
Öğle güneşi, ağır adımlarla ilerliyordu. Gökyüzü her zamanki gibi masmaviydi ama Alfea’nın üstünde o parlaklık bir süredir hiç parlamıyordu. Savaş bitmişti ama ardında bıraktığı enkaz hâlâ her yerdeydi.
Taş duvarlar çatlak içindeydi. Bahçedeki çiçekler, patlayan büyülerin isinden simsiyah olmuş, bazıları tamamen kavrulmuştu. Mermer sütunların kimi devrilmiş, kimi yamulmuştu. Dış avluda hâlâ kırık asa parçaları, erimiş zırh kalıntıları ve yer yer kan izleri vardı. Geriye kalan öğrenciler, Alfea’yı hâlâ bir okul gibi görmeye çalışıyor, ama binanın taşları bile suskunluğa gömülmüştü.
Bloom, savaş sonrası bu karanlık sessizliğin içinde uyanmıştı o gün.
Uykusuz geçen gecenin ardından nihayet yatağından doğrulduğunda, bir süre odasında öylece oturmuştu. Tavanı izlerken zihni, susturulması mümkün olmayan düşüncelerle dolup taşıyordu.
Ayağa kalktı. Soğuk zemine bastığında irkildi. Pencereden süzülen ışık, odasını keskin çizgilerle bölüyordu. Hava garip şekilde kasvetliydi.
Büyülü dünya huzura ermiş gibi görünüyordu ama… bir şey yanlıştı. İçinde, derin bir yerlerde, bir sıkışma hissi. Görünmeyen gözlerin üzerindeymiş gibi bir baskı.
Üzerine sade, lacivert bir elbise geçirdi. Neşesizdi. Umursamıyordu.
Kapısını araladı.
Koridora ilk adımını attığında…
Donuk bir uğultu.
Gözler.
Karşısından gelen iki peri onu görünce duraksadı. Biri gözlerini kaçırdı. Diğeri Bloom’a baktı, sonra yanağını kapatarak arkadaşına bir şeyler fısıldadı.
Bloom’un adımları yavaşladı. Kaşlarını çattı. Başını kaldırdı.
Karşı koridordan üç kişi daha geçiyordu. Biri göz ucuyla onu süzdü, biri doğrudan göz göze geldi, sonra aceleyle başka yöne çevirdi başını.
İçindeki sıkışma büyüdü. Herkesin suskunluğu çığlık gibiydi.
Bloom kendini daha da yalnız hissetti. Bu sadece sessizlik değildi, bu… yargıydı.
Tam o anda küçük bir kanat hışırtısı yaklaştı. Lockette.
Pixie her zamanki gibi neşeyle değil, tedirgin ve neredeyse görünmez olmak istercesine Bloom’un yanına geldi. Havada zar zor dengede duruyordu, kanatları daha kısa çarpıyordu bu defa.
Bloom, onun gelişini duyduğunda hızla yanına döndü ve fısıltılardan bunalmış hâlde sordu, “Lockette… bana mı öyle geliyor yoksa… herkes bana mı bakıyor?”
Sesinde karışık bir tını vardı. Öfke değil, ama... kırılgan bir gerilim. Anlamaya çalışan bir ruhun sorduğu o dürüst soru.
Lockette bir an duraksadı. Kanatlarını çırpmayı bıraktı ve yavaşça Bloom’un omzuna kondu. Gözleri kaçıyordu, ama konuşmalıydı. “Yani… evet,” dedi utana sıkıla. “Biraz... çok bakıyorlar. Yani… şey… çünkü…”
Bloom başını ona çevirdi. “Çünkü... ne?”
Lockette bir an dişlerini sıktı. Minik gözlerinde tereddüt vardı, ama daha fazla gizleyemezdi. “Çünkü herkes senin… Valtor’la bir bağın olduğunu düşünüyor.”
Bloom'un gözleri hafifçe büyüdü. Ama ses çıkarmadı. Sadece Lockette'e baktı. Pixie devam etti, aceleyle, “yani… kimse bir şey bilmiyor elbette! Ama o gün... saldırı sırasında... Valtor seni mühürledi ya hani. Boynundaki o işaret... herkes biliyor."
Birkaç saniye boyunca Bloom sadece ayakta durdu. Sonra başını hafifçe eğdi, boğazındaki işarete istemsizce dokundu. Derisinin hemen altında titreşen o sıcaklık… hâlâ oradaydı. Zaman zaman nabzı gibi atıyordu. Canlıydı.
Ve kalıcıydı.
Derin bir nefes aldı. Sanki bir şey karar vermişti içinde.
“Bahçeye iniyorum,” dedi sessizce Lockette’e, sonra koridorda ilerlemeye başladı.
Lockette onun peşinden sessizce süzüldü, ama tedirgindi. Bloom’un adımları yavaş ama kararlıydı. Koridorun taş döşemeleri çatlamıştı, duvarlarda is lekeleri, bazen de yanık büyü izleri vardı. Göz ucuyla bakan öğrenciler, fısıldaşmalarını arttırdı. Her adımda bir başka bakış. Ama Bloom bu kez başını eğmedi.
Kendine, işarete ve o fısıltılara rağmen… yürümeye devam etti.
Bahçeye açılan büyük kapıyı ittiğinde, güneş gözlerine çarptı. Hava hâlâ kasvetliydi, ama en azından dışarısı içeriden daha açık soluk aldırıyordu.
Bahçede, bir zamanlar rengârenk çiçeklerin olduğu yerde şimdi sadece yanık toprak kokusu vardı. Ama yine de bazı öğrenciler oradaydı. Yeniden bir “normal” kurmaya çalışıyorlardı.
Winx, bir köşede toplanmıştı. Stella, yere serdiği bir kumaşın üzerinde birkaç eski kitabı karıştırıyor, Tecna yanındaki holo-tableti kurcalıyor, Musa bir taşın üzerine oturmuş gökyüzünü izliyordu. Flora ise ölü dallardan birini canlandırmaya çalışıyor, ama çiçek açması için büyüsü yeterli gelmiyor gibiydi.
Stella, Bloom’u ilk fark eden oldu. Gözlerini kaldırdı ve hemen ayağa kalktı. Sesini yükseltmeden, gülümsemeye çalışarak, “Hey! Sonunda gün ışığına çıktın,” dedi.
Tecna başını çevirdi. Musa yerinden doğruldu. Flora gülümsedi, ama onunki biraz hüzün doluydu.
“Sana çay bıraktım odana,” dedi Flora, yumuşak bir sesle. “İçmiş misin bilmiyorum.”
“Sağ ol,” dedi Bloom. “Bana bakıyorlar,” diye devam etti. “Herkes. Sessizce. Fısıldayarak.”
Tecna’nın kaşları çatıldı. “Kimse doğrudan bir şey söylemedi, değil mi?”
“Hayır. Gerek kalmadı,” dedi Bloom. “Hepsi... görüyorlar.”
Musa dudaklarını ısırdı, bir adım yaklaştı. “Bu işaretten kurtulmanın bir yolunu bulmalıyız."
Bloom hafifçe başını salladı. Sessizce, çekinmeden. “Bu imkansız Musa, bu işareti benim güçlerim dahi silemez. Yalnızca bir kişi silebilir onu.”
Bloom başını çevirdi. Gözleri gökyüzünü değil, ufku değil… sadece sabit, görünmeyen bir noktayı delip geçiyordu. Gözlerinde yanan şey öfke değildi. Daha soğuk, daha derin, daha keskin bir şeydi bu.
Kararlılık.
“Bu işaret gitmeyecek,” dedi. Sesi sakindi. Ama altında, pas tutmamış bir bıçağın metalik soğukluğu vardı. “Ve gitmemesi daha iyi.”
Stella istemsiz bir adım attı. Ama duraksadı.
“Bloom… bu... ne demek?”
Bloom başını eğdi, gözlerini kısa süreliğine kapadı. Sonra açtığında artık hiçbir şey eski değildi.
“Demek ki artık gizlenmeyeceğim,” dedi. “Demek ki onlar Ejderha Ateşinin Koruyucusu olduğum için beni kullanmanın sınırlarını aşıyorlarsa artık benim de sınırlarımı aşma vaktim geldi.”
Tecna gözlerini kısıp bir analiz moduna geçti. “Ne planlıyorsun?”
Bloom cevap vermedi hemen. Sadece yürüyüp taş bir bankın ucuna oturdu. Ellerini dizlerinin üstüne koydu. Omuzları dikti. Sanki sessiz bir mahkemeye, kendi içindeki yargıya ifade veriyordu. “Konsey... bu dünyanın en güçlü büyüsüydü. Adalet ve ışık dedikleri şey için savaştık hepimiz,” dedi.
Ama sonra sesi biraz daha alçaldı. “Ne zaman bir tehdit çıktı... o yasalar kimin için çalıştı? Krallığım yıkıldığında… ailem terk edildiğinde… Konsey ne yaptı? Hiçbir şey.”
Stella, yüzünü yere çevirdi. Parmaklarını birbirine kenetledi. Gözleri dolmadı. Çünkü gözyaşları yetmezdi.
Bloom, başını hiç kaldırmadan konuşmaya devam etti. “Ben geri dönmüyorum. Eskisi gibi olmayacağım. Onlar gibi olmayacağım. Bu düzen… çürük. Ve ben artık bu çürük düzende kimsenin piyonluğunu yapmayacağım.”
Musa başını öne eğdi. Sözleri, sanki onun içini çoktan anlamış gibiydi, “ve sen... devrim mi...”
Bloom gözlerini yavaşça Musa’ya çevirdi. Onaylamadı. Reddetmedi. Sadece baktı. O bakışta cevap yoktu; karar vardı.
Stella yavaşça fısıldadı, “Solarya… krallıklar… sana ihanet ettiler. Biliyorum. Ne dersen de haklısın. Ama ben... ben senin düşmanın değilim.”
Bloom sonunda başını kaldırdı. Stella’nın gözlerinin içine bakmadı. Ama sesi netti. “Bunu kanıtlamanız gerekmeyecek. Çünkü artık düşmanlarımı açık seçeceğim. Arkamdan değil, karşımdan gelsinler istiyorum.”
Flora hafifçe yaklaştı. Sesi içliydi, ama yargılayıcı değildi, “yalnız yürümek zorunda değilsin, Bloom.”
Bloom ayağa kalktı. O an gölgesi daha uzun, adımları daha ağırdı. "Yalnız değilim, özgür de değilim. Henüz..."
...
Alfea’nın alt katlarındaki eğitim salonlarından biri hâlâ ayakta kalabilen ender yerlerdendi. Tavandaki kristallerden süzülen büyülü ışık, salonun içini donuk bir morla aydınlatıyordu. Duvarda hâlâ çatlaklar vardı; bazı aynalar paramparça olmuş, zemin yer yer çökmüştü. Ama hâlâ kullanılabiliyordu.
Bloom, tam ortada, dizlerinin üzerinde meditasyon hâlindeydi.
Gözleri kapalıydı.
Avuçlarını dizlerine dayamış, sırtını dimdik tutuyordu. Her nefes verişinde içindeki o kaotik enerji biraz daha dizginleniyor, bir süreliğine bile olsa sessizlik buluyordu. Kafasında hâlâ o fısıltılar vardı. O bakışlar. O işaretin hissi. Ama tüm bunları bastırmaya çalışmıyordu artık. Onlarla yaşamayı öğreniyordu.
Zihnini susturduğunda, bir başka sesi duydu. İçerideki kapı hafifçe açıldı.
Adımlar. Hafif ama sağlam. Ritmik.
Bloom gözlerini açmadan, kimin geldiğini hissetti. Ayağa kalktı. Antrenman matına yöneldi, birkaç kez dizlerini kırıp ısınmaya başladı.
Layla içeri girdiğinde kolundaki ter bandını çıkarmakla meşguldü. Gözleri kısa süre Bloom’u taradı. Sonra, hiçbir şey söylemeden ayakkabılarını çıkardı ve matın karşısına geçti.
Sessizlik, bir süre daha sürdü.
Bloom birkaç defa havaya yumruk attı. Ardından dengesini test etmek için tek ayağı üzerinde dönmeye başladı. Hareketleri güçlüydü, ama ham. Yüzündeki ifade sertti; her vuruşta biraz daha öfkesini salıyor gibiydi.
Layla gözlerini kısmış, onu izliyordu. Sonunda, kollarını göğsünde kavuşturdu. “Yavaş,” dedi. “Savruluyorsun. Gücün var ama kontrolün yok.”
Bloom, nefes nefese kalmıştı. Saçları alnına yapışmış, elleri hafif titriyordu. Ama durmadı.
“Zihin sessiz değilse, kas da dinlemez,” diye devam etti Layla. “Ne için savaşmak istediğini bilmiyorsan, savaşmak yalnızca seni tüketir.”
Bloom sonunda durdu. Kısa bir süre Layla’ya baktı. Ardından başını yere eğdi. Birkaç saniyelik bir sessizlik daha… Sonra yavaşça itiraf etti. “Ben kendimi kaybetmek istemiyorum, Layla.”
Layla yaklaştı. Bloom’un tam karşısına geçti. “Ne planladığını bilmiyorum Bloom… Ama bu her neyse,” dedi, sesi sabit, kararlı ve içten. “Bil ki ben asla sana karşı olmayacağım. Krallığım, ailem… seni, aileni, halkını, krallığını yalnız bırakmış olabilir. Ama ben… ben ne olursa olsun, daima yanında olacağım.”
Bloom, bu sözleri duyduğunda gözleri hafifçe buğulandı. Ama bu sefer gözyaşı akmadı. Onun yerine, yavaşça başını salladı. Gözlerinde derin bir minnettarlık vardı.
“Bana yardım et, Layla,” dedi sessizce. “Savaşmayı değil… ayakta kalmayı öğrenmem gerek. Kafamdaki gölgelerle, kalbimdeki yükle, bedenimle… hepsiyle birlikte ayakta durabilmeyi.”
Layla gülümsedi. Gülümsemesi bir eğitmenin gülümsemesiydi artık. “O zaman ilk dersimiz: düşmeden saldırmayı öğrenmek.”
O Akşam
Darcy'nin yüzü bir an için ifadesizleşti. Sanki zaman kısa süreliğine donmuştu. Sonra gözlerinde tehlikeli bir parıltı belirdi; öfke damarlarından yükselip bakışlarına yerleşti. Kaşları sertçe çatıldı.
Karşısındaki kadını baştan aşağı süzdü, tanımaya çalışıyor gibiydi ama aynı zamanda tehdit algısı da yükseliyordu.
Dudakları titredi, sesi keskin ama içinde saklı bir tedirginlikle sordu, "sen… kimsin sen?”
Kadın, cevabı geciktirmekten keyif alırmış gibi ağır hareketlerle bardağını dudaklarına götürdü. Kırmızı ruju camda bir iz bıraktı. Ardından başını çevirdi ve Darcy’ye tam anlamıyla döndü.
Gözlerinde küstahça bir kıvılcım, dudaklarında ince bir gülümseme vardı.
Cevabı, gecenin kalbine fısıldanan tehdit gibi geldi, “adım Ember.”
Darcy’nin dudakları kısıldı. İçindeki öfke, onun gibi biri için bile taşacak gibi kabarıyordu. Ama yüzü hâlâ buz gibiydi; yılların karanlık büyü eğitimi onu önce bakışıyla öldürmeyi öğretmişti.
Ember’in karşısında oturdu. Gözlerini kadının üzerinden ayırmadı, fakat içinde bir tür tedirginlik kıpırdanıyordu. Bu kadın… sadece bir provokatör değildi. Bir şey taşıyordu. Tehlike gibi kokuyordu.
“Ember,” dedi Darcy, ismi bir tıslama gibi ağzından çıkarken. “Pekâlâ... şimdi bana neden burada olduğunu söylersin. Yoksa bardağın dibi gibi camdan aşağı süzülürsün.”
Ember iç çekti. Bu bir korku değil, daha çok can sıkıntısını bastıran bir harekete benziyordu. Parmaklarını bardağın kenarında gezdirdi. “Valtor’la konuşmam gerekiyor,” dedi, sesi ipek gibi yumuşaktı ama içinde gizli bir diken vardı. “Ona bir teklifim var. Kendi karanlığımın gölgesinden bir parça sunuyorum. Ve karşılığında... onun gazabına katkıda bulunmayı.”
Darcy gözlerini kısıp hafifçe öne eğildi. “Ne teklif edeceğini bilmeden seni neden içeri alayım? Ya sadece vakit kaybıysan?”
Ember güldü. Gülüşü melodikti, ama içten içe aşağılayıcıydı. “Ah Darcy… seni bu kadar tetikte görmek çok eğlenceli. Sanırım bu senin için yeni bir his. Kıskançlık mı bu, yoksa korku mu?”
Darcy elini masaya dayadı. “Ben seni uyarıyorum. Kiminle oynadığını bilmiyorsun.”
“Yanılıyorsun,” dedi Ember, eğilerek onun yüzüne daha da yaklaştı. “Tam olarak kiminle oynadığımı biliyorum. Seni ve sırlarını, güçlerini, neler yapabileceğini ve yapamayacağın şeyleri çok iyi biliyorum.”
Darcy’nin yüzü kasıldı. Bu kadının dilindeki her kelime, sabrının üzerine bir çivi çakıyordu. “Neyi teklif ettiğini söyle. Yoksa seni şu anda buradan çıkarırım.”
Ember doğruldu. Gülümsemesi hâlâ yerindeydi, ama bakışları keskinleşmişti. “Hayır. Bu teklifi yalnızca Valtor’a sunarım. Çünkü yalnızca o anlayabilir ne kadar kârlı olduğunu. Sen ise... sadece perde arkasında kalan bir figürsün. Güzel bir gölge. Ama ben asıl karanlığın kendisiyle konuşurum.”
Darcy ayağa kalktı. “Bir daha beni küçümsersen, bu odadan çıkamazsın.”
Ember yerinden kıpırdamadı. “Küçümsemek mi? Endişelenme... hâlâ aramızda seçim yapabilecek kadar zaman var.”
Darcy, karanlık enerjisini parmak uçlarında toplamaya başlamıştı. Ama Ember geri çekilmedi. Aksine başını yana eğerek, tatlı bir fısıltıyla ekledi, “beni Valtor’a götür... ve sen bile ne kadar kazançlı çıkabileceğini gör. Kim bilir? Belki onun tahtında senin yerin kalmaz. Ama başka bir yerde… sana bir krallık bile bırakabilirim.”
Darcy’nin gözleri kıstı. Hâlâ dik ve tehditkâr duruyordu ama içten içe bir şey huzursuzlukla kıpırdanmaya başlamıştı.
Bu kadının kelimeleri kışkırtıcıydı, evet, ama altında bir şey vardı,
Darcy’nin sezgilerini saran, göğsüne görünmeyen bir el gibi çöken bir şey. Karanlığın çürük kokusu gibi ağırdı bu his. Ve Darcy gibi biri, bu kokuyu tanırdı. Çünkü o da böyle kokuyordu.
“Yeter,” dedi Darcy, sesi düşüktü ama içerdiği tehdit tüm odayı sıkıştırdı. “Valtor’u görecek biri değilsin. Şimdi, defol buradan.”
Ember ise cevap vermedi. Parmaklarını, bardağın kenarına zarif ama kesin bir hareketle sürttü.
Anında odadaki hava değişti.
Tüm duvarlar karardı. Kandillerin ışığı çatırdayarak söndü. Gözle görülemeyen, kadim bir büyünün halkaları odayı sarmaya başladı.
Sarı gözleri kırmızı bir lekeyle çevrelenmeye başladığında Darcy, içgüdüsel olarak savunmaya geçti; büyü aurası parmak uçlarına yığılmaya başladı ama… hareket edemedi.
Bir şey… bütün bedenini çelik gibi kıskıvrak kavradı.
“N-Ne yaptın sen…” diye hırladı Darcy. Dizlerinin titrediğini hissediyordu ama hâlâ ayakta kalmaya direndi.
Ember hafifçe başını eğdi, sesindeki ton artık ipeksi bir alaydan çıkıp uğursuz bir kadimliğe bürünmüştü. “Kan büyüsü."
Darcy'nin gözleri büyüdü. Bu mümkün değildi. Bu... yasaklıydı. Bunu bilenlerin sayısı... toplasan altı kişi bile etmezdi.
“Bunu yapamazsın…” dedi Darcy, ama sesi zayıflamıştı.
“Yaptım bile,” dedi Ember.
Ember elini uzattı, avuç içini yukarı çevirdi. Darcy’nin kolu, onun iradesiyle birlikte kalktı, parmakları istemsizce gerildi. Darcy’nin gözleri öfkeyle yandı ama vücudu… itaat ediyordu. Bir kukla gibi.
“Bunu neden yapıyorsun?” dedi Darcy, dişlerini sıkarak.
Ember yaklaştı. Neredeyse fısıldarcasına konuştu, "çünkü sen, beni hâlâ bir tehdit olarak değil, bir rakip olarak görüyorsun. Ama ben artık hiçbir oyunda figür değilim Darcy. Artık oyunu yazan benim."
Sonra birdenbire büyüyü bıraktı. Darcy serbest kaldı ve dizleri titreyerek bir anlığına sarsıldı. Ama hemen kendini topladı. İçinde öfke değil… dehşete yakın bir saygı kıpırdamıştı.
“Ne istiyorsun?” diye sordu Darcy tekrar, sesi artık tehdit değil, tiksinti yüklüydü.
Ember, gözlerini ona dikti. “Sadece… dünya biraz daha yanarken izlemek istiyorum. Ve bu sefer... ateşi birlikte yakalım istedim.”
...
Bulutlu Kule’nin içi, dışarının sessizliğine inat, nefes alıyormuş gibi ürpertici bir titreşimle yankılanıyordu. Darcy, koridor boyunca hızlı adımlarla yürürken Ember sessizce onu takip ediyordu. Ama sessizlik, gerçek bir sükûnet değildi. Ember’ın varlığı, taş duvarların içine sinmiş büyü kalıntılarını bile huzursuz etmiş gibiydi.
Darcy’nin omuzları gergindi. Adımları kesindi, ama zihni bulanık. Ember’ın varlığı, onun için sadece bir tehdit değil; aynı zamanda, yıllardır büyüttüğü hiyerarşinin tam ortasına saplanan paslı bir hançer gibiydi. Her kelimesi, her bakışı, Darcy’nin kontrolüne duyduğu güveni zedeliyordu.
Ember ise arkasından yürürken sessizce etrafı süzüyor, göz ucuyla kuleyi inceliyordu. Alaycı bir gülümseme dudaklarının kenarında sabitlenmişti. "Valtor… gerçekten de eski oyunlardan vazgeçmemiş," diye geçirdi içinden. Görünmez kule, eski ihtişamın sisle kapatılmış bir hayaleti gibiydi.
Valtor’un bulunduğu odanın kapısına geldiklerinde, Darcy tokmağı tutmadan önce döndü. “Uyarıyorum. Ne söyleyeceğini dikkatli seç. Valtor… senden etkilenmez. O sadece güce kulak verir.”
Ember başıyla onayladı. “O zaman doğru odaya geldim.”
Darcy durdu, kısa bir süre başını eğip nefesini toparladı. Ardından kapıyı açtı.
Oda yarı loştu. Buz mavisiyle örülmüş pencerelerden sızan ışık, taş zemine soğuk gölgeler düşürüyordu. İçerideki hava ağırdı, karanlık, beklenti ve eski hesaplarla yoğrulmuş bir sis gibi.
Stormy bir köşede kolunu göğsünde bağlamıştı, çatılmış kaşları ve gözlerindeki küçümseme ifadesiyle geleni süzdü.
Icy, pencerenin önünde dikiliyordu. Soğuk bakışları kapıdan giren yabancıya kilitlendiği an, yüz hatları biraz daha gerginleşti. Belli ki içgüdüleri alarm veriyordu.
Ve Valtor, odanın en karanlık köşesinde, sırtı yarı gölgede kalan büyük koltuğunda oturuyordu. Görünüşü insandı; uzun, koyu saçları yüzüne düşmüş, siyahlar içindeki vücudu heybetli ama yorgun bir varoluş taşıyordu. Gözlerini yavaşça Ember’a çevirdi. Sessizliğin içinde o kırmızı bakışlar kıpırdadı.
Darcy sessizce yana çekildi. “Valtor… bir konuğun var. Israrcı.”
Valtor, koltuğundan kalkmadan konuştu. “Ve konuğumun adı?”
Ember bir adım öne çıktı. Karanlık pelerinini geriye attı. Sesindeki ipeksi ton, bu defa sahici bir soğukluk taşıyordu. “Adım Ember. Ve sana hem bir teklif, hem bir intikam sunuyorum.”
Stormy, küçümseyen bir kahkaha attı. “Kulağa fazla dramatik geliyor. Sıkıcı.”
Ember ona göz ucuyla baktı. “Ah, Stormy… güzelliğin zekâyla yarışsaydı, şu an konuşmuyor olurdun.”
Stormy ileri atılacak gibi oldu, ama Darcy elini kaldırdı. “Yeter. Konuya gel.”
Icy sessiz kaldı, ama gözleri dikkatle Ember’ın üzerindeydi.
Valtor başını hafifçe yana eğdi. “Teklif mi? Ve bana?”
Ember yaklaşmaya başladı. “İntikamını… senin yöntemlerinle değil, benim yöntemlerimle almanı teklif ediyorum. Ve karşılığında… sana, yok etmek istediklerinin sırlarını vereceğim.”
Valtor bir süre sessiz kaldı. Bakışları onu delip geçiyordu. “Ne yapabileceğini nereden bileyim?”
Ember başını eğdi. “Darcy’ye sor. Ona... küçük bir gösteri sundum.”
Valtor yavaşça Darcy’ye döndü. “Doğru mu?”
Darcy’nin yüzü donuktu ama gözlerinde belli belirsiz bir gölge vardı. “Yaptığı şey… kan büyüsüydü. Ve gerçekti.”
Stormy’nin yüzü karardı. “Yasaklı büyü mü? Obsidyen Boyutundan mı kaçtın?!”
Ember hiç çekinmeden ona döndü. “Sana ne olduğumu söyleyecek değilim. Akıllılık edip sormamayı öğren.”
Stormy öne atıldı ama Icy onu bir kol hareketiyle durdurdu. Gözlerini kısmıştı, ama dudakları kımıldamadı.
Valtor, sonunda koltuğundan kalktı. Adımları yavaş ama tedirgin ediciydi.
Ember’a yaklaştı, göz göze geldiler.
“Bir şartla,” dedi. “Sana güvenmeden önce, sadakatini kanıtlayacaksın. Ve bana oynayabileceğin tek oyun bu olacak.”
Ember hafifçe gülümsedi. “Sadakat... bu kelimeye alerjim var. Ama... Valtor için bir istisna yapabilirim.”
Valtor gülümsedi. Soğuk, içe işleyen bir gülümsemeydi. “Peki, Ember. Konuş."
Valtor ve Ember, gölgelerin içinde göz göze durmuşlardı. Hava, bir anda soğudu sanki. Odadaki herkes, yaklaşan gerçeğin ağırlığını hissediyordu. Loş ışık, Ember’ın gözlerinde yankılanan karanlık sırları aydınlatmaya yetmiyordu artık.
Valtor kımıldamadan sordu, sesi hem kuşkulu hem tehditkârdı, “ne biliyorsan, anlat. Ama yarım bir kelime bile duyarsam, bu odadan çıkamazsın.”
Ember gülümsedi. Gülümsemesinde zehir vardı. Bir adım geri çekildi, pelerinini omzundan kaydırdı. Ardından parmaklarını havaya kaldırarak, koyu kırmızı bir büyü işareti çizdi. Tavanın üstünde titreşen, gri dumanlarla sarılmış bir sürgün mührü belirdi. Gölgeyle kaplı, kırık harflerle oyulmuş antik bir yazı.
Valtor’un gözleri daraldı.
Stormy öne eğildi. “Bu mühür… arşivlerinden silinmişti!”
Darcy alçak sesle mırıldandı, “Ben bunu… Belladona'nın günlüklerinde sadece bir defa görmüştüm…”
Icy’nin yüzü kaskatı kesildi. “Bu mühür… Obsidyen Boyutu’na açılan kapıların izni. Sadece Büyük Konsey’e verildiğini sanıyorduk…”
Ember başını hafifçe eğdi, gözlerini Valtor’a dikti. “Sanıyordunuz, evet. Ama gerçek… çok daha çürümüş.”
Valtor’un sesi buz gibi keskinleşti. “Konuş.”
Ember, parmaklarını mühürden çekti ve yavaşça odayı dolaşmaya başladı. Her kelimesi duvara kazınıyormuş gibi ağırdı.
“Yıllar önce… Sparks Kralı ve Kraliçelesi, Üç Eski Cadı’yı Obsidyen Boyutu’na sürgün etti. Ama Büyük Konsey, o üç cadının yok edilmesini asla istemedi. Çünkü karanlık bilgi, yok edilmemeli; kullanılmalıydı.”
Bir an duraksadı. Sessizlik her zamankinden daha kalındı.
“Konsey, gizli bir anlaşma yaptı. Obsidyen Boyutu’nda hapsedilen eski varlıklarla. O karanlık varlıkların, zincire vurulmuş büyü güçleriyle takaslar düzenlediler. Karşılığında… kurbanlar, zihinler, ruhlar…”
Stormy’nin sesi tizleşti. “Bu karanlıktan bile daha karanlık?!”
Ember döndü. “Konsey, onların güçleriyle ‘yasaklı silahlar’ geliştirdi. Kara büyüyü manipüle etmenin yollarını öğrendi. Sonra bu silahları... isyanları bastırmak, krallıkları hizaya getirmek, kendi kuklalarını tahta oturtmak için kullandılar. Sparks Krallığı bunu öğrenince de en başta o Krallığı yalnız bıraktılar.”
Darcy dişlerini sıktı. “Halkın gözünün içine baka baka… iyilik adı altında… ihanet etmişler.”
Ember, alaycı bir tebessümle başını salladı. “Ve halk, onları hâlâ kutsal sanıyor.”
Valtor sessizliğini koruyordu ama gölgeler, onun etrafında artık daha yoğun dönüyordu. Gözleri bir çelişkiyle titriyordu, öfke, şaşkınlık ve içinde fırtına gibi büyüyen bir strateji. “Ne istiyorsun, Ember?” dedi sessizce. “Bana bu sırrı neden veriyorsun?”
Ember durdu. Sanki tüm kuleyi saran sisin içinden gelen bir hayal gibiydi şimdi. “Ben bu bilgiyi istemiyorum. Ben… onun kullanılmasını istiyorum.”
Icy hemen araya girdi. “Yani sen, halkı isyana mı çağırmamızı istiyorsun?”
Ember başını çevirip ona baktı. “Evet, üstü kapalı bir şekilde. Siz sadece ateşi göstereceksiniz.”
Valtor’un gözleri kıvılcımlandı. “Nasıl?”
Ember ellerini birleştirdi. “Krallık temsilcileri, yıllar boyunca Konsey’in emriyle bu karanlık kararların yürütücüsü oldu. Hepsinin bir iz bırakmışlığı var. Ve o izleri… halka gösterebiliriz.”
Darcy kaşlarını çattı. “Ne gibi izler?”
Ember gözlerini daralttı. “Ruh mühürleri. Sürgün protokolleri. Konseyin sansürlenmiş günlükleri. Hepsi hâlâ var. Doğru gözle bakmayı bilene…”
Valtor, koltuğuna doğru yürüyüp oturdu. Gölge yine üzerine çullandı. “Halk bunları görse bile... Konsey bunu bastırır.”
Ember başını iki yana salladı. “Bastıramazlar. Çünkü sen... gerçekliği büyüyle gösterebilirsin. Holografik izdüşümler. Zihin yankıları. Gerçeklerin çarpıtılamayacağı anılar…”
Stormy iç çekti. “Yani sen diyorsun ki… biz büyüyle halkın gözüne sokacağız, ‘bakın bu kâbuslar gerçekmiş’ diye.”
“Tam olarak,” dedi Ember, zehir gibi bir gülümsemeyle. “Valtor... senin sesinle, onların suskunluğunu kıracağız. Halkın zihnine tohumlar ekeceğiz. Şüphe, en güçlü silahtır. Bir kez girdikten sonra, Konsey’in zincirleri çözülür.”
Valtor gözlerini kapattı. Sessizlik bu kez karanlığın kalbine benziyordu.
“Ve bu daha başlangıç,” dedi Ember alçak sesle. “Benim elimde… başka sırlar da var. Başka çürümüş temeller, başka kirli antlaşmalar. Ama onları sadece... sen kullanırsan vereceğim.”
Darcy gözlerini Valtor’a çevirdi. “Bu plan… işe yarayabilir.”
Stormy omuz silkti. “Korkutucu ama zekice.”
Icy sonunda konuştu. Sesi buz kadar sertti. “Bana güven vermiyor. Ama söyledikleri gerçekse… bu, Konsey’in çöküşü olur.”
Valtor başını kaldırdı. Gözlerinde şimdi farklı bir şey vardı, yorgunluk değil, amaç. “Elindeki her belgeyi… her izi… her tanıklığı istiyorum. Her biri incelenecek. Doğru çıkarsa…” Gözleri Ember’a kilitlendi. “karanlığı daha karanlıkla devireceğiz.”
Ember başını eğdi. “Anlaştık.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |