuyla geceye keskin bir siluet çiziyor; topuklu botlarıyla taşlara basarken dikkatliydi.
Kızıl saçları at kuyruğu şeklinde sımsıkı toplanmış, elindeki gümüş kılıç ağır ve kararlı bir şekilde parlıyordu. Yarım eldivenler, kavrayışını güçlendirmişti ve hareketlerini özgür kılacak kadar esnekti.
Valtor, karşısında dikilmiş, siyah gömleği ve deri omuzluğuyla bir gölge gibi duruyordu. Pantalonu ve botları geceyle kaynaşırken, elinde tuttuğu obsidyen, siyah kabzalı kılıç ay ışığında sanki karanlığa hükmediyordu.
Saçları, Bloom’un bağladığı şekilde geriye çekilmişti; bakışları keskin, dudaklarının kenarında alaycı bir gülümseme vardı.
“Daha hızlı olmalısın, Bloom,” dedi Valtor, kılıcını Bloom’unkine hafifçe çarpıp, hızlı bir hamle yaptı.
Sesi alaycı ve kışkırtıcıydı, ama gözlerinde hafif bir ışık parlıyordu. “Bacaklarını biraz daha aç! Hayır, hayır… kılıcını böyle sallayamazsın. Gücün yoksa hızın da işe yaramaz.”
Bloom dudaklarını sıkıp, kaşlarını çattı; bir anlığına sinirlenmiş gibi göründü, ama gözlerindeki ateş asla sönmedi. “Ben… biliyorum!” diye karşılık verdi, kılıcını sertçe savurarak Valtor’un hamlesini savuşturdu.
Valtor, hafifçe geri çekilip alaycı bir gülümseme ile başını yana eğdi. “biliyorsun? Şüpheliyim, küçük perim. Belki de amacın, teslim olmaktır, ha?"
Bloom, dudaklarını ısırarak hızlı bir adım attı, kılıcını düşmana hazır bir şekilde savurdu. “Sana… asla kolayca teslim olmam, Valtor!”
Valtor, hafifçe gülerek hamlesini geri çekti ve Bloom’un kılıcını ustaca yönlendirerek karşılık verdi. “Ah, işte bu! İşte gerçek mücadele ruhu! Ama unutuyorsun… her hamleni, her adımını izliyorum. Bir hata yaparsan, seni cezalandırmak… düşüncesi bile çok zevkli, Bloom.”
Bloom, hafifçe nefesini kesip, alaycı bakışlarla karşılık verdi. “Cezalandırmak mı? Hah! Bugün kaybetmeyeceğim, Valtor!”
Valtor, gözlerinde hafif bir kıvılcım, kılıcını yavaşça Bloom’unkine çarptı, hafif bir şiddetle onu geriye itti. “Belki de… Bloom, senin sinirlenmeni seviyorum. Bu öfke seni güçlendiriyor… Seninle oynamak… çok hoşuma gidiyor.”
Bloom, kısa bir an için duraksadı; kılıcını sıkıca kavradı, gözleri parladı ve sessiz bir kararlılıkla ileri atıldı. “O zaman… hazırlıklı ol, Valtor. Çünkü bugün, kaybedeceksin.”
Taş zeminde metalin metale çarpan sesi, ay ışığı altında yankılanıyor; kılıçların şakırtısı, geceyi bambaşka bir ritme sürüklüyordu.
Bloom’un nefesi kesik kesikti, ama bakışları kararlıydı. Valtor’un alaycı gülümsemesi, her adımda daha da sinirini körüklüyor, öfkesini bir kalkan gibi bedenine örüyordu.
Valtor hızlı bir hamleyle saldırdı; kılıcı, Bloom’un yanından ölümcül bir yay çizerek geçti.
Bloom son anda yana çekildi, ayaklarının altındaki taşlar sürtündü. Nefesini dengeledi, Valtor’un boşluğunu fark edip kılıcını savurdu; fakat Valtor ustalıkla savuşturdu, omuzlarından biriyle Bloom’u geriye itti.
“Çok yavaşsın, küçük perim,” dedi, gözlerinde keskin bir ışıkla. “Beni yere sermek istiyorsun ama bu hızla… beni baştan çıkarmak istiyor olabilir misin?”
Bloom, dişlerini sıktı. İçinde yanan öfke, soğukkanlı bir kararlılığa dönüştü. Bir adım geri çekildi, nefesini düzenledi, sonra gümüş kılıcını savurmak yerine kurnazca yönünü değiştirdi.
Valtor’un hamlesini provoke etti; Valtor, kışkırtmaya kapılıp hızla saldırdığında Bloom aniden çömeldi, kılıcını aşağıdan yukarıya çevirdi.
Metal, havayı yararak yükseldi, Valtor’un dengesini bozdu.
O anı fırsat bilen Bloom, tüm gücüyle ileri atıldı. Kılıcıyla Valtor’un kılıcını yana itti ve bedeniyle onu sertçe göğsünden bastırdı.
Valtor, şaşkın bir anla geriye sendeledi, ayakları kaydı ve taş zemine düştü.
Bloom, terle parlayan yüzünde vahşi bir gülümsemeyle, anında üstüne çıktı. Dizleri Valtor’un göğsüne dayalıydı; gümüş kılıcını, onun boynuna keskin bir tehdit gibi bastırdı.
Nefes nefeselerdi ikisi de; ay ışığı, ter damlalarını ve yüzlerindeki gölgeli ifadeleri keskinleştiriyordu.
Valtor, başını geriye yasladı, gülümsemesi hâlâ silinmemişti. “Bloom… sonunda istediğini başardın, ha? Boynuma kılıç dayadın.”
Sesindeki alaycı ton yerini ağır, boğuk bir karanlığa bırakmıştı. “Ama… şimdi soruyorum: O kılıcı kullanabilir misin?”
Bloom’un göğsü hızla inip kalkıyordu, nefesleri Valtor’un yüzüne çarpıyordu. Dudakları kıvrıldı, zaferle sırıttı. “Seni yere sermek bile yeterince tatmin ediciydi. Ama boynuna kılıcı dayamak… daha da keyifli.”
Valtor’un gözleri parladı; öfke değil, hayranlık ve arzusuyla yanıyordu. “Bu ifadeni… sevdim. Savaşın, öfkenin, zaferin tadı var yüzünde. Bu kararlılık… beni büyülüyor.”
Bloom, kılıcını hafifçe bastırdı, Valtor’un teninde ince bir çizik açıldı. İncecik bir kan damlası, ay ışığında kırmızı bir taş gibi parladı.
Bloom’un sesinde hem zafer hem meydan okuma vardı. “Belki de asıl güç… seni yenebileceğimi bilmekte.”
Valtor, derin bir kahkaha attı, taş zeminde yankılandı. “Beni yenmek mi? Ah, küçük perim… bugün beni yere serdin, evet. Ama bana dokunan tek şey… senin öfkenin zehri oldu.”
Bakışları, Bloom’un yüzünde, dudaklarının kıyısında gezinirken karanlık bir şehvetle fısıldadı. “Ve bu zehir… bana hiç olmadığı kadar iyi geliyor.”
Bloom’un kalbi hızla çarpıyordu; boynuna dayadığı kılıç, bir tehditten çok, aralarındaki tutkunun sembolüne dönüşmüştü.
Valtor, boynuna dayalı soğuk metale aldırmadan, başını hafifçe kaldırdı ve fısıldadı. “Kılıcını çek, Bloom… yoksa seni, başka türlü cezalandıracağım.”
Bloom’un nefesi dudaklarının arasından kaçtı; gözlerindeki zafer parıltısı, Valtor’un karanlık meydan okumasıyla çatışıyordu.
Kılıç hâlâ boynundaydı, ama bu oyunda artık zaferin tadı da, yenilginin çekiciliği de aynı gökyüzünün altında birleşmiş gibiydi.
Valtor’un gözleri, Bloom’un inatla kılıcını çekmemesine odaklanmıştı. Ay ışığı, gümüş metalde parlıyor, ikisinin de nefesini daha da ağırlaştırıyordu.
Valtor’un dudaklarından boğuk bir kahkaha döküldü. “Demek öyle… bana meydan okumaya devam edeceksin.”
Bloom, zaferle kıvranan bir gülümseme gösterdi. “Korktun mu yoksa, Valtor? Boynundaki kılıç seni rahatsız mı ediyor?”
Valtor’un bakışları karardı. Sesi, neredeyse bir tehdit gibi fısıldadı. “Bloom… hata yaptığını anlaman için sana kılıç değil, ellerim yetebilir.”
Bir anda bedenini sertçe çevirdi. Bloom, ne olduğunu anlamadan altındaki üstünlüğünü kaybetti; kılıcı elinden fırladı, taş zeminde çınlayarak uzaklaştı.
Valtor, onun bileğini kavradı, bedenini ters çevirdi ve sırtüstü taşlara bastırdı. Bloom nefesini tutarken, siyah büyünün gölgeleri Valtor’un ellerinden yükseldi.
Soğuk, sarmal ışıklar Bloom’un kollarına dolandı; bilekleri, kafasının üstünde taş zemine sabitlendi. Bloom çırpındı ama büyü demir zincirden daha sertti. Ardından bacaklarına yayılan aynı karanlık, onları iki yana açtı; vücudu tamamen Valtor’un insafına bırakılmış haldeydi.
Bloom’un nefesi hızlandı, yanakları kızardı. “Valtor!… Bunu yapamazsın!”
Sesi öfkeli görünse de içinde bir titreme, bir utanç ve gizli bir heyecan vardı.
Valtor, üzerine eğildi, dudaklarını Bloom’un kulağına yaklaştırdı. “Yanılıyorsun, Bloom… Benimle kılıç oyununda kazanmak istedin. Ama şimdi benim oyunuma düştün.”
Bloom dişlerini sıktı, gözleri meydan okumayla parlıyordu. “Beni… zincirleyebilirsin, ama bu seni güçlü yapmaz!”
Valtor’un parmakları Bloom’un yanağından boynuna doğru kaydı, dokunuşu hem nazik hem de tehditkârdı. “Güç…” diye fısıldadı, gözlerini onun gözlerine kilitleyerek. “Bazen kılıçta, bazen büyüde… ama asıl güç, karşındakinin kalbinde korku ya da arzu uyandırabilmektir.”
Bloom’un göğsü hızla inip kalkıyordu, ama bakışları hâlâ dikti. “Ve ben… senden korkmuyorum.”
Valtor’un dudaklarında karanlık bir tebessüm belirdi. “Korku istemiyorum zaten, Bloom.” Ses tonu, bir itiraf kadar yakın ve tehdit kadar ağırdı. “Ben senden arzu istiyorum.”
Bloom, zincirlenmiş kollarını boşuna zorladı, bakışlarında hem öfke hem tutku vardı. “Arzu mu? Bana asla boyun eğdiremezsin!”
Valtor, dudaklarını onun boynuna hafifçe yaklaştırdı, nefesi Bloom’un teninde sıcak bir gölge gibi dolaştı. “Göreceğiz, küçük perim…”
Valtor, parmaklarının arasından kayıp düşen ince, siyah bir kumaşı havada çevirdi. Bloom’un gözleri öfkeyle daraldı ama kafasını çevirmeye fırsat bulamadan kumaş gözlerine kapandı, düğüm sıkı ve kesindi.
Artık yalnızca Valtor’un nefesini, taş zeminde yankılanan adımlarını ve tenine değen karanlığın dokunuşlarını hissedebiliyordu.
“Böyle daha iyi…” diye fısıldadı Valtor, sesinde hem alay hem de gizli bir keyif vardı. “Artık sadece hissetmeye mahkûmsun,”
Bloom zincirlerin gerilimine rağmen gövdesini öne itti, dudaklarının kenarında kışkırtıcı bir gülümseme belirdi. “Hissetmek mi? Bana dokunmaya cesaretin varsa, belki sana ne kadar dayanabileceğimi gösteririm.”
Valtor’un parmakları onun beline kayarken gülerek karşılık verdi. “Dayanmak mı, Bloom? Her seferinde önce inat ediyorsun, sonra…” Sözü yarıda kesti, dokunuşuyla Bloom’un nefesini hızlandırdı. “Seni, kollarım arasında dağılmış halde buluyorum.”
Bloom başını çevirdi, dudaklarından kısa bir nefes kaçtı ama meydan okumayı bırakmadı. “Belki de sana istediğini düşündürmek hoşuma gidiyordur.”
Valtor’un gözleri tehlikeli bir parıltıyla daraldı. “Demek oyuna devam etmek istiyorsun.”
Bloom gülümseyerek mırıldandı. “Sana kolay zafer yok, Valtor. Eğer beni istiyorsan, daha çok çabalaman gerekecek.”
Valtor’un gülümsemesi, ay ışığının gölgeleriyle birleşerek neredeyse şeytani bir hâl aldı.
Bloom’un meydan okuyan dudakları hâlâ titrek bir kararlılık taşıyordu; ama gözleri bağlanmış, bilekleri zincirlenmişti.
Bu hâlde bile ona karşı böylesine başkaldırması, Valtor’un içindeki sabrı tamamen tüketti.
Ellerini Bloom’un omuzlarından kaydırdı, sert bir hareketle korsesinin kenarını kavradı. Kumaşın gerilen ipleri bir anlığına sessizliği doldurdu, ardından acımasızca yırtıldı.
Bloom’un göğsünden yükselen ani nefes, avlunun taşlarına çarparak yankılandı.
“Valtor!” diye haykırdı Bloom, sesinde öfke ile karışık bir utanç vardı. Nefesi boğuk ve hızlıydı. “Bunu yapmaya cüret edemezsin!”
Valtor, yırtılan parçayı elinde buruşturdu, yere bıraktı. Karanlık gözlerini onun titreyen dudaklarına çevirdi. “Cüret mi? Küçük perim… Sen benimle savaşmayı seçtin. Şimdi oyunun kurallarını ben koyuyorum.”
Bir diğer hamlede, siyah tulumunun yan dikişlerinden tutup çekti; kumaşın ince lifleri çıtırdayarak koptu, Bloom’un vücudu ay ışığına daha çok açıldı.
Zincirler onu hâlâ sabit tutuyordu; ne kollarını koruyabildi, ne de bacaklarını kapatabildi.
Valtor’un parmakları, yırtılmış kumaşın kenarlarından Bloom’un tenine kaydı. Soğuk gecede bile onun derisi, karanlığın dokunuşuyla yanıyordu. Bloom zincirleri zorladı, nefesleri kısa ve kesikti. “Bunu yapamazsın, Valtor…!”
Valtor, yüzünü onun boynuna yaklaştırdı, dudaklarının kenarı tenine hafifçe değdi. “Yapamaz mıyım?” dedi, sesi ipeksi bir tehdit gibiydi. “Seninle kılıç oyununa girdim. Kaybettin. Şimdi sıra benim oyunlarımda.
Bloom başını çevirdi, dudakları aralıktı ama sesini yükseltmeye çalıştı. “Kaybettiğimi kabul etmiyorum!”
Valtor’un kahkahası taş zeminde yankılandı. Zincirleri daha da sıktı, Bloom’un bilekleri karanlığın demirine daha çok gömüldü. “İnat ediyorsun… ve bu inat seni daha da güzel kılıyor.” Elini Bloom’un yanağından çenesine, oradan da boğazına indirdi, hafifçe bastırdı. “Ama güzel perim, bil ki bu zincirler sadece bedenini değil, ruhunu da eğmek için var.”
Bloom’un nefesi boğuklaştı, yüzü kızardı. İçinde bir ateş yanıyordu; öfke ile karışık, inatla bastırmaya çalıştığı bir arzu. “Ne yaparsan yap, sana boyun eğmeyeceğim. Bu sefer değil, ben kazanmıştım. Hile yapıyorsun!”
Valtor, gözlerini kısmış, dudaklarının kıyısında koyu bir tebessümle fısıldadı: “Hile... Bloom, seni elde edebileceğim her fırsat benim için değerli. Madem öyle… seni zorlamanın başka yollarını bulacağım.”
Eğildi, dişlerinin ucu Bloom’un omzuna dokundu; ardından sert bir nefesle geri çekildi. Bloom’un bedeni istemsizce ürperdi, zincirlere daha çok asıldı.
“Valtor…” dedi titrek bir sesle. Bu seferki ton, sadece öfke değildi; içinde saklı bir kıvılcım vardı.
Valtor, bunu fark edince gözleri tehlikeli bir parıltıyla alevlendi. “İşte bu sesi istiyordum,” diye fısıldadı. “Öfke ile arzunun birbirine karıştığı o anı… beni asıl büyüleyen şey bu.”
Bloom, dudaklarını sıkıca kapatmaya çalıştı, ama nefesleri hızlanmıştı. Zincirlere rağmen gövdesi kıpırdıyor, karşı çıkmayı sürdürmek istiyordu.
Valtor, onun kulak hizasında alaycı bir fısıltıyla devam etti. “Bana bir tek kelime söylemen yeter… ‘Dur’ de, bırakırım. Ama demezsin, değil mi? Çünkü sen de bu ateşin tadını almak istiyorsun.”
Bloom’un yanaklarından aşağıya sıcaklık indi, kalbi göğsünde çarpıyordu. Dudaklarını açtı ama meydan okuyucu bir cüretle söyledi. “Sana… zevk aldığımı asla söylemeyeceğim.”
Valtor’un gözleri karanlık bir hazla parladı. “O hâlde, küçük perim… bu itirafı senden söküp alana kadar seni zincirli bırakacağım.”
Parmakları tekrar yırtık kumaşın arasından süzüldü, Bloom’un bedeninde çizgiler çizdi. Bloom, öfkeyle nefes alıp veriyor, ama dudaklarının kenarında istemsiz bir titreme belirmişti.
Valtor, her anını gözleyerek fısıldadı, “direnmeye devam et. Çünkü ben seni, en çok direnip sonunda teslim olduğunda istiyorum.”
Ay ışığı Bloom’un zincirli bedenine düşerken, Valtor onun bütün direncini adeta hissetmek istiyordu. Her nefes alış verişi, her titreyen kası, her istemsiz kıpırtısı onun için bir işaret, bir davet gibiydi.
Valtor, aletini Bloom'un girişine dayadığında Bloom'un kıpırtıları onu daha da kışkırtmaya başlamıştı. Bloom'un bedenini, belini kavrayarak hizaladı, elleri sıkıca onun beline dolanarak onu taş zeminde sabitledi.
Bloom’un nefesi kesildi, bedeni istemsizce ürperdi; öfke ve inatla karışık bir arzu onu ele geçirmişti.
“Ah… küçük perim,” dedi Valtor, sesi karanlık ve ipeksi, “senin arzunu görmek… dirençle dolu bu bedende hissetmek, en büyük zevkim.”
Bloom, gözleri bağlı olmasına rağmen Valtor’a meydan okumaya çalıştı. “Sen…” diyebildi ama içinde hissettiği ani doluluk nefesinin titremesine ve kelimelerine gölge düşmesine nedn oldu.
Valtor, dudaklarını onun kulak hizasına getirdi, nefesi teninde dolanırken fısıldadı. “Durmayı düşünme bile. Çünkü ben seni yavaş yavaş, her anın tadını çıkaracak şekilde…”
Sözü kesildi, ve hareketleri öyle bir hâl aldı ki, Bloom’un tüm dikkati ve bedeni onun varlığına kilitlendi. Kolları zincirli, bacakları iki yana açılmış, her kıpırdanışı Valtor’un kontrollü dokunuşlarıyla sınanıyordu.
Bloom, bir süre sonra içindeki bastırılmış arzunun farkına vardı; titrek nefesleri, istemsiz kıpırtıları artık gizlenemez hâle gelmişti. “Valtor…!” dedi, sesi hem öfke hem de karşı konulmaz bir heyecan taşıyordu.
Valtor, onun nefesini dudaklarından hissediyor, karanlık bir tatminle devam ediyordu. Sonra dudaklarını Bloom’un dudaklarına kilitledi, uzun, baskın ve tutkulu bir öpücükle… onu susturdu. Bloom’un arzuyla karışık nefesleri, Valtor’un karanlık hâkimiyetinin bir yankısı gibi taş avluda dalga dalga yayıldı.
Valtor’un hareketleri yavaş ve hesaplıydı. Her dokunuşu, her hafif baskısı, Bloom’un içinde bir yangın başlatıyordu; arzuyu körüklüyor, öfkeyi daha keskin hâle getiriyordu.
Bloom, titreyen nefeslerini zorla kontrol etmeye çalışıyor, ama Valtor’un kasıtlı yavaşlığı onu deli ediyordu.
Valtor, onun tepkilerini hissederek daha da sıkı kavradı. Bloom’un bedeninin her hareketi onun kontrollü hâkimiyetinin bir yankısıydı.
Küçük bir titreme, küçük bir çırpınış… Valtor’un dudaklarından boğuk bir nefes ve kesik bir inleme yükseldi; bu ses, Bloom’un içindeki şeytani bir gülümsemenin oluşmasına neden oldu.
Bloom dudaklarının kenarında kışkırtıcı bir ifadeyle fısıldadı. “Bu kadar yavaş mı? Beni deli etmek için uğraşıyorsun… ama bence daha fazlasını istiyorsun, Valtor.”
Valtor, Bloom’un fısıltısını duyduğunda gözleri karanlık bir ateşle parladı. Kışkırtıcı sözler, onun sabrını taşırmış, kontrolünü bırakmasına neden olmuştu.
Bir an için duraksadı, sonra ise kararlı ve sert bir hamleyle aletini Bloom’un bedenine gömdü.
Bloom’un nefesleri kesik kesik, titrek ve heyecan doluydu; Valtor’un her hareketi onu daha derin bir karanlığa ve arzunun tuzağına sürüklüyordu.
Valtor, sert ve baskın hareketleriyle Bloom’u kontrol ederken, onun her tepkisini dikkatle izliyor, aralarındaki ritmi belirliyordu. Bloom’un küçük tepkileri, kesik nefesleri ve istemsiz kıpırtıları, Valtor’u daha da kışkırtıyordu.
Bir süre sonra, Valtor Bloom’un kollarını çözerek, onu kucağına aldı. Bedenleri birbirine tam olarak uyum sağlıyor, nefesleri birbirine karışıyor, sessizliklerini yalnızca kendi ritimleri bozuyordu.
Gece boyunca durmadan birbirlerine dokundular; hem öfke hem tutku, hem meydan okuma hem teslimiyet bir arada yaşanıyordu.
Valtor’un karanlık hakimiyeti, Bloom’un inadıyla birleşiyor, ikisi de birbirlerinde hem zevk hem mücadele hem de kontrolün karmaşık tadını keşfediyordu.
Her nefes alış, her kısık fısıltı, geceyi unutulmaz kılıyor, ay ışığı altında tek bir ritimle birleşiyordu: onlar, birbirlerine tamamen teslim olmuştu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |