
Sabah olmuştu ama doğan güneş, zaferin değil, yıkımın üzerine doğmuştu.
Alfea… artık o eski, mutluluk dolu okul değildi.
Duvarlar yerle bir olmuş, kuleler eğilmiş, pencereler yerle yeksan olmuştu. Sınıfların yerinde harabeler vardı, bahçelerdeki çiçekler kömürleşmiş, Alfea'nın merkez kulelerinden biri tamamen yıkılmış, tavanlar çökmüş, büyü barikatları paramparça olmuştu.
Havada hâlâ dumanın, büyüyle dağılmış taş tozunun ve yanık sihrin kokusu asılıydı.
Kuşlar susmuştu. Dünya, sessizliğin en ağır yükünü taşıyordu.
Revirde sıra sıra yatan yaralı periler vardı. Kimi sessizce dua ediyor, kimi acıyla inliyordu. Bazıları konuşamıyor, bazıları artık uyanmıyordu bile.
Pixiler perilere yardım etmek için gelmişti. Ama onların sihri bile, bu felaketi iyileştirmeye yetmiyordu.
Bir odada güneş ışığı, parçalanmış duvardan ve yukarıdan aşağıya inen dev bir yarıktan sızarak içeri giriyordu. Tozlar ışığın içinde dans ediyor, yıkıntılar arasındaki tek hayat belirtisi olarak titriyordu.
Yatakta, mavi çarşafların arasında kıpırdanan bir beden vardı.
Bloom’un kirpiklerinde hâlâ karanlığın izleri vardı ama gözlerini araladığında içeri sızan ışığa karşın gözbebekleri büyümeye devam etti, sanki içindeki geceden hâlâ uyanamamıştı. Solgun teni, geceden kalma bir lanetin izini taşıyordu.
Çevresinde Winx, bitkin ve suskundu.
Tecna, yan duvara yaslanmış, kopuk büyü hologramlarını analiz etmeye çalışıyor ama gözleri sürekli Bloom’a kayıyordu.
Musa, başı ellerinin arasında, sessizce titriyordu.
Flora, dizlerinin üzerinde çökmüş, Bloom’un elini tutuyordu; parmakları arasında hâlâ ılık kalmasını umarcasına.
Stella, gözlerinin altı morarmış, ama duruşunda hâlâ gururlu bir kırgınlık vardı.
Layla, pencerenin önünde dikilmişti, dışarıda yanmış avluyu izliyor ama zihni hâlâ geceye takılıydı.
Ve Bloom gözlerini tamamen açtığında, herkesin içinde bir nefes kıpırdadı. Sessizlik kırılmadı, ama umut ilk kez başını kaldırdı.
Stella hemen yanına eğildi. “Bloom?” sesi fısıltı kadar zayıftı ama içinde bastırılmamış bir özlem vardı.
Bloom başını hafifçe çevirdi, dudakları kupkuruydu. “Ne… oldu?”
Stella buruk bir ifadeyle fısıldadı, "Kılıç Ustası Hugn'ın anlatıklarından sonra güçlerin boşaldı. Biz, biz sana yardım edemedik... Günlerdir uyuyorsun."
Bloom hafifçe titredi, bulanık gözlerle yıkılmış duvarın arkasında kalan harabe yığınına baktı. Şaşkınlıktan dili tutulmuş gibiydi ve gördüklerinin bir halüsinasyon olup olmadığından bir süre emin olamadı. "Ne, ne oldu burada? "
“Valtor geldi... Bloom.” dedi Layla, sesi bir fısıltıdan bile kırıktı, bir yası anımsatıyordu. “Ama... bu artık o değildi. O gece gördüğümüz... başka bir şeydi. Tanıdık ama tanınmaz. Ejderhaya benziyordu, ama... daha da kötüsüydü. Daha karanlık. Daha... ilkel.”
Sessizlik bir süreliğine odayı boğdu. Herkes kendi zihninde o gecenin yankılarını duyuyordu.
Ardından Flora, yavaşça pencereye yürüdü.
Yıkılmış bahçeye, yerle bir olmuş kulelere, is kokusunun hâlâ tüttüğü duvarlara baktı. Elleri cama dokundu, sanki Alfea'nın nabzını hissediyormuş gibi. “Kalkanlar işe yaramadı.” dedi, sesi ürperen bir dua gibi. “Kuleler... birer birer yıkıldılar. Işık duvarı çöktü. Profesörler... Periler... hepsi yenildi. Ona karşı hiçbir şey tutunamadı. Biz... hiçbirimiz.”
Stella, omuzları düşmüş halde Bloom’un yatağının yanında oturuyordu. Parmaklarını dizlerine kenetlemiş, sıkıyordu. Gözlerini Bloom’a kaldırdığında, içinde hâlâ korkunun yankısı vardı; ama o korku, kızgınlıkla örtülmüştü. “Duvarları patlattı… Sadece yürüyerek. Yer titredi. Savunmalarımızı delip… sana geldi.” Gözleri bir an yerde durdu, sonra hıçkırığını bastırarak devam etti, “Hiçbir büyü etki etmedi, Bloom. Hiçbiri! Sanki bizim sihrimiz... onun yanında anlamını yitirdi.”
Tecna, o zamana kadar sessizdi. Her zamanki gibi gözlerini duvarın aynı noktasına dikmişti, ama bu sefer orada veri değil, çaresizlik vardı. Başını yavaşça kaldırdı, sesi titrekti ama sözcükleri netti, “Trix, içeri girmişler. Kütüphaneye... Altın Kapıya ulaştılar. Her şeyi aldılar.”
Bloom’un nefesi hızlandı. Ellerini yorganın üstünde sıkmaya başladı, dudakları titredi. Yavaşça doğrulmak istedi ama vücudu itaat etmiyordu. Kollarına hafifçe destek vererek kendini yarı oturur pozisyona getirdi. Gözleri arkadaşlarının üzerinde birer birer gezdi, sonra sessizliğe gömülmüş tavana baktı.
O anda gözkapakları, içgüdüsel bir huzursuzlukla titredi. Göğsü ağır ağır inip kalkarken, parmak uçları yavaşça kıpırdadı. Hissettiği şey ışık değil, boynunun sol tarafında yanmaya yakın o hafif ama derin sızıydı.
Elini refleksle boynuna götürdü. Derisinin altında, parmak uçlarına karşılık veren bir şey vardı. Derisi sıcak değildi; aksine, içinden gelen bir karanlık titremesi gibi... yabancı ama tanıdık bir dokunuş. “Ah... bu da ne?” dedi fısıltıyla, sesi hâlâ uykunun loşluğunda boğuktu.
Musa, yatağın ucuna oturdu. Sesi, bir ezgi gibi yavaş ve kırılgandı, “o ... seni kendine mühürledi.”
Layla, yumruklarını sıktı. “Seni karanlığa bağladı. Ve biz izlemek zorunda kaldık. Ellerimiz kollarımız bağlıydı. O kadar yakındık ama... hiçbir şey yapamadık. Yalnızca... seni kaybetmemeyi umduk.”
Flora, yavaşça Bloom’un yanına geldi. Yüzünü pencere ışığından uzak tutuyordu ama gözyaşlarını gizleyememişti. Elini Bloom’un elinin üzerine koydu, sıcaklığı neredeyse yoktu. "Peri tozunu denedik ama bu işaret yine de silinmedi. Valtor'un normal işaretlerinden daha güçlü, biz onu kaldırmayı başaramdık."
“Hayır,” dedi sonunda Bloom, sesi beklenmedik bir şekilde sakindi. “Bu... sorun değil.”
Hepsi aynı anda ona döndü.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Tecna.
Bloom gözlerini kapattı, sanki içini dinliyormuş gibi. “Bu işaret... içimdeki karanlığı kontrol altına aldı. Sanki onu bir yere hapsetti. Ya da... dengeledi.”
Musa başını iki yana salladı. “Ama bu, Valtor’un seni sahiplenmesi demek! Ruhuna kendi damgasını vurdu. Bu... bu bir kelepçe, Bloom!”
Bir an sustu. Sanki söyleyeceklerini toplamaya çalışıyor gibi. Yutkundu, derin bir nefes aldı. Ve sonra o kelimeler, içinden sızan bir itiraf gibi döküldü, “ben… Sparks’tayken,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı, “Valtor, bana Son Işık Savaşı’nın gerçekte nasıl bittiğini anlattı. O gün… annem ve babama, Işık Birliği’nin... onlara ne yaptığını. Savaşın nasıl başladığını, nasıl bittiğini, nasıl ihanete uğradıklarını anlattı.”
Bloom’un sesi çatladı. Gözleri doldu ama yaşlar henüz dökülmüyordu.
“İnanmadım,” dedi. “İnanmak istemedim. Çünkü… eğer söyledikleri doğruysa, bana anlatılan her şey yalan demekti. Ben… Işık tarafındaydım. Bir periydim ve Karanlığa… ona nasıl inanabilirdim?”
Flora, başını eğmişti. Stella gözlerini kısıp bir şey dememeye çalışıyordu. Layla'nın duruşu daha da sertleşmişti. Ama kimse araya girmedi. Çünkü Bloom’un sesi… bir savunma değil, açık bir pişmanlıktı.
“Ve ben onu… yalnız bıraktım,” diye devam etti Bloom. Bu kez sesinde acı vardı. Bastırılmamış, gururdan soyunmuş, çıplak bir suçluluk. “Beni korudu. İçimdeki karanlığı… dışarı çıkarmam için kendi gölgesini sundu. Ama ben onun elini geri çevirdim. Söylediklerine inanmadım. Güvenmemeyi seçtim.”
Artık gözyaşları aktı. Sessiz, yavaş, ağır damlalar gibi. Elini yorganın üzerine bıraktı. Parmakları titriyordu.
“Onsuz… paramparça gibiyim. Yalnızım. Ve onu düşünürken bedenim üşüyor, sanki içimde bir boşluk var. Onun varlığı beni yakarken… yokluğu da beni donduruyor. Ben… onu seviyorum. Evet… seviyorum. Ama güvenmeyi başaramadım.”
Musa ağzını hafifçe araladı ama kelimeler dudaklarına bile ulaşamadı.
Tecna'nın gözleri büyümüştü. Donmuş gibiydi.
Layla'nın yüzü sertti ama gözlerinde şaşkınlıktan öte bir şey vardı, kırılmış bir inanç, sarsılan bir gerçeklik.
Stella ise en sessiz olanlarıydı. Dudaklarını bir kez ısırdı, gözlerini Bloom’dan kaçırmadı. O anda, ilk kez… Bloom’un yaşadığı o içsel bölünmeyi anlamaya çalışıyordu.
Flora, gözyaşlarını silmedi. Sadece elini Bloom’un omzuna koydu. Yumuşak, ama anlayışlı bir dokunuşla. “Sen… onu sevdin,” dedi, şaşkınlıkla. “Ama... o Valtor, Bloom.”
“Biliyorum,” dedi Bloom hemen. “Ama bu bir seçim değildi. Kalbim onu tanıdı, zihnim onu reddetti. Ve ben bu ikisinin arasında… kendimi kaybettim.”
Bir sessizlik daha oldu.
Stella sonunda konuştu. Sesi hâlâ kırıktı, içi açık bir hayal kırıklığıyla doluydu. “Peki şimdi ne olacak, Bloom? Onun işaretini taşıyorsun. Onun sana ‘sevgilim’ deyişini hâlâ unutamıyorum. Ve sen... tüm bunlardan sonra bize dönüyorsun, ama onunla yaşadığın şeyleri de arkanda bırakmadın.”
Bloom başını hafifçe önüne eğdi. “Hayır,” dedi. “Çünkü karanlık, arkamda kalmadı. O artık içimde. Ama ilk kez... içimdeki her şeyle dürüstüm. Kendime karşı, ona karşı… ve size karşı.”
Bu sefer gözlerinde farklı bir şey vardı. Yorgunluk değil. Suçluluk değil.
Kabullenme.
Ve karanlığın içinde dahi dimdik durabilme cesareti.
Kızlar susuyordu.
O anda herkes fark etti ki Valtor, sadece Alfea’nın savunmalarını değil, Bloom’un kalbini de aşmıştı.
Stella ilk ayağa kalkan oldu. Gözleri hâlâ doluydu ama bu kez öfke daha baskındı, acı bir uyarı gibi konuştu, “Bloom… bu, bu tehlikeli. Gerçekten. Ne hissettiğini anlıyorum ama… bu bir aşk değil, bir yıkım. Valtor kimseyi sevmez. O sadece... kullanır. Bunu daha önce de yaptı. Seni de... kullanıyor olabilir.”
Bloom başını iki yana salladı, sesi kısık ama kararlıydı. “O farklıydı… Sparks’ta. Gördüğüm kişi...”
“Hayır!” diye kesti Layla, bir adım öne çıkarak. Gözlerinde öfkeyle karışık bir dehşet vardı. “İnsanlar değişebilir, Bloom. Ama Valtor bir insan değil. O karanlığın ta kendisi! Onunla ne yaşadıysan... bu, onun seni tamamen ele geçirmesiyle sonuçlandı. Onun işareti şu an boynunda parlıyor.”
Tecna, veri mantığıyla ama gözle görülür bir kırılganlıkla konuştu. “Senin için endişeliyiz. O işaret… seni sadece bağlamadı, zihnini de etkiliyor olabilir. Algını, kararlarını. Bu... aşk değil, Bloom. Bu büyünün, bağımlılığın etkisi olabilir.”
Musa ise sessizce yaklaştı. Gözleri doluydu. “Seni kaybetmekten korktuk. Hâlâ korkuyoruz. Valtor’un seni sevdiğine inanmak istiyorsan... bunu yap. Ama lütfen… onun seni gerçekten sevip sevmediğinden nasıl emin olabilirsin, Bloom? O birden fazla kez yıkım getirdi. Gözümüzün önünde…”
Bloom kaşlarını çatmıştı. Gözleri dolu dolu, ama savunmaya geçmişti. “Siz… onun nasıl biri olduğunu bilmiyorsunuz! Savaş başka bir şey. Ama Sparks’ta... bana o şekilde bakmadı bile. Günlerce birlikteydik. Yalnızdık. Ama hiçbir zaman, hiçbir zaman bana zarar vermedi. Beni... anladı. Benim karanlığımı bile…”
Flora’nın gözleri doldu. “Ama Bloom… aşk sadece anlaşılmak değil. Güvende hissetmek de gerek. Ve biz, senin için buradayız. Seni anlamaya çalışıyoruz ama onu savunmaya devam edersen... Zarar göreceksin.”
Stella yeniden konuştu, bu kez sesi çatlamıştı. “Senin canın yanacak, Bloom. Bu kaçınılmaz. Çünkü sen ışıksın. Karanlık... seni sonunda içten içe söndürecek.”
Bloom’un dudakları titredi. Elleri yorganın kenarını sıkıyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar artık durmuyordu. “Hayır... Hayır! O bana zarar vermez! O, o sadece... o da yalnız. Beni anladı. Bu işareti... beni korumak için yaptı. Beni mühürlemedi, beni kurtardı!”
Gözleri kapandı.
“Ben… ben.. " dedi. “Ona, inanmak istiyorum.”
Ve sonra… ağladı.
Sanki içindeki tüm yük, karanlık, yalnızlık ve bastırdığı suçluluk boşaldı.
Sadece ağladı.
Musa hemen yanına oturdu. Flora da onun diğer tarafına.
Stella, gözyaşlarını silip diz çökerek Bloom’un elini tuttu.
Layla, önce biraz duraksadı, sonra yavaşça yaklaşıp kollarını Bloom’un etrafına doladı. Sıkı. Güçlü. Kararlı.
“Biz buradayız, Bloom,” dedi. “Sonsuza dek. Valtor’un işareti... geçici bir zincir. Onu kaldırmanın bir yolunu bulacağız. Ve içindeki karanlık… onun seni şekillendirmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü sen… hâlâ bizim Bloom’umuzsun. Ve seni geri getireceğiz. Her ne pahasına olursa olsun.”
Tecna, gözyaşlarını sildi ama sesi kararlıydı. “Bu karanlık... bilimle, büyüyle, sevgiyle çözülecek. Kendi içinde kaybolmana izin vermeyeceğiz.”
Musa ise Bloom’un alnına bir öpücük bıraktı. “Sen bizim kalbimizsin. Ve hiçbir karanlık... seni ondan koparamaz.”
...
Saat gece dört sularıydı. Alfea’nın yıkık kuleleri sessizliğe gömülmüş, o parçalanmış duvarların ardında sadece gecenin derin nefesi duyuluyordu.
Kandillerin soluk ışığı odanın bir köşesinde titreyip sönmek üzereydi.
Winx odalarında uyuyordu; bir tek Bloom, yatakta öylece sırtüstü yatarken gözlerini tavana dikmişti.
Musa’nın alnına kondurduğu o son öpücük hâlâ teninde bir sıcaklık izi gibi duruyordu ama içinde… içinde taş gibi bir soğukluk vardı artık.
Yavaşça doğruldu. Hiç ses çıkarmadan ayaklarını yere indirdi. Karanlıkta nereye bastığını ezbere biliyordu sanki. Ayaklarının altında gıcırdayan tahtalar bile o an onunla anlaşmıştı; gürültü yapmadılar.
Kapıyı usulca açtı. Koridor boştu. Sessiz adımlarla yürümeye başladı. Alfea’nın taş zeminleri bile onu tanıyamamış gibi yankı yapmıyordu. Pencerelerden sızan ay ışığı gölgelerini uzun düşürüyordu duvarlara.
Kimse uyanmadı.
Kimse arkasından seslenmedi.
Ana kapıdan çıktığında, gece rüzgârı saçlarına karıştı. Gözlerini kapatıp bir an yüzünü gökyüzüne kaldırdı. Gecenin, ayın ve karanlığın çağrısını duyuyordu.
Adımlarını yola koydu. Alfea’nın koruyucu bariyerlerini tek bir büyü sözü fısıldamadan aştı.
Gecenin kalbi hâlâ atıyordu. Alfea geride, bir zamanlar öğrencilerin gülüşleriyle yankılanan o yıkık taş yapı artık sadece geçmişin hayaleti gibiydi. Bloom, geceyi yaran ayazda hiç ürpermeden yürüyordu. Ay ışığı saçlarında gümüş bir parıltı bırakıyor, gözleri ise loşlukta parlayan iki sarı kristal gibi titreşiyordu. Karanlık bile onunla aynı ritimde soluyordu artık.
Rokaluce Gölü...
Sisle örtülü, suyu neredeyse aynadan bile daha durgun bir göl. Bloom oraya vardığında, ay tam tepeye ulaşmış, gölün yüzeyi yıldız tozu gibi parlamaya başlamıştı. Rüzgâr yoktu. Zaman bile sanki burada durmuştu. Su kıpırtısızdı ama bir şey... bir şey doğmak üzereydi.
Derken suyun yüzeyi dalgalandı. Sanki altından bir ışık kaynamaya başladı. Altınsı, soluk sarı, neredeyse efsunlu bir ışık. Ve o ışığın içinden Daphne yükseldi. Ağır ağır, zarif ve huzurla. Elbisesi eski Sparks tören giysileri gibi; uzun, kristal desenli ve ay ışığını içinden geçiren bir dokudaydı. Saçları omuzlarından aşağı dökülüyordu, sanki suyun içindeyken bile bir tek tel bile ıslanmamıştı. Gözleri hâlâ eski Daphne’ydi: sıcak, bilge ve kardeşçe.
Bloom bir adım geri çekilmedi. Gözleri dolmuştu. “Daphne...” dedi, sesi titrek ama özlemle dolu.
Daphne suyun içinden tamamen çıktığında, kollarını açtı. Ve Bloom koşarak ona sarıldı.
Sanki tüm dünya o an durdu. Yıkılmış Alfea, paramparça savaşlar, kandillerin sönüp kalan karanlıkları… hepsi onların dışında, çok uzaktaydı artık.
“Seni hissedemedim,” dedi Daphne usulca. “Son birkaç gündür içindeki ışığı neredeyse hissedemedim. Valtor’un Alfea'ya gördüm. Sana bir şey olmasından korktum.”
Bloom gözlerini kapattı. Daphne’nin sesi, annesinin hiç duyamadığı ninnileri gibi teselli ediciydi. Ama içini kemiren gerçeği daha fazla içinde tutamazdı.
“Ben, iyiyim.” dedi Bloom, sesi çatlak bir aynadan dökülür gibi. “Saldırıdan önce... ben... ben Alfea’dan kaçtım.”
Daphne bir an geri çekilip kardeşine baktı.
“Kaçtın mı?”
“Evet. Ama nereye gideceğimi bile bilmiyordum. Sonra... Sparks’a gittim. Valtor, beni buldu.”
“Valtor mu”
Bu iki hece, Daphne’nin dudaklarında bir lanet gibi asılı kaldı. Sanki o ismin ağırlığı bile gölün üzerine bir buz tabakası indiriyordu.
Bloom gözlerini yere indirdi. “Altın Kütüphane’yi bulduk. İçimdeki karanlığı silmek için... günlerce orada kaldık. Ayinler araştırdık, yasak büyüleri çalıştık. Lord Bartlby'nin koruduğu Sparks Kitabını bulduk.”
Daphne'nin nefesi kesilmişti.
“Ve... sonra... sonra garip şeyler oldu.”
“Garip şeyler mi?”
“Yakınlaştık. Valtor’la. Önce sadece... araştırmak içindi. Ama sonra... sonra içimdeki karanlık da, duygularım da birbirine karıştı. Bir anda... her şey bulanıklaştı.”
Daphne şaşkınlıkla geri çekildi. Gözleri büyümüştü. Dudakları aralandı ama kelimeler bir süre çıkamadı. Sonunda fısıltıyla sordu, "sen... sen ona aşık mısın, Bloom?”
Bloom sessiz kaldı. Gözlerini gölden başka bir yere çevirmedi. Çenesindeki kaslar gerildi, gözlerinden iki damla yaş sessizce süzüldü.
“Bilmiyorum...” dedi sonunda. “Ama aileme ihanet edenlerle olmak istemiyorum. Valtor... doğru kişi değil. Bunu biliyorum. Ama… yalan da söylemedi. Altın Kütüphane’de bana Son Işık Savaşı’nın gerçeklerini anlattı. Ve ben, ona inanmadım. Döndüm, Winx’le Hugn’ın Tapınağına gittik. Hugn da aynısını söyledi. O savaşta... biz yalnız bırakıldık Daphne. Işık Ortaklığı, Solarya, Andros, herkes kaçtı. Sadece siz kaldınız. Annemle babam... ve sen. Valtor bunu bana söyledi. Ama ben ona inanmamayı seçtim. Hugn doğrulayınca... içimde bir şey yıkıldı.”
Sesi kırıldı. Omuzları titredi. “Kime güveneceğimi bilmiyorum...”
Daphne, Bloom’un yanına yaklaşıp elini onun yanağına koydu.
“Senin doğruyla yüzleşmen zaman alabilir, Bloom. Bu savaş... sadece kılıçlarla değil, kalplerle de yazıldı. Ama Valtor... o hâlâ düşmanımız. Ne anlatmış olursa olsun, seni karanlığa çeken şeyin adı... aşk olamaz. Onunki sadece... yıkım. Acı. Sana güven verip içini açtırmak, sonra seni kendine bağlamak. Yaptığı bu.”
Bloom, Daphne’nin gözlerinin derinliklerine baktı. “Ama ben, ona bağlandım.”
Daphne başını iki yana salladı, gözleri doluydu.
“Hayır. Sadece yalnızdın. Karanlığın içinde seni anlayan birine tutundun. Bu... aşk değil. Bu bir çığlığın yankısı.”
Bloom titredi.
“Ne yapacağımı bilmiyorum,” diye fısıldadı. “Bu yüzden sana geldim. Çünkü... artık ben bile kim olduğumu bilmiyorum.”
Daphne onu kucakladı. Gecenin karanlığı ikisini de sararken, gölün üzerindeki ışıklar daha da parlaklaştı.
“Ne olursa olsun sen hâlâ Bloom’sun. Sparks’ın ateşini taşıyan kişisin. O ateş azalsa bile... ben görebiliyorum. İçinde hâlâ yanıyor. Lütfen... Valtor’dan uzak dur. Ne kadar acı verirse versin. Yoksa seni senden çalar.”
Bloom kollarını göğsünde birleştirmiş, yere bakıyordu. Gölün kıyısındaki yosunlu taşları izlerken, içindeki yangın daha da büyüyordu.
“Artık kimseye inanamıyorum, Daphne,” dedi, sesi gölde yankılanmadan kayboldu. “Herkes beni yalnız bıraktı. Onlara güvendim. Faragonda’ya. Kraliyetlere. Büyük Konsey’e… Ama hepsi, Sparks’ın yanışını izledi. Hiçbiri yardım etmedi.”
Daphne derin bir nefes aldı. Omuzları ağırlaştı. “Biliyorum,” dedi. “Sana yalan söylemeyeceğim. Onların sessizliğini ben de affedemedim. Savaş meydanında annenle babamın yanında durduğumda... arkamızda bir tek bile müttefik yoktu. Solarya’nın askerleri günler öncesinden çekilmişti. Andros emir bile vermemişti. Işık Ortaklığı, adına yaraşır bir birlik olamadı. O gün, sadece kan döküldü. Ve Sparks’ın ışığı… söndü.”
Sesi kırılmıştı. O hatırayı anlatmak, onun için dayanılmazdı.
Bloom başını kaldırdı. Gözleri parlıyordu artık. Ama bu kez gözyaşından değil… öfkeden.
“Ben onların önünde diz çökmeyeceğim,” dedi. “Ben artık o konseyin kurallarına göre yaşamayacağım. Onlarca krallık birleşip ‘barış’ dediler ama hiçbir zaman adalet getirmediler. Konsey ne zaman doğru olanı yaptı, Daphne? Ne zaman gerçekten haklının yanında durdu?”
Daphne’nin gözleri Bloom’un gözlerine kilitlendi.
“Bunu yaparsan… yolun karanlığa çıkabilir, Bloom.”
“Ben zaten oradayım,” diye kesti Bloom, sesi titrese de duraksamadı. “İçimdeki karanlık beni bir periden farklı kılıyor. Annemle babam Obsidyen'de kapana kısıldığında, sen Aynalar Boyutu’na hapsedildiğinde... benim bunları öyleyece unutmayacağımı bilmelilerdi. Ama herkes, sadece izledi.”
Bir sessizlik çöktü aralarına. Rüzgar bile susmuştu.
Daphne sonunda gözlerini kapattı. “Ne yapmak istiyorsun?” diye sordu.
“Onları parçalamak. Büyük Konseyi dağıtmak istiyorum. Gerçekleri onların suratına haykırmak. Savaşta bizi yalnız bıraktıklarını herkese anlatmak. Sparks’ın yok oluşunun tek sorumlusunun karanlık olmadığını... en az onlar kadar ışığın da sorumlu olduğunu.”
Daphne’nin yüzüne gölge düştü. “Bu tehlikeli bir yol. Büyük Konsey... düzeni korumak adına seni susturmaya çalışabilir. Seni tehdit olarak görürler.”
“Zaten öyleyim.” Bloom’un sesi bu kez kararlıydı. “Beni koruduklarını sandılar ama susturdular. Beni eğittiklerini söylediler ama kandırdılar. Şimdi ise ben konuşacağım. Ve dünya gerçeği duyacak.”
Daphne’nin gözleri doldu. Gölün üzerindeki ışıklar artık hızla sönüyordu. Zamana karşı bir yarış başlamıştı. Ay, ufka doğru iniyor, kızıl tonlara karışıyordu. Daphne’nin bedeni de ışıkla birlikte yavaş yavaş şeffaflaşıyordu. Parmak uçları artık su buharı gibi silikleşmeye başlamıştı.
Bloom, kardeşinin gidici olduğunu fark ettiğinde bir adım atıp ona yaklaştı. “Gitme. Lütfen… sana çok ihtiyacım var.”
Daphne başını salladı, gülümsedi. Gülümsemesinde acı ve sevgi iç içeydi. “Senin bana ihtiyacın yok artık, Bloom,” dedi. “Çünkü kendine yeter hale geldin. Kendini tanıdın. Işığın sahtekârlığını gördün. Ve hâlâ... doğru olanı yapmak istiyorsun. Bu… seni güçlü kılıyor. Ve bu, seni hâlâ Bloom yapan şey.”
Gözleri Bloom’un gözlerine kilitlendi. “İntikam almak istiyorsan... bunu bir kraliçe gibi yap. Ateşle değil, gerçekle. Yıkımla değil, ifşayla. Çünkü sana gerçekleri duyuracak tek şey… adaletin ateşidir.”
Bloom’un elleri titredi. “Peki ya başarısız olursam?”
Daphne yaklaşarak alnını kardeşinin alnına yasladı. “O zaman yeniden denersin. Ve tekrar. Ve tekrar. Çünkü Sparks'ın ateşi... yıkılsa bile küllerinden doğar.”
O an... Daphne’nin silueti yavaşça dağılmaya başladı. Ay ışığı gölden çekiliyor, sabahın ilk solgun maviliği kıyıya vuruyordu.
Bloom, gözyaşlarını tutamadı. “Daphne, lütfen… biraz daha kal. Ne olur…”
Daphne’nin sesi, rüzgarla birlikte fısıltıya dönüştü. “Sana güveniyorum, Bloom. Gerçek kimliğini hatırla. Unutma.”
Ve sonra yok oldu. Işıkla geldiği gibi, ışıkla göle geri döndü. Su bir kez daha aynaya dönüştü. Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi.
Bloom tek başına kıyıda duruyordu.
Rüzgar sonunda yeniden esmeye başlamıştı. Ama artık onun içinde bir sessizlik yoktu. Yanan, susturulamayacak bir ses vardı: Gerçek.
Ve Bloom, sabahın ilk ışığıyla birlikte arkasını dönüp yürümeye başladı.
Onları parçalayacaktı... Ama bunu, tek başına yapamazdı.
...
Black Swan gecenin koynunda saklanan, dışlanmışların, kötücül kahkahaların ve görünmez tehlikelerin iç içe geçtiği, ismini hak eden bir yerdi. Siyaha boyanmış gotik pencereleri, nemli taş duvarları ve kanla yıkanmış dedikoduları saklayan kırmızı kadife perdeleriyle, içeridekilerin sırlarını dışarı sızdırmazdı. Herkesin gölgesi vardı burada; bazıları o kadar karanlıktı ki yüzlerinden önce sessizlikleri girerdi içeri. Ama o gece barın havası değişti.
Kapı gıcırdadı. Sonra bir sessizlik oldu. Hafif, neredeyse hissedilmeyecek bir esinti içeri doldu. Kandillerin titrek alevleri kıpırdadı.
Kadın içeri girdi.
Gözleri, karanlığı yaran iki altın kıvılcım gibiydi; lavla yıkanmış gibi sarının tonlarıyla yanıyor, barın puslu loşluğunda bile göz alıyordu. Ay ışığı gibi solgun saçları buz gibi duruyordu; hareketsiz, ama bir tehdit gibi.
Üzerindeki siyah tül gömlek, omuzlarını çıplak bırakıyor, zarafetiyle adeta gecenin bizzat kendisi gibi üstüne oturuyordu. Gümüş incili zincirlerin süslediği korsesi, ince bedenini gölgelerle örmüş; etek ve yırtmaç, sol bacağını ay gibi yansıtıyordu. Dizlerine kadar uzanan kadife topuklu botlar sessizdi; sanki karanlığın kendisi yürüyordu.
Her adımıyla Black Swan’ın uğultusu biraz daha düşüyordu. Masa başındaki kaçaklar, büyücüler ve diğer karanlık yaratıklar kafalarını hafifçe kaldırıyor ama göz teması kurmaktan kaçınıyorlardı. Çünkü bu kadının adımları sessizdi ama sesi gür bir tehditti. Tanınmıyordu, ama öylece içeri girebilmişti.
Özgüvenliydi.
Tehlikeli.
Kimin gönderdiği belli değildi.
İçki masasının önünde durdu. Siyah tül çoraplarının etekle birleştiği siluet, barın yansıtmalı siyah mermerinde hayalet gibi süzüldü. Barmen göz ucuyla bakarken, kadının gümüş hançer tokayla tutturulmuş saçlarındaki titreşim dikkatini çekti. Kadın, ağır ve net bir tonda konuştu, “bana karanlık likör. Çifte. Ve buzsuz.”
Barmen bir şey sormadı. Böylelerine soru sorulmazdı. İçki bardağa düştüğünde barın kenarındaki kadife koltukta oturan bir başka kadın başını çevirdi.
Darcy.
Mavi-mor ışıkların altında yüzü daha da keskinleşmişti. Gözlerinde sinsilik değil, doğrudan şüphe parlıyordu. Siyah dudakları hafifçe kıvrıldı. Kadının giysilerine, duruşuna ve etrafa yayılan o tanıdık, ama tehditkâr auraya baktı. Sonra gözlerini kısmış bir halde konuştu, “kimin davetiyle geldin, hayalet? Burası herkesin ayak basabileceği bir yer değil.”
Yeni gelen kadın, içkisini yavaşça kaldırdı. Kadehin içindeki koyu sıvı, gözlerine yansıdı; kıvılcımlar parladı. Dudaklarında kurnaz bir gülümseme belirdi. Ve sonra Darcy'nin göğsüne doğrudan nişan almış gibi, sesi neredeyse bir sır gibi geldi, “Valtor sustu. Çünkü o artık Valtor değil, değil mi? Güç bedel ister, Darcy… ve siz o bedelin canavara dönüşen kısmını sakladınız. Sadece dört kişiydiniz. Şimdi beşinci konuşuyor.”
Barın uğultusu tamamen kesildi. Darcy'nin yüzü bir an boş kaldı. Sonra gözlerinde öfke titreşti. Kaşları çatıldı, gözleri kadını tartmaya başladı. Dudaklarının kenarı titredi. İsyanla, kınamayla ve belli belirsiz korkuyla sordu, “Sen… kimsin sen?”
Kadın, bardağını dudaklarına götürüp bir yudum aldı. Koyu kırmızı ruju bardağa hafifçe bulaştı. Sonra döndü, Darcy’ye tam olarak baktı. Gözleri alayla kıvılcımlandı.
Ve cevap, gecenin göbeğine saplanan bir hançer gibiydi, “Ember.”
Kelimeden sonra başka bir şey söylemedi. Bardağın kenarına parmak uçlarını koyup kızıl tırnaklarını gezdirdi. O an, Black Swan’da bir sır doğmuştu.
Kimin tarafındaydı, ne istiyordu, neyi biliyordu?
Bilinmiyordu.
Ama artık herkes onun adını fısıldıyordu.
Ember.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |