
Ember, Valtor’un bakışları hâlâ sırtında bir yük gibi ağırken Bulutlu Kule’nin taş koridorlarına adım attı. Boğazındaki soğuk iz, parmaklarının bıraktığı baskı hâlâ teninde yankılanıyor gibiydi.
Adımlarını yavaşlatmadı, ama göğsündeki gerginlik nefesini kesiyordu. Kapıya yaklaşırken, buz mavisi bir siluet yolunu kesti.
Icy, duvara yaslanmış, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Gözleri, sanki karanlıkta bile parlıyormuş gibi keskin. “Ne bu acele?” dedi, sesi buz gibi ama içinde saklı bir merak vardı. “Yoksa seni biri mi kovalıyor?”
Ember, dudaklarının kenarını belli belirsiz kıvırdı. “Kovalasaydı, çoktan yakalanmış olurdum. Hem, seni geçmem gerekiyorsa… bu başka bir kovalamaca olur.”
Icy, başını hafifçe yana eğdi, bakışları Ember’ı baştan ayağa süzerken ölçüyordu. “Zekânı gerçekten takdire şayan. Ama bakıyorum, söylediklerin kadar sessizliğin de dikkat çekiyor.”
Ember, kaşlarını kaldırdı. “Sessizlik… yanlış kişinin elinde cehalet gibi görünür. Ama senin gibi birinin bunu fark etmemesi mümkün değil.”
Icy, dudaklarında ince, zehirli bir gülümsemeyle yaklaştı. “Bana laf dokundurmak için fazla dikkatli konuşuyorsun. Yoksa senin de Valtor gibi, kelimeleri silah olarak kullanma huyun mu var?”
“Silahlarımı seçmeyi iyi bilirim,” diye karşılık verdi Ember, sesi neredeyse fısıltı. “Ve bazen… en keskin bıçak, fark edilmeyendir.”
Icy, kısa ama derin bir kahkaha attı, sonra başını yana çevirdi. “Seninle uğraşmak… tehlikeli bir buz üzerinde yürümek gibi. Eğlenceli ama kırılgan.”
Icy, buz mavisi bakışlarını Ember’ın yüzünden ayırmadan, sesini alçaltarak sordu, “peki, bana şunu söyle… Konsey, Domino’yu yalnız bırakırken gerçekten tek kurban o muydu? Yoksa başka krallıklar da aynı kaderi paylaştı mı?”
Ember, sorunun ağırlığını ölçer gibi sustu. Bu tür bilgiler, yanlış kişinin elinde hem silah hem tuzak olurdu. Gözlerini hafifçe kısarak Icy’yi süzdü. “Bunu neden bilmek istiyorsun?”
Icy, dudak kenarına sinsice bir kıvrım yerleştirdi. “Çünkü bazı gölgeler, sandığımızdan daha geniştir… ve belki de senin bildiğin bir gölge, benim yolumu aydınlatabilir.”
Ember, derin bir nefes aldı, ama içinde hâlâ bir tereddüt vardı. Yine de konuşmaya başladı, “Diamond Gezegeni… Domino’nun kaderini paylaşanlardan biri. Konsey, onlara yardım etmek şöyle dursun, tamamen terk etti. Tıpkı senin dediğin gibi… sonsuzluğa gömüldüler. Ve bunun tek nedeni, Şaman Cadısının gazabına karşı yalnız bırakılmaları değildi.”
Icy’nin bakışları parladı. “Daha fazlası var, değil mi?”
“Evet,” dedi Ember, sesi sertleşerek. “Diamond, Konsey’in kararlarına ve aykırı politikalarına defalarca karşı çıktı. Özellikle… Eclipse elementi yüzünden.”
Icy kaşını kaldırdı. “Eclipse elementi?”
“Evet,” diye devam etti Ember, bakışlarını koridorun karanlığına kaydırarak. “Karanlığı işlemek için kullanılan, evrende sadece Diamond Gezegeninde çıkarılan nadir bir element. Konsey onu kendi çıkarları için kullanmak istedi. Ama Diamond, bu talebi reddetti. Onlara göre Eclipse, doğanın dengesine aykırı bir lanetti. Ve bu red… Konsey’in sabrını taşıran son damla oldu.”
Icy, sessizce gülümsedi; bu gülüşte hem zafer hem hesap vardı. “Demek ki… Diamond’un düşüşü, Şaman Cadısının zaferi kadar Konsey’in menfaatine de yaradı.”
Ember, başını hafifçe salladı. “Yaradı mı? Onlar için altın fırsattı. Bir düşman daha susturuldu… hem de ellerini kirletmeden.”
Koridor, iki kadının sessizliğinde biraz daha soğudu. Icy, Ember’a yaklaşıp kulağına eğildi. “Seninle konuşmak, Ember… buzun altındaki çatlakları görmek gibi. Ve ben, o çatlaklardan sızmayı çok iyi bilirim.”
Ember, Icy’nin sözlerinin ardında saklanan o soğuk güveni izlerken, bir anlığına beklenmedik bir şey fark etti. Buz mavisi bakışların derininde, kelimelerle örtülmüş ince bir kırılganlık… bir anlık, çıplak bir yara izi gibi belirdi.
Çok hızlı geçti, neredeyse hayal bile olabilirdi, ama Ember bunun hayal olmadığını biliyordu.
Icy’nin yüzü yeniden taş kesildiğinde, Ember başını çevirdi. Sessizlik, aralarındaki havayı daha da ağırlaştırmıştı.
“Bazı çatlaklar… ne kadar buzla kapatırsan kapat, yine de görünür,” diye mırıldandı Ember, kendi kendine ama Icy’nin duyabileceği kadar.
Icy karşılık vermedi; sadece gözlerini kısa bir an yerdeki gölgesine indirdi, sonra yine soğuk ifadesine büründü.
Ember, daha fazla kalmadı. Adımlarını hızlandırarak Bulutlu Kule’nin soğuk taşlarından ayrıldı.
Hava, dışarı çıkar çıkmaz farklı kokuyordu; eski büyülerin, çürüyen yaprakların ve ıslak toprağın kokusu. Önünde Karanlık Orman’ın girintili çıkıntılı silueti uzanıyordu.
Ağaçların gövdeleri, geceyi yutmuş gibi simsiyah; dallar ise birbirine geçmiş, gökyüzünü kapatmıştı. Her adımda kuru dallar çıtırdıyor, loşluk daha da yoğunlaşıyordu.
Ember, ayaklarının altındaki toprağın nemini hissederken zihni Icy’ye dönüyordu.
Onun neden böyle bir soru sorduğunu biliyordu. Ne de olsa Icy… Diamond Krallığının varisiydi. Bu yüzden sesinde buz gibi alay olsa da, sorusunun merkezinde acı vardı. Diamond’un düşüşü, yalnızca bir gezegenin yok oluşu değil, Icy’nin kendi hikâyesinin kırılma noktasıydı.
Ve Ember, bunun hatırasının hâlâ onun damarlarında donmuş kan gibi dolaştığını görebiliyordu.
...
Gece yarısıydı. Ay, Alfea’nın kulelerinin üzerinden soğuk bir bıçak gibi kayıyor, avluyu sessizliğe gömüyordu.
Bloom, rüzgârın uğultusuna karışan adımlarla balkonuna indi. Üzerinde, altındaki siyah elbiseyi saklayan, karanlık dokumalardan yapılmış ağır bir pelerin vardı. Parmak uçlarıyla balkon kapısını sessizce itti, gölgelere karışmış odaya adım attı.
Yalnız olduğunu sanıyordu...
Fakat bir anda, odanın ortasında patlayan sıcak ve keskin bir ışık, tüm karanlığı yararak etrafı aydınlattı. Bu, Stella’nın büyüsüydü.
Işıkta Winx’in tamamı görünür oldu. Yüzlerinde uykunun izinden çok, uyanık ve gerilmiş bir şüphe vardı. Sessizlik, gergin bir ip gibi odanın ortasında geriliyordu.
Bloom’un kalbi bir an duracak gibi oldu. Pelerinin ağır kumaşı omuzlarından kayarken, ay ışığı ve sihirli güneş ışığının birleşimi yüzünü ortaya çıkardı. O an, odada derin bir sessizlik vardı, nefeslerin bile ağırlığı hissediliyordu.
Stella kollarını göğsünde kavuşturmuş, altın gözleri şüpheyle kısılmıştı. "Gece yarısı üzerinde bir pelerin var ve… Alfea’nın kapılarından sessizce girmek mi? Bloom, neyin peşindesin?"
Musa, yatağının kenarına oturmuş, bileğindeki mavi bileziği durgunlukla çeviriyordu. "Bize söylemen gereken bir şey var, değil mi?"
Flora ise normalde yumuşak olan bakışlarını kısmıştı, sesi titrek ama kararlıydı. "Biz senin arkadaşınız Bloom… ama sakladığın şeyler varsa, bunu bilmeliyiz."
Bloom bakışlarını kaçırmak istedi, ama Layla’nın elindeki taç, düşüncelerini zincir gibi bağladı. O tacın her kıvrımında, Sparks’ın ateşinin yankısı vardı. Layla, tacı adeta suç kanıtıymış gibi havada tutuyordu. "Dün Magix Müzesi soyuldu ve çalınan şeyler Sparks'ın hazineleriydi?" dedi Layla, sesi buz gibi soğuk. "Sen miydin?"
Bloom, gözlerini taçtan alamadı. Boğazına oturan bir düğüm nefesini zorlaştırdı. O an, pelerinin altındaki elbisesinin ağırlığı bile omuzlarını eziyordu; çünkü o elbise, az önce içinde bulunduğu dünyanın tehlikeli, karanlık ve yasak büyülerle dolu dünyanın izlerini taşıyordu.
Bloom’un gözleri, Layla’nın elinde duran taçta takılı kalmıştı. Parıltıları, içini yakarcasına ona geçmişini, Spark’sı, ailesini ve aynı zamanda aldığı tüm kararları hatırlatıyordu. Dudakları aralandı, ama ses boğazına düğümlenmişti.
Derin bir nefes aldı, omuzlarından kayıp yere düşen pelerinin karanlık kumaşlarıyla birlikte sırlarını da bırakmaya niyetliymiş gibi.
“Evet…” dedi nihayet, sesi alçak, ama odadaki herkesin kalbine işleyen bir soğuklukla. “Bütün bunların arkasında ben vardım.”
Stella’nın yüzündeki öfke aniden yumuşadı, altın gözleri endişeyle Bloom’un üzerinde gezinmeye başladı. “Bloom… biz… sana saldırmak için burada değiliz.” Adımlarını ona doğru attı, sesinde alışılmadık bir kırılganlık vardı. “Sadece neden bizden saklandığını bilmek istiyoruz. Çünkü sen bizim için hâlâ aynı Bloom’sun.”
Musa, bileziğini bırakıp ellerini dizlerinin üzerine koydu, kararlı bir nefes verdi. “Seninle dövüşmeyeceğiz. Eğer bu düzene karşı savaşıyorsan… biz de bu çürümüş Konsey’den ve onların oyunlarından bıktık. Ama… bunu yalnız yapmana izin veremeyiz.”
Flora yaklaşarak Bloom’un elini tuttu. Parmakları ince ama güçlü bir şekilde onun ellerine kenetlendi. “Biz seni kaybetmeyeceğiz Bloom. Eğer bu yolun sonunda isyan varsa, o zaman biz de senin yanındayız. Çünkü biz arkadaşız. Biz aileyiz.”
Bloom’un kalbi, onların sözleriyle bir an için hafifledi, gözleri nemlendi. Sessizce başını salladı. “Konsey, bütün dünyaları zincirlemiş durumda. Onların ışığa sığınmış düzeni aslında çürümüş bir karanlık. Halk, gerçeği yavaş yavaş öğreniyor. Ben… bu gerçeği ortaya çıkarmak için ne gerekiyorsa yapacağım.”
Layla, tacı yavaşça indirip bir kenara koydu. Derin bir nefes aldıktan sonra başını salladı. “O zaman biz de yanındayız. Ama Bloom…” bakışları keskinleşti, “Valtor’dan uzak durmak zorundasın.”
Bu isim odada yankılandığında hava aniden ağırlaştı. Stella’nın gözleri karardı, Musa kaşlarını çattı, Flora’nın elleri Bloom’unkini biraz daha sıkı tuttu.
Stella öne atıldı, sesi sertti. “Bize ne dersen de, o adamla yakın olamazsın. O sadece kullanır, seni kendine çeker ve sonunda yok eder. Biz seni onunla birlikte kaybetmeyeceğiz!”
Bloom’un içi burkuldu. Dudaklarına kısa bir tebessüm yayılırken gözleri karanlıkla parladı. “Siz Valtor’u düşman olarak görüyorsunuz. Ama o, bana gerçeği gösterdi. Konsey’in zincirlerini kırmaya cesaret eden tek kişi oydu.”
Musa başını iki yana salladı. “Hayır Bloom. Bunu sen yapıyorsun. Senin gücün, senin ateşin, senin isyanın. Onun değil.”
Flora yumuşak ama titreyen bir sesle ekledi. “Biz sana inanıyoruz. Ama Valtor’a değil. Lütfen, onun seni ele geçirmesine izin verme.”
Bloom, arkadaşlarının gözlerindeki yalvarışı gördü. Kalbi iki farklı uçurumun kenarında atıyordu; bir yanda Winx’in sadakati ve sevgisi, diğer yanda Valtor’un karanlık cazibesi ve aşk olduğuna inandığı hisleri.
Bir anlık sessizlik çöktü.
Ay ışığı ve Stella’nın büyüsünün parıltısı birleşerek odanın ortasında Bloom’u sanki iki dünyadan doğmuş bir varlık gibi aydınlatıyordu.
“Benim yolum…” diye fısıldadı Bloom, sesi hem kırık hem kararlı. “Karanlıkla da olsa ışığı özgür kılacak. Eğer yanımda olacaksanız… bunu kabullenmelisiniz.”
Winx birbirlerine baktılar, ama hiçbirinin geri adım atmaya niyeti yoktu. Layla’nın sesi odadaki son sözü oldu, “yanındayız Bloom. Ama seni Valtor’a bırakmayacağız.”
Bloom, dudaklarını ısırdı. Kalbindeki çalkantı yüzüne vurmuştu; gözlerinde hem ateş hem gölge vardı.
Winx’in endişeli bakışlarının ağırlığı altında bir an nefesi kesildi, ama sonra kendini geri çekmedi. Gözlerini kaçırmadan, sanki karanlığın ortasında tek başına ayakta duruyormuş gibi dikeldi.
“Valtor…” dedi, adı dudaklarından fısıltıdan çok daha güçlü bir yankıyla çıktı. “Siz onu yalnızca bir canavar olarak biliyorsunuz. Konsey’in ve tarih kitaplarının yazdığı şekliyle. Ama ben onun yüzünü gördüm. Onun yaralarını, onun yalnızlığını… Ve o bana yalan söylemedi. Bana hep gerçeği gösterdi.”
Stella’nın kolları çözülmüş, elleri çaresizlikle iki yana düşmüştü. “Bloom…” diye fısıldadı, sesi kırık. “O adam binlerce insanı yaktı, yok etti. Biz onun yaptıklarını gördük. Sen… sen onun böyle olmasına nasıl göz yumabilirsin?”
Musa, yumruklarını dizlerine bastırdı, çenesindeki kaslar titriyordu. “Bu delilik. Gerçekten… ona aşık olduğunu mu söylüyorsun?”
Bloom’un gözleri karanlıkla parladı, ama sesindeki tını saf ve çıplak bir itiraftı. “Evet. Onu seviyorum. Bu hoşunuza gitse de gitmese de, gerçek bu.”
O an odadaki sessizlik, yıldırımlar gibi çaktı. Flora’nın yüzünden yaşlar süzüldü, gülümsemeye çalıştı ama boğazı düğümlendi. “Bloom… biz seni sevdik, her halinle sevdik. Ama kalbini… ona vermeni kabul edemeyiz. Çünkü o seni yutacak. Çünkü o karanlığın ta kendisi.”
Layla, başını iki yana salladı, gözleri öfkeyle parladı. “Senin gözlerinin önünde bir kabus duruyor ve sen bunu aşk sanıyorsun! Bloom, lütfen… bize dön. Bize değilse bile kendine dön.”
Bloom’un sesi daha da sertleşti, ama gözlerinde titreyen kırılgan bir parıltı vardı. “Siz anlamıyorsunuz. Valtor yalnızca karanlıktan ibaret değil. Onu öyle yapan, cadıların işkenceleri, Konsey’in yalanları, hepimizin sessizliği. O, benim gibi zincirlenmiş biri. Ve ben… ben onun yanında, nihayet kim olduğumu görüyorum.”
Stella başını ellerinin arasına aldı, gözleri dolmuştu. “Hayır… hayır, bu olamaz. Sen… bu kadar kör olamazsın.”
Winx’in geri kalanı, birbirlerine bakarken çaresizlikle sustular.
Yıllardır yanlarında duran en güçlü arkadaşları, şimdi onların en büyük korkusunu dile getiriyordu: Bloom, karanlığın kalbine kendi isteğiyle yürüyordu.
Ve onları en çok acıtan şey, onun gözlerindeki samimiyetti. Bu, bir büyünün eseri değil, gerçekti.
O an Winx’in hiçbir büyüsü, hiçbir sözü Bloom’un kalbine ulaşamıyordu.
Gece odanın içinde ağır ağır ilerliyordu. Bloom’un itirafı Winx’in kalbine saplanan bir diken gibi etkisini sürdürüyordu; sessizlik odayı doldurmuştu, nefesler güçlükle alınıyordu.
Sonunda Musa, başını kaldırdı, sesi gergin ve kararlıydı, “yarın sabah Kızıl Çeşme uçağıyla Altın Krallık’a gideceğiz. Su Yıldızlarını almak için...”
Stella, altın gözlerini Bloom’a dikti, dudakları gerilmişti. “Su Yıldızları… Ejderha Ateşinin tam zıttı. Ve onları harekete geçirebilecek tek kişi sensin, Bloom.”
Layla, elindeki tacı yavaşça yatağa bıraktı. Sesi öfke değil, çaresizlikle doluydu. “Ama aynı zamanda seni yok edebilecek tek şey de onlar. Sen Ejderha Ateşinden doğdun. Su Yıldızları sana dokunursa… seni parçalayabilirler.”
Flora, Bloom’un elini sımsıkı tutarken ekledi, “bunu yapmana izin veremeyiz. Su Yıldızlarını kullanırsan, Valtor belki yok olur… ama sen de onunla birlikte yanabilirsin.”
Bloom’un gözleri, öfkeyle parladı. “Ben bunu yapmayacağım. Ne ölmek istiyorum… ne de Valtor’u öldürmek. Konsey beni bir silah gibi görüyor. Beni susturmak, korkutmak istiyor. Faragonda’nın bizi tehlikeye atması… tek bir nedenle, Konseyin oyununu devam ettirmesi için.”
Stella’nın yüzünde hayal kırıklığı belirdi, ama gözlerindeki korku yerini kararlılığa bıraktı. “Bloom… seninle aynı tarafta olacağız. Seni kaybetmek istemiyoruz.”
Bloom başını iki yana salladı, gözlerinde hem öfke hem kırılganlık vardı. “Siz benim ailemsiniz. Ama ben yapmayacağım. Onları asla Valtor’a karşı kullanmayacağım.”
Musa derin bir nefes aldı, yumruklarını gevşetirken, “o zaman bizim görevimiz… seni onlardan uzak tutmak. Konsey ne derse desin, biz seni bir silah olarak görmüyoruz. Ve asla görmeyeceğiz.”
Layla, bakışlarını sertçe Bloom’a dikti. “O zaman bunu bil, Bloom: Yarın Altın Krallığa gitsek de… seni Su Yıldızlarına yaklaştırmayacağız. Ölmene izin vermeyeceğiz.”
Flora’nın sesi titrek ama kararlıydı. “Evet… Seni ne Konsey’in ellerine bırakırız, ne de o yıldızların tehdidine maruz bırakırız. Ne olursa olsun, yanındayız.”
Bloom’un kalbi bir an duracak gibi oldu; arkadaşlarının kararlılığı içindeki fırtınayı bastırıyor, ona güç verirken öfkesini körüklüyordu.
Konsey’in karşısına çıkmaları gerekiyorsa, çıkacaklardı. Ama Bloom’u, onun hayatını, kimliğini tehlikeye atmalarına asla izin vermeyeceklerdi.
Ve Bloom, Winx’in kararlılığına bakarken, bir gerçeği fark etti: ne Konsey’in oyunları ne de Faragonda’nın gizli hamleleri, onları durduramayacaktı.
Arkadaşlarının desteği, karanlığın ortasında tek ışığıydı; ve Bloom, o ışığı hem kendi yolunda hem de Valtor’un yanında tutacaktı.
Bulutlu Kule
Valtor, odada tek başına kaldığında, Ember’ın geride bıraktığı sıcaklığın hâlâ teninde yankılandığını hissetti. Kendi nefesini dinledi; sessizlik, odadaki mor ve krem tonlarıyla birleşerek neredeyse elle tutulur bir gerilim yaratıyordu.
Parmak uçları hâlâ Ember’ın boynunda donuk bir iz bırakmış gibiydi, ama bu iz, yalnızca fiziksel değildi; ruhuna işlemiş, aklını ve kalbini titretmişti.
“Ne kadar inatçısın,” diye fısıldadı kendi kendine, sesi karanlık bir tınıyla odada çarptı. “Her sözünde bir oyun, her bakışında bir tuzak… ve ben hâlâ seni çözmeye çalışıyorum.”
Valtor pencereye yöneldi, mor ışığın yumuşak gölgeleri odanın köşelerine düştü. Ellerini cebine soktu; aklında Ember’ın sözleri dönüp duruyordu. “Oyun… ben oyunun kendisiyim,” demişti.
Buz gibi bir dokunuşun ardında sakladığı cüretkâr cesaret, Valtor’un kalbinde bir kıvılcım yaktı. Bu kıvılcım, alışkın olduğu karanlığın bile ötesinde bir ateşti.
Gözlerini kapattı ve hafifçe başını salladı. Onun için bir sır olmayı seçmişti. Ama Valtor bunu kabul edemezdi. “Sana hiçbir zaman kolay erişememek… işte bu, çok tehlikeli. Ama tehlike… her zaman çekicidir.”
Bir adım attı, odanın sessizliğinde kendi ayak seslerini duydu. “Ve Sparks… Sparks’ın hazineleri. Konsey o kadar kör ki, senin varlığını, karanlığını fark etmiyor,” diye mırıldandı, dudaklarında soğuk bir gülümseme. “Ama sen… seninle olan her an, bu oyunu… daha zevkli kılıyor.”
Valtor ellerini açtı, sanki onun ruhunu hissedebilir gibi. “Sen… bu kadar cesur, bu kadar alaycı… ve ben, buna karşı koyabiliyor muyum? Hayır… Hayır, sana karşı koyamam. Ve bu kabul etmem gereken bir gerçek.”
İçinde hem çekici hem tehlikeli bir boşluk vardı. Bloom, onun bu boşluğunu dolduruyordu, ama aynı zamanda onu sarsıyor, kontrolünü zorla test ediyordu. “Oyununu bitirmene izin vermem… ama yine de, bir an için, seninle erimek istiyorum. Ateşim senin buzunu çözebilir mi? Yoksa buzun… beni yutacak mı? Ya da belki, içindeki ateşi yakmaya karar veririsin.”
Valtor pencereye döndü, geceyi izledi. Ay, kulelerin üzerinden soğuk bir bıçak gibi kayıyordu. “Seni çözmek… sadece bir başlangıç.”
Derin bir nefes aldı, dudaklarında hem soğuk hem de tutkulu bir gülümseme. “Sen… bir gün… bütün sırlarını bana göstereceksin. Ve o gün geldiğinde… belki de karanlık, kendi sınırlarını aşacak.”
Valtor, odada yalnız kaldı, ama yalnızlığı artık boş değildi. Onun bıraktığı sıcaklık, soğukluğun içinde yankılanıyor, karanlıkta bir fısıltı gibi, ruhunu ve aklını ele geçiriyordu.
Ve o an, Valtor için tek kesin gerçek vardı: Bu oyun daha yeni başlamıştı… ve sonunda sadece biri kazanacaktı.
Valtor, yavaşça arkaya döndü; gözleri, Ember’ın kapıdan çıkarken geride bıraktığı küçük, mor mendili fark etti. Mendil, odanın loş ışığında neredeyse parlıyordu; sanki onun varlığını hatırlatan bir ipucu, bir oyun çağrısıydı.
Valtor dudaklarını hafifçe kıvırdı, alaycı bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Ah… demek bir iz bırakmayı da başardın, Ember.” diye mırıldandı, sesi karanlık ve kışkırtıcıydı.
Avuçlarına aldı mendili; dokunuşu hâlâ soğuktu, ama içinde bastırdığı arzu ve merak kıvılcımları ateşlenmiş gibiydi.
Küçük mendili yavaşça yüzüne yaklaştırdı, derin bir nefes aldı. Kokusunu, onun sıcaklığını içine çekiyordu. Valtor, gözlerini kapatıp hafifçe başını eğdi.
Alaycı bir tonla fısıldadı: “Sen… bu kadar cesur, bu kadar cüretkâr… karanlığının bu kadar karşı koyulamaz olacağını kim tahmin edebilirdi ki... Beni kışkırtmak, beni çözmeye çalışmak… Bloom, ikimiz de bu oyununu benim kazanacağımı biliyoruz.”
Valtor mendili sıkıca avucunda sıkarak, bir adım ileri attı. Ay ışığı, odanın köşelerinde mor gölgeler yaratıyor; her hareketi, onun içindeki arzunun yankısını karanlıkla harmanlıyordu.
Gözlerini mendilden kaldırdı, alaycı bir sesle mırıldandı: “Küçük bir mendil… ve yine de benden daha fazlasını almayı başardın. Aferin, Bloom. Her zaman bir adım öndesin.”
Dudaklarının kenarında gülümseme kaldı, ama bakışları artık sadece alay değil, kontrolsüz bir arzu taşıyordu.
Valtor, mendili burun ucuna yaklaştırıp derin bir nefes daha çekti. Kokusu, onu sarsıyor, bedeninde ve ruhunda bir yankı yaratıyordu.
“Ah Bloom…” dedi alçak ve karanlık bir fısıltıyla. “Bir gün… bütün sırlarını bana göstereceksin. Ve o gün geldiğinde… senin, o aklının başından uçup gitmiş halin... Düşüncesi bile ne kadar zevk veriyor, tahmin dahi edemezsin.”
Valtor, boştaki eliyle sakince pantalonunun kemerini çıkarıp düğmesini açtı ve elini dolduran, sertleşmiş, pantalonunu zorlayan aletini dışarıya çıkarıp yavaşça duvara yaslandı.
Nefesi gereksiz yere hızlanıyordu ve bu, onu deli ediyordu. Onun bıraktığı bu etki, aklını başından alıyordu.
Elindeki mor mendile kısa bir bakış attı. Gözleri, arzuyla yanıp tutuşuyordu. Az önce yapmak istedikleri... Eğer gitmesine izin vermeseydi neler olurdu?
Onun o kurnaz ifdesini, arzuyla dolup taşmış bir ifadeyle değiştirmek istiyordu. Sinsice bakan o alev alev gözlerinden akan yaşları yalamak ve o kan kırmızısı dudakları kanatmak istiyordu.
Onu yalvartmak, bedeninin her karşını ezberlemek ve her karışına sahip olmak istiyordu.
"Ah... Sen gerçekten... Beni, delirtiyorsun."
Aletini saran mendil, her hareketinde bedeninin sıcaklığını arttırırken terlemeye başlayan bedeni aklını bulandırmaya başlamıştı...
Onu yatağa bağlamak, onu tüm çaresizliği ve kıpırdayamamanın verdiği gerilimle yalnızca kendine ait kılmak istiyordu.
Her titreyen nefes, her istemsiz kıpırtı, onun kontrolünde, ve bu kez ona nazik davranmak istemiyordu.
Delirmesini istiyordu...
Onun bedenini sahiplenmenin verdiği karanlık haz... Bloom’un inlemeleri neredeyse kulaklarında yakılanıyordu; onu hem güçsüz hem de baştan çıkarıcı hâle getiriyordu.
Elleri kendiliğinden hızlandı, mendili sıkıca tutarken hayalindeki Bloom’un kurnaz bakışlarını düşündü. Her bakışı, her cilveli gülümseyi, ona karşı koyamayacağı bir arzu uyandırıyordu.
“Ah, sen… bu kadar cesur ve kışkırtıcı… her dokunuşun, her bakışın… içimdeki karanlığı körüklüyor,” diye fısıldadı kendi kendine, alaylı bir gülümsemeyle.
Sürekli kışkırtıcı cümlelerle onu delirten ağzını tıkamak istiyordu. Aletini sokmak ve Bloom'un nefes almasını dahi engellemek...
Delirecek gibiydi... Düşüncesi bile bedeninin baştan aşağı titremesine neden oluyordu ve elinde, mendilin arasında tuttuğu aleti sanki sınıra ulaşmak niyetinde değildi.
Hissediyordu, ihtiyacı olan şeyi de biliyordu.
Ter içindeydi ve bedeni daha fazlasını istiyordu. Elinde, menileriyle kaplanmış mendili gözlerinin önüne getirdi.
Yüzünü saran alaylı gülümsemesi büyürken derin bir nefes verdi. "Ah... Seni, bırakmamalıydım..."
...
Yazar Notu: Bir süre yokum. Utançtan öleceğim sanırım. 🫠😵💫
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |