29. Bölüm

İhtişamın İnfazı

LEZZA
_vandes_

Bulutlu Kule’nin en üst katı, güneş doğmadan çok önce, alışılmadık bir hareketliliğe sahne oluyordu. Sabahın henüz alacakaranlıkta kaybolan ilk saatleriydi ve Stella, kış uykusundan uyanmış bir volkan gibiydi; sesi, odayı saran tüy yığınlarını ve uykunun son izlerini bile dağıtıyordu. “Hadi, hadi, hadi! Eraklyon Sarayı’nın o ihtişamlı merdivenleri bizi bekliyor ve en önemlisi, Magix’in en lüks butiğinden aldığımız kıyafetler! Uyanın, güzellik uykusuna son!”

Bu çığlık, Trix'in sabır sınırlarını zorluyordu. Icy, yastığını kafasına bastırdı ve boğuk bir sesle, “Bu, bir düğün değil, diplomatik bir görev. Biraz daha yavaş ol, prenses,” diye homurdandı. Stormy ise yataktan fırlarken saçlarının elektrik yüklü olduğunu hissetti ve sinirle homurdandı, “bu saçmalığa tahammül etmek zorundayız diye, bu kadar erken kalkmak zorunda mıyım? Lanet olsun, bu alışverişten bile daha kötü!” Darcy ise daha soğukkanlıydı. Yatağının kenarına oturdu ve tırnaklarına baktı. “Unutma, Stormy, bu bir ‘güç gösterisi’. Giyinmeliyiz.”

Stella, grubun bu anlık karmaşayı görmezden gelerek, kendi hazırlık masasının başına geçti. O, bugünün, tüm krizleri unutturacak bir moda manifestosu olacağından emindi.

Giydiği elbise, yalnızca bir kıyafet değil, Solarya’nın Güneşi’nin somutlaşmış haliydi.

Korsaj kısmı, zengin, satenimsi sarı bir tonda, sıkı dokulu kumaşıyla belini kusursuzca sarıyor, incecik yapısını vurguluyordu.

Omuzlardaki hacimli, dirseklere kadar inen puf kollar ve korsajın altından dökülen krem rengi Fransız dantelleri, görünüme nostaljik, kraliyet balosu zarafeti katıyordu.

En çarpıcı detay olan yüksek-alçak kesim, önü dizlerin hemen üstünde bitip, arkaya doğru uzun, dramatik bir kuyrukla uzanıyordu; bu kesim, onun kusursuz bacaklarını sergilerken, her adımına bir zarafet katıyordu.

Ayaklarında ise, elbisesinin tonuna mükemmel uyan, bilekten bağlamalı, altın rengi, mücevher detaylı zarif topuklular parlıyordu.

Makyaj masasına oturduğunda, ışık yüzünün yumuşak hatlarını okşuyordu.

Yanaklarına uyguladığı şeftali ve pembe tonlarındaki allıklar, genç bir canlılık katarken, gözleri bu görünümün odak noktasıydı.

Dumanlı altın ve bronz farlar, badem şeklindeki gözlerini çerçeveliyor, kirpik diplerine çekilen ince eyeliner ve hacimli takma kirpiklerle derinlik kazanıyordu.

Dudaklarını, makyajın geri kalanıyla denge oluşturacak şekilde, parlak, doğal pembe-şeftali tonunda bir ruj ile renklendirdi.

Boynunu süsleyen büyük, sallantılı elmas ve altın kolye ve kulaklarındaki damla formlu küpeler, her hareketiyle ışıltılı notalar yayıyordu.

Saçları, başının üst kısmında hacimli, klasik bir topuz formunda toplanmış, asil bir zarafeti temsil ediyordu.

Stella, aynadaki yansımasına bir öpücük gönderdi. “İşte, Eraklyon’u gölgede bırakacak olan asalet!” diye fısıldadı.

Flora, Stella’nın aksine daha sakin ama aynı derecede büyüleyici bir hazırlık içindeydi. Tenine yayılan ipeksi fondöten, onu porselen bir tanrıçaya çevirmişti. Göz kapaklarına, günbatımının bakırını ve ormanın gölgeli yeşilini anımsatan farlar uygularken, her kirpiği ustaca yukarı doğru kıvrıldı.

Korse beli, üzerine işlenmiş inci ve varaklarla nazikçe sarılıyordu.

Elbisesinin kuyruğu, binlerce gül yaprağını taşıyormuşçasına narin, beyaz ve krem karışımı, yaprak motifleriyle süslenmiş bir sanat eseriydi.

Saçları, parlak kumral tutamları geriye doğru bükülerek ensesinde hacimli, dalgalı bir topuz oluşturmuştu.

Bu sade ve romantik model, onun uzun inci gerdanlığını mükemmel bir şekilde sergiliyordu.

Flora, ayakkabılarını giyerken gülümsedi. Bu elbise, onun Limphea'nın huzurunu Eraklyon’a taşıma biçimiydi.

Hemen yanında, Layla’nın hazırlığı okyanusun enerjisini taşıyordu. Makyajında, gözlerine denizlerin derinliğini yansıtan turkuaz ve zümrüt yeşili farları ustaca uygularken, yanaklarına inci tozu ışıltısı kattı.

Saçları, bir deniz dalgası gibi omuzlarına dökülmeden önce, parlak incili tacı başının etrafına yerleştirildi.

En sonunda, üzerine pırıl pırıl, balık pulu dokulu zümrüt yeşili elbisesini giydi.

Elbisenin yüksek yırtmacı, sanki bir denizkızının kuyruğu ikiye ayrılmış gibiydi; her hareketi, su altında süzülen bir silüet yaratıyordu.

Boynuna yerleşen masmavi kolye, Layla’nın Andros Prensesi olarak gücünü ve zarafetini tamamlıyordu.

“Hazırım,” diye fısıldadı, sesi kararlıydı.

Musa, sadeliğin ve güçlü ifadenin peşindeydi. Makyaj masasına oturduğunda, kiraz çiçeği yapraklarının kırmızısını andıran farı, gözlerinin gizemli siyahına özenle uyguladı.

Rujunu sürdüğünde, dudakları bir gece çiçeği gibi açıldı.

Saçları, koyu ve uzundu; tepeye taktığı altın kanzashi saç süsü, piyanodan çıkan ilk notanın yankısı gibiydi.

Elbisesi, tam olarak kendini ifade etme biçimiydi: Kırmızı ipek, omuzlarına dökülürken, üzerine işlenmiş müzik notaları sanki gerçekten mırıldanıyordu.

Kuşağı bağladığında, kendini tamamen bir melodiye dönüştürdü.

Yırtmaçtan zarifçe uzanan bacağı ve kırmızılı ayakkabıları, Melody’nin ruhunu taşıyacaktı.

Tecna ise, geleneğin dışında, modern bir prenses zarafeti yansıtıyordu. Seçimi, göz alıcı ve sofistike bir koyu mor elbise oldu.

Elbisenin yapısı, kalçanın hemen altında biten, yüksek belli mini bir elbise üzerine, önü açık, uzun, kuyruklu bir dış giysinin eklenmesiyle oluşmuştu.

Kumaşın genelinde, gümüşi-beyaz renkte, akıcı, soyut ve siberpunk deco esintili karmaşık nakışlar yer alıyordu.

Yaka kısmı, saten parlaklığında, geniş ve bürümcük mor bir kumaşla çevrili, derin bir V kesim oluşturuyordu.

Makyajı temiz, keskin ve vurguluydu; gözleri, koyu eyeliner ve hafif dumanlı far ile çerçevelenmişti.

Saç modeli, simetrik, çene hizasında küt kesimli, parlak ve canlı bir koyu menekşe rengindeydi.

Görünümünü tamamlayan en çarpıcı aksesuar, elbisesinin rengiyle uyumlu, büyük, mor taşlı ve gümüş işlemeli, yüksek yakalı bir kolyeydi.

Trix, giyinmeyi sadece bir zorunluluk olarak değil, güçlerinin görsel bir uzantısı olarak görüyordu. Onların kıyafetleri, birer tehdit ve meydan okumaydı.

Icy’nin üzerindeki elbise, kış ortasındaki gökyüzünün en derin mavisine adanmış bir sanat eseriydi.

Kraliyet mavisi ipek, vücudunu bir zırh gibi sarıyor, yüksek, şövalye yakası duruşuna meydan okuyan bir asalet katıyordu.

Elbisenin etekleri ve uzun kolları, her biri sabırla işlenmiş binlerce gümüş kar tanesi ve buz kristali deseniyle bezenmişti.

Yüksek yırtmaçtan görünen bacağındaki zarif kar tanesi deseni, adeta tenine kazınmış bir kış imzasıydı.

Başının üzerindeki uzun, yüksek at kuyruğu, kendi saçlarından yapılmış bir taç gibiydi.

Gözleri, buzul göllerinin gizemini taşıyordu; gümüş ve mavinin soğuk tonlarıyla yapılan dumanlı makyaj, bakışlarına Kuzey Işıkları'nın keskinliğini katıyordu. Ayakkabıları keskin kenarlı buzdan, yüksek ve tek kelimeyle göz alıcıydı, bacak dekoltesinin arasında bir kar tanesi misali parlıyordu.

Icy, aynaya baktı ve dudaklarının kenarında hafif, alaycı bir gülümseme belirdi. "Eraklyon'a sonsuz kışı getireceğim," diye fısıldadı.

Darcy, aynanın karşısında asaletle dikiliyordu. Üzerindeki, gölgelerin rengini çalmışçasına koyu mor elbise, incecik belini saran korsajı ve yırtmacından süzülen bacağıyla asaletini ilan ediyordu.

Omuzlarındaki tüylü yaka, bir kuşun kanatları misali dramatik bir hava katarken, boynundaki büyük taşlı kolye, derin dekoltesinde parlıyordu.

Gözleri, koyu dumanlı makyajın ve kuyruklu eyelinerın gölgesinde, altın ve kahve tonlarında bir gizem taşıyordu.

Darcy, bu görünümle, karanlığın ve illüzyonun çekiciliğini somutlaştırıyordu. Dudaklarında tehditkâr bir eğri oluşmuştu.

Stormy ise, kudretini kan kırmızısı elbisesiyle somutlaştırıyordu. Yüksek, sivri yakalar boynunu bir kalkan gibi sararken, derin göğüs dekoltesi ve etekteki pervasız yırtmaç, sadece gücünü değil, gözü pek cesaretini de ilan ediyordu.

Elbisesinin kadifemsi kumaşı, karanlık ve kıvrımlı oymalarla işlenmiş zırh plakalarıyla kesilmişti; özellikle korsajındaki beyaz şimşek motifi, onun gerçek bir fırtına kraliçesi olduğunun mührüydü.

Morun en karanlık tonuna boyanmış, hacimli topuzu, başının üzerinde bir taç gibi duruyordu.

Gözleri siyah ve mürekkep moru gölgelerle çizilmişti; baktığı yerde şimşek çakacakmış gibi bir yoğunluk taşıyordu.

Bulutlu Kule'nin en üst katı, Winx ve Trix'in rekabetçi ruhlarının çarpıştığı bir moda savaş alanına dönmüşken, gerçek güç gösterisi asıl meydan okumanın kalbinde, yani Valtor’un Odası’nda hazırlanıyordu.

Bloom, giyinme odasının ortasında, alevli saçlarının tonunu yansıtan elbiselerin, ayakkabı ve mücevherlerin arasında duruyordu.

Hazırlık masası makyaj malzemelerinin dağınıklığıyla doluydu.

Elbisesi, bir prensesin lüksünden çok, bir kraliçenin gölgelediği bir gücü yansıtıyordu.

Yüzüne ince bir katman halinde sürdüğü porselen makyajı, onu bir hayalet gibi, ancak bir o kadar da kusursuz gösteriyordu.

Göz makyajına geçtiğinde, elindeki fırça bir ressamınki gibi kararlıydı. Göz kapaklarının üzerine uyguladığı yoğun, keskin siyah dumanlı far, yorgunluğun ve endişenin izlerini silerek bakışlarına tehlikeli bir derinlik kattı. Gözlerini daha da uzatan ve kaldıran kuyruklu eyeliner, bakışlarının her zamankinden daha keskin, daha hesaplı görünmesini sağladı.

Kirpiklerine sürdüğü yoğun maskara, gözlerinin altındaki koyu farın üzerinde adeta birer alevin titrek gölgesi gibi duruyordu.

Bu dramatik makyajı, zarifçe kavisli, ince çizilmiş kaşlarıyla tamamladı; yüzünün ifadesi, artık neşeli bir perinin değil, soğukkanlı bir stratejistin ifadesiydi.

Dudakları, makyajın geri kalanıyla tezat oluşturacak şekilde yumuşak ve doğal kalmalıydı.

Parlak, nude pembe tondaki ruju sürerken, bu rengin, elbisenin gotik ihtişamı içinde bir tür masumiyetin, henüz söndürülememiş bir umudun son fısıltısı olduğunu düşündü.

Bu görünümde, her şey ya dramatik ya da sessizdi; arada bir ton yoktu.

Ardından saçlarına geçti.

Normalde omuzlarından dökülen alev rengi saçları, bu meydan okuma için Ember haline bürünmüş, gümüş saçları, sırtına doğru uzun, dalgalı bir sel gibi akarken, ön kısımları yüzünün keskin hatlarını yumuşakça çerçevelemişti.

Bu renk değişimi, Bloom’dan bir kopuş, Eraklyon'a gidecek olanın sadece bir 'Bloom' değil, gücünü gölgelerden alan bir figür olduğunun görsel bir ilanıydı.

Sonunda, elbisesini giydi. Siyah, deri benzeri kumaş, vücudunu bir zırh gibi sararken, derin V yakası boynunun hassas çizgisini ortaya çıkarıyordu.

Elbisenin üzerindeki altın ipliklerle işlenmiş karmaşık floral ve soyut işlemeler, adeta bir isyan bayrağı gibi, kumaşın her bir santimetrekaresinde yanıp sönüyordu.

Omuzlardan başlayıp yere kadar uzanan pelerin, her adımı dramatikleştirecek, bir fısıltı gibi peşinden sürüklenecekti.

Belini saran ince altın zincirler ve safir taşlar, onu bir prensesten çok, bir savaşçı kraliçeye dönüştürmüştü.

Boynunu süsleyen, boğazını saran altın detaylı, safir taşlı kolye ve sallanan uzun küpeler, bu karanlık görünüme son parlak dokunuşları ekledi.

Bu aksesuarlar, bir zamanlar sahip olduğu sihirli enerjinin hapsedilmiş bir göstergesi gibiydi; göz kamaştırıcı ama ulaşılamaz.

Bloom, son dokunuş olarak ayaklarına aynı taş ve altın detaylarını taşıyan yüksek topuklu ayakkabıları geçirdi.

Bir anlığına durdu ve aynadaki yansımasına baktı.

Gördüğü kişi, ne çocuksu, ne de saf periydi.

Kapı aniden açıldı ve içeriye Valtor girdi.

Valtor'un gümüş akıtılmışçasına bembeyaz saçları, omuzlarına dökülürken, ay ışığının teninde yarattığı etkiyi uyandırıyordu. Üzerindeki zırh gibi duran siyah takım; dar kesimli, dik yakalı ve ince, siyah ipekten oyma desenlerle bezenmiş ceketi, göğsündeki büyük, damla şeklindeki yakut broşun ihtişamını vurguluyordu.

Ve o pelerin... Siyah kadifenin karanlığı, iç astarındaki taze dökülmüş kanın derin ve tok kırmızısıyla öyle bir tezat oluşturuyordu ki, her hareketi bir gölgenin canlanışıydı.

Siyah eldivenlerle kaplanmış elleri ve sert, tokalı çizmeleri, onun sadece bir soylu değil, aynı zamanda tehlikeli bir savaşçı olduğunu fısıldıyordu.

Bloom'un elbisesinin gölgelerin içindeki ışıltısı, onun bile dikkatini çekmişti.

“Görünüşe göre, bu sahneyi Ember'a vermek istedin, sevgilim,” dedi Valtor, sesi kadife gibi alaycıydı.

Gözleri, Bloom’un gümüş saçlarında ve pürüzsüz teninde gezindi. “Tüm evrenleri gölgede bırakacak kadar çarpıcısın.”

Bloom, yüzündeki o doğal nude tondaki rujun altında dudaklarının hafifçe kıvrıldığını hissetti.

Başını hafifçe yana eğerek, omuzlarının yapılı siluetini daha da vurguladı.

“Kendi varlığımı oraya layık görmüyorum.” diye fısıldadı sesi, bir kılıç darbesi kadar keskindi. Gözleri, derin siyah farın gölgesinde parladı.

Valtor, bu meydan okumaya gülümsedi: Ham ve kontrol edilemeyen bir güç.

“Mükemmel,” dedi, bir memnuniyet mırıltısıyla. “O zaman, meydan okumanı sergile. Bu gece Eraklyon Sarayı'nın ihtişamını, kendi ihtişamınla nasıl yakacağını görelim.”

Bloom, Valtor'un sözlerinin ve bakışlarının tadını çıkarırken bile, aynadaki yansımasının mükemmelliğinin altında bir rahatsızlık titreşimi hissediyordu.

Elbisenin siyah derisi, üzerine yapışan ikinci bir ten gibiydi; saçlarının gümüş akışı, bir nehrin sessiz ve buzlu akıntısıydı.

Görünüşte, o bir başyapıttı: Gölgelerden doğmuş, güçle kaplanmış bir kraliçe.

Ancak bu kusursuz zırhın içinde, Bloom'un ruhu huzursuzdu.

Her şey yerli yerindeydi, fakat sanki bir ruhu yoktu.

Valtor, kelimeleriyle odadaki havayı yakıp geçtikten sonra, Bloom’un ani sessizliğini ve o keskin duruşundaki anlık donukluğu fark etti.

O, bir bakışta, Bloom’un dudaklarının hafif kıvrılmasının bir zafer anı değil, gergin bir tiyatro jesti olduğunu anlayacak kadar Bloom’un her hareketini ezberlemişti.

Bloom’un bakışları, aynadaki kendi yansımasına kilitlenmişti; sanki o figürün gerçekten kendisi olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.

Valtor, bu yeni, güçlü ve soğuk Bloom’a hayrandı; ama o, hayranlığın ötesinde, Bloom’un özündeki alevin parlamasını istiyordu.

Kontrol edilebilir, manipüle edilebilir bir kukla değil, tamamen kendi gücünün farkında olan bir ortak arıyordu.

Valtor, adımları neredeyse ses çıkarmadan, bir gölge gibi Bloom'a yaklaştı. Hızla değil, avını köşeye sıkıştıran bir yırtıcının ölçülü, kararlı hareketiyle. Bloom'un arkasında durdu ve iri, siyah eldivenli ellerinden birini nazikçe, neredeyse kutsal bir şeye dokunur gibi, Bloom'un ince beline yerleştirdi.

"Kafanı kurcalayan ne, Bloom." diye mırıldandı, sesi Bloom’un saçlarının gümüş sularında kayboluyordu.

Eli, Bloom'un belini usulca kavradı ve onu kendine doğru çevirdi. Bu hareket, baskıcı değil, yönlendiriciydi; Bloom'u kendi ekseninde döndürerek, onu doğrudan Valtor'un yakut broşuyla yanan göğsüne bakmaya zorladı.

Diğer eli, daha da hassas bir şekilde, Bloom'un çenesinin ucuna dokundu.

Siyah eldivenin ipeksi dokunuşu, Bloom'un makyajla pürüzsüzleşmiş teninde tuhaf bir kontrast oluşturdu. Başını, sadece gözlerinin içine bakabileceği bir açıyla, yavaşça yukarı kaldırdı.

"Hazırlığın kusursuz, Bloom. Öyleyse sorun ne?" diye sordu Valtor. Sesi, bir sorgulama tonundan çok, bir fısıltı gibiydi. "Sen... sen bir hayalet gibi görünüyorsun. İçindeki hayran olduğum o yangın nerede?"

Bloom, Valtor'un avcunun altındaki çenesini nazikçe çekmek istedi, ama Valtor buna izin vermedi.

Gözleri, Valtor'un delici, kırmızıya çalan gözlerine takılı kaldı. "Sevdim," diye geveledi, sesi kendi kulaklarına bile cılız geldi. "Ember'ı seviyorum, Valtor. Bu güç, bu tavır... her şey çok doğru hissettiriyor."

Dudakları, bir anlık duraksamadan sonra, cümleyi tamamladı. "Ama yine de, olması gerektiği gibi hissetmiyor. Sanki..." Bir an tereddüt etti, sonra zırhını düşürdü. "Sanki ben değilmişim gibi. Bu kusursuzluk, beni anımsatmıyor."

Valtor'un yüzündeki endişe anlık da olsa belirginleşti. O, bu gücü ve soğukluğu Bloom'un kendi isteğiyle benimsediğini biliyordu; ancak bu maskenin Bloom'u rahatsız etmesi, onu öfkelendirdi.

O, Bloom’u, o ham, saf, fırtınalı gücüyle, pervasız ve duygusal haliyle seviyordu.

Değişmeye, gölgelenmeye zorlanan bir Bloom'u değil.

Valtor, çenesindeki elini yavaşça yana kaydırıp Bloom'un yanağını okşadı. "Sana yalan söylemeyi yasaklıyorum, Bloom. Hele ki kendine yalan söylemeni." Sesi şimdi daha tok, daha emrediciydi, ama gözleri yumuşaktı. "Bütün bu ihtişam... bu, bir gösteri. Eğer bu gösteri seni tüketiyorsa, o zaman Eraklyon'a gidecek olanın sen değil, Ember olduğunu unuttun demektir."

Bloom'un gözleri hafifçe genişledi. "Ama ben..."

"Benim istediğim tek şey, senin gücün," diye fısıldadı, Bloom'un yanağındaki elini, boynunun hassas çizgisine indirdi ve kolyenin safir taşlarına dokundu. "Ve senin gücün, herhangi bir maskeye ihtiyaç duymaz. Sen, kendi başına bir meydan okumasın. Kendini değişmek zorunda hissetme. Olduğun kişi... o, beni yeterince cezbediyor."

Valtor'un sözleri, Bloom'un içindeki gerginliği bir miktar gevşetti. Maskenin bir rol olduğunu, ama rolü oynayanın kendisi olduğunu hatırladı. Ve bu rahatlama, yüzüne bir gülümseme getirdi.

Gözlerini kısarak, bakışlarını Valtor’un gözlerinden aşağı indirdi; siyah deri ceketi, göğsündeki yakut broşun hemen üzerinde durdu.

Onun çekiciliğini fark etti.

Onun ilgisini...

Şu an seksi görünüyordu; bunu biliyordu ve bu gücü ilk defa bir silah olarak kullanma dürtüsü içinden yükseldi.

Bloom, beline dolanmış olan Valtor'un eline kendi ince, zarif elini koydu, eli siyah eldivenin üzerinde ufak ve beyaz duruyordu.

Parmak uçlarıyla, Valtor'un eldiveninin tokalı bilek kısmını okşadı.

"Bu kıyafetteki halinin, beni yeterince cezbedip cezbetmediğini öğrenmek ister miydin?" diye sordu, sesi kışkırtıcı bir fısıltıydı, o nude pembe dudakların arasından süzülüyordu. Gözleri, alevli bir meydan okumayla parlıyordu.

Valtor'un yüzündeki gergin ifade, aniden, kontrol edilemeyen bir arzuyla eridi. Başını hafifçe yana eğdi, dudaklarının kenarları gergin bir şekilde yukarı kalktı. "Korkarım," dedi, sesi boğuklaşmıştı, "bu kadar çarpıcı bir kadınla oynaşmak, bizi Eraklyon'a olan yolculuğumuza ciddi şekilde geciktirecektir. Ve bu gece..."

Valtor, elini Bloom'un belinden yavaşça çekti, sanki bir ateşi söndürmeye çalışıyormuş gibi isteksizce. Geri çekilirken, Bloom'un belini en son bir kez daha sıktı. "Sabır, Ember," diye fısıldadı, Bloom’un gümüş saçlarının arasına ufak bir öpücük kondurarak. "Akşam, bu ihtişamın ne kadar tehlikeli olduğunu daha yakından göreceğim."

Geri çekildi, pelerininin astarındaki kan kırmızısı, bir anlığına karanlık odada parladı.

Bloom, kurnaz ve memnun bir ifadeyle gülümsedi.

"O zaman," dedi Bloom, sesi şimdi bir stratejistin soğukluğuyla doluydu, "Gitme vaktimiz geldi."

Omuzlarını dikleştirdi ve pelerini peşinden sürükleyerek, Valtor'un yanından geçti ve kapıya doğru yürüdü.

Kapının eşiğinde, durdu ve arkasına dönüp Valtor'a son bir, meydan okuyucu bakış attı.

Valtor ise tek kelimeye onun bu alevli haline bayılıyor ve şu an, tam anlamıyla baştan çıkarılıyordu.

Valtor, Bloom'un kapı eşiğindeki meydan okuyucu bakışını bir anlığına süzdü. Göğsünde, bir fırtına öncesi sessizliği gibi bir gerginlik vardı.

O, Bloom’un bu yeni, hesaplanmış kışkırtıcılığına hayrandı.

Bu, ham güçten daha fazlasıydı; bu, kontrol edilen arzuydu.

"Gidelim, küçük alevim," diye mırıldandı, sesi neredeyse fısıltıydı ama her kelimesi odadaki havayı titretecek kadar güçlüydü.

Valtor, Bloom’un yanına yürüdü. Bloom, gümüş rengi saçlarının pelerini gibi omuzlarından dökülmesine izin vererek, zarif bir hareketle kolunu Valtor’un sıkı koluna doladı.

Valtor’un kolundaki Bloom, bir prensesin zarafetinden çok, bir ejderin geri alınmış gücünü yansıtıyordu.

Kuledeki büyük salonun dışında, Winx ve Trix grupları hazırlanmış, onları bekliyorlardı.

Ortam, Winx’in zarafeti ile Trix’in keskin, tehditkar ihtişamının gergin bir karışımıydı.

Uzmanlar, salonun karşı köşesinde, gümüş ve beyazın aksine, kendi kıyafetleri içinde, biraz huzursuz bir şekilde duruyorlardı.

Stella, Solarya'nın Güneşi'ni andıran kıyafetiyle, grubun en dikkat çekici figürüydü.

Dış kapı, Valtor ve Bloom merdivenin son basamağını bitirirken açıldı.

Tüm bakışlar anında, çevrelerini saran durgunluğu dondurarak, yeni gelen bu uyumlu ikiliye çevrildi.

Sessizlik...

Herkes, Valtor'un her zaman korkutucu ama aynı zamanda çekici olan varlığına alışkındı. Ama Bloom...

Bloom’un gümüş saçları, keskin siyah dumanlı makyajı ve o gotik zırhı andıran siyah-altın elbisesi, herkesi şaşkınlığa uğrattı.

Bu, onların tanıdığı Bloom değildi. Bu, Bloom'un bir karabasandan çıkmış hali gibiydi.

Trix, bu dönüşüme alışkındı, Ember onlar için bir devrimdi ve kabul, memnuniyet karışımıyla tepki verdiler.

Icy, her zamanki alaycı, buzlu sesiyle ilk tepkiyi verdi, “vay, vay, vay. Uzun zaman oldu, Ember.”

Stormy, kollarını göğsünde kavuşturdu ve hafifçe güldü, “tam da Ember'a yakışır bir zırh. Bu gece ki Eraklyon safsatası sandığımdan eğlenceli olacak gibi...”

Darcy ise sadece gülümsedi. Onun bakışları, Bloom’un makyajındaki keskinlikte ve Valtor’un koluna dolanmış elindeki sahiplenici duruşta gezindi. Bu, sadece bir kıyafet değildi; bu, bir beyandı.

Winx'in tepkisi ise tamamen şok ve belirsizlik karışımıydı.

Flora’nın yüzündeki sükunet yavaşça dağıldı. Çiçeklerle bezeli elbisesinin içinde gerginleşti. “Bu... Bu kıyafet, onun ruhunu yutmuş gibi görünüyor.” diye fısıldadı, içine kapanmış gibiydi.

Musa, “aslında fena değil ama... Bu, Bloom değil.”

Ancak bu şok ve fısıltılar arasında, Stella öne çıktı. Solarya’nın Güneşi'ni somutlaştıran varlığıyla, haykırdı. “Bloom! Bu ne böyle? Bir moda cinayeti işliyorsun! Gümüş saçlar mı? Ciddi misin? Sanki bütün bir kış uykusunu yüzüne yığmışlar! O altın işlemeler bile seni kurtarmaz, inan bana!”

Stella’nın yüksek sesli eleştirisi, salonda gergin bir kahkahaya neden oldu.

Stella için, en büyük ihanet, estetik değerlere ihanet etmekti.

Bloom, Valtor’un kolunda dururken, yüzündeki pembe rujun altından hafif bir alay ifadesi belirdi. Bakışları, Stella’nın güneş sarısı ve krem, dantelli, abartılı kıyafetine kaydı.

Valtor, Bloom’un belini nazikçe sıktı ve başını hafifçe eğerek, Bloom'un gümüş saçlarının arasına fısıldadı, "kalbinin sesini dinle, Bloom."

Bloom, Valtor’a dönmeden, sesi bir bıçak kadar keskin ve soğuktu.

Bloom, bakışlarını Stella'dan ayırmadı. Dudaklarındaki alaycı kıvrım, daha belirgin hale geldi. Sesi, ne Valtor'un güçlü fısıltısı gibi havayı titretiyordu ne de Stella'nın çığlığı gibi salonu dolduruyordu; daha ziyade, cilalı bir metalin soğukluğunu taşıyordu.

"Haklısın, Stella," dedi Bloom, her kelimesini dikkatle seçerek. Elbisesi üzerindeki altın işlemeler, tavandaki loş ışığı yakalarken hafifçe parladı. "Bu elbise, senin 'moda cinayeti' dediğin şey olabilir."

Stella, Bloom'un bu beklenmedik sakin, neredeyse kırılmaz kabulüne şaşırmış, nefesini tuttu.

Bloom devam etti, sesi şimdi daha yüksek, ancak hâlâ tamamen kontrol altındaydı.

"Ama inan bana, bu geceki amacım, 'en iyi giyinen' unvanını almak değil. Giydiğim her şey, bulunduğum her yer ve yaptığım her hareket... hepsi bir beyan niteliğinde."

Elini, Valtor'un kolunun üzerinden, gotik zırhı andıran elbisesinin keskin yaka çizgisine doğru kaydırdı.

"Bu kıyafet, bu renkler, bu saçlar," diye mırıldandı, sesi daha kişisel, neredeyse bir sır verir gibiydi. "Bunlar, olduğum kişi değil, Stella. Bunlar, bu anın benden olmamı beklediği şey. Onları onaylamam için beni zorunda bırakanlara karşı, bir meydan okuma."

Bloom, çelikten yapılmış bir taç gibi duran gümüş saçlarına dokundu. "Eraklyon'un törenine, benim kendi benliğimle gelmemek, onlara sunabileceğim en büyük onur suikastidir. Onların görkemli fiyaskosuna katılabilirim, ancak bunu, onların istediği kılıkta yapmam."

Valtor, Bloom'un bu etkileyici tiradı sırasında yüzünde gururlu bir ifadeyle hafifçe gülümsedi. Kolunu tutuşu hafifçe sıkılaştı.

Winx sessizdi, Bloom'un bu keskin mantığının ve soğuk kararlılığının önünde ne diyeceklerini bilemiyorlardı.

Bu, duygusal bir savunma değil, siyasi bir stratejiydi.

...

Eraklyon Sarayı’nın Balo Salonu, mimari bir abartıydı; kubbeli tavanı, yüzlerce kristal avizeyle aydınlatılmış, her bir ışık damlası cilalı mermer zeminde dans ediyordu.

Salon, Magix'in en eski ve en güçlü hanedanlarının bir araya geldiği, canlı, gürültülü bir mücevher kutusu gibiydi.

Köşelerde, yayılan bir parfüm bulutu içinde, Zenith'ten gelen teknokrat lordlar, Andros'un deniz mavisi ipeklerine bürünmüş soylular ve Solarya’nın parlak altın tonlarını taşıyan misafirler kümelenmişti.

Kalabalık içindeki paparazziler ise, sihirli kameralarını giriş kapısına kilitlemişlerdi.

Herkes, bu diplomatik krizin en hassas anında, yakalanan her kare, Magix basınının manşetlerini süsleyecekti.

Saatler ilerlerken, sarayın büyük kapıları aniden, tok ve dramatik bir gürültüyle açıldı.

​Anonsçu, o ana kadar ortamı dolduran fısıltıları ve şamataları kesen, güçlü ve resmi bir sesle haykırdı. "Eraklyon Kralı Erendor ve Kraliçe Samara!"

​Kapı aralığında, krizin merkezindeki ev sahibi çift belirdi. Kral Erendor, yaşının olgunluğu ve gücü simgeleyen koyu lacivert, işlemeli bir askeri tunik giyiyordu; omuzlarındaki altın zırh plakaları, Eraklyon’un köklü askeri tarihini yansıtıyordu. Yüzü, saray protokolüne yakışır derecede sert ve resmiydi; ancak gözlerinin derinliklerinde, son olayların getirdiği yorgunluk ve tedirginlik gizleniyordu.

Kraliçe Samara, kocasının hemen yanında, bir zarafet ve vakar abidesi gibiydi. Üzerindeki som altın rengi ipek elbise, yüzlerce elmas parçacığıyla işlenmişti; kumaş, her hareketiyle sıvı ışık gibi akıyor, bir kraliçenin görkemini yansıtıyordu. Saçları, değerli taşlarla süslenmiş yüksek bir taçla sabitlenmiş, boynunu Eraklyon’un mührünü taşıyan büyük, safir bir kolye süslüyordu. Kraliçenin duruşu kusursuzdu, ama gözleri tıpkı Erendor’unki gibi, sarayın kapısından bir sonraki, daha tehlikeli girişi beklercesine gergin bir ifade taşıyordu.

​Erendor ve Samara, halının üzerinde ölçülü, asil adımlarla ilerlerken, kalabalık iki yana eğilerek onlara saygı gösteriyordu. Salonun enerjisi, resmiyet ve baskı altında ezilen bir beklentiye dönüştü.

​Kraliyet çifti tahtlarına oturduğunda, salonda kısa bir anlık sessizlik yaşandı; bir nefes tutma, bir sonraki felaketi bekleme anıydı bu.

​Ve sonra, kapı tekrar açıldı.

"Eraklyon Prensi Syk ve Lady Diaspro!" Diye bağırdı anonsçu ve ağır kapıların ardında adım adım yürüyen, beyazlar içinde iki kişi belirdi.

​O anda, salonun o ana kadar Kraliyet çiftinin ihtişamına odaklanmış olan tüm enerjisi, yeniden açılan büyük kapıya doğru fırladı.

Ortamdaki gerilim, bir patlama öncesi sessizliği gibiydi; çünkü herkes, bu girişin sadece diplomatik bir formalite değil, aynı zamanda Prens Sky'ın geçmiş aşkı Bloom’un gelişi öncesinde, Eraklyon Hanedanı’nın güç ve kararlılık gösterisi olduğunu biliyordu.

​Kapı aralığında beliren Sky, üzerinde beyaz ve altın tonlarında, parlak ipekle işlenmiş, kusursuz bir tören üniforması taşıyordu. Üniformanın yüksek yakası, boynunun gerginliğini gizlemeye yetmiyordu. Yakışıklı yüzü, her zamanki neşeli ve açık ifadesini kaybetmişti; yerine, bir kurbanın kararlılığını taşıyan, yorgun ve ciddiyet dolu bir maske takınmıştı. Gözleri, salonun derinliklerinde, eski dostlarının ve Bloom’un (henüz gelmemiş olsa da) hayali varlığını arıyor gibiydi. Attığı her adım, bir prensin onurlu yürüyüşünden çok, ağır bir yükün altında ezilen bir adamın mecburi ilerleyişi gibiydi.

​Sky’ın kolunda yürüyen Diaspro ise, tam bir soylu zarafeti ve siyasi bir zaferin somutlaşmış haliydi. Üzerindeki elbise, sarayın avizelerinin ışığını kıskandıracak şekilde parlıyordu. Bembeyaz ipek ve altın varaklarla ve yakutlarla süslü, tül işlemeli gelinliği, Sky’ın üniformasıyla kusursuz bir uyum içindeydi; bu, Eraklyon ve İsis arasındaki mühürlenmiş birliğin görsel kanıtıydı. Elbisenin dar korsajı, ince yapısını vurguluyor; etekleri ise yakutlar ile işlenmiş, her hareketiyle lav parçaları gibi ışıldıyordu.

​Diaspro’nun altın saçları, değerli elmas tokalarla hacimli şekilde toplanmış, boynuna zarif bir dantel, yakut bezeli choker takmıştı. Üzerindeki ihtişam ve tavır, Eraklyon’un gelecekteki kraliçesi olduğunu ilan ediyordu. Yüzündeki ifade, Sky’ın kasvetli duruşuyla tezat oluşturuyordu; dudaklarında hafif, kibirli bir gülümseme vardı. Gözleri, zaferin keskin ışıltısını taşıyor, tüm salonu tarıyordu.

Onun için bu gece, sadece bir resepsiyon değil, Bloom üzerindeki mutlak zaferin ilanıydı.

​Diaspro ve Sky, kırmızı halının ortasına doğru ilerlerken, salondaki fısıltılar yükseldi ve hemen ardından kesildi. Paparazziler çılgınlar gibi flaş patlatıyorlardı; bu kare, 'Yeniden Birleşme' başlığıyla manşetlere taşınacaktı.

​Sky ve Diaspro, halının sonuna ulaştılar ve Kral Erendor ile Kraliçe Samara’nın tahtlarının hemen önüne geldiler. Diz çökerek Erendor’a saygılarını sundular.

Sky’ın bu mecburi saygı jesti, onun onurunu koruyan son kalkanıydı.

​Kral Erendor, yüzünde zoraki bir gururla, başıyla onayladı ve gür sesiyle, tüm salonun duyabileceği şekilde ilan etti. "Eraklyon Hanedanı’nın geleceği, Prens Sky ve Leydi Diaspro’nun sağlam birlikteliğiyle güvence altındadır.”

​Bu sözler, salonu bir kez daha çalkaladı.

​Prens Sky ve Leydi Diaspro'nun birliği resmen ilan edildikten sonra, Balo Salonu, yaklaşık yarım saat boyunca boğucu bir diplomatik ritüele sahne oldu.

Magix'in dört bir yanından gelen Kraliyetler ve soylular, yeni çifti tebrik etmek için sıraya girmişlerdi.

Bu anlar, yüzeyde nezaket ve iyi dileklerle dolu olsa da, hava, herkesin beklediği asıl çatışmanın ağırlığı altında titriyordu.

Sky, soğuk bir nezaketle gülümserken, Diaspro'nun zafer gülümsemesi, onun yanındaki her soyluyu gölgede bırakıyordu.

​Tam o sırada, salonun devasa kapıları, yavaş ve ürkütücü bir gıcırtıyla aralanmaya başladı.

​Anonsçu, bir sonraki girişi duyurmak için nefesini topladı; ancak kapı aralığından sızan o boğucu, yoğun enerji dalgası, adamın boğazına bir yumruk gibi çarptı. Sesi, bir anda kesildi. Dili damağına yapışmış gibi, gözleri korkuyla kocaman açılmıştı; çünkü gelenler, bir misafir grubundan çok, kudretli bir ordunun öncüleri gibiydi.

​Kapı eşiğinde, Valtor ve Ember, tüm ihtişamlarıyla beliriverdiler.

​Valtor’un üzerindeki siyah pelerin, Eraklyon'un avize ışıklarını yutarken, iç astarındaki kan kırmızısı kadife, karanlık bir yara gibi parlak salonla tezat oluşturuyordu. Kolunda, Ember, gümüş saçları ve gotik zırhı andıran siyah-altın elbisesiyle, tam bir savaşçı kraliçeydi.

Makyajındaki keskin siyah, bakışlarına öyle bir tehlike katmıştı ki, göz teması kuran her soylu, bir anlığına nefesini tutmak zorunda kaldı.

O, artık Sky'a aşık olan peri değil, gölgelerden güç alan, kontrol edilemez bir figürdü.

​Onların hemen arkasında, gruplar halinde dizilmiş, birer güç gösterisi olarak Winx, Trix ve Uzmanlar salonu doldurdular.

​Trix, birer avcı gibi geride, her zamanki tehditkar zarafetleriyle ilerliyordu. Onlar, Valtor ve Ember'ın müttefikleriydi ve bu, Magix'in tüm dengesinin değiştiğinin görsel kanıtıydı.

Winx ve Uzmanlar ise, bir arada, ancak gergin adımlarla yürüyorlardı.

Stella, öfkesiyle parlıyor, ama gözleri hem Bloom’un ihanetine hem de Sky’ın acısına odaklanmış durumdaydı.

Flora ve Musa, ihtişamlı kıyafetlerinin içinde endişeyle gerginleşmişlerdi.

Layla ve Tecna, soğukkanlılıklarını korumaya çalışsalar da, ortamdaki enerji onları da etkiliyordu.

Uzmanlar—Brandon, Helia, Nabu, Riven, Timmy—tören üniformaları içinde, tedirginlikle kılıçlarının kabzalarına dokunma dürtüsü içindeydiler.

Sky, tahtın önünde dururken, Ember'ın gümüş saçlarını ve Valtor’un kolundaki duruşunu gördüğünde, yüzündeki yorgunluk bir şoka dönüştü.

​Bu grubun toplu girişiyle, salonun avizeleri bir anlığına titremiş gibi oldu.

Ortamı, herkesin iliklerine kadar hissettiği mutlak, karanlık bir güç çepeçevre sardı. Bu enerji, Eraklyon'un tüm resmiyetini ve kibirli ihtişamını boğuyordu.

Soğuk bir ürperti, tüm soyluların sırtından aşağı süzüldü; bu, sihrin, siyasetin üzerindeki ezici üstünlüğüydü.

 

 

 

Bölüm : 06.12.2025 11:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...