8. Bölüm

Gerçeğin Yansıması

LEZZA
_vandes_

Kütüphanede gün yeniden doğuyordu, ama bu sabah artık bir öncekinden farklıydı. Sessizlik yerini bir tür mahrem fısıltıya bırakmıştı. Bloom, geniş pencerenin önünde durmuş, sabah ışığının loşça vurduğu vitray camlara bakıyordu.

Üzerinde yalnızca Valtor’un omzuna attığı bordo ceket ve altında ise onun gömleği vardı. Tenine sinmiş olan dokunuşların sıcaklığını, hâlâ hissedebiliyordu.

Camdan yansıyan bedenine bakarken üzerindeki beyaz gömleğin yakasını hafifçe kavradı. Dudağını n kenarı yavaşça yukarı kalkarken, "bence, bana daha çok yakıştı." diye fısıldadı.

Valtor, masanın etrafında dolanıyordu. Elinde bir fincan, içinde dumanı tüten kahveyle Bloom’a yaklaştı. Sessizce yanına geldi, "Öyle mi dersin?"

Kurnazlıkla kıvrılan dudakları, gri gözlerinin kısılmasına neden olmuştu. Gözleri, Bloom'un bedenini baştan aşağı süzerken adeta üzerinde hiçbir şey yokmuşçasına inceledi.

Daha sonra elindeki fincanı uzattı. “İç. Geceyi biraz fazla yaşadık, damarlarında hâlâ titreyen büyü kalıntıları olabilir.”

Bloom hafifçe başını çevirip ona gülümsedi. İksiri aldı. “Senin yüzünden titrediğimi söylememe gerek yok, değil mi?”

Valtor’un gözleri parladı. Sözlerinde hâlâ alaycı ama daha yumuşak, neredeyse sevgilice bir tını vardı. “Bunu duymak… alışkanlık yapabilir.” Parmakları Bloom’un saçlarının arasına daldı, ensesini nazikçe kavradı. “Ama bugün iş var, güzel lanetim. Hadi, şu büyüyü bulalım.”

İkisi yan yana, kitaplar arasında dolaşırken elleri sık sık birbirine değiyor, bazen Bloom bir cümle okurken Valtor onun beline sarılıyor ya da boynuna hafif bir öpücük konduruyordu. Birbirlerine düşkünlükleri, geceyi takip eden gündüzde bile bedenlerinden sızan bir bağ gibiydi.

Saatler boyunca onlarca kitaba göz attılar. Rün çözümlemeleri, unutturulmuş büyüler, gölgelerle anlaşmalar... Ama içlerinden hiçbiri Bloom’un içindeki karanlığı temizleyecek kadar derin ya da doğru değildi.

Bloom’un ayak sesleri, kütüphanenin eski taş zemininde yankılanırken Valtor geride kaldı, hâlâ çözülmemiş bir rün parşömenini inceliyordu.

Bloom, rafların ardına saklanan bir geçidi fark ettiğinde içinde bir ürperti hissetti. Duvara oyulmuş ejderha motifli bir simge, son saatlerde baktıkları tüm büyü kayıtlarında geçiyordu ama hiçbiri bunun bir oda kapısı olduğunu ima etmemişti.

Parmak uçlarıyla simgeye dokunduğu an, taş hafifçe mavi bir ışıkla doldu ve ağır bir uğultuyla geri çekilerek sakladığı odayı araladı.

İçeriden hafif bir mürekkep kokusu yayıldı; eski büyülerin solmuş yankısı gibi...

Salon, Bloom’un bugüne dek gördüğü hiçbir odaya benzemiyordu.

Yüksek kubbesi, altınla işlenmiş yıldız motifleriyle kaplıydı; merkezinde sabit duran kristal, altın işlemeli bir avize vardı, sanki tüm salon onun etrafında dönüyordu.

Duvarlar boyunca uzanan kitaplıklar, derinliklerinde kaybolacak kadar yüksek ve karışıktı. Raflardan büyü auraları sızıyor, bazı parşömenler kendi kendine titreşiyor ya da yer değiştiriyordu.

Salonun tam ortasında, ince basamaklarla çıkılan yükseltilmiş bir platformun üzerinde, ışığı yansıtan altın bir kürsü duruyordu. Gümüş ve altınla oyulmuş ince rünlerle çevriliydi.

Ama gözlerini esas çeken şey, kürsünün üzerindeki kitaptı. Mavi ciltli, ağır ve neredeyse ışık saçan bir parıltıya sahipti. Cildinin üzerinde yükselen gümüş işlemeler karmaşık bir dilde dans eder gibiydi. Ama başlığın ortasında, net bir biçimde parlayan tek bir kelime vardı:

Sparks.

Bloom, içgüdüsel bir adımla yaklaştı. Kalbi hızlanmıştı, göğsünde bir şey kıpırdanıyordu, karanlık mıydı, yoksa içindeki bir başka yankı mı?

Elini uzattığında parmakları kitabın kapağına değdiği an, kürsünün altındaki daire birden aydınlandı. Spiral rünler sarmal bir biçimde yanmaya başladı, salonun tavanındaki yıldızlar sanki gerçek gökyüzüymüş gibi titredi.

Kitap kendi kendine açıldı.

Sayfalar hızla çevrildi, sonra bir yerde durdu. Sayfalar durduğunda, odayı derin bir sessizlik sardı. Havanın içindeki büyü yoğunlaşmış, adeta dokunulabilir bir yoğunluk kazanmıştı.

Bloom’un gözleri açılmış sayfaya odaklanmıştı; satırlar gümüşle işlenmiş gibi parlıyor, cilt soluk bir nabız gibi atıyordu.

Sonra, parıltı sayfaların merkezinde toplanmaya başladı, sanki kelimeler, çizgiler ve rünler eriyor, bir bedene şekil veriyordu.

Işık, insan biçiminde titreşerek yükseldi. Sadece birkaç saniye içinde salonun ortasında, kürsüyle Bloom’un arasında bir figür belirdi.

Saydamdı; bedenini saran mavi, beyaz ışık dalgalanıyor, siluetini hem gizliyor hem gösteriyordu. Uzun bir cübbe giymişti, kıyafetinin kenarlarında Sparks kraliyet arması vardı: Parlayan ışığın üstünde duran görkemli ejderha ve spiral bir sembol.

Gözleri, varlığının ruhani doğasına rağmen sabit, sanki yüzyıllardır burada bekliyormuşçasına yorgundu.

Bloom geri çekilmedi. Nefesi boğazında düğümlendi ama gözleri adamdan ayrılmadı.

Adam başını hafifçe eğdi. Sesi, rüzgârın fısıltısı gibi salonun her köşesine aynı anda yayıldı, "ben... Bartlby. Sparks Kralı Oritel’in sadık yazıcısı... ve bu kitabın koruyucusuyum.”

Bloom’un gözleri irileşti. “Babamın mı... yazıcısı?”

Bartlby başını onaylar gibi eğdi. “Sadece yazıcısı değil. Aynı zamanda onun sırdaşı, kayıtçısı ve... bu salonun bekçisiyim. Bu kitap, Sparks’ın Kalbi olarak bilinir. Onun içinde yalnızca geçmiş yoktur. Gelecek de vardır. Ve... kaderin kıyısında duranlar, yüzünü döndüğü anda uyanır.”

Bloom titreyen bir sesle fısıldadı: “Ben... kaderin kıyısında mıyım?”

Bartlby’nin yüzüne hüzünlü bir bilgelik yerleşti. “Siz, Bloom. Ateşle doğup ışıkta büyüyen... Ejderha Ateşinin Koruyucusu ve Sparks Prensesi. Bu kitap sizi bekliyordu. Ben, çok uzun zamandır sizi bekliyorum Prensesim.”

Bloom, kürsüye bir adım daha yaklaştı. Sparks kitabı, hâlâ açtığı sayfada hafifçe titriyordu.

Bartlby, transparan elini kitabın üzerine koyduğunda rünler canlandı; salonun duvarlarındaki tüm parşömenler bir anda titredi.

Raflardan ince sesler yükseldi, sanki binlerce ses aynı anda bir şarkıya başlıyordu, çok eski, çok kadim bir ezgi.

“Bu kitap,” dedi Bartlby, “kraliyet kanını taşıyan her varlığın geçmişini ve geleceğini yazdı. Kral Oritel’in doğumunu, evliliğini, Prenses Daphe'yi, yani ablanızı, sizi... ve sizi taşıyan karanlığı. Üç Eski Çağ Cadılarının Sparks’ı karanlıkla kirlettiği o günü...”

Bartlby’nin sözleri Bloom’un zihninde yankılanırken, o an sadece odada duyulan kadim ezgiler değil, kalbinin derinliklerinde titreyen geçmişin uğultusu da yükseldi.

Bartlby’nin gözleri, geçmişle bugünü bir arada gören ama hiçbirini tam olarak kavrayamayan yaşlı bir bilgenin bakışıyla Bloom’a dikilmişti.

Sayfalar arasında parıldayan rünler, hâlâ konuşuyordu ama Bloom, artık sessizliği delen bir şey sormak zorundaydı. "Bartlby…” dedi, sesi çatallıydı, kelimeler neredeyse gözyaşlarının kenarından dökülüyordu. “Ailem... Annem, babam... onlar hâlâ yaşıyor mu?”

Bartlby başını eğdi. Kitabın üzerinde parmaklarını gezdirirken sesi, daha ağır, daha yumuşak bir tona büründü. “Evet, Bloom. Onlar yaşıyor. Kral Oritel ve Kraliçe Marion. Ama...” Bir duraksama oldu. Işıktan oluşan bedeni hafifçe titredi. “Sparks’ın Kalbi, onların şimdi nerede olduğunu tam olarak gösteremiyor. Karanlık tarafından yalıtılmış bir alandalar. Görüş dışı... yazım dışı...”

Bloom’un gözleri genişledi. “Ne demek bu? Onlar nerede?”

“Obsidyen Boyutu,” dedi Bartlby sessizce. “Sparks’ı karanlığa gömen Üç Eski Çağ Cadıları ile mühürlendiler. Orası, zamanın yırtıldığı, büyünün çarpıklaştığı bir boşluk. Onları görmek bile, kitabın özünü tehdit ediyor. Karanlık, bilgiyi örtüyor.”

Kalbi deli gibi atıyordu ama bir yandan da içindeki o bilindik karanlık, bu bilgiyi işitince harekete geçiyor gibiydi. Alev gibi değildi artık, daha çok bir fısıltıydı ama Bloom onun orada olduğunu, onu dinlediğini hissediyordu.

Gözleri yavaşça Bartlby’ye döndü, sesi titrek ama kararlıydı. “Peki… onları nasıl kurtarabilirim? Obsidyen Boyutu’na nasıl ulaşırım?” Ve gözlerinden firar eden gözyaşlarını elinin tersiyle yavaşça sildi, elinden geldiğince güçlü durmaya çalışıyordu.

Bartlby’nin yüzünde derin bir gölge belirdi. Göz kapakları yavaşça indi, sesi neredeyse bir ağıt gibi döküldü: “Oraya herkes ulaşamaz. Obsidyen Boyutu, sıradan büyülerle bulunamaz çünkü o bir yer değil, bir kopuştur. Orası evrenin içindeki boşluktur. Oraya ulaşmanın tek yolu…” Gözlerini Bloom’a dikti, kelimeleri dikkatle seçti, “...Siyah Kapı.”

“Siyah Kapı?” Bloom’un sesi daha da kısık çıktı. Bu iki kelime, bilinçaltında yankılanan eski bir rüya gibi tanıdıktı ama ne anlama geldiğini bilmiyordu.

Bartlby konuşmasını sürdürdü: “O kapı, mühürlü bir geçittir. Boyutlar arası çatlakların tam ortasında, bir boşluğun içinde saklıdır. Yalnızca özel bir anahtar onu açabilir. Ve o anahtar…” Parşömenlerin arasından bir tanesini parmaklarının ucuyla havalandırdı. “Pixie köyünde, Geçitler Ağacında saklı.”

“Geçitler Ağacı?” Bloom kaşlarını çattı, daha önce bu ağaçla ilgili hiçbir bilgiye rastlamamıştı.

Bartlby başını salladı. “Ağaç, dokusu canlı büyülerle örülmüş, büyüsel geçitlerin düğüm noktası olan kadim bir yapıdır. İçinde binlerce anahtar vardır ve her biri başka bir boyutun ya da zaman kırığının anahtarıdır. Ama yalnızca biri, Siyah Kapı’nın mührünü açabilir.”

Bartlby’nin sözleri, salonun taş duvarlarında yankılanan uğultulara karıştı.

Geçitler Ağacı...

Zamanın bile tanımadığı bir yapının adıydı bu.

Bloom’un zihninde, tarif edilmeyen bir şeklin silüeti belirmişti sanki; büyüyle örülmüş, iç içe geçmiş, yaşayan ama cansız olan bir yapı, içinde binlerce anahtar olan büyüsel bir karmaşa.

Bloom bir an duraksadı. Dalgın gözlerle kitabın artık sönmüş olan rünlerine baktı, sonra başını kaldırdı, sesi bu kez daha keskin ve arayış doluydu, “peki… o anahtarı nasıl tanıyacağım? Binlerce anahtar dedin. Hangisi Siyah Kapı’ya ait? Nasıl ayırt edeceğim?”

Bartlby’nin bakışları bir an solgunlaştı. Sanki bir şey hatırlıyor ya da acı verici bir bilgiyi yutuyormuş gibi oldu. Ardından yavaşça konuştu, “o… sıradan bir anahtar değil. Sadece görünüşle anlaşılmaz. Aynı zamanda çok güçlü bir karanlık yayar.”

Bloom’un gözleri kısıldı. “Karanlık mı?”

Bartlby başını onaylarcasına eğdi. “Evet. O mühür, Üç Eski Çağ Cadıları tarafından yaratıldı. Ve Obsidyen Boyutunun kendisiyle aynı titreşimde. Onu bulmak için bakmak değil... hissetmek gerekir. Geçitler Ağacı aradığınız anahtarı bilir ve bu anahtar… fısıldar. Soğuk, yutucu, bastıran bir sesle.”

Ve o sırada…

Salonun gölgelerinde saklı, hiçbir kıpırtı yapmamış ama tüm bu konuşmaları başından beri izleyen biri… sessizce nefes aldı.

Gözleri koyu kızıl gibi parlayan Valtor, kürsünün arka kolonlarından birine yaslanmış, büyüsünü neredeyse yok etmiş şekilde duruyordu. O kadar uzun süredir oradaydı ki, kütüphanenin taş duvarları bile onu fark etmemişti.

Bartlby hiç şüphelenmemişti. Bloom ise, tüm duygularıyla ailesine odaklanmıştı.

Ama Valtor’un zihni… keskin bir bıçak gibiydi.

Salonun taş duvarlarını dolduran kadim ezgi yavaşça silinip yerini uğursuz bir sükûnete bıraktığında, Bloom’un teninde ince bir ürperti gezindi. Bartlby’nin sesi kesilmişti; onun donmuş ifadesi, salonun bir anda soğuyan havasıyla birlikte kasvetli bir anlam kazanıyordu.

Ve o anda…

Gölgelerin arasından bir siluet ayrıldı.

Kürsünün arkasındaki sütünün dibinde, başından beri sessizce izleyen figür, yavaşça öne çıktı. Cübbesi yoktu, yalnızca yakası açık beyaz gömleği üzerindeydi. Sol omzundaki yara izi, gömleğin kumaşı arasından kısa bir an görünür oldu. Gözleri kan kırmızısına yakın griydi ve içlerinde birikmiş bir şehvet, bir öfke ve neredeyse kibirli bir zafer parlıyordu.

“Ne dokunaklı bir sahne...” dedi Valtor, sesi kütüphanenin her taşına nüfuz edecek kadar yumuşak ama zehirliydi. “Yüzyıllardır uyuyan bir bilge, kayıp prensesine gözyaşlarıyla kehanet sunuyor. Neredeyse... içim kıpırdadı diyebilirim.”

Bloom bir anda arkasını döndü. Gözleri büyüdü, dudakları aralandı. “Sen… ne zamandır oradaydın?”

Valtor, kollarını göğsünde kavuşturdu. “Yeterince uzun zamandır,” dedi. Sonra yavaşça adım attı, gıcırtılı taş zeminde yankılanan adımları tehdit değil, zafer taşıyordu. “Ama endişelenme, hiçbir şeyi kaçırmadım. Özellikle seni…” Gözleri Bloom’un gözlerinde oyalanırken başını hafif yana eğdi, “…ağlarken izlemek… büyüleyiciydi.”

Bloom’un yanakları kızardı ama öfkeyle değil, utanmaz bir sahiplenişe maruz kalmanın o tanıdık sıcaklığıyla. Tam bir şey söyleyecekti ki Bartlby, kürsünün diğer yanında soğuk bir sesle konuştu.

“Valtor,” dedi, adını tükürür gibi. “Senin gibi birinin hâlâ nefes alıyor olması... tarihin utancı.”

Valtor, gülümseyerek başını Bartlby’ye çevirdi. “Aa, eski dost… Tanıdık sesler, tanıdık nefret. Demek yazmakla geçen bin yıllar bile kişisel öfkeleri silemiyor.”

Bartlby karşılık vermedi, sadece başını hafifçe eğdi, alayla. “Ben, sadece görevimi yerine getirdim. Sen ise Sparks halkına, geri dönülemez bir zarar verdin.”

Valtor’un gülümsemesi genişledi ama gözlerinde soğuk bir kıvılcım belirmişti. “Ve yine de hâlâ burada duruyorsun. Ne büyük bir başarı.”

Bloom derin bir nefes aldı, Valtor’un kolunu nazik ama kararlı bir hareketle durdurdu. “Valtor, lütfen. Bu bir oyun değil. Bu kitap, ailemle ilgili sorularıma yanıt veriyor. Lütfen Bartlby'ye karşı bu kadar iğneleyici olma.”

Valtor başını eğdi, yarı alayla, yarı hayranlıkla gülümsedi. “Elbette. Sen istiyorsan... ona karşı nazik olurum.”

Bartlby, alçak sesle ama kelimeleri çelik gibi sivri şekilde konuştu. “Senin nezaketin, zincire sarılmış bir hançer gibidir. Yalnızca yaklaştığında keser.”

Bloom bu kez ona döndü. “Bartlby, sen de... lütfen. Onu tanıyorsun. Evet, geçmişte yaptıkları affedilir değil. Ama şimdi burada. Benimle. Bu... az şey değil.”

“Ve senin yanında olması, geçmişin yükünü hafifletmiyor,” dedi Bartlby, gözlerini Valtor’dan ayırmadan. “Sparks’ın yıkılışının en karanlık anlarında, o savaşın içinde kim vardı, hatırlıyor musun Bloom?”

Valtor aniden konuştu, sesini yükseltmeden ama net bir biçimde: “Ben oradaydım. Ama o savaşta tek başına kararlar vermedim. Yönlendirildim. Kullanıldım.”

“Ve bu, yaptıklarını siler mi?” Bartlby’nin sesi bir tokat gibiydi.

Bloom ellerini kaldırdı. “Yeter!” Sesi yükselmemişti ama tonundaki kararlılık anında ortamı susturdu. “Bu savaş, bu hesaplaşma... bunların hiçbiri şu an konuşmamız gereken şey değil. Konu ailem. Konu onların hâlâ hayatta olması. Obsidyen Boyutu’na nasıl ulaşacağımızı konuşmalıyız.”

Bartlby’nin yüzü, kürsünün kararmış taş levhası kadar sertti. Uzun ve sessiz bir bakıştan sonra sesi tıslayarak çıktı, “ne tuhaf değil mi? Sparks’ın harabeye dönmesinden yıllar sonra hâlâ karşımızda dimdik durabiliyorsun, Valtor. Oysa sen... yıkımın ta kendisiydin.”

Valtor’un gözleri bir anlığına Bloom’dan ayrılıp Bartlby’ye döndü. Sözlerinin tonu, artık sadece alayla değil, sanki içinde boğuk bir öfke, geçmişin karanlığından doğmuş bir sitem de taşıyordu.

Valtor’un sesi, sonunda karanlık bir şekilde yükseldi. “En azından kaçmadım,” dedi, dişlerinin arasından çıkan sözler taş gibi döküldü. “Ben kalıp yüzleştim. Kan döküldü mü? Evet. Ama en azından savaştım! Diğerleri gibi pelerinlerinin altına saklanıp, geçitleri mühürleyip gitmedim.”

Bloom’un kaşları çatıldı, yüzündeki ifade anlık bir karışıklıkla bulandı. “Ne demek istiyorsun?” dedi, adımını Valtor’a doğru atarken sesi ürkek ama merakla yüklüydü. “Kim kaçtı? Ne demeye çalışıyorsun?!"

Valtor’un bakışları Bloom’unkilerle kesiştiğinde, o tanıdık soğukkanlı maske bir anlığına çatladı. Çenesindeki kaslar gerildi, parmakları yanlarında yumruk gibi sıkıldı.

O an, yüzünde ne alay ne de zafer vardı, yalnızca buruk bir öfke ve yıllardır bastırılmış kelimelerin kırılgan kıyısında bir adam.

Fakat tam konuşmaya başlayacakken Bartlby öne çıktı. “Yeter bu kadar!” dedi, sesi ansızın yükseldi. “Bu hikâyeler geçmişte kaldı. Şimdi burada anlatılmalarının kimseye faydası yok.”

Bloom döndü ona, bu kez sesi titremiyordu. “Hayır, Bartlby.” Gözleri sertti, kelimeleri su gibi duruydu.

Keskinlikle dolu gözlerini Valtor'a çevirdi, en ufak yalanında onu kesecek gibi fısıldadı tok sesiyle, “ne olduğunu anlat bana.”

“Prenses...” dedi Bartlby, ama cümlesi yarım kaldı. Çünkü Bloom bir adım daha öne çıktı ve kararlılıkla tekrarladı, “anlat dedim!”

Bartlby geri çekilmedi ama sustu. Gözlerini kaçırdı, sanki gelecek sözlerin yükünü bile taşımak istemez gibi.

Valtor derin bir nefes aldı. Sonra sanki yıllardır içinde çürümüş bir taşı çıkarır gibi, kelimeleri parça parça döküldü ağzından. Her biri paslı, her biri ağırdı.

18 Yıl Önce

Son Işık Savaşı

Sparks Krallığı’nda her şey ışıkla yoğrulmuş gibiydi. Kristal kuleler, sonsuzmuş gibi parlayan gökyüzüyle yarışıyor, mavi ateşten örülmüş ejderha motifleri saray duvarlarında dans ediyordu.

Fakat gözle görünen bu huzur, görünenden çok daha kırılgandı.

Taç giyme törenine ise yalnızca dört gün kalmıştı.

Prenses Daphne, büyük bir heyecan ve aynı zamanda kalbini yöneten tevazuyla Sparks’ın varisi olmaya hazırlanıyordu.

Onun sakin ve onurlu duruşu, halkına güven veriyor; annesi Marion’un bilgeliği, babası Oritel’in kudretiyle birleşince Sparks’ın geleceği umutla parıldıyordu.

Ancak o ışığın altında sinsice büyüyen bir karanlık, çoktan Domino'ya sızmaya başlamıştı.

Daphne, Lysslis tarafından izleniyordu. Karanlığın cadısı, göz kamaştırıcı suretler yaratabilen, zihinleri kandırabilen bir ustaydı Lysslis. Daphne’nin siluetini, sesini ve duruşunu kopyalayarak onun yerine geçmeye hazırlanıyordu.

Fakat bunu yapabilmek için önce gerçeğini ortadan kaldırmalıydı.

Bu görev ise Valtor’a verilmişti...

Valtor, Sparks’ın içinde gizlice dolaşıyor, büyü geçitlerinin dokularını tanıyor, zayıf noktaları araştırıyordu.

Taç giyme töreninden dört gün önce, Belladona'nın emriyle Daphne’yi yalnızken, savunmasız bir haldeyken yakaladı.

Ona kısa ve acısız bir ölüm değil, sonsuz bir yalnızlık biçti.

Aynalar Boyutu’na, düşüncenin bile yankılandığı, zamanı olmayan o lanetli düzleme Daphne’yi hapsetti.

Daphne, gözlerini açtığında, etrafını saran ışık parıltısının ardında kendi yansımasından başka hiçbir şey göremedi.

O dört gün, Daphne için delilikle uyanıklık arasında geçen acı dolu bir mücadeleye dönüştü.

Aynalar Boyutu, zihinle savaşan bir labirentti.

Zamanın akmadığı yerde, o her saniye bir çıkış yolu aradı, büyülerini denedi, geçmişte öğrendiği her büyüyü hatırladı.

Işıkla ördü, karanlıkla söktü, hayalet yankılarla savaştı. Parmağının ucu kanayana kadar tırnaklarıyla boyut dokularını kazıdı.

Ve sonunda... taç giyme töreninin gerçekleştiği gün, Sparks’ın göklerinde sihirin yoğunlaştığı o anda, boyutta açılan küçük bir çatlak sayesinde çıkmayı başardı.

Ancak, geç kalmıştı...

Lysslis, dört gündür Daphne gibi davranmıştı. Sarayda yürümüş, kraliyet büyülerini yönetmiş, halkla konuşmuştu. Onun sesiyle konuşuyor, onun gibi gülümsüyordu. Kimse şüphelenmemişti.

Taç giymeye saatler kala, Lysslis Sparks’ın büyü ağını kırdı. Krallığın sihirsel savunmaları parçalandı. Güvenlik hatları karardı. Koruyucu büyüler bozuldu.

Sonunda, Domino’nun göğü yırtıldı.

Açılan geçitlerden önce Kabusun Ordusu, ardından Karanlığın zift gibi askerleri aktı. Kara zırhları parlayan dev yaratıklar, duman gibi çöken lanetler, kızıl zırhlarla donanmış zebaniler...

Domino’nun kristal kubbeleri, ilk çığlıklarla birlikte çatladı.

Sparks muhafızları, sayıca üstün olmasalar da direnmeye çalıştılar ve büyü kalkanlarıyla ilk saldırı dalgasını püskürtmeyi başardılar.

Ama karanlık durmuyordu...

Halk korkuyla saraya sığındı. Fakat hiçbir yer güvenli değildi. Karanlık geçitler her yerdeydi. Işık çatırdayarak geri çekiliyordu.

Daphne, geri döndüğünde her şeyi bir yıkım içinde buldu. Sarayın avlusunda cesetler, avizelerden süzülen dumanlar, yanmış duvar resimleri... Her şey harabeye dönmüştü.

Ama onun hâlâ koruması gereken biri vardı:

Bloom...

Ejderha Ateşi’nin gerçek varisi. Daha bebekti, ama güç içindeydi.

Daphne, beşiği saran büyüleri çözdü, Bloom’u kollarına aldı ve kaçmaya başladı.

Peşinde Lysslis, Belladonna ve Tharma vardı.

Daphne, gücünün son kıvılcımıyla bir geçit açtı. O geçit, Dünya’ya çıkıyordu.

Bloom’u gönderdiği anda, sırtında Tharma’nın yıldırım büyüsü patladı. Yere diz çöktü. Lysslis, öfkeyle tısladı. “Varisi sakladın. Bedelini ödeyeceksin.”

Belladonna laneti mırıldandı...

Ve Daphne'nin bedeni bir daha asla uyanmamak üzere çöktü. Ruhunu kıstılar, sesi sonsuza dek kırılmış gibi sustu.

O sırada sarayın batı kulelerinde, Işık Birliği Valtor’a karşı savaşıyordu.

Her biri güçlerinin zirvesindeydi. Fakat Valtor, Ejderha Ateşinin karanlık gücüyle yıkanmıştı: Sırtındaki karanlık, alevleri arasındaki devasa kanatlarını çırpıyor, orduları deviriyor; kollarından karanlık, yıkıcı büyüler fırlıyordu. Her biriyle bir kule yıkılıyor, bir savaşçı yanıyordu.

Faragonda bir kalkanla Griffin’i korurken göğsünden yaralandı. Hugn, onun yardımına koşarken Valtor’un alevine yenildi.

Savaşın ilerleyen dakikalarında Andros ve Solarya Krallığı geldi, ama yetersizlerdi ve savaşın ilerleyen saatlerinde karanlığın büyüklüğüne karşı koyamayıp geri çekildiler.

Işık Birliği ise tamamen paramparça olmuş, arkalarında bıraktıkları Domino'nun yıkıldığını vijdan azabıyla izleyerek kaçmışlardı.

En sonunda, yalnızca Marion ve Oritel kaldı. Krallar ve kraliçeler gibi değil, evlatlarını kaybetmiş bir anne ve baba gibi savaştılar.

Marion, büyüyle göğü kesti, Oritel büyülü kılıcıyla Valtor’u geriletti. Güçlerinin sonuna dek dayandılar. Valtor’u geçici de olsa sürmeyi başardılar.

Bu, onlara yalnızca birkaç dakika kazandırdı.

Fakat yeterliydi.

Üç Eski Çağ Cadıları, büyünün zirve noktasında tek bir yerde toplanmıştı.

Marion ve Oritel, ellerinde kalan son sihirle, kendilerini ve Üç Cadı’yı Obsidyen Boyutu’na mühürlediler.

Ve böylece Sparks sustu.

Gökyüzü griye döndü. Toprak çatladı. Ejderha duvarları yıkıldı. Domino, ejderhasını, kraliçesini, prensesini ve koruyucularını kaybetti. Geride yalnızca küller, yankılar ve Bloom’un bilinmeyen kaderi kaldı.

Şimdiki Zaman

Bartlby artık yoktu. Gücü tükendiği an geçmişi dinlemeyi bırakmış ve solarak ortadan kaybolmuştu.

Bloom’un dizlerinin bağı çözülmüştü.

Valtor’un sesi kesildiğinde, kütüphanenin ışığı bir anlığına soldu sanki.

Her şey sabit kaldı, yalnızca Bloom’un göğsü, nefes alışverişleriyle yükselip iniyordu. Dudakları aralıktı ama kelime yoktu. Gözbebekleri büyümüş, hiçbir şeye değil, her şeye birden bakar gibiydi.

Bir taş gibi kalakalmıştı; geçmişin darbeleri göğsüne çarpmış, tüm nefesini alıp götürmüştü.

Parmakları hafifçe titredi. Sonra...

Bir damla.

Gözünden süzülen yaş, sessizce elmacık kemiğinden boynuna indi. Ardından bir tane daha. Ve bir tane daha.

Nefesi düzensizleşti, sanki boğazına bir şey takılmıştı. Bir uğultu vardı kulaklarında, Valtor’un yaklaşan adımlarını bile bastıran.

“Bloom…” dedi Valtor yavaşça. Sesi yumuşaktı, içinde sönmeye yüz tutmuş bir suçluluk vardı. “Duyduklarını hazmetmen kolay değil, biliyorum. Ama gerçek bu.”

“Sus…” diye fısıldadı Bloom. Sesi inceydi ama keskin, bir bıçak gibi.

Valtor duraksadı.

Bloom yavaşça başını kaldırdı. Gözleri doluydu, ama boştu aynı zamanda. Bir duvarın arkasından bakıyor gibiydi. “Bu, d-doğru olamaz...”

Valtor’un gözleri karardı. “Faragonda'nın en başından beri her şeyi senden saklamasının nedeni buydu, öğrenmeni istemediler. ”

“S-sen...” Bloom ayağa kalktı. Tüm bedeni titriyordu. “Sen... o günü gördün. Oradaydın. Sparks’ın yıkılmasını izledin. Daphne’nin öldüğü anı. Ailem… Oritel, Marion… Hepsi o anda kayboldu ve sen, sen… ne anlatıyorsun..”

Valtor yaklaşmak istedi ama Bloom bir adım geri gitti.

“Sen,” dedi, parmağıyla onu işaret ederek, “hep buradaydın. Yanımda. Bana dokundun, gözlerime baktın, geceleri rüyalarıma girdin. Beni bu dünyaya bağladın. Bunların hepsi oyun muydu!”

Valtor’un sesi sertleşti. “Gerçekleri istedin. Sana yalan söylemek için hiçbir nedenim yok, Bloom!”

“YALANLARIN EN BÜYÜĞÜSÜ SENSİN!”

Çığlığı kütüphaneyi paramparça etti sanki. Raflardaki bazı rünlü kitaplar parladı, sönük lambalar titredi. Bloom, kontrolünü kaybediyordu. Gözleri bir anlığına soluk bir kırmızıyla titreşti, içinde bir şey kıpırdadı: bastırdığı karanlık, uyanıyordu.

“Beni aydınlıktan uzaklaştırmak için mi yaklaştın bana?! Işık Birliği’ni karalamak için mi dokundun bana?! Yoksa sırf… karanlığıma sahip olabilesin diye mi?!”

Valtor’un yüzü gerildi, gözleri kısıldı. “Ben seni değiştirmeye çalışmadım.”

“Hayır!” Bloom yaklaştı bu kez, göğsü Valtor’un göğsüne değecek kadar yakındı. “Beni değiştirmedin… beni KIRDIN! Parçaladın. Ailem öldü, halkım öldü, ben unutturuldum. Ve sen… sen şimdi burada durup, bunu sanki kutsal bir yük gibi anlatıyorsun!”

Valtor’un çenesi kilitlendi. Sesi hırçın ama boğuk çıktı. “Ben onları öldürmedim. Ben… emir aldım.”

“Ve emri sorgulamadın.” Bloom’un sesi neredeyse fısıltıydı ama titreşimi keskin bir hançer gibiydi. “Çünkü itaat etmek işine geldi. Çünkü savaşta olmak seni yüceltir. Çünkü Valtor her zaman… kendine hizmet eder.”

Valtor başını hafif yana çevirdi. Yüzündeki gölge artık sabır değil, öfke taşıyordu. “Ben seni kendime hizmet ettirmek isteseydim, çoktan dizlerinin üstüne çökmüştün Bloom.”

Bloom’un yüzü buz gibi oldu.

“Hayır… beni kandırdın.”

Valtor’un ifadesi sertleşti. Gözleriyle Bloom’unkiler buluştuğunda bir kıvılcım çarptı aralarında, sanki iki kara büyü çarpışıyordu. “Bana inanmıyorsun, değil mi?”

Bloom, bir an tereddüt etti. Ama sonra başını sarsarak geriye çekildi.

Hayır.”

O tek kelime, bıçak gibi saplandı.

Valtor’un gözleri kararırken, tüm vücudu gerildi. Sözlerinin tonu şimdi soğuktu, “o zaman... seninle aramızda hiçbir şey kalmadı.”

Bloom’un gözleri doldu ama bu sefer ağlamadı. “Zaten hiç olmamıştı.”

Bir sessizlik daha çöktü.

Ama bu sessizlik artık sadece ihanetin değil, sevginin bile parçalanamayacağı kadar keskin bir sınır haline gelmişti.

Valtor birkaç adım geri çekildi.

Bir daha Bloom’a dokunmadı.

Ona bir şey açıklamaya çalışmadı.

Gömleğinin açık yakasından süzülen soluk yara izi görünür oldu, sanki o yara, bir zamanlar dövüşerek değil, şimdi açılmış gibi taze kanla yanıyordu.

Sırtını döndü.

Ve tek kelime etmeden, gölgelerin arasına karıştı.

Bloom ise olduğu yerde çöktü. Titreyerek, ellerini yüzüne kapatarak...

Ve bu kez, ağladı.

Ama bu gözyaşları kayıptan değil, bir gerçekliği asla tamir edemeyecek olmanın acısından döküldü.

Bölüm : 25.07.2025 15:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...