
Yemekhanede uzun masaların üzerinde sıcak yemeklerin buğusu yükseliyordu; fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusu, baharatlı etlerin ağır aromasıyla karışıyor, tatlı şarap kadehlerinde ışıklar titreyerek yankılanıyordu.
Salonun yüksek kemerli tavanlarından sarkan büyülü kandiller, odanın her köşesine menekşe rengi bir aydınlık serpiyor, masanın ortasında oturanların üzerinde gölgeler daha derinleşiyordu.
Bloom, Valtor'un yanına oturduğunda, Stella’nın elleri bir anda onun parmaklarına dolandı. “Seni tekrar böyle görmek... yanımızda... inan bana, bu bir mucize,” dedi gözleri dolarak.
Flora hafifçe gülümsedi, Layla ise uzun süre bakamadı Bloom’un gözlerine, suçluluk hâlâ omuzlarında ağır bir yük gibiydi. Musa derin bir nefes alıp masaya eğildi. “Artık birlikteyiz, sorun bu değil. Asıl mesele, bu koca duvarı nasıl yıkacağız.”
Riven, Brandon ve diğer Uzmanlar, kızların yanındaki yerlerini aldı.
Helia'nın bakışları Bloom’a takıldığında, sesini alçaltarak, “Bloom, bize neler olduğunu anlatacaksın değil mi? Bakışlarından anlıyorum, gizlediğin bir şey var,” dedi.
Valtor rahatça Bloom'un yanında, masanın ucunda oturuyor, gözlerini tek bir saniye bile Bloom' dan ayırmıyordu.
Icy, Darcy ve Stormy sessizdi, gözleri Bloom’u izliyordu; onlar için şaşırtıcı hiçbir şey kalmamış gibiydi.
Bloom derin bir nefes aldı, bir an kadehini önünde çevirdi, sonra başını kaldırıp bütün gözlerin ona dikildiğini gördü.
“Konsey’i yıkmanın tek bir yolu var,” dedi sesi sakin ama kararlıydı. “Onları, kendi duvarlarının dışına çekmek. Korundukları kalın büyü ağları içeriden kırılıyor. Çünkü içerde bana bağlı olan birileri var.”
Masada çıt çıkmadı. Stella’nın ağzı açık kaldı, Musa sandalyesinde doğruldu, Layla kadehini sertçe masaya bıraktı. Riven şaşkınlıkla Bloom’a doğru eğildi. “Ne demek istiyorsun? İçeriden birileri mi? Konsey’in kalbine sızmış bir müttefiklerden mi bahsediyorsun?”
Bloom başını salladı. “Evet. Onların inandığı sadakat, çoktan çatladı. Bu yüzden korumaları çökecek. Ayrıca Işık Askerleri de artık Konsey’in yanında değiller. Onların emirlerini tanımıyorlar, sadece şimdilik susmaları gerekiyor.”
Bir uğultu yayıldı masada. Brandon hemen sordu. “Bunu… ne zamandır planlıyorsun? Bloom, biz bilmiyorduk…”
“Çünkü bilmenizi istemedim,” dedi Bloom. Sesi biraz titredi ama gözlerinde bir ateş vardı. “Eğer söylediklerim erken duyulsaydı, her şey tehlikeye girerdi. Bu yükü tek başıma taşımak zorundaydım.”
Stella ellerini yüzüne kapattı, sonra gülerek ağladı: “Sen… sen gerçekten bunu tek başına mı hazırladın? Biz bile habersizdik!”
“Ve yine de başardın,” dedi Flora, gözleri parlayarak.
Tecna, bir anlık sessizlikten sonra Bloom’a baktı. “Sana inanmamış olmaktan nefret ediyorum. Ama bu… bu başka. Artık gerçekten Konsey’in sonu geliyor.”
Herkesin yüzünde aynı anda hem şok hem de umut belirdi. Tek bir detay dışında.
Valtor ağır ağır kadehini kaldırıp dudaklarına götürdü, gözleri Bloom’unkilerle kesiştiğinde bir gölge geçti ifadesinden. “Ama,” dedi sertçe, “her şey o kadar basit değil. Hepinizin unuttuğu bir şey var: Erethel Kristali.”
Odanın havası birden buz kesmiş gibiydi. Darcy fısıldadı: “Ah, işte en tatsız nokta…”
Musa kaşlarını çattı. “Erethel Kristali de ne?”
Valtor’un sesi ağır ve derindi, masadaki bütün nefesleri bastıran bir tınıyla konuştu. “Omega Boyutundan alınan büyülerin toplandığı ve kullanılmak üzere bir cisim haline getirilen güçlü bir silah. Sadece bu değil; halkın tüm bilincini çarpıtıp Konsey’e sadık köleler hâline getirebilir. Kristal harekete geçirilirse, hepimiz hain olarak damgalanırız. Tek bir yanlış adımda, bütün planlarımız bizimle birlikte yok olur.”
Layla sessizce fısıldadı, “o hâlde… her şeyimiz onların elinde.”
Bloom başını eğdi, parmakları masanın üzerinde titredi. Sonra yükseltti bakışlarını. “Hayır. Kristal yalnızca kendi Efendisinden daha güçlüsünü tanırsa, ya da Efendisinin çöküşüne tanık olursa yeni bir Efendi seçer. Eldvaron şu anki sahibi… ama biz bu zinciri kırabiliriz.”
Darcy öne atıldı. “Sen ve… Valtor,” dedi kısık sesle. “Sanırım bunun için biçilmiş kaftansınız.”
Bloom’un yüzü sertleşti, sesi çatallaştı ama kararlıydı. “Evet. Gerekirse… Kristali bana ya da Valtor’a boyun eğdirebiliriz. Ama Eldvaron onu kullanıp halkın hafızasını silerse ya da Obsidyen’e kapı açarsa… o zaman felaket olur.”
Masada bir an mutlak sessizlik oldu.
Kandillerin ışıkları Bloom’un kızıl saçlarını alev gibi parlatıyor, Valtor’un gri gözlerinde karanlık bir derinlik yansıyordu.
Musa yumruklarını sıktı. “Buna izin veremeyiz. Ama nasıl?”
O sırada Bloom konuştu; sesi titrek değildi, aksine taş gibi sağlamdı. “Onu engellemenin yolu dikkatini dağıtmaktan geçiyor. Eldvaron, Kristali çağırmaya kalktığında odaklanmak zorunda. Tek bir dikkat kayması, Kristal’in kontrolünü zayıflatır. İşte o an, benim fırsatım olacak.”
Tecna kaşlarını çatarak sordu. “Ama Kristali kısa süreliğine bile etkisiz hâle getirmek için muazzam bir güç gerekiyor. Onun enerjisini bozacak, akışını kesintiye uğratacak bir çarpışma…”
Darcy öne eğildi, gözlerinde sinsi bir ışık belirdi. “İşte orası da bize düşüyor. Bu işi birlikte yaparsak Kristal’in çevresindeki büyü alanını çatlatabiliriz.”
Stormy yüksek sesle güldü, “Bir kerelik iş birliği ha? Bu iş hoşuma gitmeye başladı.”
Icy ise Bloom’a baktı, buz mavisi gözlerinde alışılmadık bir ciddiyetle: “Kristali tamamen alamayız belki… ama senin için kısa bir pencere açabiliriz. O kısa anı iyi kullanmalısın.”
Bloom başını salladı. “Yeterli olur. Kristali tanımaya zorlayacağım. Eldvaron’un gücünün üzerinde bir irade göstermeliyim. Eğer başarabilirsem… Kristal en azından beni fark edecek. O farkındalık bile Eldvaron’un bağını zayıflatabilir.”
O sırada derin, otoriter, tanıdık bir ses yankılandı. “Eğer Erethel Kristali gerçekten senin emrine girerse, Bloom… ona ne yaptırmayı düşünüyorsun?”
Sözlerin ağırlığı yemekhaneyi doldurdu. Bir uğultu yayıldı, fısıltılar hızla yayıldı.
Winx birbirine baktı, Trix’in gözleri irileşti, hatta Valtor’un yüzünde bile kısa süreli bir şaşkınlık belirdi.
Yemekhanenin geniş girişinde siyah cüppesiyle Müdire Griffin beliriyordu. Omuzları dimdik, bakışları keskin ve kararlıydı.
Onun etrafında, adımları yankılanarak içeri giren bir kalabalık vardı. Büyülü kandillerin ışığı onlara vurduğunda kim oldukları netleşti: Alfea ve Bulutlu Kule öğrencileri.
Masa başında oturan cadıların gözleri parladı; fısıltılar giderek daha yüksek sesle yayıldı. “Müdire Griffin…” diye fısıldayanlar, sevinçle birbirine sarılanlar oldu. Otoritesiyle tanınan bu kadının gelişi, yemekhanedeki cadıların çoğu için güven demekti.
Bloom derin bir nefes aldı. Masadan kalkarken sandalyesinin ayakları taş zeminde gıcırdadı. Saçları arkasından alev gibi savruluyordu. Gözlerini Griffin’in sert bakışlarına kilitledi.
Aşağıya doğru yürümeye başladığında, adımları yankılandı. Arkasında Stella kalktı, ardından Flora, Musa ve Layla. Tecna hızlıca kadehini masadan çekip bıraktı, kararlı adımlarla arkaya geçti. Riven, Brandon ve diğer Uzmanlar tereddütsüz onlara katıldılar.
Icy’nin buz mavisi gözleri bir anlığına Griffin’e dikildi, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. Darcy ve Stormy, bakışlarını Bloom’dan ayırmadan yürüdüler.
En arkada ise Valtor ağır adımlarla doğruldu. Gözleri Bloom’dan başkasına bakmıyor, gri bakışlarında soğuk bir derinlik parlıyordu. Omuzlarını geriye atıp adımlarını onların arasına kattığında, yemekhanedeki uğultular bir anlığına kesildi.
Bloom, Griffin’in karşısına indiğinde, etrafı bir yarım daire gibi çevriliydi. Winx, Trix, Uzmanlar ve Valtor, herkes onun arkasındaydı.
"Ondan kurtulacağım." dedi Bloom, sesi güçlü ve keskindi. Gözleri, içinde tek bir şüphe dahi barındırmıyor, aksine kalbinde cayı cayır yanan yangının öncüsü oluyordu. "Onu, yok edeceğim."
Griffin, Bloom’un sözleriyle başını çok az eğdi. Dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı; bu memnuniyetin göstergesiydi ama yüzünde hâlâ taş gibi bir disiplin vardı.
Yemekhanede, yalnızca köşelerde kendi aralarında fısıldaşan birkaç cadının sesi duyuluyor, onun dışında hava adeta gerilmiş bir tel gibi sessizdi.
Bakışlarını yavaşça Bloom’dan ayırıp, arkada duran adama çevirdi. Valtor’un gri gözleri bir an bile Bloom’dan sapmamıştı. Omuzları geriye atılmış, kolları yanlarında gevşek ama bedeninin yaydığı otorite bastırıcı bir duvar gibiydi.
Griffin’in dudaklarında beliren tek bir kıpırtı vardı; onay. Ama kelimelere gerek yoktu. Bir bakışla anlaşmışlardı.
İki Gün Sonra
Meydan, Bloom’un adını duyduğunda taş kesilmiş gibi dondu. Gözler, bir anlığına ne gördüğüne inanamayan binlerce ruhun sessizliğiyle açıldı.
O an, zaman sanki durdu; tek hareket eden, Bloom’un saçlarının alev gibi dalgalanışı, gözlerinin buz mavisi parıltısıydı.
Konsey üyelerinin yüzlerinde aynı anda üç duygu belirdi: öfke, korku, çaresizlik. Göz bebekleri küçüldü, dudakları titredi; otoritenin en sert yüzleri bile onun karşısında çatırdamıştı.
Eldvaron öne çıktı, bastonunun ucunu taşa vurdu. Çatlayan taş sesi, meydandaki uğultuyu yarıp geçti. “Sen Ejderha Ateşinin varlığına bir hakaretsin! Halkına zulüm yaşatan o iblisin, Valtor’un oyuncağı olan bir sahtekârsın! Senin sözlerin bir lanet, nefesin ihanettir!”
Meydan uğuldadı, fısıltılar göğe yükseldi. Ama halkın bakışlarında bir tereddüt yoktu. Binlerce göz, Bloom’un üzerine sabitlenmişti; o gözlerde şüphe değil, inanç parlıyordu.
Çünkü onların gözünde Ejderha Ateşinin Koruyucusu’nun sevgisi bile bir sır taşıyorsa, o sırrın ardında mutlaka bir hakikat vardı. Bloom’un yanında Valtor vardıysa, bunun bir nedeni olmalıydı.
Meydanın ateşiyle beslenen uğultu Eldvaron’un sözlerini boğdu. Ama yaşlı büyücü pes etmedi, bir adım daha öne çıktı, sesi bu kez nefretle titrekti. “Seni bu dünyaya getirenlere ihanet ettin. Seni koruyan, kollayan herkese ihanet ettin. Sen—”
Cümle boğazında düğümlendi. Gözleri aniden fal taşı gibi açıldı. Dudaklarından bir hırıltı çıktı ve kan fışkırarak çenesine aktı. Eldvaron bastonuna tutundu, dizleri çöktü, bedeni titremeye başladı. Ellerinden yayılan ışık paramparça oldu, göğsünden yükselen bir baskı tüm varlığını ezdi.
Bloom’un yüzünde öfke, kıpkızıl bir şimşek gibi çaktı. Nefesi ağır, kalbi bir çekiç gibi çarpıyordu. Ellerini kaldırmamıştı bile; bakışları, Eldvaron’un damarlarında gezen kanı zincirlemişti. Gözleri buz mavisinin en keskin tonunda parladı, dudaklarından nefesle birlikte hırıltılı kelimeler döküldü. “Sparks’a ihanet etmişken… bana ihanet dersi vermeye cüret mi ediyorsun?”
Kalabalık sessizleşti. Meydanın tüm uğultusu, Bloom’un sesinin titreyen keskinliğinde eridi.
Eldvaron’un gözlerinden kan yaşlar süzüldü, dudakları aralandı ama kelimeler kan pıhtısıyla boğuldu. Bloom’un kan büyüsü, damarlarını buz gibi sıkıyordu; onu yavaş yavaş çökertiyor, halkın gözleri önünde diz çöktürüyordu.
Kalabalık nefesini tutmuştu. Herkes Bloom’un öfkesini, ateşini, intikamın karanlık şiddetini izliyordu.
Dudakları, acının ve nefretin ağırlığıyla kıpırdadı. “Asıl hain, sensin.”
Eldvaron, boğazından kanlı bir hırıltı daha çıkardı. Ellerini göğe kaldırmak istedi ama kasları titreyerek çözüldü. Bedeninin her zerresi kan büyüsünün soğuk pençesinde kıvranıyordu.
Bloom, ağır bir adım öne çıktı. Gövdesi öfkenin, sesiyse intikamın ilahisiydi. Dudakları kıpırdadı, kelimeler meydanı karanlık bir hükümle doldurdu. “Senin ihanetin… Sparks’ın küllerinde yazıldı. Ve şimdi…”
Gözleri kısılıp keskinleşti, bakışları Eldvaron’un kalbine saplandı. “…o ihanet… benim elimde son bulacak.”
Meydanın taşları çatırdadı, havadaki metalik koku kanla birleşti. Eldvaron, kanlı bir çığlıkla yere kapandı; titreyen bedeni, Bloom’un gözlerindeki buz mavisi ateşin önünde küçücük ve çaresiz görünüyordu.
Kalabalık hâlâ sessizdi. Yalnızca Bloom’un öfkesinin yankısı, kanın taşlara damlayan sesi ve Eldvaron’un hırıltıları duyuluyordu.
Ve o an, Bloom’un bakışlarında tek bir şey vardı: öldürmek.
...
"Burası gerçekten iğrenç." Diye söylendi Stella. Etrafı aydınlatan ışık küresini güçlendirdi. Ayakalrı tamamen çamura batmıştı ve kanatlarını da aynı kadarden uzak tutmak için hafifçe kaldırdı.
Musa, bir anda önünü kesen devasa kanatlarla geri çekilmek niyetindeyken dengesini kaybetti.
Neyse ki Layla, Musa yakalanmayı başardı.
Stella gergin ve huzursuzdu. Bu geçitten tam anlamıyla nefret etmişti ve ne yazık ki hâlâ çıkışı görünmüyordu. Öfkeyle mırıldandı, "bu durumda olmaktan gerçekten nefret ediyorum! Kirlendim..."
Tecna holografik ekrandan gözlerini ayırmadan, “dikkatini ver, Stella. Bu tünel sıradan bir geçit değil. Tharion’ın sözlerine göre Konsey’in ilk toplantı binasına bağlanıyor. Konsey, çok uzun zaman önce ana Konsey binası olarak kullanılan bina ile bağlantılı olması için bu tüneli inşa etmiş ama eski bina yıkılınca tünel de zamanla unutulmuş.”
Musa homurdanarak bir su birikintisine bastı. “Harika! Ya büyü tuzağına yürüyoruz ya da başka bir felaketin eşiğindeyiz.”
Işığın titrediği bir anda, Layla durdu. “Sessiz olun.”
Uzaktan, sanki taşın ardında yankılanan bir nefes sesi geldi. Ağır, yavaş ve insan olmayan bir nefes. Stella refleksle bir ışık topu daha oluşturdu; parlayan küre duvarın ötesine çarptı, ama sadece yosun kaplı taşları aydınlattı.
“Yalnız değiliz,” dedi Layla fısıltıyla. “Bir şey burada.”
Tecna hemen kolundaki cihazı aktif etti, mor bir tarama ışığı etraflarını sardı. “Yaşayan hiçbir organizma yok… ama duvarın arkasında enerji imzası var. Çok eski bir mühür olmalı.”
Musa dişlerini sıktı. “O zaman ilerleyelim. Bizi durduracak kadar güçlü olamaz, değil mi?”
Flora başını salladı. “Hayır. Burası bir nefes gibi… tünelin kendi hafızası var.”
Birden, duvar boyunca ince bir ışık hattı belirdi. Sanki taşın damarlarında akan bir kan gibiydi. Ardından, tünel sarsıldı. Yerdeki çamur dalgalandı, yukarıdan taş parçaları döküldü.
Stella bir çığlık attı. “Harika! Şimdi de yıkılıyor mu!?”
Layla öne atıldı, duvara avuçlarını dayadı ve fısıldadı, “açıl.”
Su gibi parlayan bir büyü dalgası duvarı sardı. Taş çatladı, içinden yeşilimsi ışıklar sızdı ve aniden duvar bir geçide dönüştü. Karşısında sisle dolu bir alan açılmıştı.
Stella hızla öne atıldı, dumanın içinden ilk geçen o oldu. Ardından Tecna, Musa, Flora ve Layla…
Geçitten çıktıklarında, geniş bir odanın içindeydiler. Yüksek tavanlı, taş sütunlarla çevrili, duvarları runik yazılarla dolu bir salon. Her sütunun ucunda kararmış meşaleler vardı; ama biri, kendiliğinden yandı. Ardından diğeri, sonra bir diğeri.
Sanki odaya adım atmaları, uykuda bekleyen bir anıyı uyandırmıştı.
Oda boyunca yankılanan bir ses duyuldu. “Cesaret yolunuzu aydınlatsın periler…”
Sütunların gölgesinden biri çıktı. Uzun boylu, beyaz saçlı, gözleri gri bir parıltıyla parlayan bir adam. Omzundaki mavi pelerin, üzerindeki eski Konsey armasıyla tanınmaz hâle gelmişti.
Flora nefesini tuttu. “Aldravar…”
Adam başını hafifçe eğdi. “Winx.” Sesi boğuk, eski taşlar gibi çatlak bir tondaydı. “Sonunda geldiniz.”
Stella hemen kollarını kavuşturdu. “Ne komik. Bu iğrenç tünelden senin için mi geçtik yani?”
Aldravar’ın yüzünde kederli bir tebessüm belirdi. “Yol kolay olamazdı. Konsey, bu geçidi sadece kendi üyelerinin kullanabileceği şekilde mühürlemişti. Tharion o mühürü kırmak için kendi kanını verdi.”
Layla öne çıktı. “Bize Kristal’e giden yolu göster, korkarım Bloom daha fazla zaman kazanamayabilir.”
Aldravar başını salladı. “Bu nedenle hızlı olmalıyız, biz ulaşmadan Kristal harekete geçirilirse..."
Aldravar cümlesini devam ettirmedi ama herkes mevcut durumun ciddiyetinin farkındaydı.
Aldravar öne geçtiğinde, duvarlardaki runikler birer birer soldu; sanki onun varlığıyla birlikte geçmişin yankıları bile susmayı seçmişti. Her adımında ayaklarının altındaki taşlar kısık bir ışıltıyla yanıyor, yüzyılların sessizliği bir uğultu gibi kulaklarında titreşiyordu.
Winx, arkasında sıralanmıştı. Layla önde, su büyüsüyle ortamı tarıyor; Tecna, kolundaki cihazla enerji dalgalarını ölçüyordu.
Sütunların arasında ilerledikçe hava ağırlaştı. Büyüyle doymuş, neredeyse canlıymış gibi titreşen bir enerji akımı, duvarlardan kalplerine inen bir baskı yayıyordu.
Aldravar alçak sesle konuştu, “Kristal, Eldvaron’un kontrolünde görünür ama onun kökleri Konsey’in bile kavrayamadığı kadar derindedir. Obsidyen ile yapılan takasların sonucudur. Işığın gücü karanlıkla mühürlendi ve artık ne saf ışıktır ne de mutlak gölge.”
Flora başını kaldırdı, yeşil gözlerinde rahatsız bir kaygı vardı. “Bu… doğaya aykırı. Böylesine bastırılmış enerji, kendi bilincine sahip olabilir.”
“Zaten öyle,” dedi Aldravar. “Erethel Kristali nefes almaz, ama hatırlar.”
Odanın sonundaki ağır kapıya geldiler. Kapı, neredeyse canlıymış gibi kalın büyü mühürleriyle çevriliydi; ortasında birbirine dolanan ışık ve gölge sembolleri vardı.
Işık Muhafızları, kapının iki yanında sessizce bekliyordu. Zırhlarının yüzeyinde Konsey’in arması vardı ama gözlerinde başka bir simge yanıp sönüyordu...
Layla bir adım öne çıktı. “Bizi durdurmayacak mısınız?”
Öndeki muhafız vizörünü kaldırdı. “Bir savaşçı, kılıcına güvenmeden sahaya çıkmaz. Sparks'ın mirasına güveniyoruz. O, bizim kılıcımız.” Başını eğdi, kılıcını yere sapladı. “Geçin. Kristal sizi bekliyor.”
Kapı kendi kendine açıldı.
Kristal Odası’nın içi bir katedral kadar büyüktü. Zemini çatlamış obsidyen taşlarından, tavanı ise iç içe geçmiş sihir ağlarından oluşuyordu.
Odanın ortasında devasa bir yapı yükseliyordu: Erethel Kristali.
Yaklaşık on metre yüksekliğinde, keskin yüzeylerinden siyah, mor ve beyaz ışıklar akıyor; damar gibi birbirine karışıyorlardı. Her ışık, başka bir büyünün yankısıydı; karanlık rünler, kadim sözler, eski tanrıların lanetleri.
Musa nefesini tuttu. “Bu şey… yaşayan bir cehennem gibi.”
Stella gözlerini kısmıştı. “Ve biz bunu bastırmaya çalışacağız, öyle mi? Harika.”
Tecna cihazını aktif etti, holografik ekranı Kristalin yüzeyine yansıttı. “Enerji yoğunluğu tahminlerimin üç katı. Saf büyü ile karanlık gücün karışımı. Eğer koordineli hareket etmezsek herkes için çok tehlikeli olur.”
Layla ileri çıktı. “Seni takip edeceğiz Tecna.”
Aldravar başını eğdi. “Ben büyü duvarını stabilize edeceğim. Kristal doğrudan saldırıya tepki verir, bu yüzden baskı dalgalarını dışa değil içe yönlendirin.”
Tecna kolundaki çipleri çıkardı. “Bunlar sihir engelleyici nöro-çipler. Kristalin titreşim frekansını bozmaya yarayacaklar. Ama…” durdu, sesi titredi, “tedbiri elden bırakmamalıyız.”
Stella sertçe gülümsedi. “O zaman hemen başlayalım. Bloom dışarıda zaman kazanmaya çalışıyor.”
Tecna ilk çipi yerleştirdiğinde, Kristalin yüzeyi aniden titredi. Derinlerden gelen bir uğultu yayıldı, sanki Kristal onları fark etmişti. Işık damarları kızardı, sonra mor alevler şeklinde dışarı fırladı.
Layla su kalkanı oluşturdu, alevler buharlaştı.
Flora hemen yanına geçti, büyüsüyle enerjiyi toprağa yönlendirdi. “Dayan!”
Kristalden yayılan yoğun frekans tıpkı... tıpkı bir çığlık gibiydi. Ses, metalin kemikle sürtünmesi gibiydi her frekansta, her ruh katmanında yankılandı.
Winx geri savruldu; ayaklarının altındaki zemin çatladı, obsidyen tozları havaya kalktı.
Layla su kalkanını güçlendirdi. “Enerji artıyor! Şu anda bize saldırmıyor, sadece tepki veriyor!”
Aldravar dişlerini sıktı, avuçlarını yere bastı. “O, kimin dost kimin düşman olduğunu anlamıyor. Onu sakinleştirmemiz gerekiyor!”
Kristalin yüzeyinden mor ışık kıvrımları fırlıyor, duvarlara çarpıp geri dönüyordu.
Tecna dizlerinin üstüne çöktü, kırılmış holografik ekrana baktı. “Frekans stabil değil. Her saniye yön değiştiriyor. Bu şey kendi bilincinde ama aynı anda iki zıt güç tarafından çekiliyor!”
Flora, elini Kristale doğru uzattı; damarlarında yeşil bir parıltı dolaştı. “Işıkla karanlık birbirini yok etmeye çalışıyor. Ama ikisi de tamamen yok olamıyor. Bu yüzden sürekli bir çatışma içinde.”
Stella gözlerini kısıp bir adım öne çıktı. “Bu çatışmayı durdurabiliriz.” Gözleri kararlıydı. “Ben ışık akımını sabitleyebilirim. Musa, sen de titreşimi dengele.”
Musa başını salladı. “Bir uyum yakalamamız gerek.”
Stella elini kaldırdı, altın ışıltı tavanı doldurdu. “Solar Harmoni!” diye fısıldadı.
Kristalin mor damarları altınla karıştı, renkler birbirini itip sonra yeniden karıştı.
Ama Kristal direndi. Bir kez daha çığlık attı ve bu kez ses, yalnızca kulaklardan değil, ruhun derinlerinden geçti.
Tavan çatladı, rünler bir anlığına parladı, ardından sönüp gri bir duman gibi dağıldı.
Winx geri çekildi; Stella’nın ışığı sönüp yeniden yanarken Layla su kalkanını zor bela ayakta tutuyordu.
Obsidyen zeminde her titreşim yankı buluyor, sanki odanın kendisi kalp atışı gibi çarpıyordu.
Tecna’nın sesi metalik bir yankıyla duyuldu. “Stabilizasyon bozuldu! Enerji hem içeri hem dışarı yayılıyor! Bunu uzun süre sürdüremeyiz!”
Stella dişlerini sıktı, altın ışığını yeniden yoğunlaştırdı. “Işığı tutsak da karanlığa ulaşamıyoruz!”
Kristal, bu sözleri duymuş gibi daha da hırçınlaştı. Mor damarlar bir anda siyaha döndü, ardından gümüş ışıklarla yarıldı; her renk değişimi bir patlama gibi yankılandı.
Musa, titreşimi dengelemeye çalışırken dizlerinin üstüne çöktü, sesi kısıldı. “Bu... bu şey bizim enerjimizi yutuyor!” diye bağırdı, alnından ter damlarken. “Biz ona dokundukça bizi içine çekiyor!”
Flora’nın büyüsü köklenemedi; toprakla bağı kopmuştu. “Büyü yaşam kaynağı bulamıyor,” dedi nefes nefese. “Bu alan doğayı reddediyor!”
Layla su bariyerini genişletti, bir anlığına hepsini sardı. “Bunu çaresine bakamazsak çok tehlikeli bir hâl alacak!”
Bir enerji dalgası daha yayıldı; Layla’nın kalkanı parçalandı, Stella’nın ışığı söndü, Tecna’nın cihazı tamamen yandı.
Winx, geri savrulup taşlara çarptı.
Odanın içinde mor-siyah duman yükseldi, kıvılcımlar birer birer duvarlardan aktı.
Kristalin uğultusu artık bir çığlık değil, bir fırtınaydı.
O anda tavandaki sihir ağları çatladı.
Üç siluet, gölgeler arasından aşağıya indi.
Karanlık büyünün mavi ve gri tonlarında parlayan bir girdap açıldı; içinden buz parçaları, yıldırımlar ve mor sisler döküldü.
Icy ilk adımı attı. Kısa bir kahkaha attı, ama sesi yorgundu. “Sizi bu kadar kötü halde görmek… neredeyse zevkli.”
Stormy dudak büküp gözlerini devirdi. “Neredeyse diyor, fark ettiniz mi? Ben ‘tamamen’ derdim.”
Darcy, sessizdi; elleriyle Kristalin yaydığı enerjiyi ölçer gibi havada gezdirdi. “Bu… göründüğünden daha tehlikeli. Eğer bu denge tamamen çökerse hepimiz yok oluruz. Siz, biz, hatta dışarıdakiler bile.”
Stella hemen ayağa fırladı, yumruklarını sıktı. “Ne işiniz var burada? Bizimle dalga geçmek için mi geldiniz?”
Icy gözlerini kısmıştı, dudaklarında alaycı bir tebessüm vardı. “Sakin ol, Prenses. Bunu eğlence için yapmıyoruz. Bu şeyin karanlığı kontrol dışına çıkarsa bizim dünyamız da yanar. Şahsen, ben kendi ölümümden pek hoşlanmam.”
Layla, hâlâ nefes nefeseydi. “Yani… bize yardım mı edeceksiniz?”
Stormy hışımla omzunu silkti. “Yardım demeyelim de… kendi paçamızı kurtarmak diyelim.”
Darcy gözlerini kapadı, Kristalin titreşimini hissetti. “Bu şey, karanlığı bastırmaya çalıştığınız için deliriyor. Dengesini bozuyorsunuz.”
Flora başını kaldırdı, şaşkınlıkla baktı. “Bunu... senden duymak garip.”
Darcy soğukkanlı bir sesle yanıtladı. “Ben kaosa alışığım. Ve bu, kaosun saf hâli.”
Aldravar hafifçe başını eğdi. “Birlikte çalışmalıyız. Darcy, karanlık akımı kontrol edebilir misin?”
Darcy gülümsedi. “Karanlığı kontrol edemem, ama onu dengeleyebilirim.” Elleriyle havayı kavradı; karanlık dokunaçlar avuçlarında şekillendi. “Stella’nın ışığıyla çarpıştırırsak kısa süreli bir denge yakalayabiliriz.”
Stella, tereddüt etti. “Seninle mi?”
Darcy’nin bakışları sertti. “Bir kez olsun güvenmeyi dene, peri. Şu an düşman değiliz.”
Stella derin bir nefes aldı, ardından altın ışığını yükseltti. “Tamam. Ama ben yönetiyorum.”
Darcy alayla güldü. “Klasik Stella.”
İki büyü aynı anda çakıştı. Altın ışıkla karanlığın parıltısı birleştiğinde ortaya kör edici bir beyazlık çıktı.
Kristalin mor damarları beyaza dönüp titredi, ses kesildi.
Icy, buz sarkıtlarıyla kristalin kilit noktalarını sardı, Musa’ya döndü. “Sen titreşimi dengeleyecektin, değil mi? O zaman bunu kullan.”
Musa başını salladı, dizlerinin üstünde doğruldu. “Evet… ama güç hâlâ sabit değil.”
Stormy ellerini havaya kaldırdı. “Bırak da biraz şimşek yardımıyla sabitleyelim!” diye bağırdı. Ellerinden kıvılcımlar fışkırdı, Kristalin çevresinde enerji çemberleri oluşturdu.
Tecna hemen hesaplamaya başladı. “İyi düşünülmüş. Elektriksel enerji, iki uçlu güç arasında tampon oluşturur. Devam et!”
Kristal bir kez daha sarsıldı, ama bu kez çığlık atmıyordu. Ses, sanki içe çekilmiş bir nefes gibiydi. Işığın içinde siluetler belirdi; geçmişte ölmüş büyücülerin yankıları, kadim güçlerin hatıraları.
Flora’nın gözlerinden yaşlar aktı. “O acı çekiyor…”
Darcy acıyla başını kaldırdı. “Neyse ki bu konuda yalnız değil küçük peri.”
Kristalden yayılan son enerji dalgası odanın her köşesini sardı, ardından yavaşça duruldu. Damarları solgun beyazla mor arasında sabitlendi, ışık sıcak ama zararsız hâle geldi.
Icy, güçlerini dizginleyerek derin bir nefes aldı. “Pekala… sanırım ölmeyeceğiz.”
Stella zayıf bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Bunu senden duymak bile garip şekilde rahatlatıcı.”
Stormy kollarını kavuşturdu. “Teşekkür beklemiyoruz, değil mi?”
Layla hafifçe güldü. “Hayır. Ama… sanırım bu sefer aynı taraftayız.”
Darcy, gözlerini kısarak güçleriyle sarmalanmış Kristale baktı. “Henüz bitmedi. Eğer Bloom işini çabuk bitirmezse, bu şey yeniden uyanacak.”
...
Bloom’un parmakları titredi; damarlarında dolaşan ateş, mavi bir parıltıyla dışa vurdu. Her nefesi, meydanın taşlarını çatlatacak kadar yoğundu.
Eldvaron’un bedeninden yükselen kan kokusu, havayı keskin bir şekilde doldurmuştu; seyircilerin gözlerinde korku, büyünün yankısında ölüm vardı.
Ama o anda, sesler sustu.
Bloom’un zihninde yankılanan derin, tanıdık bir tını sessizliği yardı; fısıltıdan öte, emirden az bir şeydi. “Yeter, Bloom.”
Bir anlığına dünyadaki tüm sesler çekildi. Kanın sesi, rüzgârın uğultusu, kalabalığın soluğu. Hepsi, o sesin yankısında boğuldu. Bloom’un bedeni bir an kasıldı, gözleri dondu.
“Onu öldürürsen,” dedi ses, bu kez daha net, sanki doğrudan kalbinden konuşuyordu, “onların seni görmek istediği şeye dönüşeceksin.”
Bloom’un nefesi kesildi. Elleri hâlâ havadaydı ama artık emin değildi; damarlarındaki büyü bir anlık tereddütle titredi.
Kalabalık sessizdi, herkes onun ne yapacağını bekliyordu. Eldvaron dizlerinin üstünde, nefes nefese, kan içinde inliyordu.
Bloom dişlerini sıktı, sesi boğuk ve kederliydi. “O benim her şeyimi elimden aldı… Valtor… her şeyimi.”
Bir adım geriden, gölgelere karışan bir figür göründü.
Valtor.
Adımları sessizdi ama her adımıyla hava ağırlaşıyor, taşların üstünde karanlık bir yankı oluşuyordu.
Kalabalık geri çekildi; kimse ne yapacağını bilemedi. Çünkü karşılarında sadece Ejderha Ateşi’nin taşıyıcısı değil, onun lanetli aynası da vardı.
Valtor sessizce Bloom’un arkasına geldi. Eli, kadının omzuna değdiğinde, Bloom’un damarlarında dolaşan ateş bir anda söndü.
Teması sıcak değildi, ama kesin ve buyurgandı.
Bloom’un gözlerinde ateşin mavisi titredi; bir anlığına, içinde yanan güç dengesizleşti.
Sonra, birden sessizlik çöktü.
Bloom’un parmakları yavaşça indi. Kan büyüsü çözüldü. Eldvaron yere yığıldı, soluk alıp verirken gözlerinde korkuyla karışık bir şaşkınlık parladı.
Valtor’un parmağı omzunda sabit bir nokta gibi dururken Bloom’un bedeninde fırtına usul usul duruldu; kasları gevşedi, elleri titreyerek indi ve gözlerindeki buz mavisi şimdi kırılgan bir aydınlığa döndü, içinde hem öfke hem yorgunluk hem de mahcup bir rahatlama vardı.
Kalabalıkta önce bir sessizlik çöktü; ardından bu suskunluğun içine önce birkaç haykırış, sonra dalga dalga yayılan sesler karıştı. “Çok yaşa Ejderha!” diye yükselen sesler, başlangıçta tereddütlüydü ama çabucak güçlendi, tıpkı bir ateşin küçük kıvılcımlarının birbirine atlaması gibi yayılıp meydanı sardı; insanlar avuçlarını çırparken bazıları birbirlerine sarıldı, bazıları gözyaşlarını saklayamadı, çünkü o an herkes, hem korkunun hem de umudun bir arada durduğunu seziyordu ve yüz yıllık bir kontrolün son bulacağı bu an, özgürlüklerine kavuşacakları andı.
Valtor Bloom’a baktı, bakışı hem yargılamıyor hem rehberlik ediyordu; sesi, meydanın uğultusunu bastıran tek sabit notaydı. “Duy beni,” dedi alçak ama keskin, “Ölüm seni onların aynasına çevirir, senin aynan karanlığın değil. Kontrol et, yıkma.”
Bloom’un ciğerlerinden çıkan nefes bir çeşit teslimiyet taşıdı; göz kapakları titredi, ardından bir nefes daha alıp arkasını döndü ve mavi gözlerini Valtor'un gri gözlerine kilitledi.
İnsanlar Valtor ve Bloom’u izlerken yüzlerinde hayranlık belirdi; onların uyumu, güç ve merhametin aynı anda var olabileceğini göstermişti ve bu görüntü, meydanda beklenmedik bir coşku kıvılcımı yakmıştı.
Valtor, Bloom’un saçlarını parmaklarıyla düzeltircesine geriye attı, dudaklarının kenarında nadir görülen bir sükûtlu yumuşama belirdi.
Bloom’un içindeki ateş, kontrol altına alınmış bir kora dönüştü, gözlerinde şimdi öldürme arzusu değil, bir mahkeme gerektiren adalet isteği vardı.
Bloom’un sesi, sessizliğin içinden bir kılıç gibi yankılandı. “Işık Askerleri.”
Meydanın çevresinde dizili askerler refleksle hareket etti, zırhlarının üzerindeki rünler parladı, mızrak uçları parıltılı çizgiler gibi havada sıralandı.
“Konsey üyelerini tutuklayın.”
Valtor’un gölgesi Bloom'unkiyle birleşirken, halk arasında bir uğultu yayıldı; onlarca yıl süren korkunun çöküşünü izliyorlardı.
Ama tam o anda, yıkıntının içinden bir hareket oldu.
Eldvaron.
Bedeni kanla kaplıydı ama bakışlarında hâlâ o kibirli parıltı yanıyordu. Dizlerinin üstünde doğruldu, titreyen parmaklarıyla bastonunu kavradı.
“Bana dokunmaya nasıl cüret edersiniz?” diye tısladı. Sesi çatlamıştı ama içinde çıldırmanın sertliği vardı.
Askerlerden biri yaklaşmaya yeltendi. Eldvaron, bastonunun ucunu yere vurdu; hava bir anda değişti. Yerdeki çatlaklardan mor bir ışık sızdı, meydanın sıcak taşları bir anlık soğukla ürperdi.
“Ben!” diye haykırdı, sesi yankılanarak çoğaldı, “Yüzyıllardır bu krallığı koruyan, ışığın düzenini kuran ben!”
Gözleri Bloom’a döndü; içinde korkunç bir nefret yanıyordu. “Sen kim oluyorsun da bize hükmediyorsun?! Senin damarlarında dolaşan şey... Işık değil, karanlık!”
Kalabalık geri çekildi. Askerler duraksadı.
Bloom’un gözleri parladı; içinde bastırılmış bir nefret yeniden kabardı.
Valtor’un sesi hemen arkadan, alçak ama sert bir tonla geldi. “Sakin ol.”
Bloom dişlerini sıktı, gözlerini Eldvaron’dan ayırmadan fısıldadı. “Onun hâlâ nefes almasına dahi tahammül edemiyorum.”
Eldvaron bastonunu havaya kaldırdı. “Siz nankörsünüz!”
Sesi uğuldadı. “Yüzyıllardır sizi koruyan Konsey’e sırt çevirdiniz! Biz olmasak karanlık, kıtanızı yutardı! Biz olmasak... Siz diye bir şey kalmazdı!”
Tükürüğü kanla karışmıştı; yüzü çarpılmış, damarları belirginleşmişti. “Ve sen!” dedi, parmağını Bloom’a uzatarak. “Ejderha Ateşi’nin laneti! Işığı kirleten, Valtor’un kuklası! Senin hükmün Sparks’ın felaketi olacak!”
Meydan uğuldadı. Halk, korku ve öfke arasında sıkışmıştı.
Valtor’un gözleri daraldı; içindeki öfke, bir anlığına sessizce kıpırdandı. Elini Bloom’un beline koydu, neredeyse görünmez bir baskıyla onu geri tuttu.
Eldvaron’un bastonu titredi, taşların arasından yükselen mor ışıklar artık büyü değil, öfkenin kendisiydi.
Hava büküldü; gökyüzü bir an karardı, meydandaki büyü enerjisi sanki bir kalp atışı gibi genişleyip geri çekildi. Gökyüzü, bir fırtınayı göğsünü yararak serbest bıraktığında tüm meydanı saran kasırga tüm kayaları, yapıları olduğu gibi yerinden kaldırıp giderek büyüyen hortumun içine kattı.
Valtor’un gözleri kısılırken, Bloom’un içindeki ateş yeniden kabardı. “Ne yapıyor?” diye fısıldadı dişlerinin arasından.
Valtor’un sesi, buz kadar sakin ama karanlık bir öfkeyle doluydu. “Kozunu oynuyor.”
Eldvaron, bastonunun ucunu göğe çevirdi. “BUNA BİR SON VERME VAKTİ GELDİ!” diye haykırdı. “SİZİN BENLİĞİNİZ ÇÜRÜMÜŞ VE ARTIK BUNU DÜZELTMENİN VAKTİ GELDİ!”
Bir anda bastonunun içinden mor ve gümüş karışımı bir parıltı sızdı. Toprak sarsıldı.
Konsey binasından, taşların arasından bir yankı duyuldu, sanki dağın derinlerinden bir şey çağrılıyordu.
Bloom’un gözleri genişledi. “Hayır… bunu yapamaz!”
Ama çok geçti...
Yerin altından bir uğultu yükseldi. Ardından, binanın temellerinden bir çatlak yayıldı.
Taş duvarlar birer birer parçalanırken, gökyüzüne doğru devasa bir ışık kütlesi fırladı.
Erethel Kristali.
Devasa, damarlarında mor enerjiler dolaşan, sanki nefes alan bir kristal.
Konsey binasının kalbinden kopup göğe doğru süzülürken binayı da beraberinde yıktı.
Gök gürledi, şimşekler çaktı.
Kristalin yankısı, sadece yeryüzünü değil, insanların hafızalarını da sarsacak kadar güçlüydü.
Winx ve Trix, binanın üst katlarından savrulup gökyüzüne fırlayan enerjinin peşinden atıldılar.
Stella bir çığlık attı, “Kristal kontrolden çıkıyor!”
Darcy’nin sesi öfkeyle yankılandı. “O aptal onu uyandırdı!”
Kristal artık çağrılmıştı, uykusundan zorla çekilmiş bir varlık gibi kuduruyordu.
Eldvaron’un gözleri delice parlıyordu. Kollarını iki yana açtı, sesi uğultunun arasından haykırdı. “HER ŞEYİ GERİ ALACAĞIM! HALKIN ZİHNİNDEN BU İHANET SİLİNECEK! HEPSİ UNUTACAK! HEPSİ YENİDEN KONSEYE, BANA İTAAT EDECEK!”
Gözlerinden mor enerji damlıyordu. “Ben olmadan bu krallık çöker! Ben, Erethel’in koruyucusuyum!”
Kalabalık çığlıklar atarak geri kaçarken giderek etkisini arttıran hortum onların güvenliğini de tehlikeye atıyordu.
Bloom, hışımla insanların üzerine fırlayan kaya parçasını durdurup geriye fırlattı ve tüm gücüyle bağırdı. "IŞIK MUHAFIZLARI! İNSANLARI KORUYUN VE DERHAL ALANIN DIŞINA ÇIKARIP KORUYUCU BİR BARİYER OLUŞTURUN!"
Tharion'un emrindeki askerler düzenli bir şekilde insanları çevrelerken Kristali tutmaya çalışan Winx ve Trix, gökyüzündeki kristalin, bir anlığına saf beyaza dönüp, ardından tüm şehri kaplayan bir dalga yaymasıyla geriye fırlatıldı ve güç senkronizasyonları olduğu gibi çöktü.
Gökyüzü, parçalanmış bir aynanın kırıkları gibi çatladı. Erethel Kristali’nin yaydığı titreşim, atmosferi eğip büküyor; renkler bile birbirine karışıyordu. Zaman, sanki her kalp atışında uzayıp kısalıyordu.
Bloom’un göz bebekleri küçüldü. Gözlerinin derinliklerinde mavi bir ateş yandı. “Artık yeter.” Sesi, hem dua gibi hem yargı gibiydi.
Valtor bir adım öne atıldı ama durdu. Bloom’un etrafında yükselen enerji, havayı bıçak gibi kesiyordu.
“Bloom...”
Ejderha Ateşi, damarlarında yeniden akmaya başladı. Bloom’un vücudu ışıkla doldu, rüzgâr saçlarını savurdu. Yerdeki taşlar titredi, ardından etrafını saran ışık tozlarıyla birlikte bedeni dönüştü.
Kanatları açıldığında, Enchantix dönüşümü bir patlama gibi gerçekleşti, mavi ve altın karışımı bir alev bulutu, meydanı gün gibi aydınlattı.
Valtor, karanlık bir gülümsemeyle karşısında alevler içinde duran öfkesi gözlerinden fırlayan kadınını seyretti.
Bloom, göğe yükseldi. Etrafındaki alevler kehribar gibi parladı. “Winx!” diye haykırdı. “ŞİMDİ!”
Ellerini iki yana açtı; Ejderha Ateşi, saf mavi bir kubbe şeklinde yayılmaya başladı.
Winx ve Trix, güçlerini yeniden toplayarak göğe fırladı.
Stella ve Icy, Bloom'un iki yanında yerlerini alfıklarında diğerleri de kristalin etrafını çepeçevre saracak şekilde dizildiler ve hızla güçlerini Bloom'un gücüyle birleştirip Kristalin yaydığı karanlık enerjiyi bastırdılar.
Altı büyü bir noktada birleşti.
Kristal, bu birleşik güce karşı koymak isterken titreşimi delice arttı. Her titreşimde çevresi yıkılıyor, yer sarsılıyor, hava çatırdıyordu.
Halk çığlık atıyor, üzerlerine yağan taşlarlardan kaçınmaya çalışıyorlardı.
Uzmanlar da sahadaydı. Riven, Işık Askerleriyle birlikte yıkılan sütunları kalkanlarıyla durduruyordu. Helia ipleriyle savrulan enkazı yönlendiriyor, Nabu savunma bariyerleri kuruyordu. Timmy, cihazlarını kullanarak enerji yoğunluğunu azaltmaya çalıştı ama cihazlar kıvılcımlar saçıp patladı. Brandon, yaralıları kucaklayıp askerlerin arkasına taşıyordu.
Ancak Eldvaron hâlâ gülüyordu. Kanla kaplı yüzü göğe dönüktü, sesi çıldırmış bir ilahi gibiydi. “Görüyorsunuz! Bu, sizin ‘kahramanınızın’ mirası! Karanlık! Kaos! Hepiniz yanacaksınız!”
Bloom’un nefesi titredi, yüzü öfkeyle gerildi. “Yeter!” Ellerinden yükselen mavi ateş, Kristalin ışığına saplandı.
Güçleri ellerinden akıp gidiyordu ama karanlığın karşısında yapabileceği tek şey onu sınırlamakmış gibi hissediyordu. Onu, durduramıyordu...
O sırada, Valtor’un gözlerinde artık sadece bir şey vardı: öfke.
Valtor, hareketsizdi. Yüzündeki karanlık gülümseme, artık kasvetli bir maskeye dönüşmüştü. Gözlerinde yanan şey, ne öfkeydi ne de nefret; o, bir titanı andıran, soğuk ve hesaplı bir kararlılıktı.
Bakışları, gökyüzüne mıhlanmış, acıyla kıvranan ve gücünün son damlasını Kristal’e akıtan Bloom’daydı.
Bloom. Yüzündeki gerginlik, alnına saplanan acı, ellerinden Erethel Kristali’nin karanlığına akıp giden enerjisi…
Bunlar, Valtor’un tahammül edeceği şeyler değildi. O, Bloom’un en saf, en güçlü haliyle parlamasını istiyordu. Ellerinin, bir caninin kanıyla lekelenmesini değil.
Bu yük, bu ağırlık, bu kir onun tekelindeydi. O, karanlığın prensi, kanın ve yıkımın ustasıydı. Bloom, onun ışığıydı ve ışık, kirlenmemeliydi.
“Senin ellerin değil,” diye fısıldadı Valtor, sesi sadece kendi iç boşluğunda yankılanarak.
Bir zamanlar göğsünde taşıdığı, şimdi ise Bloom’a ait olan bu öfke, sadece kendisinin taşıyabileceği bir mirastı. Eldvaron’un kanını dökmek, onun için geçmişte dökülen binlerce damlanın yanında neydi ki? Bir sinek vızıltısı, bir notun tekrarı.
Bloom’un sesi, acının eşiğinde, titrek bir dua gibi ulaştı ona: “Durmuyor… Durduramıyorum!”
Bu çaresizlik çığlığı, Valtor’un içindeki son tereddüt kırıntısını da paramparça etti.
Gökyüzündeki çatlaklar, yerdeki katliam, Eldvaron’un çıldırtıcı kahkahaları ve Bloom’un tükenişi…
Tüm bunlar, artık kabul edilemez bir sona doğru hızla ilerleyen bir sarmaldı.
Valtor, derin bir nefes aldı. İçindeki kadim karanlık uyandı, bir zamanlar onu lanetleyen, fakat şimdi onun en sadık kölesi olan o yıkım gücü.
Sırtından devasa kanatları yükseldi, belinden aşağıya kadar, siyah pullarla kaplı ve gümüş zırhıyla çevrili devasa bir kuyruk; kolları ve dizlerinin altı, siyah pullarla kaplandı. Bedenini saran gümüş zırh ve beyaz saçlarının arasından yükselen keskin boynuzları cehennemi ayaklarının altına taşımış, karanlığın mirası olan kılıcı parça parça avucunun içinde birleşmişti.
Alev misali yanan gözleri, hızla Kristal’den kaçan, paçaları tutuşmuş Konsey üyelerine kaydı. Onlar, bu “kahramanca” savaşın arka planında, kendi canlarını kurtarmanın iğrenç telaşındaydılar.
İhanet ve korkaklık...
Valtor’un en nefret ettiği iki erdemdi bunlar.
Valtor’un hareketi, bir büyü değil, saf bir hızlanmaydı.
İlk Konsey üyesi, zengin bir cübbe giymiş yaşlı bir adamdı, panikle koşarken ayağı takıldı. Yere düşmek üzereyken, Valtor’un karanlık enerjiden örülmüş kılıcı bir şimşek gibi parladı.
Kılıç, kemik sesi bile çıkarmadan boynundan geçti. Baş, şaşkınlık ve dehşetin karıştığı bir ifadeyle, Kristal’in titreşimleri altında tozlaşan zemine yuvarlandı.
Kan, bir şelale gibi fışkırdı, Valtor'un üzerini kapladığında bunu hiç umursamadı, yıllar önce burnuna çalınan koku ardalanmıştı.
İkinci üye, bir kadın, bir çığlık bile atmadan donup kaldı. Valtor’un el hareketine gerek kalmadı; kadının vücuduna çarpan saf karanlık enerji, onu bir kum heykeli gibi parçaladı. Dağılan tozlar, havayı bir anlığına siyaha boyadı.
Üçüncü ve son Konsey üyesi, Brandon’a yalvarmaya çalışıyordu. “Bana yardım et! Ben Konsey üy… AH!”
Sözleri, Valtor’un kılıcının göğsüne saplanmasıyla kesildi. Valtor, kılıcın kabzasını bırakmadan, adamı yerden kaldırdı ve kanın toprağa damlamasını izledi.
Brandon karşısında kılıçtan kayıp giden cesetten gözlerini alamazken avucunda sıkıca tuttuğu kılıcı titredi ve dehşet ifadesiyle kaplanmış yüzü korkarak kalktığında karşında zerre duygu beslemeyen ifadesiz gri gözlerle olduğu yere mıhlandı, bedenini uzun zamandır hatırlamadı bir duygu esir aldı: Korku.
Katliam, soğuk, metodik ve dehşet vericiydi. Valtor, adımlarını kanla mühürlerken, Konsey üyelerinin ve Eldvaron’un yanında duran birkaç yandaşının dehşet dolu son nefeslerini, umursamaz bir ifadeyle dinledi.
O, bu iş için biçilmiş kaftandı. Başkalarının yapmak zorunda kalmadığı kirli işleri yapan gölge.
O, her zaman bir caniydi ve bugün bu unvanı, en yüce amacı için kullanıyordu.
Eldvaron, Kristal’in altında, kollarını göğe açmış, çılgınca gülerek ilahisini sürdürürken, etrafındaki sessizliği ve anlık olarak kesilen çığlıkları fark etti.
Yüzüne sıçrayan kan, kahkahasıyla birlikte gerilirken, başını yavaşça, omzunun üzerinden geriye çevirdi.
Valtor, şeytani dönüşümünü tamamlamış; kanla kaplı kılıcı elinde, arkasındaki Konsey üyelerinden arta kalan cesetlerin üzerinde gölge gibi duruyordu.
Karanlığın ta kendisi gibi, bir intikam meleği gibi.
Eldvaron’un gülümsemesi, yüzünde dondu. Gözleri faltaşı gibi açıldı.
O, bir iblisin gücüyle, dünyanın kaosuyla besleniyordu, ama şimdi karşısında gördüğü şey, ondan bile daha eski, daha kadim bir kötücül ruhtu.
Valtor’un gücü, her titreşimde yayılan Erethel Kristali’nin bile ötesindeydi; bu, kadim, saf, kişisel bir gazaptı.
Korku.
Eldvaron’un yüzünü, ilk kez, saf ve ilkel bir korku esir aldı.
“Valtor…” sesi, kuru bir fısıltı gibi çıktı.
Valtor, yavaşça ilerledi. Her adımında, yerdeki taşlar onun kudretiyle eziliyormuş gibi geliyordu. Kılıcından akan kan, toprağı siyaha boyuyordu.
“Bu, senin mirasının son sahnesi, Eldvaron,” dedi Valtor. Sesi, ne yüksek ne alçaktı; sadece kaçınılmaz bir sondan ibaretti.
Valtor, ruhsuzca kılıcını Eldvaron’a doğrulttu.
Eldvaron, titredi. Geri çekilmek istedi ama ayakları, sanki lanetlenmiş gibi toprağa yapışmıştı. “Sen… Sen bir canavarsın! Sen, kötülüğün ta kendisisin!”
Valtor’un yüzünde alaycı, kurnaz ve ölümcül bir ifade belirdi. Gözleri, gökteki çatlaklardan süzülen karanlığı yansıtıyordu. “Evet. Ben, kötülüğün ta kendisiyim. Ve sen, benim olana dokunurken iki kez düşünmeliydin.”
Valtor, Kılıcını bir gölge hızıyla savurdu. Bu, bir darbe değildi; bu, bir bitişti. Bir titanın gazabının, bir yeminini tutmak için verdiği son karardı.
Karanlık, kan ve intikam, o anda tek bir noktada buluştu.
Bloom, son gücüyle Kristal’i bastırmaya çalışırken, ölümcül bir çığlık duydu. Dönüp baktığında, Valtor'un elindeki kılıcın Eldvaron'un kalbine saplandığını gördü.
Gökyüzü bir anlığına dehşetle sustu. Erethel Kristali’nin titreşimi, o an, tamamen durdu.
Artık her şey sessizdi. Sadece gökteki Winx ve Trix’in şaşkın nefesleri ve Bloom’un hafifçe titreyen kanatlarının sesi duyuluyordu.
Valtor, başını yavaşça göğe kaldırdı. Gözleri, Kristali durdurmak için kullandığı gücün bıraktığı yorgunlukla parlayan Bloom’a, sadece ona odaklandı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |