28. Bölüm

Gölge ve Küller

LEZZA
_vandes_

Bloom'un odadan çıkışının ardından Icy'nin kızlara verdiği haber, odayı saran tüy yığınları arasında yeni bir karmaşa dalgasına neden oldu. Herkes, özellikle de Layla ve Musa, şaşkınlık ve merak arasında gidip gelirken, tek bir kişi anında mutluluktan havalara uçtu.

Stella...

"Düğün," "kraliyet," ve en önemlisi "alışveriş" kelimelerinin büyüsüne kapılmıştı. Bloom'un gidişinden birkaç saniye sonra, Stella yattığı yerden fırladı. “Bir düğün mü? Elbette bu sinir bozucu bir durum ama Magix'e Gidiyoruz!” diye bir çığlık attı, sesi yorgunluğun ve uykunun tüm izlerini siliyordu. “Aman Tanrım, kartımın limitlerini doldurmalıyım ve Eraklyon düğünü demek, can sıkıcı ama tüm paparazzi ve Kraliyet ahalisi orada olacak. Yeni Çağın En BÜYÜK MODA OLAYI!”

Musa, gözlerini ovuşturarak doğruldu. “Stella, Bloom’un ne kadar sinirli olduğunu düşünmüyor musun? Bu, ‘eğlenceli bir gezi’ değil, ‘zorunlu bir katılım’ gibi duruyor.”

“Görmezden geliyorum, canım,” dedi Stella, zaten odanın dağınıklığını umursamadan gardırobunun kapısını açmıştı bile. “Hayatın en büyük zorluklarına karşı duruşumuz, giydiğimiz elbisenin zarafetiyle ölçülür. Düğün, düğündür. Sky’ın babası bizi çağırdığına göre, bizim de orayı parlatma görevimiz var. Ayrıca, Eraklyon'da Valtor'la birlikte boy göstermek? Bu, bir moda bildirisi olmaktan çok, tüm evrenin kalbine atılmış bir kıvılcım olacak! İki gün içinde orada olmalıyız! Ne duruyoruz? Tecna, ışınlanma portalı hazırla!”

Stella'nın enerjisi o kadar yüksekti ki, odadaki herkesi etkisi altına aldı. Hatta Icy bile, bu çılgın neşe karşısında alaycı yorumlar yapmayı unutup sadece soğuk bir ifadeyle izlemekle yetindi.

Layla, yavaşça yerdeki tüy yığınını eliyle dağıtırken gülümsedi. “Belki de Stella haklı. Ne kadar zor olsa da, hayat devam ediyor. Ve eğer bütün bunlar bir başlangıçsa, iyi giyinmiş bir başlangıç olmalı.”

Stormy, kaşlarını çatarak homurdandı. “Alışveriş mi? Bu saçmalığa katlanmak zorunda mıyım?”

Darcy, Stormy'nin omuzuna vurdu. “Elbette zorundasın, aptal. Bloom'un dediği gibi, ‘ortak yaşam’ kuralı bu. Ayrıca Eraklyon'a gideceğiz. O saraylıları gölgelerimizle büyülemeliyiz. Bu, bir güç gösterisi.”

Bir saat sonra, tam da Stella’nın istediği gibi, Magix’in ana meydanındaydılar. Hava soğuktu ama Magix’in her zamanki canlılığı, soğuk rüzgarı bile ısıtıyordu. Ancak bu canlılıkta yeni, dokunaklı bir ton vardı.

Cadılar ve periler, tam kadro, altı peri ve üç cadıdan oluşan bu alışılmadık grup, meydanda yürüdüğünde Magix halkı duraksadı.

Daha önceki zamanlarda, Winx coşkuyla karşılanır, Trix ise korkuyla izlenirdi. Ama şimdi...

İnsanlar, periler, cüceler ve diğer tüm fantastik ırklar, onlara karşı temkinli bir saygı ve içten bir minnetle bakıyordu. Devrimin getirdiği düzen, herkesin zihninde taze bir yara gibiydi ve bu dokuz kızın yan yana duruşu, onlara yeni bir geleceğin güvencesi gibi görünüyordu.

Bir köşe başında duran yaşlı bir peri, elindeki çiçek sepetini bırakıp Layla’ya doğru hafifçe eğildi. “Andros Prensesi. Babanız krallığı hızla toparlıyor. Teşekkür ederiz.” Sesi titrek ama içtendi.

Birkaç metre ötede, bir grup genç cadı, Stormy ve Darcy'nin yanından geçerken başlarını saygıyla eğdi. Artık onları 'kötü' değil, bu yeni, karmaşık dengenin bir parçası olarak görüyorlardı.

Bloom, Icy ile yan yana yürürken, şehrin bu değişmiş enerjisini hissedebiliyordu. İnsanların bakışları artık düşmanlık değil, kabul ve tuhaf bir ortak kader içeriyordu.

Icy, bu sessiz kabulden rahatsız olmuştu. Alışık olmadığı bir şeydi.

“İğrenç,” diye homurdandı. “Bu samimiyet midemin bulanmasına neden oluyor. Onların korkmasını tercih ederim.”

Bloom, yorgun bir tebessümle cevap verdi. “Alışacaksın, Icy. Korku, kolay bir duyguydu. Bu, gerçek bir ilişki kurmaya çalışmak. Daha zor ama daha kalıcı.”

Tam o sırada bir ses, Magix'in gökyüzünü yırtarcasına yükseldi.

“İşte burası! Gelin, gelin, gelin!”

Bu, Stella’nın Sesiydi.

Stella, şehirdeki en lüks ve en gösterişli butiğin önünde durmuş, kapının gümüş rengi tokmağına âdeta sarılmıştı. Mağazanın adı, "Galaksi'nin İpeği" idi ve vitrini, özel olarak tasarlanmış, elmas ve ay ışığı tozlarıyla bezenmiş elbiselerle doluydu.

“Burası,” dedi Stella, gözleri parıldayarak. “Burası, bir prensesin gardırobunun başladığı ve bittiği yerdir. İçerideki her şey büyülü!”

Musa, omuz silkti. “İsmi ‘Galaksi’nin İpeği’ mi? Abartılı.”

Darcy, dudak büktü. “Fazla ışıltılı. Benim tarzım değil. Ben daha çok karanlık, gölgeler tarzını tercih ederim.”

Flora, nazik bir şekilde araya girdi. “En azından hepimiz için bir şeyler bulabileceğimizden eminim. Hadi girelim ve işimizi bitirelim.”

Layla ve Tecna, mağazaya doğru yönelirken, Bloom ve Icy son kez birbirlerine baktılar.

Mağazanın içi, dışı kadar ihtişamlıydı. Etrafa yayılan sihirli bir ışıltı, her renkten kumaşı ve kristali parlatıyor; arka planda ise sihirli bir arp, yumuşak bir melodi çalıyordu.

Daha ilk adımda, Stella kendinden geçti. “Burası bir sanat eseri!”

Stella, kelimenin tam anlamıyla bir kasırga gibi hareket etti. Beş saniye içinde, kolunda ondan fazla askı vardı. Her biri, payetler, tüyler ve tüllerle kaplıydı.

“Ben deneme kabinine giriyorum!” diye bağırdı, sesi uzaktan geliyordu. “Ben çıkana kadar hiçbir elbiseye dokunmayın!”

Geri kalanlar, Stella'nın bu teatral girişine gülerek mağazaya dağıldılar.

Flora, Musa ve Layla, üst kata, daha sade ve doğal tonların olduğu bölüme yöneldiler.

Musa, omuzlarının üzerinden sallanan uzun, zümrüt yeşili bir elbiseye dokundu. “Bu güzel ama çok fazla aksesuar…”

Tecna ise, alt katta kalmış, mağazanın holografik elbise düzeneğine kilitlenmişti.

Stormy ve Darcy, etraflarındaki ışıltıya hâlâ kaşlarını çatarak bakıyorlardı.

Stormy, sinirle kollarını kavuşturdu. “Bu kadar parıltı midemi bulandırıyor. Siyah bir pelerin bulacağım. O kadar.”

Darcy ise, daha sakin, parmaklarını birleştirmiş, etrafındaki gölgeleri kontrol ediyordu. “Bizim karanlığımız, onların ışıltısını gölgede bırakmalı. Sadece bir parça mora ihtiyacım var.”

Bloom ve Icy, Tecna’nın çağırmasıyla holografik düzeneğin yanına gelmişlerdi. Bu, bir platform üzerinde durup, bir kristal panelden kıyafet modelini seçtikten sonra anında elbisenin ışıkla vücuda yansıtıldığı sihirli bir aynaydı.

Bloom, platforma çıktı ve panelden kırmızı tonlara baktı. Ama her kırmızıyı denediğinde, Ejderha Ateşi’nin çokluğundan rahatsız oldu. Sanki kıyafet değil, alevden bir zırh giymiş gibiydi.

“Kırmızı çok fazla,” diye fısıldadı. “Çok… beni çağırıyor. Daha sakin bir şey denemeliyim.”

Icy alayla güldü. “Valtor’un yanında kırmızıdan başkası sönük kalır. Cesur ol.”

“Hayır,” dedi Bloom, panelden uzaklaştı. “Benim ateşim içeride yanmalı. Dışarıdan bakıldığında, sakin ve soğukkanlı görünmeliyim. Tıpkı… senin gibi.”

Bloom, panelden buz mavisi bir elbise seçti. Elbise, anında holografik bir ışık demetiyle vücuduna yansıdı. Derin bir V yakalı, uzun kollu ve göğüs altından itibaren beline doğru gümüşi, kar tanesi motifleriyle işlenmiş, zarif bir elbiseydi. Bloom, kendi yansımasına baktı. Zıtlık. Ateş, buzda saklanıyordu.

Icy, Bloom’un seçimine şaşkınlıkla baktı. “İlginç bir seçim. Benim tonlarım. Seni güçlü ve ulaşılmaz gösteriyor. Tıpkı Diamond’ın Kraliçesi gibi.”

Bloom gülümsedi. “Belki de bu, yeni çağın ruhudur, Icy. Güçlerimizi karıştırmak.”

Sıra Icy’ye geldi. O da platforma çıktı. Panelden tereddütsüzce gece mavisi ve koyu mor tonlarında, uzun, dar ve omuzları keskin hatlarla belirginleştirilmiş, zarif bir elbise seçti.

Elbise, Icy’nin uzun, narin vücuduna tam oturduğunda, gerçekten de bir Kraliçe gibi görünüyordu. Gözlerinin buz mavisi, elbisenin mor tonlarında daha da keskinleşmişti.

“Gördün mü?” dedi Icy, dudaklarının kenarında hafif, kendinden emin bir gülümsemeyle. “Sıradan bir elbise bile, doğru vücutta bir silah haline gelir.”

Tam o sırada, deneme kabininden Stella’nın sesi geldi. “Hayır! Bu çok kalın! Hayır, bu çok yeşil! Hayır, bu çok… sönük!”

Tecna, elinde bir bilgisayar tabletiyle onlara yaklaştı. “Sistem, Stella’nın kabininde şu an on yedi farklı elbise olduğunu rapor ediyor. Bu, fizyolojik olarak bir kişinin karar verme eşiğini aşıyor.”

Bloom güldü. Gözlerinde, davetiyenin getirdiği acı ve öfke biraz da olsa azalmıştı. Bu karmaşa, bu anlamsız neşe… İşte bu, onun ihtiyacı olan şeydi.

“İyiyiz,” dedi Bloom, Icy’nin yanından inip kendi hologramını iptal ederken.

Bloom, Icy'ye baktı. "Hologram harika ama hâlâ istediğim gibi bir etki yaratamadım gibi..."

Icy, başıyla onayladı. “Doğru, mavi elbise yakıştı ama açıkca senin tarzın sayılmaz.”

Bloom, gülümsedi.

Bloom, üzerindeki holografik buz mavisi elbiseyi iptal ettiğinde, gerçek dünyanın ışıltısı ve sihirli arpların melodisi anında geri döndü.

Icy’nin kararlı bakışlarına ve Tecna’nın onayına rağmen, içindeki boşluk hissi hâlâ oradaydı.

Elbise zarifti, güçlüydü ama Bloom’u temsil etmiyordu. Bloom, Ejderha Ateşi’ydi; kendisini inkar eden bir zırh giymek, doğru gelmiyordu.

“Haklısın, Icy,” diye itiraf etti Bloom, sesi biraz yorgun çıkmıştı.

Flora, alt kattan onlara doğru yürürken, elinde tül yakalı, korseli, mavi ve pembe çiçeklerle bezenmiş, etekleri iki yandan ayrılmış, beyaz ve krem karışımı, yaprak motifleriyle süslenmiş bir elbise vardı. Yüzünde, Bloom’un endişesini gören şefkatli bir ifade vardı. “Bloom, kendini zorlama. Bütün gün sadece bir elbise için uğraşmak, duygusal yükünü daha da artırıyor. Bu, sadece bir kıyafet.”

Musa, Flora’nın yanına geldi. “Flora haklı. Hem, bütün bu ‘kraliyet’ ve ‘düğün’ saçmalığı, Stella’nın istediği kadar eğlenceli değil. Yorgunluktan ölüyorum. Ben, kırmızı, ipek bir hanfu buldum. Bitirelim artık.”

Tam o sırada, Tecna’nın tableti tiz bir ses çıkardı. “Stella, on sekizinci denemesine geçiyor. Eğer bu denemeden de sonuç alamazsa, sistem kendini korumaya alacak.”

Bloom, arkadaşlarının bu sevecen karmaşasına gülümsedi. İşte bu anlar, bütün krizleri unutturan anlardı.

Bloom, Tecna’nın yanından ayrılıp, mağazanın daha loş, daha sakin bir bölümüne doğru yürümeye başladı. Parıltılı tüllerin ve ipeklerin arasından geçerken, bakışları aniden, bir anlık parıltıyla merdivenlerin oradaki boşluğa takıldı. Mağazanın alt katı ve üst katını birbirine bağlayan, demir oymalı, gösterişli bir merdiven... Merdiven, gümüşi bir loşluk içindeydi ve o loşluğun tam kenarında, sadece bir an için beliren, kasvetli bir silüet gördü.

Silüet, uzundu, tanıdıktı. Siyahın ve açık sarının tonlarına bürünmüş, gölgelerden oluşmuş gibiydi, yüzünde tanıdık kırmızı izler vardı ve gözleri neredeyse bir şeytanı andırarak parlıyordu. Merdiven trabzanına hafifçe dayanmış, yüzü karanlıkta kalmış ama duruşundaki o inanılmaz ağırlık, o dehşetli tanıdıklık Bloom'un ruhuna bir şok dalgası gibi yayıldı.

Kalbi, sanki göğüs kafesi onu artık taşıyamıyormuş gibi şiddetle çarpmaya başladı. Ejderha Ateşi, damarlarında soğuk bir buz parçasıymış gibi dondu kaldı. Bloom’un zihninde aniden bir karmaşa oluştu: Ne? O? O yaşıyor olamaz? O ölmüştü! Ama şimdi, o nasıl...

Gözlerini, silüetin olduğu noktaya kilitlemişti. Vücudunun kontrolünü kaybettiğini hissetti. Gördüğü şeyin gerçek olup olmadığını sorgulayamadan, kalbindeki o ani sıkışma, o yoğun acı, onu yere çökertti. Bu, sadece bir şok değildi; bu, Ateşin en derinlerinden gelen, uzun zaman önce bastırılmış bir korkunun, yeniden alevlenen bir acının ve dayanılmaz bir suçluluk duygusunun birleşimiydi.

“Bloom!”

Çevresindeki sesler boğuklaştı. Musa’nın panik dolu çığlığını, Flora’nın ismini fısıldamasını duydu.

Dizleri, mağazanın soğuk, cilalı mermerine çarptı. Eli, istemsizce sol göğsüne gitti ve kalbini sıktı; sanki yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Gözlerinin önünde, mağazanın ışıltılı atmosferi dalgalanmaya başladı.

Icy, Bloom'un yanına ilk ulaşan olmuştu. Yüzündeki buz gibi ifade yerini nadiren görülen, telaşlı bir endişeye bırakmıştı. “Hey, ne oldu sana? Kendine gel!” diye sertçe sordu, ama sesi emir vermekten çok bir yalvarış gibiydi.

Layla, hemen yanına çöktü ve bileğini kontrol etti. “Nabzı çok hızlı! Bloom, bizi duyuyor musun?”

Bloom, gözlerini zorla açtı. Bilinç, yavaş ve ağrılı bir şekilde geri dönüyordu. Başını merdivenlere çevirdi.

Icy, Layla, Musa, Flora, hatta o an kabininden fırlamış olan Stella bile telaşla etrafına toplanmıştı. Herkes, merdivenlerin olduğu boşluğa bakıyordu. Ama merdivenler... boştu.

O siyah silüet gitmişti. Sadece gümüşi, oymalı korkuluklar ve üst kata çıkan halının yumuşak kıvrımı vardı. Merdivenlerin orada, onu izleyen ya da bekleyen hiçbir şey yoktu.

Bloom, zorlukla bir nefes aldı. Ciğerlerine dolan havayla birlikte, kalbindeki o keskin acı yavaşça dinmeye başladı. Gözlerini kapattı ve sonra tekrar açtı.

“Ben… İyiyim,” diye fısıldadı. Sesi, kendi kulağına bile zayıf geliyordu. “Sadece… Bir anlık baş dönmesi. Gözüm karardı.”

Icy, kaşlarını çatarak etrafa baktı. “Baş dönmesi mi? Bu, normal bir bayılma değildi, Bloom. Sanki bir şok yaşamış gibiydin.”

Darcy, soğuk bir sesle söze karıştı. “Ya da bir vizyon. Bizi izleyen birini görmüş olabilir.”

Bloom, başını yavaşça iki yana salladı. O an gördüğü şeyin, o silüetin gerçek olmasını istemedi. Ölmüş birinin yaşadığını görmek mantıksızdı. “Hayır. Gözümün yanılmasıydı. Her şey… Çok hızlıydı. Bütün gün süren bu stresli alışveriş ve davetiye olayının yarattığı bir yanılsama olmalı.”

Flora, nazikçe kolunu tutarak onu ayağa kaldırmaya yardım etti. “Elbette bir yanılsamadır, canım. Sabahtan beri ayaktayız. Düğün stresi, tüm bu koşoşturmalar… Vücudun sana bir mola vermen gerektiğini söylüyor. Tecna’nın dediği gibi, ‘fizyolojik karar verme eşiğini’ hepimiz aştık.”

Musa ve Layla, ona destek olurken, Icy sadece soğuk, delici bakışlarla Bloom'u süzmeye devam etti. İnanmamıştı. Ama şu an, sorgulamanın sırası değildi.

Bloom, zarif bir şekilde doğrularak üzerini düzeltti. Yüzünde yapay bir gülümseme oluşturdu.

“Tamam,” dedi, sesine biraz daha kararlılık katmaya çalışarak. “Acele edelim. Geri dönüp dinlenmemiz gerekiyor. Elbisemi hâlâ bulamadım ama artık risk alacak gücüm kalmadı.”

Bloom, artık sadece bu günü bitirmek ve dinlenmek istiyordu.

Eraklyon'a güçlü bir şekilde gitmek için önce kendini toparlaması gerekiyordu.

 

 

...

Bulutlu Kule’nin gürültülü uyumundan bir süreliğine uzaklaşmak Bloom’a iyi geleceğini hissettirdiğinde, ayakları onu kendiliğinden Rokaluçe Gölü’ne götürdü.

Suyun üzerindeki kadim büyü, zamanın akışını yavaşlatmış gibiydi; gümüşi sis, yüzeyin üzerinde ince bir tül gibi dolaşıyor; gölün çevresindeki kristaller, ışığı kırıp suyun içine altın çizgiler serpiyordu.

Bloom, sessizliğin içinde ablasının varlığını hissetti.

Daphne, sırtı dönük şekilde suyun kıyısında diz çökmüş, parmak uçlarıyla suyun sakin yüzeyini hafifçe dalgalandırıyordu. Saçları gölün maviliğiyle aynı ritimde salınıyor, ruhani bedeninin ışığı yumuşak bir sıcaklık yayıyordu.

Bloom yaklaşırken Daphne döndü ve gülümsedi.

Kırılgan bir gülümseme değil; özlemin ve derin sevginin taşıdığı bir gülümseme. “Buraya geleceğini biliyordum,” dedi Daphne. Sesinde sakin bir ılıklık vardı. “Kule’nin karmaşası arasında nefes almak zor olmuştur.”

Bloom istemsizce gülümsedi. “Evet… ama güzel bir kaos bu. Alışıyoruz. En azından… deniyoruz.”

Daphne ayağa kalktı, Bloom’a yaklaştı ve onu kollarının arasına çekti.

Bloom, ablasının sarılışının taşıdığı huzura gömüldü. O sarılış; koşulsuz, saf, her şeyi çözen bir sıcaklık.

“Seni özledim,” dedi Bloom, ablasının omzuna yaslanırken.

“Ben de seni,” diye karşılık verdi Daphne. “Ve seni böyle… daha bütün, daha güçlü görmek… Bloom, bu bana iyi geliyor.”

Bloom hafifçe geriye çekildi. “Gerçekten güçlü müyüm bilmiyorum. Sadece… her şey değişiyor. Ben de değişiyorum.”

Daphne, ona dikkatle baktı; Bloom’un yüzündeki kararlılığı, gözlerinde titreyen sıcaklığı ve derinlerde saklanan o yeni karanlık kıvılcımı fark etti. İçini hâlâ bir tedirginlik kapladı ama bu tedirginliği sevgiyle yumuşattı.

“Bloom…” dedi yavaşça, “Valtor konusunda konuşmak istiyorum.”

Bloom’un kalbi bir anlığına hızlandı ama kaçınmadı. “Tahmin etmeliydim.”

“Endişelenme,” diye devam etti Daphne. “Sana baskı yapmak için söylemiyorum. Sadece… seni anladığımdan emin olmak istiyorum.”

Bloom, gözlerini suya çevirdi; göl yüzeyindeki yansıması, son iki günde bile farklılaşmış birini gösteriyordu. “Beni koruyor, Daphne. Gerçekten koruyor. Bazen… ondan başka hiç kimsenin beni bu kadar dikkatle gözetmediğini hissediyorum.”

Daphne derin bir nefes aldı. “Bunu inkâr edemem. Onun sana karşı olan… bağlılığı açık. Ve bu bağlılık… düşündüğümden daha samimi.” Gözleri yumuşadı. “Eskiden ona dair içimde sadece korku vardı. Şimdi… karmaşık bir sis bulutu gibi. Ama içinde… seni incitmek istemediğine eminim.”

Bloom başını ablasına çevirdi. “Onunla ilgili endişelerini tamamen kaybettin diyemezsin, değil mi?”

Daphne dürüstlüğü seçti. “Hayır. Tamamen değil. Çünkü o, karanlığın içinden doğmuş biri.”

Sonra Bloom’un elini tuttu. “Ama şunu söyleyebilirim: Eğer seni korumak için kendi doğasının bile üstüne çıkmayı göze alıyorsa… bu benim için çok şey ifade ediyor. Sana zarar vermediği sürece, kalbini onun yanında bırakmana karşı çıkmayacağım.”

Bloom’un boğazı düğümlendi. “Bunu söyleyeceğini hiç beklemiyordum.”

Daphne gülümsedi. “Bloom… sen benim kız kardeşimsin. Benim için önemli olan senin ne hissettiğin. Sen mutluysan, ben de huzurluyum. Valtor’un seni sevdiğini görüyorum. Hem de tehlikeli, köklü, derin bir sadakatle. Bu, beni korkutuyor… ama aynı zamanda… seni incitmeyeceği konusunda tuhaf bir güven de veriyor.”

Bloom, ablasının beklenmedik anlayışıyla rahatlamış, kalbindeki ağırlığın bir kısmının kalktığını hissetti. Gözlerini yeniden göle çevirdi, gümüşi sisin içindeki altın yansımalar artık daha az bulanık görünüyordu. Daphne'nin dürüstlüğü, içinde biriken başka bir konuyu açması için ona cesaret verdi.

“Konuşmamız gereken bir şey daha var,” diye fısıldadı Bloom, sesi aniden ciddileşmişti. “Bugün... Bir davetiye geldi.”

Daphne’nin yüzündeki o narin gülümseme yavaşça kayboldu. Kardeşinin sesindeki o soğuk, neredeyse metalik tını, onun için tanıdık bir tehlike sinyaliydi.

“Ne davetiyesi?” diye sordu Daphne, sesi endişeyle yumuşamıştı.

Bloom, kollarını göğsünde kavuşturdu. Gözlerini gölün dibine sabitlerken, o zarfı, o safir mührü, o zorlayıcı notu yeniden zihninde canlandırdı. Bunu aşılması gereken, can sıkıcı bir engel gibi hissediyordu.

“Eraklyon’dan,” dedi, kelimeyi telaffuz ederken dudaklarını büzmüştü. “Kral Erendor’dan. Sky ve Leydi Diaspro’nun… Kutsal Birleşme Töreni’ne davet ediyorlar.”

Daphne’nin ruhani bedeni, sanki buz gibi bir rüzgarla sarsılmış gibi bir anlığına titreşti. Yüz ifadesinde anlık bir şaşkınlık ve acıma karışımı belirdi.

“Sky… ve Diaspro,” diye tekrarladı yavaşça. “Bu iyi, ama bu kadar çabuk olmasını beklemiyordum.”

Bloom tiksinti dolu bir şekilde gülümsedi.

“Ben de öyle ama yine de üzerimde… Tuhaf bir rahatlama var.” Başını kaldırdı ve ablasının gözlerinin içine baktı. “Gençlik aşkıydı. Bir idealdi. O ‘mükemmel prens’ miti... O mit, Valtor’la tanıştıktan sonra tamamen çöktü. Şimdi, bu davetiye… sadece bir kâğıt parçası."

“Ancak Erendor zekice bir hareket yapmış. Sparks Krallığı ile ilgili bilmem gereken bir bilgi olduğunu ve bunu benden daha fazla saklayamayacağını da yazmış. Katılımımı ısrarla istiyor.”

Bloom’un sesi, Sparks kelimesini söylerken hiddetlenmişti. Bütün bu ‘düğün’ ve ‘birleşme’ saçmalığının içinde, krallığının adını bir koz olarak kullanması, Bloom’un damarlarında Ejderha Ateşi’nin yeniden kaynamasına neden oldu.

“Yani,” dedi Daphne, sesi kararlılıkla doluydu. “Sadece bir düğüne gitmiyorsun. Bu, aynı zamanda yeni düzenin ilk diplomatik hamlesi. Erendor’un, Konsey dağıldıktan sonra gücünü ve krallığının itibarını, Sparks’ın Mirasçısı olarak senin varlığınla perçinleme çabası.”

Bloom kaşlarını çattı. “Bu kabul edilemez bir manipülasyon. Beni, o törene, sırf kendi çıkarları için çağırıyor.”

Bloom omuz silkti, gözlerinde Valtor’dan öğrendiği o soğuk, stratejik parıltı vardı. “Yine de... bu, oynamam gereken bir oyun. Krallıklar, benim varlığımı bir denge unsuru olarak görüyorlar. Erendor, bunu kendi lehine kullanmaya çalışıyor. Ben de onu kullanacağım.”

Bloom, bir adım daha yaklaştı. Yüzündeki ifade, kız kardeşine nadiren gösterdiği o kararlı ifadeydi.

“Davetiyeyi kabul ettim. Gideceğiz. Uzmanlar, Winx, Trix ve ben. Hepimiz, Eraklyon Sarayı’na adım atacağız.”

Daphne, kardeşinin kararının ciddiyetini anladı. Altı uzman, altı peri ve üç cadı... Yeni çağın en tuhaf ittifakı, en eski krallıklardan birinin düğününü onurlandıracaktı.

“Ve Valtor?” diye sordu Daphne, gözleri kısılmıştı. “Onu da götürecek misin?”

Bloom’un dudaklarının kenarında, derin bir tatmin duygusunu yansıtan, tehlikeli bir gülümseme belirdi. Parmağındaki yakut yüzüğü okşadı.

“Kral Erendor’un davetiyesi, Sparks Mirasçısı Bloom ve Valtor’un onurlu katılımını istiyor, Daphne.” Sesi, buz ve alev karışımıydı. “Valtor, davetiyenin başından beri bir parçasıydı. Ve evet, Valtor’la gideceğiz. Yanında duracağım, başım dik bir şekilde. Eraklyon halkı, eski prenslerinin evlendiğini görmekten daha çok, beni, Ejderha Ateşi’nin Koruyucusunu, en büyük eski düşmanlarının yanında görmenin şokunu bir kez daha yaşayacak.”

Bloom’un gözleri parladı. Bu, sadece bir intikam değildi; bu, yeni bir düzenin, eski krallıklara ilan edilmesiydi.

“Onlara, benim artık ne Sky’a ait olduğumu, ne de onların ‘iyi’ ve ‘kötü’ kutuplarına bağlı kaldığımı göstereceğim. Eraklyon Sarayı’nın o görkemli merdivenlerinden Valtor’un kolunda indiğimde… Bu, yeni bir dönemin, herkesin gözünün önünde atılmış ilk adımı olacak.”

Bloom, bu sözleri söylerken, Rokaluçe Gölü'nün gümüşi sisinin, merdivenlerin oradaki boşlukta gördüğü o kasvetli silüetin bıraktığı ürkütücü anıyı biraz olsun temizlediğini hissetti.

Daphne’nin yüzünde oluşan endişe, yavaşça bir kabullenmeye dönüştü. Kardeşinin gücünü ve kararlılığını görüyordu.

“O zaman,” dedi Daphne, sesi şimdi daha güçlü ve onurluydu. “En görkemli girişini yap. Ve Erendor’dan alabileceğin her bilgiyi al. Sparks’ın kaderi için bu önemli.”

Bloom, ablasının bu desteğiyle derin bir nefes aldı ve hafifçe gülümsedi. Savaş henüz bitmemişti; sadece, sahnesi değişmişti.

“Endişelenme, Daphne. Eraklyon, o güne kadar gördüğü en unutulmaz düğüne ev sahipliği yapacak.”

Kız kardeşine veda ederek hızla kuleye geri döndü. Artık elbisesini bulmalı ve bir plan yapmalıydı.

 

 

Bölüm : 06.12.2025 11:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...