
Hava karanlıktı; gökyüzü siyah bir örtü gibi üstlerine çökmüş, rüzgar öfkeyle uluyor, gök gürültüsü uzaklardan yankılanıyordu.
Sağanak yağmur, toprağı ve taşları döver gibi yağarken, on kişi siyah cüppeleriyle yol alıyordu; cüppeler sırılsıklam olmuş, bedenlerine yapışmış, adımlarını zorlaştırıyordu. Her biri dikkatli, sessiz ve gergindi; fırtınanın ortasında bir gölge sürüsü gibi ilerliyorlardı.
Bulutlu Kule’nin silueti hâlâ görünmüyordu. Uzaklarda yalnızca fırtınanın arasından parlayan gri ve koyu mavi tonlar beliyordu; kule, sanki karanlıkla bütünleşmiş, görünmez bir bariyerle çevrilmişti.
Stella, saçları ve elbisesi suyla ağırlaşmış bir hâlde, söylenerek yürüyordu. “Bu kadar ıslanmak zorunda mıydık?” diye mırıldandı, sesi rüzgarla savruluyor, zaman zaman kendi dudaklarından çıkmadan kayboluyordu.
Tecna, elleri titrek ama kontrollü bir biçimde holografik vericiyi elinde tutuyor, cihazın parlayan ışıklarıyla bariyerin sınırlarını tarıyordu. Her bir dijital yansıma, kule ile aralarındaki görünmez engeli anlamalarına yardımcı oluyordu. "Kule burada ama görünmüyor. Görünmez bir bariyerle çevrelenmiş gibi."
Stella, minik parıltılar parmağının ucunda dans ederken tahammülsüzce fısıldadı. “Eminim peri tozu ile bunu halledebiliriz.” dedi kararlı bir tonla.
Brandon, adımlarını yavaşlatıp Stella’ya baktı; yüzündeki kararlılık, yağmurun üstüne düşen damlalarla parlayan bir gölge gibi sertti. “Bunu yaparsak,” dedi, sesi rüzgarın uğultusuyla boğulmaya çalışsa da, dikkatlice seçilmiş kelimelerle sürdürdü, “içerideki cadılar bunun bir saldırı hazırlığı olduğunu düşünebilir. Savaşmak için gelmişiz gibi algılayabilirler.”
Tecna, gözlerini holografik ekrandan ayırmadan, parmaklarını hızlıca hareket ettiriyor, vericinin ışıklarını farklı açılardan tarıyordu. “Bariyerin yapısı farklı,” diye mırıldandı. “Sadece güçle değil, zamanlama ve koordinasyonla geçilebilecek bir sınır.”
Flora, adımlarını yavaşlatıp yağmurla ıslanmış saçlarını eliyle geri itti. Parmak uçlarıyla cüppesinin ıslak kumaşını sıvazlarken, hafifçe mırıldandı. “Peki bariyeri aşmak için bir sinyal gönderirsek… İçerideki cadılar bizim geldiğimizi anlarsa, belki çatışma başlatmadan işleri halledebiliriz. Bu işe yarar mı?”
Layla, bir an durup etrafa bakındı; yağmur damlaları gözlerini kamaştırıyor, rüzgar saçlarını savuruyordu. “Sinyal mi? Flora, bunu yaparsak… Yanlış anlarlar. Bizim kim olduğumuzu biliyorlar; bize karşı daha temkinli olurlar. ” dedi, sesi rüzgarın uğultusuna karışarak zar zor duyuluyordu. “Ne de olsa biz her zaman karanlığa karşı savaştık. Onlar, bizim buraya savaşmak için gelmediğimize o kadar kolay inanmazlar.”
Grup bir an sessizleşti; fırtınanın uğultusu ve yağmurun damlaları dışında hiçbir ses yoktu.
O an, arkadan hafif bir tıkırtı duyuldu ve Riven, siyah cüppesinin altından dikkatlice adım atarak öne çıktı. Elinde, eski ve zarif bir tılsım tutuyordu; metal yüzeyi yağmurla parlıyordu.
Riven, kısa bir süre etrafına bakındı, ardından yavaş ama kararlı bir sesle konuştu. “Bunun işe yarayabileceğini düşündüm. Bloom bana, eğer gerek olursa Bulutlu Kule’ye girebilmem için bunu kullanmamı söylemişti.”
Tılsımı hafifçe havaya kaldırdı; küçük bir ışık halkası, yağmur damlalarının arasında titrek bir şekilde parladı.
Musa, Riven’in elindeki tılsımı görünce hafifçe başını salladı ve onayladı. “Evet, bu işe yarayabilir,” dedi, sesi rüzgarın uğultusu arasında bile net çıkıyordu. “Riven, hazır olduğunda bariyeri aç. Biz de sessiz ve dikkatli bir şekilde seni takip edeceğiz.”
Riven derin bir nefes aldı, tılsımı sıkıca kavradı ve parmağını bariyere doğrulttu. Titrek bir ışık halesi yayıldı, metalin soğuk yüzeyinden çıkan enerji, görünmez duvarın sınırlarını titretir gibi parladı.
Grup, Riven’in hareketiyle uyum içinde, sessizce ve düzenli bir şekilde içeri girdi.
Bulutlu Kule’nin korunaklı bahçesine adım adım ilerlediler. İlginç bir biçimde, dışarıdaki sağanak ve fırtına, kuleyi etkilemiyordu; camlar ve taş duvarlar sanki ayrı bir iklimin sınırlarını çizmiş gibiydi, içeride sessizlik ve kuruluk hâkimdi.
Stella, bunu fırsat bilip yorgun omuzlarını hafifçe gevşetti ve cüppesinin kapşonunu çekip saçlarını özgür bırakmak üzere başını kaldırdı. Parlak ıslak sarı saçları hafifçe omuzlarına düştü.
Tam o anda, Brandon hafifçe yana eğildi ve fısıldadı, “dikkat et, Stella. Buraya savaşmak için gelmedik, ama yine de göze batmamamız en iyisi olur.”
Stella, Brandon’ın uyarısını duyunca başını hafifçe salladı, parıltılı saçlarını tekrar kapşonunun altına sokarak dikkatle adım attı.
Grubun geri kalanı, sessizliği ve disiplini bozmadan ilerlemeye devam etti.
Grup, bahçeyi sessizce geçip, taşlarla örülmüş yolların sonunda Bulutlu Kule’nin devasa kapısına ulaştığında durakladı.
Kapının büyüklüğü ve heybeti, yağmurdan ıslak karanlıkta daha da ürkütücü görünüyordu; üzerinde eski, karmaşık semboller ve kabartmalar, uzun yıllardır dokunulmamış gibi duruyordu.
Kimse ne yapacağını tam olarak bilmiyordu. Tecna, vericiyi sıkıca tutuyor, kapının enerjisini ölçmeye çalışıyordu; ama ışık halkaları sadece titrek bir şekilde dans ediyor, gerçek bir çözüm sunmuyordu. Stella, kapının önünde birkaç adım geri çekilip derin bir nefes aldı. Brandon, elini hafifçe havaya kaldırıp sessizlik işareti yaptı; grup, nefeslerini tutmuş, olası bir tuzağı bekler gibi duruyordu.
Tam o anda, devasa kapı, uzun yıllardır kapalıymış gibi ağır bir gıcırdama ile aralandı.
İçeriden gelen soğuk bir rüzgar, dışarıdaki yağmur ve fırtınadan tamamen bağımsız olarak, grubu hafifçe geriye savurdu.
Kapı aralığından, sinsi bir gülümseme ve alaycı ifadelerle üç figür belirdi: Trix.
Eski düşmanlarının varlığı, karanlık kule içinde beklediklerinden çok daha canlı ve tehditkar görünüyordu.
Trix’in gözleri, grubu ölçer gibi parlıyor, alaycı bir şekilde dudaklarını büküyordu. “Vay vay, bakın kimşer burada,” dedi Icy, sesi hem tatlı hem de tehditkar bir tınıyla çınladı.
Darcy alayla, “böyle sessiz ve düzenli bir şekilde gelmeniz… gerçekten de birer cesaret timi olduğunuzu mu gösteriyor, yoksa sadece aptal olduğunuzu mu?”
Grubun içinde kısa bir sessizlik çöktü; kimse bir sonraki adımı atacak kadar emin değildi.
Trix’in alaycı bakışları ve kapının ardındaki karanlık, tüm planlarını ve dikkatli hazırlıklarını bir anda sorgulatıyordu. Herkes, hem korku hem de gerilimle, ne yapacağını kestiremiyordu.
Grup, Trix’in alaycı bakışlarının altında birkaç saniyeliğine donakaldı; bahçedeki taşlar ıslaktı, yağmur hafifçe durgunlaşıyor ama gökyüzü hâlâ karanlık ve gergindi.
Stella, derin bir nefes aldı, ellerini hafifçe yumruk yaptı ve öne adım attı. Gözleri, Icy’nin gözlerindeki alayla karşı karşıya geldi. “Buraya Bloom için geldik,” dedi Stella.
“Savaşmak için değil… size güvenmiyoruz ama eğer Bloom'un seçimi buysa, onun yanında olacağız.”
Icy, Stella’nın sözlerini duyunca gözlerini kısarak bir adım ileri çıktı. “Hmm… Bloom ha?” dedi, sesi hâlâ alaycı ama hafif bir merak kırıntısı taşıyordu. “Bu küçük ateş topu sizin için bu kadar değerli demek?”
Darcy ise ellerini beline koydu, bir kaşını kaldırdı ve alaycı bir şekilde sordu. “Bize katılmak istemiyorsunuz ama küçük arkadaşınız çoktan seçimini yaptı. Onun tercihine uymak istiyorsanız bu, bize katılmak istediğiniz anlamına gelmez mi?”
Layla yavaşça öne çıktı. “Hayır. Biz Valtor'un yanında olmak için burda değiliz. Belli bir amacımız var ve bu amaç, sizinkiyle uyuşuyor."
Riven, elindeki tılsımı cebine geri koydu ve ekledi. “Konsey’in ışık getirmediğin farkındayız. Artık onlar için savaşmak istemiyoruz. Yine de bu sizinle körü körüne anlaşma yapacağız demek değil. Hem, ilk önce Bloom'u görmeliyiz.”
Darcy, Icy ve Stormy, grubu uzun uzun süzdü Ardından, Icy’nin dudaklarında hafifçe bir tebessüm belirdi; alaycı ama dikkatli bir tebessüm. “İçeri geçin, kapıda dikilmekten hiç haz etmem.” dedi.
Grup, Icy’nin hafif tebessümü ve Stormy ile Darcy’nin dikkatli bakışları arasında, kapıdan içeri adım attı.
İçerisi, beklediklerinden tamamen farklıydı: karanlık ve tehditkar bir hava yerine, uzak odalardan yükselen kahkahalar ve odaların içinde hafif bir ışık vardı.
Cadılar özgürce gülüyor, sohbet ediyor, hatta küçük oyunlar oynuyordu. Bazı odalarda birbirlerine sihirli taşlar atıyor, dans ediyor ve enerjilerini paylaşıyorlardı.
Bu tablo, Alfea’ya daha önce gelen cadıların anlattığı gibi, Valtor’un onları serbest bırakıp seçim hakkı tanımış olduğunu kanıtlar gibiydi; artık burası, yalnızca bir karanlık mekân değil, özgür iradelerin ve tehlikeli bir karışımın buluştuğu bir yerdi.
Trix, alaycı bir gülümsemeyle gruba baktı ve önden yürümeye başladı. “Misafir odalarımız burası,” dedi, sesi hem tatlı hem de sinsi bir tonda çınlıyordu. “Gelin, kendinizi evinizde hissedin… tabii, bizim kurallarımız çerçevesinde.”
Grup, tereddütle Trix’in arkasından ilerlerken, Musa dayanamadı. “Peki… Bloom nerede?” diye sordu, sesi hafifçe titreyerek ama merak ve endişe karışımıyla.
Darcy, alaycı bir gülümsemeyle başını hafifçe yana eğdi ve gözlerinde imalı bir ışıkla cevap verdi. “Ah… Bloom mu? Sanırım Valtor onunla oldukça… özel vakit geçiriyor. Ama… merak etmeyin, ikisi oldukça ‘uyumlu’ görünüyor.”
Musa’nın gözleri büyüdü, tepki vermeden önce birkaç saniye sustu; Stella ise dudaklarını sıkıca bastı, öfke ve endişe karışımı bir ifade ile Darcy’ye baktı. Layla hafifçe kaşlarını çattı, ama sessizce Stella’nın yanında durdu.
"Eh... Bu beklendik bir şeydi." diye konuştu Riven alayla ve kendini uzunca koltuğa atıp rahatça yayıldı.
Şüphesiz, bu durumda ki en rahat kişi oydu.
...
Griffin’in ağır adımlarıyla kapı kapanınca dışarıdaki uğultu azaldı. Kulübenin duvarları fırtınanın öfkesine rağmen sağlam duruyor, içeriye yalnızca rüzgârın iniltisi ve uzaklardan gelen gök gürültüsü sızıyordu.
Mum ışıkları, küçük odanın köşelerinde titreyerek dört figürü aydınlattı.
Griffin, siyah cübbesinden hâlâ süzülen damlaları umursamadan kapşonunu masanın üzerine bıraktı. Gözlerinde alışılmış soğukluğun ötesinde, daha ağır bir kararlılık vardı.
Hugn, belindeki geniş kılıcın kabzasına dayanmış, sessizce gözlemliyordu. Onun yüzünde fırtına değil, yıllar süren savaşların izleri vardı.
Tharion, sert duruşunu hiç bozmadan ellerini arkasında birleştirmiş, askeri disiplinini kulübeye taşımıştı. Zırhının bazı kısımları yağmurdan kararmıştı.
Aldravar, uzun gri sakalı ve derin çizgilerle dolu yüzüyle diğerlerinden farklı bir ağırlık taşıyordu. Mum ışığı gözlerindeki bilgeliği parlatıyor, fakat aynı zamanda endişeyi de açığa çıkarıyordu.
Kulübede fırtınadan daha yoğun bir gerilim vardı.
Griffin, masanın kenarına yaklaşıp siyah cübbesini bir iskeletin gömleğini çıkarır gibi ağır bir hareketle sıyırdı. Omuzlarından damlayan sular tahtalara çarpıp koyu lekeler bıraktı. Bir süre konuşmadı; yalnızca karşısındaki üçlüye baktı.
Hugn’un kılıcına yaslanmış sabırlı bekleyişi, Tharion’un dimdik ve tavizsiz duruşu, Aldravar’ın sakalının arasına sinmiş ağır düşünceleri…
Hepsi bir araya gelince, kulübenin havası fırtınadan bile boğucu hale gelmişti.
Sessizliği ilk bozan Hugn oldu. Sesi, kılıcının çeliği kadar tok ve kesindi. “Artık geri dönüş yok, Griffin. Konsey çöktü. Çürümüş kökler dev bir ağacı ayakta tutamaz. Biz de kökleri baltaladık. Sparks Prensesi, halkın gözlerini açtı. Geriye bir tek senin kararın kaldı.”
Griffin’in gözleri Hugn’dan Tharion’a kaydı. Tharion’ın yüzünde tek bir kas oynamıyordu, ama sesinde gürleyen gök gibi bir kesinlik vardı. “Ben bir yemin ettim. Kılıcımı Konsey’in çıkarlarına değil, adalete taşımak için. Sparks'ın kutsal mirasının arkasında durmazsam onurumu bir hiç etmiş olurum.”
Aldravar, parmaklarını masanın pürüzlü yüzeyinde gezdirdi. Mum ışığında gözleri sanki yüzyılların bilgeliğini, ama aynı zamanda en ağır pişmanlıkları taşıyordu. “Konsey’in gölgelerinde çok uzun yaşadım. Yeminlerini, sırlarını, yasaklarını sakladım. Ve gerçeği gördüm: Biz halkı değil, kendimizi koruduk. Prenses, bana geçmişin karanlığını değil, geleceğin ışığını hatırlattı. Ona sadakatim boş bir söz değil; bilginin, gerçeğin ve hakikatin ta kendisi.”
Griffin, üç adamın sözlerini dinlerken ellerini masanın kenarına dayadı. Mum alevleri yüzündeki çizgileri daha keskin, gözlerindeki bakışı daha ölümcül gösteriyordu. İçinde yıllardır taşıdığı yalnızlık ve şüphe kabarıyor, ama aynı zamanda gizli bir dürtüyle ateşe dönüşüyordu. “Bloom…” dedi, sesi neredeyse fısıltıya yakın. “O kızın içinde Ejderha’nın ateşi var, ama ateş yıkımı da beraberinde getirir. Siz ona güveniyorsunuz. Peki ya o güç, eninde sonunda hepimizi yakarsa?”
Tharion bir adım öne çıktı, zırhı kısık bir çınlama çıkardı. “Bir savaşçı, kılıcına güvenmeden sahaya çıkmaz. Sparks'ın mirasına güveniyoruz. O, bizim kılıcımız.”
Hugn başını hafifçe eğdi, gözlerini Griffin’e dikti. “Korkunun zamanı geçti. Bu gece karar vermelisin: Halkın arasında duracak mısın, yoksa çöken Konsey’in mezar taşına mı yazılacaksın?”
Aldravar, Griffin’e eğildi, sesi hem yumuşak hem keskin bir uyarı gibiydi. “Griffin… Sen Bulutlu Kule’yi yıllardır Konsey’den uzak tuttun. Hiçbir zaman onların kuklası olmadın ama sen de biliyorsun, hiçbirimiz tarafsız değiliz. Tarih karşısında senin suskunluğun da bir seçim olacak.”
Kulübenin içinde fırtına kükredi; kapının aralıklarından rüzgâr girip mumları tehditkâr bir şekilde titrettirdi.
Griffin bakışlarını yere indirdi, damlaların bıraktığı koyu lekeleri seyretti. Sonra başını kaldırdı, gözleri yeniden keskinleşmişti.
Griffin. “Eğer Bloom, gerçekten Konsey’in sonunu getirecekse… o zaman ben de tarafımı seçiyorum. Artık Bulutlu Kule, Konsey’in değil, hakikatin yanında olacak.”
Sözler kulübede yankılandı. Üç adam birden bakışlarını değiş tokuş etti; Hugn’ın dudaklarında ince bir gülümseme belirdi, Tharion’ın elleri yumruk oldu, Aldravar’ın gözleri bir an için parladı. Dışarıda şimşek çaktı, gökyüzü yarıldı.
Ve o anda, dört kişi arasında sessiz ama sarsılmaz bir bağ kuruldu.
İhanetin değil, bir devrin kapandığını ilan eden bir bağ.
Griffin’in gözleri, bir anlığına masanın üzerindeki damlaların bıraktığı lekelerde kayboldu, sonra keskin bir şekilde Aldravar’a döndü. “Erethel Kristali…” dedi sessiz, ancak yer sarsacak kadar kuvvetli bir tonla. “Biliyorsunuz ki, eğer Konsey köşeye sıkıştırılırsa bu kristal sadece bir araç değil; bir silah, bir cehennem kapısı olacak. Halkın hafızası silinecek, anılar yok olacak. Ve biz… kim bilir hangi boyuta sürüleceğiz? Obsidyen, Omega… Ya da belki bizi sadece yok ederler.”
Hugn’un çelik gibi bakışları Griffin’in üzerinde gezindi. “O Kristal, zamında oluşumuna karşı çıktığım için tasarımını benden gizleme kararı aldılar. Yine eminim ki Obsidyen Boyutu ile takas ettikleri tüm gücü o kristale aktardılar."
Aldravar’ın parmakları masanın yüzeyinde gezdi; çizgiler derin, tıpkı yılların bilgi ve tecrübesi gibi. “Kristal kadim büyüleri barındırıyor. Yalnızca tanıdığı Efendisinden emir alır. Kristal cansız bir yap değil, Efendisini kendisi seçer ve güç, bedel ister.”
Griffin başını kaldırdı, gözlerindeki ışık artık öfke ve kararlılıkla yanıyordu. “Bunu biliyoruz. Ama unutmayın, halkın hafızasını silmekle tehdit edecek duruma gelmemeliler… Bizden korkuyorlar ama eğer biz de korkarsak, zaten kaybettik demektir. Erethel Kristali’ni onların istediği gibi kullanmalarına izin veremeyiz. Eğer halkın hatırlaması gerekiyorsa, onları korumak için harekete geçmeliyiz.”
Hugn hafifçe başını salladı, dudaklarında ince bir gergin gülümseme belirdi. “Güzel. O zaman Kristalin, Efendisini bir süre için bile olsa tanımamasını sağlamalıyız.”
Tharion, zırhının parıltısında gölgeler oynarken, keskin bir tonla yanıtladı: “Korumaları zayıfladı. Eğer bir kaos yaratabilirsek, onların kontrolünü kırabiliriz. Ama ilk önce… onları Kristalden uzak tutmalıyız. Eğer, Konsey binasından çıkarlarsa Kristalin itaatini zorlayabilirim.”
Aldravar, derin bir nefes aldı; gözleri mum ışığında parladı. “O zaman halk ile konuşmaya ikna etmeliyiz. Bizi hâlâ yanlarında sanıyorlar, bunu kullanmamız gerekiyor."
Hugn, derin bir nefes aldı ve parmaklarını masanın pürüzlü yüzeyinde gezdirdi. “Halk, gördüklerinden etkilenir. Onlara güven vermeliyiz, korku değil. Eğer Konsey, onların gözlerinde kaygı görürlerse, planları daha hızlı işler. Ama biz, gizli bir ışık olmalıyız; görünür ama yönlendirebilir.”
Tharion, kılıcını hafifçe masaya vurdu. “Kusursuz olmayacak. Hiçbir plan kusursuz değildir. Ama tek şansımız bu. Eğer başarabilirsek… Konsey’in tiranlığı sona erecek, halk hatırlayacak ve Kristal kontrol altında olacak.”
“Planımız tek hamlede kusursuz olmalı,” dedi Griffin, sesi odanın derinliğinde yankılandı. “Ama unutmayın… Kristal bir güç deposu. Eğer Efendisiz kalırsa, kendini rastgele bir iradeye bağlayabilir ve felaket kaçınılmaz olur."
Hugn başını salladı. “Efendisiz bir Kristal, bir çocuğun elinde patlayacak bir bomba gibidir. Ama Efendisini tanıması neredeyse imkânsız. Yüzyıllardır onu denetim altında tutmak için tasarladılar; Efendiyle bağlantı kurması, yalnızca seçilmiş irade ve kararlılık gerektirir. Yanlış bir hamle, sadece biz değil, tüm boyutları yok eder.”
"O halde, onu yok etmeliyiz."
Beşinci bir ses kadife gibi kulübenin duvarlarında yankılandığında Griffin hızla arkasını döndü ve elinde oluşturduğu güç dalgası gölgelerin arasında duran silueti aydınlattı.
Beyaz saçlı, sarı gözlü, beyaz tenli, güzel bir kadın... Üzerinde deri, korseli kırmızı bir elbise ve siyah bir pelerin vardı. Güçlü duruşu ve kurnaz bakışları onu baştan çıkarıcı bir edayla parlatıyordu.
Griffin tehlikeli bir edayla tısladı, "kimsin sen..."
“Ember…” dedi Aldravar, parmaklarını hâlâ masada gezdirirken. “Seni burada görmek… beklediğimiz bir şeydi.”
Hugn ve Tharion başlarını hafifçe eğdi, gözlerinde hem onay hem de uyarı karışımı bir ifade vardı. Ember, sırıtacak gibi hafifçe gülümsedi; o gülümseme, tehlikenin bile baştan çıkarıcı bir şekilde cazip olabileceğini hatırlatıyordu.
Griffin, hâlâ arkasında gizlenen tehlikeyi hissetmişçesine gerildi. “Sen… Demek herkesin dilinden düşürmediği o hayalet sensin.”
Ember adımını öne attı, pelerininin ucunu kaldırıp hafifçe eğildi. “Hayalet... Pek tercih ettiğim bir unvan değil ama ne yapmalı? Çoktan böyle tanındım.”
Aldravar’ın gözleri kırpılmadan Ember’i taradı. “Az önce Kristali yok etmeten söz ettin. Sparks Prensesinin bu konuda bir planı mı var?"
Ember hafifçe başını salladı. “Sparks Prensesinin her konuda bir planı var. Yine de bu çetrefilli bir konu. Öğrenmek istediği birkaç şey var. Kristal, birini ne şekilde Efendisi okarak kabul eder? Görmek istediği güç, nasıl bir güç?"
Griffin hâlâ gözlerinde yankılanan o şüpheyle geriye yaslandı. "Bu tür bilgileri senden Bloom'un istediğinden nasıl emin olabiliriz? Tamamen çıkarlarına hizmet eden biri olmadığın ne malum?"
Hugn, kılıcının kabzasından elini çekmeden konuştu. “Ember’i daha önce tanıdık. O güvenilirdir, ama onun da planları her zaman kendi zekâsına dayanır. Bu gece, birlikte hareket etmeliyiz.”
Tharion, zırhının çınlamasını hafifçe bastırarak Griffin’e döndü. “Ona güvenmek zorundayız. Sparks'ın mirası ona güveniyor.”
Griffin, derin bir nefes aldı. Fırtına hâlâ kulübenin dışında uğuldayıp, içeriye gök gürültüsü ve rüzgâr dalgalarını yolluyordu. Yüzündeki çizgiler keskinleşmişti; gözleri, hem temkinli hem de kararlı bir ateşle yanıyordu. “Peki… Ember, madem öyle... Kristal yalnızca, şu anki Efendisinin yıkımını görürse veya ondan daha güçlü bir varlığı tanırsa, Efendisini değiştirir."
Ember, Griffin’e doğru bir adım attı; gözlerindeki sarı parıltı, karanlıkta bile yol gösterici bir ışık gibi titriyordu. “Daha güçlü bir varlık... Elimizde bundan bolca var."
Ember’in gözleri, Griffin’in üzerinde dolanırken, bir an için sessizlik hâkim oldu.
Rüzgâr kapı aralıklarından içeri sızıyor, mum alevlerini titretip gölgeleri dans ettiriyordu.
Cadı, dudaklarındaki hafif kıvrımla sanki hem bir uyarı hem de bir meydan okuma sunuyordu.
Griffin, ellerini masanın kenarına daha sıkı bastı. “O zaman… Bu isyan fazlasıyla tehlikeli olacak. ”
Ember bir adım geri çekilip peleriniyle hafif bir dönüş yaptı. “Tehlike mi? Griffin, tehlike… benim favori kelimemdir.” Sarı gözleri, alaycı ve kışkırtıcı bir ışıkla parladı. “Şimdi… başlayalım mı?”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |