10. Bölüm

Mühür

LEZZA
_vandes_

Alfea’ya dönüş, Bloom için bir sığınak değil, günbegün büyüyen bir savaş meydanıydı artık.

Valtor’un gölgesi, sadece kendi varlığıyla değil, getirdiği karanlıkla büyülü boyutun en hassas köşelerine sinsice sızıyordu.

Günlerdir aralıksız devam eden saldırılar, her yeni şafakta daha fazla yıkım, daha fazla korku bırakıyordu geride. Kimin hangi bölgeyi koruyacağı belirsizdi; güvenlik duvarları delik deşik olmuş, alarm çanları sürekli çalmaya başlamıştı.

Valtor’un sonraki hamlesinin neresi olacağıysa, bütün büyülü krallıklar için bilinmezliğini koruyordu.

Stella ve Layla, kendi krallıklarına, Solarya ve Andros’a dönmüş; oraları korumaya, saldırıların etkisini azaltmaya çalışıyordu.

Savaşın yükünü omuzlarında hissediyor, ancak içlerinde büyüyen umudun kıvılcımını kaybetmemeye çalışıyorlardı.

Öte yandan, Flora, Musa ve Tecna, Alfea’nın bariyerinin ötesinde dimdik duruyor; her biri kendi büyü yetenekleriyle hem koruma büyüleri inşa ediyor hem de onu, Valtor'u durdurmanın yollarını arıyordu. Fakat her çaba, Valtor’un karanlığının dev dalgası karşısında neredeyse yetersiz kalıyordu.

Bloom ise, içindeki fırtınayla baş başaydı. Karanlık, artık onu çevreleyen bir zırh değil, sanki bedenine sinmiş, damarlarında dolaşan bir zehir gibiydi.

Valtor’un sözleri kulaklarında çınlıyordu; her sözü, kafasında yankılanan bir bilmece gibi. “İçindeki karanlık senin düşmanın değil, parçan.” Onun gerçekliğinin, aslında vazgeçmesi değil, anlaması gerektiğinin altını çiziyordu.

Bloom, bunu kabul etmekte zorlanıyor, kendi ruhunun derinliklerinde o karanlığı çözmeye, anlamaya çalışıyordu.

Valtor’un anlattıklarının tamamını doğru ya da yanlış, öğrenmeden önce bunu bilmek zorundaydı; çünkü karanlık, ona hükmediyordu ve o, kendini tamamen kaybetmek istemiyordu.

Bu arada, Bayan Faragonda ile aralarındaki mesafe uçurum kadar derindi.

Faragonda, kendine has bir mesafeyle Bloom’u gözlemliyor; ihtiyatla yaklaşıyor, fakat Bloom’un yansıttığı suskun isyan ve soğukluk, iki kadını ayırıyordu.

Bloom, onun yüzüne bile bakmıyor, ne bir kelime ne bir bakış paylaşıyordu.

Bu sessizlik, aralarındaki güvenin kırılmasının, belki de hiç onarılmayacak bir yara açmasının göstergesiydi.

Valtor’un büyülü boyutlarda yürüttüğü amansız saldırılar, sadece toprakları değil, sihirin kendisini de tehdit ediyordu. Büyüler, köklerinden sökülüyor, birer birer kayboluyor, adeta karanlık bir boşluğa emiliyordu.

Valtor, her ele geçirdiği büyü gücüyle gücünü katlıyor, büyülü boyutun denge ve düzenini paramparça ediyordu.

Bu, şimdiye kadar yaşanan en büyük yıkımlardan biriydi ve büyülü boyut çaresizdi.

Bloom ise bu kaosun göbeğinde, kendi dünyasının sessiz savaşını veriyordu.

Valtor’un Son Işık Savaşıyla ilgili anlattıkları kafasında dönen bir bilmeceydi; doğru mu, yalan mı, yoksa yarım gerçek mi?

Alfea’nın geniş kütüphanesine sığınmış, tarih kitaplarını, savaş kayıtlarını, eski büyü metinlerini didik didik ediyordu.

Günler, geceler birbirine karışıyor; tozlu sayfalar, eski yazıtlar arasında kayboluyordu. Ancak her defasında, onun aradığı net cevabı bulamadığını hissediyordu.

Kitaplarda anlatılanlar, anılar ve gerçekler birbirine karışmıştı; kimi detaylar eksik, kimi bilgiler ise alakasız görünüyordu.

Kütüphane dört duvar arasında hapsolmak gibi geliyordu ona; ne kadar derinlere daldıkça, içinde büyüyen karanlıkla başa çıkma çabası da o kadar zorlaşıyordu. Bloom, biliyordu ki tek çaresi burası değildi.

İçgüdüleri, ona başka bir yol araması gerektiğini söylüyordu.

Karanlık gerçeği, sadece metinlerde değil; belki unutulmuş, gizlenmiş ya da yasaklı bir yerde bulmalıydı.

Bloom, elinde sararmış bir tomarla, Alfea'nın kuzey kanadındaki sessiz kitaplıkta neredeyse hareketsizdi.

Gözleri, "Son Işık Savaşı" başlıklı bir kayıtta dolaşıyor, ama satırlar arasında tek bir anlamlı iz bulamadan kayboluyordu. Savaşın gerçek yüzü, ya gizlenmişti ya da hiçbir zaman tam olarak yazılmamıştı.

Oysa Bloom’un bilmesi gerekiyordu. Ne olmuştu? Gerçekten kim ihanete uğramıştı? Valtor’un söyledikleri ne kadarına dayanıyordu?

Kapının gıcırtısı duyulunca irkildi. Ardından Flora, Tecna ve Musa içeri girdiler.

Her biri yorgun görünüyordu ama gözlerinde Bloom’u yalnız bırakmayacaklarına dair kararlı bir parıltı vardı.

Flora sessizce yaklaşıp onun yanına oturdu, elini omzuna koydu.

Tecna, kütüphanedeki büyüsel titreşimleri kontrol etmek için bileğini hafifçe kıpırdattı, Musa ise duygusal bir sessizlikle Bloom’a baktı.

“Günlerdir buradasın,” dedi Musa, sesi yumuşak ama dokunaklıydı. “Yine de... cevabını bulamadın, değil mi?”

Bloom başını iki elinin arasına aldı, derin bir iç geçirdi. “Hayır,” dedi sonunda, sesi çatlamış gibiydi. “Ne kadar okursam okuyayım, hiçbir şey net değil. Son Işık Savaşı... hakkında yazılmış hiçbir şey bana gerçek gibi gelmiyor. Sanki... Sanki birileri, bazı şeyleri bilerek saklamış gibi.”

Tecna hemen yaklaştı. “Bu çok olası. Tarih kayıtlarının büyük kısmı savaşlardan sonra taraflı yazılmış olabilir. Bilgi manipülasyonu, özellikle büyülü düzeni korumak için sık sık yapılan bir şey.”

“Faragonda’dan bir şey öğrenebileceğimizi sanmıyorum,” dedi Bloom, gözlerini kızlara kaldırarak. “Bana güvenmiyor... ben de artık ona güvenemiyorum.”

“Zaten,” dedi Flora, “onunla konuşmak bizi sadece daha fazla çıkmaza sokar. Şu an büyüsel sınırlarla, Alfea’nın güvenliğiyle ilgileniyor.”

Bloom başını eğip sessizce onayladı.

Musa, düşünceli bir tavırla odanın içinde bir iki adım attı. “Peki ya... Diğer Işık Ortakları?” dedi sonra, sesi cılız ama umutlu. “Yani... eğer birileri gerçekten gerçeği biliyorsa, onlar olmalı.”

“Griffin ve Saladin hâlâ okullarını korumakla meşgul,” diye ekledi Tecna. “Bulutlu Kule karanlıkla çevrildi, Kızıl Çeşmenin de sınırları çatlamış. Onlarla iletişim kurmak şu an imkânsıza yakın.”

Flora dikkatle Bloom’a döndü. “Geriye bir kişi kalıyor: Hugn.”

“Hugn mi?” Musa kaşlarını çattı. “O hâlâ yaşıyor mu?”

“Yaşıyor,” dedi Tecna hemen. “Ama tamamen inzivaya çekilmiş. Son Işık Savaşı’ndan sonra büyüyü bırakıp, kendi tapınağına kapanmış. Onun hakkında çok az bilgi var ama... eğer gerçekten biri konuşursa, o konuşur.”

Musa, Bloom’un yanına oturup gözlerine baktı. “Yani... bu kişi, senin aradığın o 'gerçeğin anahtarı' olabilir.”

Bloom’un gözlerinde bir parıltı çaktı. Belirsiz, kırılgan ama ilk defa gerçek bir umut gibi. Dudakları aralandı ama kelimeler çıkmadı önce. Sonra, neredeyse fısıltıyla sordu, “onu nasıl bulacağız?”

Tecna, Bloom’un sorusuna net bir yanıt verebilmek için hemen bileğine takılı dijital bileziğini aktif hale getirdi. Büyüsel bir ekran parladı, hızlıca kodlar, enerji akımları ve harita fragmanları arasında gezinmeye başladı.

“Verilere göre Hugn, Son Işık Savaşı’ndan sonra Sonsuzluk Ormanına çekilmiş,” dedi Tecna, gözleri ekrana kenetlenmiş halde. “Orası, büyüsel koordinatlara göre yer değiştiren bir yapıdadır. Ama... işte burada.” Parmağını hızla kayan birkaç veri üzerinden geçirdi, ardından bir noktada durdu. “Evet. Büyüsel enerji yoğunluğu ve manyetik alan sapmaları burayı işaret ediyor. Hugn’un Tapınağı, Sonsuzluk Ormanı'nın kuzeybatı yakasında, sabit olmayan bir geçidin hemen arkasında.”

Ekranı Bloom’a çevirdi. Görüntü bulanıktı ama harita parçaları arasında yavaş yavaş şekillenen bir yapı seçilebiliyordu. Dikenli ağaçların, sırp kayalıkların ve sisli yolların arasına gizlenmiş eski bir mabet görüntüsü...

“Bu geçidi sabitlemek için birkaç büyü gerekiyor,” diye devam etti Tecna. “Ama yapabilirim. Eğer Hugn oradaysa... onu bulabiliriz.”

Flora başını sallayarak ayağa kalktı. “Ama bunu yapmadan önce Layla ve Stella'yı da çağırmalıyız. Solarya ve Andros şu an tehlike altında olabilir ama bu görev, onları doğrudan etkileyecektir. Hugn, sadece bilgi taşıyan biri değil. Onunla konuşmak karanlığı daha da üzerimize çekebilir.”

“Katılıyorum,” dedi Musa hemen.

“Eğer Stella ve Layla yanımızda olursa,” dedi Flora, “olası bir tuzağa karşı birlikte hareket edebiliriz."

Bloom başını hafifçe kaldırdı. Gözlerinde yorgun ama alev gibi yanmaya başlayan bir kararlılık vardı. Tecna’nın gösterdiği haritaya, Flora’nın söylediklerine ve Musa’nın dikkatli bakışlarına baktı. Dudakları aralandı.

“Tamam,” dedi kısık ama net bir sesle. "O halde ne yapmamız gerektiğini çok iyi biliyoruz."

... 

Sonsuzluk Ormanı’nın derinlikleri geride kalırken, Bloom önde, Winx Kızları arkasında sessizce ilerliyordu. Ayaklarının altındaki taş basamaklar, yıllardır dokunulmamış, yosunla kaplanmıştı.

Tapınağa çıkan dar geçit, çevresindeki sırp kayalıklarıyla adeta bir doğa tuzağıydı. Kayaların üzerinden savrulan sis, soğuk ve ıslaktı; Bloom’un kirpiklerine kadar iniyor, pelerinlerinin uçlarını nemli bir çamur gibi yapışkanlaştırıyordu.

Gökyüzü tamamen karanlıktı. Ne bir yıldız ne de ay ışığı… sadece uğuldayan, sanki uzaklarda çığlık atan bir kasırga rüzgarı. Pelerinleri savruluyor, saçları gözlerinin önüne dolanıyordu.

Tecna, sisin içinden çıkan enerjiyi izleyen bir cihazı titrek elleriyle kontrol ediyordu. “Koordinatlar doğru. Burası Hugn’ın tapınağı,” dedi sesi rüzgârda boğularak.

Tapınak, simsiyah taşlardan oyulmuş devasa bir yapının içine gömülüydü. Cam yerine oyuk pencereleri, kemerli girişleri ve üzerinde eski alfabelerle işlenmiş kabartmalar vardı. Tapınağın kendisi nefes alıyor gibiydi; derinden, uğultulu, huzursuz bir nefes…

Kızlar, dar merdivenleri tırmanarak sonunda ana salona açılan büyük bir pencereye ulaştılar. Kapılar büyüyle mühürlüydü ama pencerenin iç kısmında çözülmemiş bir çatlak vardı.

Bloom ilk adımı attı. Ayakları içerideki taştan zemine değdiği anda soğuk, iliklerine kadar işledi.

Stella hemen arkasından geldi ve içeri girerken seslendi, “kimse var mı?”

Ses duvarlara çarpıp yankılandı. Ancak cevap gecikmedi.

Bir titreşim…

Sonra bir ses...

Ve ardından taşın içinden gelen bir metal sürtünmesi.

Koridorun duvarlarından, adeta gölgelerden yontulmuş gibi, insan boyunda zırhlı askerler birer birer ortaya çıkmaya başladı. Gözleri yoktu; yüzlerinde yalnızca karanlığı yansıtan boşluklar vardı. Her biri tamamen demirle kaplıydı ve hareket ettiklerinde eklemlerinden ölümcül bir gıcırtı yükseliyordu.

Musa: “Bunlar... canlı değiller.”

Layla: “Büyüyle mühürlenmiş muhafızlar.”

Bir adım.

Sonra bir adım daha.

Ve onlarca zırhlı asker, hiçbir uyarı vermeden saldırıya geçti.

BOOM!

İlk darbeyle zemin sarsıldı. Winx kızları geriye sıçradı.

“Winx Enchantix!” diye haykırdı Bloom, gözleri kararlılıkla ışıldarken. Göz kamaştırıcı bir ışık parladı.

Altı kız, neredeyse aynı anda havaya yükseldi. Siyah pelerinleri yırtılarak yere düşerken, büyüsel dönüşüm tamamlandı. Kanatlar açıldı, ışıkla karanlık çarpıştı.

Zırhlı muhafızlar, Bloom’un “Enchantix!” haykırışıyla birlikte duraksamıştı, ama sadece bir an. Ardından hepsi, adeta kolektif bir bilinçle, kana susamış bir dalga gibi üzerlerine hücum etti.

Stella, kollarını hızla havaya kaldırdı. Sarı, altın ışıktan oluşan dairesel kalkanlar oluşturarak Bloom’u ve Flora’yı ilk saldırıdan korudu. Zırhlardan biri yumruğuyla kalkanı parçalamaya çalıştı. Stella’nın alnı terlemişti. “Çok güçlüler!”

Musa, ellerini iki yana savurarak ses dalgalarıyla oluşmuş spiral bıçakları oluşturdu. İlk dördünü seri şekilde fırlattı, biri doğrudan bir askerin göğsüne isabet etti.

Zırh çatladı, muhafız sendeledi ama yere düşmedi. Musa dişlerini sıktı. “Bunların ardı arkası yok gibi!”

Bir başka asker Layla’ya doğru yaklaştı. Layla, iki elini kaldırarak sıvı morfiks yaratmıştı. Kollarından fırlattığı zincirler gibi askerlerin ayak bileklerini sardı. Üç tanesini yere çekmeyi başardı.

“Yeterince hızlı davranırsak etkisiz hale getirebiliriz!” dedi.

Ancak her devrilenin yerine iki tanesi çıkıyordu. Koridorun karanlığından sürekli yeni gövdeler çıkıyor, zemin askerlerin ağır ayak sesleriyle titriyordu.

Her biri ayrı bir ritimle zırhlarını sürüyor, sanki tapınağın kalp atışı gibi yankılanıyordu.

Flora, her iki eliyle havayı biçti. “Beni koruyun!” dedi ve ayaklarının etrafından kökler çıkmaya başladı. Tapınağın taş döşemesi arasında bile hayat kıvılcımları bulmuştu. Kökler hızla uzayarak beş askeri aynı anda sardı, gövdelerini sıktı. Zırhlar çatırdadı.

Bir tanesi direnip kılıcını savurdu, Flora’nın sırtına keskin bir çizik attı.

“Ah!”

“Flora!” diye bağırdı Bloom.

Ama Flora gülümsedi. “Sorun yok… Ben iyiyim.”

Tecna, diğer yanda tam anlamıyla bir savunma makinesine dönüşmüştü. Avuç içlerinden fırlayan plazma ışınları, yüksek frekansta odaklanıyor, her patlamada bir askerin zırhını eritiyordu. Ama askerler içgüdüsel değil, neredeyse stratejik hareket ediyorlardı.

Bir grup Tecna’ya yaklaştığında, arkasından iki tanesi aniden hücum etti.

Tecna yere çömeldi, kollarını çaprazladı ve kendini bir elektro-mekanik kubbeyle sardı. Ama kubbeye her darbede enerji seviyesi düşüyordu. “Bu böyle devam edemez… analiz etmeliyim…”

Bu sırada Bloom, iki zırhlının arasında kalmıştı. Kanatlarını kullanarak hızla havaya süzüldü, aşağıya doğru dönerek yumruklarıyla Ejderha Ateşi fırlattı. Alevler, zırhların altındaki büyü ağlarını hedef alıyor, içlerindeki karanlık kıvılcımı yakıyordu.

“Daha fazla dayanamayız!” diye haykırdı Stella, bir yandan ışık oklarıyla ilerleyen üç askeri geriye iterek. “Bunlar sayıca sonsuz gibi!”

Flora, dizlerinin üzerine çökmüştü. Köklerini sürekli kullanmak gücünü tüketiyordu.

Musa, nefes nefese kalmış, terden sırılsıklam olmuştu.

Layla, morfiks gücünün neredeyse tamamını koridora dökmüştü. Her adımda yapışkanlık artıyor, hareket alanı daralıyordu.

Tam o anda Tecna gözlerini açtı. Yüzünde parlak bir aydınlanma vardı. “Buldum!”

“Ne?” diye sordu Musa öfkeyle.

“Zırhların kendisi değil, onları kontrol eden ana sinyal buradan geliyor!” dedi ve koridorun sol tarafındaki geniş, kabartmalı duvara işaret etti. “Duvar bir yansıtıcı merkez! Tüm muhafızlar oradan komut alıyor!”

Bloom, hemen ileri atıldı. Gözleri parladı. Kalbindeki alevi çağırdı.

Göğsü yükseldi. Avuçları yandı. Gücünü derinlerinden çağırarak, duvara yöneldi. Herkesten bir adım önde, sanki bu savaşın nihai cevabı onun içindeymiş gibi.

“EJDERHA ATEŞİ!” diye haykırdı ve her iki avucunu duvara yöneltti. Ejderha Ateşi, saf ve yıkıcı bir sütun gibi fırladı.

Tapınak sarsıldı. Duvar, çatladıktan sonra içinden yayılan büyüsel damarlarla birlikte çökmeye başladı.

Zırhlı askerler, bir anda yerlerinde duraksadı. Gövdelerindeki karanlık enerji birdenbire çözülmeye başladı. Gözlerinde titreşen o uğursuz parıltı sönüp gitti.

Birer birer, tüm askerler gürültülü çöküşler eşliğinde diz çöküp yere devrildi. Zırhlar, içlerinden biri kalmamış gibi boşaldı.

Sessizlik...

Sadece taşların arasında yankılanan nefesler.

Bloom süzülerek kızların yanına geldi; avuç içleri kızarmış, kanatları sönmüş, vücudu tükenmişti. Ama gözlerinde bir şey vardı: kazanılmış bir kararlılık.

"Devam edelim." dedi soluk soluğa. "Hugn buralarda bir yerde olmalı."

Koridorların sonundaki büyük taş kapıyı yavaşça araladılar. Menteşeleri yüzyıllardır kullanılmamış gibi gıcırdayarak açıldı; içeriden yükselen soğuk, tüm bedenleri yaladı.

İçeri ilk adımı atan Bloom oldu. Ayakları hafifçe yere değiyiyordu, gözleri karanlıkta bir şeyler arıyor ama bulamıyordu.

“Stella,” dedi, sesi titrekti ama kararlılığını kaybetmemişti, “bize biraz ışık verir misin?”

Stella, hemen ellerini kaldırdı. Avuç içlerinde altın rengi bir parıltı toplandı. Işık, parmaklarının arasından süzülerek yükseldi, sonra bir anda odanın merkezine savruldu.

Ama ışık yayılır yayılmaz, yerin altından gelen uğultu bir fısıltıya dönüştü

Taş zemin bir anda Stella’nın ayaklarının altından çatladı. Derin ve uzun bir çizgi odanın ortasını yararak ilerledi.

Kızlar geri sıçradı ama Bloom’un bulunduğu yerde, çatlağın tam üstünde bir gölge belirdi.

Ve o an...

Soğuk.

Boğazına değen, ince ama ölümcül bir çizgi.

Bloom nefes alamadı. Gözlerini kırpmadan ileriye baktı.

Bir kılıç…

Siyah çeliğin karanlıkla örülmüş parıltısı, boynunun hemen altına bastırılmıştı. Tutulmuş değil, bilinçli şekilde oraya yerleştirilmişti; ustaca, tereddütsüz.

Karanlığın içinden biri, gölgelerle bir bütün gibi ortaya çıktı. Siyah pelerinler, yarı maske gibi yüzünü gizleyen bir başlık, griye çalan sakallı bir çene... Ve gözleri.

Kırık, ama hâlâ canlı.

Kendinden geçmiş ama tehditkâr.

Kılıç daha da bastırıldı. Bloom’un cildi, keskinliğin sınırında gerildi.

Adamın sesi, boğuk ve buz gibi geldi. “Bir adım daha atarsanız, bu attığınız son adım olur.”

Sessizlik çöktü.

Tecna, enerjisini toplamak üzere geri çekildi. Musa, dudağını ısırdı. Layla ve Flora, büyülerini çağırmakla beklemek arasında kaldı. Stella, parmaklarındaki ışığı kısmıştı. Oda, neredeyse donmuş gibiydi.

Ama Bloom, başını eğmeden, yutkunarak konuştu. Gözleri, kılıcın sahibine kilitlendi.

“Siz… Işık Ortaklığı’nın kılıç üyesi Hugn mısınız?”

Bir anlık duraksama.

Adamın gözlerinde yavaşça bir şey çatladı. Bakışları titredi. Parmakları, kılıcın sapına sıkıca sarılıydı ama bastırdığı güç azaldı.

Başlığı hafifçe geri çektiğinde yüzü açığa çıktı: yüzü karanlıkla çizilmiş, yılların yorgunluğunu taşıyan, ama bakışları bir zamanlar ışıltıyla parlayan bir adamın izlerini taşıyordu.

Gözlerini Bloom’a dikti.

“Bu gözler… bu yüz… hayır… hayır bu olamaz...”

Kılıcını yavaşça çekti. Eli titrediğinde, metal zemine dokunduğunda yankılanan ses bir çöküş gibiydi.

Bloom ise hiç kıpırdamadı. Nefesi kesik, gözleri dolu ama kararlıydı. “Ben... Bloom’um. Prenses Daphne’nin kardeşi… Marion ve Oritel’in kızı. Sparks’ın varisi. Sizden gerçeği öğrenmek için buradayım.”

Adamın nefesi kesildi. Gözleri irileşti. Sanki ruhunun derinliklerinden bir bağ kopmuş gibi bir şey çöktü iç dünyasında. Geri bir adım attı. Kılıcı elinden düştü. Metalin yere çarpışı, içindeki yıkımın sesi gibiydi.

Hugn, gözlerini Bloom’dan ayıramıyordu. Dudakları, boşuna bir şeyler mırıldanır gibi oynadı. Sonra, birden… dizlerinin bağı çözüldü.

Diz çöktü.

Ellerini yere bastı. Başını eğdi. Gövdesi titriyordu. “Hayır… hayır bu doğruysa… ben... ben ne yaptım...”

Bloom, boğazındaki sızıya aldırmadan ileri bir adım attı. Hugn’un önünde durdu, artık korkmuyordu. Elini yavaşça onun omzuna koydu. “Ben gerçeği öğrenmeye geldim Hugn. So Işık Savaşında yaşananları bilmem gerekiyor.”

Hugn başını yavaşça kaldırdı. Gözlerinden süzülen yaşlar, kırık bir aynadan dökülen yansıma gibiydi. Gözbebekleri Bloom’un yüzünde sabitlenmişti. “Sen... annenin aynısısın. Ama gözlerin... onlar... Oritel’in gözleri.”

Sesi neredeyse bir inilti gibiydi. "Gerçekler, Bloom... Gerçekler kayıtlara geçilemeyecek kadar aşağılıktı."

Bloom’un yutkundu. Omzundaki elini çekmeden konuştu. “Ben yalnızca cevap istiyorum. Doğruyu. Saklanmış olanı. Hangi tarafın karanlıkta kaldığını.”

Hugn gözlerini kapattı. Nefesi derinleşti. Birkaç saniye öyle kaldı.

Sonra… ağır ağır ayağa kalktı. Karanlık bir odanın tam ortasında, yorgun bir savaşçı gibi dikildi. Yılların pişmanlığı, gözlerinden birer gölge gibi düşüyordu.

Bakışlarını Bloom’dan ayırıp kafasını yavaşça önüne eğdi.

“Pekâlâ, Prenses...”

Duvarlar soğuktu. Hugn konuşmadan önce sessizlik odayı bir kefen gibi sardı.

Gözleri Bloom’unkilerle buluştuğunda, yaşlı bir savaşçının taşıdığı tüm suçluluk, derin bir kırgınlıkla döküldü.

“Bunu anlatmak, beni bıçaklarla parçalamaktan farksız... Ama artık senin bilmen gerek,” dedi, sesi çatallı ve kederliydi. “Çünkü bu savaş, sana bırakılmış bir miras değil… Sana bırakılmış bir ihanet.”

Hugn ağır adımlarla odanın ortasında yürüdü. Arada bir bakışlarını Winx Kızlarına kaydırdı; Flora’nın gözleri yaşarmış, Musa dudaklarını ısırıyordu. Stella bir an ellerini yumruk yapıp yere bakarken, Tecna’nın gözleri boşluğa takılmıştı. Layla ise Bloom’a doğru eğilmiş, onun titreyen elini tutmuştu.

“Son Işık Savaşı… her şeyin sonu olmadı. Ama bizim için utancın başlangıcıydı,” diye devam etti Hugn.

“Sparks Prensesi Daphne’nin taç giyeceği gündü. Biz... Işık Ortaklığı olarak savaşın yaklaştığını biliyorduk ama güçlerimiz, böbürlenmelerimiz ve benvilliğimiz gerçeği bizim için örtmüştü. Kendimizi yenilmez zannediyorduk”

Bir uğultu gibi yayıldı geçmişin yankısı. Hugn’un sesi, itirafların acısıyla titriyordu.

“Rahattık, Domino'nun en parlak döneminde yıkılmayacağından ve Ejderha Alevinin bizleri sarıp sarmalayacağından emindik. Rağbete kapılmıştık...”

Bloom başını kaldırdı. Gözleri dolmuştu. Dudakları tek kelime etmeden açıldı, sonra kapandı.

“Daphne’nin taç giymesiyle güçlerinin artacağını... Valtor’un karşısında durabilecek tek kişi olacağını biliyorduk. Ve bu her şeyi düzeltir sandık ama biz karşımızdaki kişinin Daphne olduğunu sanarken aslında o dört gün boyunca Lysslis ile gülüp eğlenmişiz.”

“Daphne, neredeydi...” dedi Bloom, sesi donuktu, bir dalga gibi geldi ve geri çekildi. “Daphne’yi... Lysslis mi hapsetti?”

“Hayır.” dedi Hugn, başını önüne eğerek. “Onu Valtor, Belladona'nın emriyle aynalar boyutuna hapsedilmişti. Ve o dört gün... Daphne’nin o boyutta nasıl mücadele ettiğini... Hiçbirimiz tahmin dahi edemeyiz. Normalde aynalar boyutu sonsuzdur, çıkılması imkansızdır ama Daphne bir şekilde çıkmayı başarmıştı. Ama ne yazık ki o geri döndüğünde, Lysslis çoktan Domino'nun güvenlik hatlarını parçalamış, kalkanını kırmıştı. Çok geçti. Sparks’ın güç kapıları açılmıştı. Ve karanlık hızla içeri sızdı.”

Bloom’un gözyaşları süzüldü. Dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi, bir adım geri çekildi, neredeyse ayakta zor duruyordu. Bu, bu imkansızdı... Her şey. Her şey Valtor'un anlattığı gibi ilerliyordu... Bu mümkün olamazdı, hayır, doğru olamazdı...

"Peki ya Valtor?" diye sordu ağlamaklı bir sesle.

Hugn gözlerini kapattı. “Valtor,” dedi Hugn. "Üç Eski Çağ Cadıları tarafından... yaratıldı. Ejderha Ateşi'nin karanlığa evrilmiş hâliyle. Canlı bir lanet. Karanlığın emrinde, ama bilincinde biri. Onları bile korkutan bir varlık hâline geldi zamanla. Ve o savaşta yalnız Ejderha Ateşinin kontrol edebileceği Karanlığın Ordusunu komuta ediyordu."

O sırada Stella istemsizce araya girdi. “Ya diğer krallıklar? Onlar savaşa katılmadılar mı?”

Hugn duraksadı. Nefesini tuttu. “Solarya ve Andros da savaşa katıldı... başta. Cesurca, tüm yürekleriyle savaştılar. Ama...”

Sözleri Stella ve Layla'nın yüzüne buz gibi çarptı.

“Karanlığın ve Kabusun ordularına karşı direnemediler. Kimsenin gücü yetmedi...” dedi Hugn, sesi kısılmıştı. “Yardıma gelen tüm krallıklar... savaşı kaybedeceklerini anlayınca geri çekildi. Işık Ortaklığı yalnız kaldı.”

Layla’nın gözleri doldu. Dudakları titredi. Sanki omuzlarına görünmez bir ağırlık inmişti. “Hayır...” diye fısıldadı. “Babam... o asla kaçmazdı...”

Stella başını çevirdi. Gururla büyüyen prenseslik maskesi kırılmıştı. Bakışlarında sadece utanç vardı. “B-bu imkansız...”

Flora elini ağzına götürmüştü, Musa sessizce başını öne eğmişti. Tecna'nın dudakları titriyordu.

Her biri, o anda Bloom’un taşıdığı yükün sadece bir izini hissetmişti. Ama Bloom’un gözleri Hugn’a dikildiğinde içindeki kırılma tüm tapınağa yankılandı, “yani… herkes kaçtı? Andros, Solarya, Ortaklık… Hepsi? Ailemi… halkımı... yalnız mı bıraktınız?”

Sessizlik, tapınağın damarlarına işledi. Hugn’un sesi neredeyse bir dua gibiydi, “biz... Aileni, halkını değil, kendimizi koruduk Bloom. Ve bu, hayatım boyunca taşıyacağım en büyük utanç.”

Bloom yavaşça dizlerinin üzerine çöktü. Başını öne eğdi. Her nefesi, içindeki boşlukta yankılanıyordu. Gözyaşları sessizdi ama onların taşıdığı çığlık, geçmişi bile titretiyordu.

Stella ve Layla yanına geldiler. Hiçbir şey söylemeden diz çöktüler. Krallıkları Sparks'ı karanlığa ter etmişlerdi. Onlar da aynı utancı paylaşıyordu.

Tapınağın loş ışığında, sadece eski bir savaşın değil, bitmemiş bir hikâyenin, kırılmış bir çocuğun ve sessizce özür dileyen bir dünyanın ağı yankılanıyordu.

“Marion ve Oritel savaşa tüm güçleriyle devam ederken bizden geriye utanç kalmıştı. Ve onlar… kendilerini feda ederek, Üç Eski Çağ Cadılarıyla birlikte Obsidyen Boyutu’na kapanmayı seçti. Ama bu, onların cezaları değil, bizlerin kefaretiydi.”

Hugn yavaşça diz çöktü. “Ben... senin önünde eğiliyorum, Bloom. Bu diz çöküş, yalnızca geçmişteki yanlışlar için değil… gelecekte senden isteyeceklerimiz için. Çünkü bu yük... hâlâ senin omuzlarında. Ve sen, tek başına taşıyorsun.”

Bloom başını kaldırmadı. Dudakları bembeyaz kesilmişti. Gözyaşları yanaklarına damladığında, ne bir kelime etti, ne de bir nefes aldı.

Sadece odaya gömülen sessizlik konuştu ve o sessizlik, her şeyden daha acıydı.

Bir Gün Sonra

Alfea

Odada kandillerin titrek ışığı hâlâ yanıyordu ama artık o bile yorgundu. Sanki alevler de olanları görmek istemiyor, gözlerini kaçırıyordu. Duvarlardaki büyülü yazıtlar sönmüş, zamanın bile buradan uzaklaştığı hissediliyordu. Odadaki her nefes, sessiz bir suçun tanığı gibiydi.

Bloom, hareketsiz yatıyordu. Yüzü solgundu, göz kapaklarının kenarlarından karanlık damarlar sızıyordu. Sihir, bedeninde can bulmak yerine çekiliyor, yok oluyordu. Bedenindeki sihir, bir şeyle ya da biriyle çatışıyordu. Ve kaybediyordu...

Çevresindeki dostları paramparça olmuş bir aynaya dönmüştü. Ve her bir parça, ayrı bir suçluluğu yansıtıyordu.

Stella, başında bekliyordu. Gözleri kıpkırmızıydı. “Hiçbir şey... hiçbir şey işe yaramıyor…” diye fısıldadı, neredeyse kendine konuşuyordu. “Ben güneş perisiyim... Ona ışık veremiyorsam... neyim ben?”

Flora, gözlerini yavaşça Bloom’un göğsüne koyduğu şifa kristaline çevirdi. Kristal kararmıştı. Umutsuzca elindeki bitki şişesini sıktı. “Paladin’in formülü de sonuç vermedi. Hatta... karanlık daha da hızlandı. Bloom’un içi, artık onun gibi değil.”

Layla, duvarda ellerini yumruk yapmış, başını eğmişti. Aralarındaki en sessizi o olmuştu saatlerdir. Ama içindeki sessizlik bir mahşerdi. “Babam... geri çekildi,” dedi birden. “Krallığım... Sparks’ı terk etti. Eğer biz... eğer biz onları yalnız bırakmasaydık... belki bu olmazdı.”

Musa, yanında diz çöktüğü Bloom’un elini tuttu. Gözyaşı, avucuna süzüldü. “Onun sesini duyamıyorum artık… Bloom’un iç sesi bile yok. Sanki... içeride değil.”

Tecna, mekanik gözlüğünü gözünden çıkardı. Yorgunluk sinirlerine işliyordu. “Faragonda’nın büyüsü... çözülüyor. Karanlık, akıllı. Sadece bir lanet değil... bir irade. Sanki onu içten içe çağırıyor. Ve Bloom artık onu reddetmiyor gibi.”

Stella, bir nefes aldı ama titreyerek verdi. “Hayır... hayır, Bloom böyle biri değil. Karanlığı kabul etmez o. Etmemeli...”

Sessizlik...

Stella elini uzattı ama Bloom’un alnına dokunamadı. Ellerini geri çekti. “Ben, nasıl affedilirim?” diye sordu. “Sparks yandığında benim ailem Solarya’da... Kutlama yapıyorlardı. Gerçek bu. Ve şimdi… onun yanında bile duramıyorum.”

Flora, Stella’ya döndü. Yumuşak ama acıyla karışık bir sesle, “Stella, senin hiçbir suçun yok... kendini suçlamayı bırakmalısın. Bu sadece Bloom’un mücadelesi değil. Bu... hepimizin savaşı.”

O sırada kapı yavaşça aralandı be sessizliği sakince yardı. Faragonda yavaş adımlarla içeri girdi. Yüzünde alışılmadık bir ifade vardı. Güçsüzlük...

“Denediğim her şifa büyüsü başarısız oldu. Bloom’un içindeki şey... onu tamamen ele geçirmeden bir çözüm bulmalıyız. Ama zamanı azalıyor.”

Tecna gözlerini Faragonda’ya dikti. “Yani... onu kaybediyoruz mu diyorsunuz?”

Faragonda cevap vereremedi. Kafasını yaşaça önüne eğdi, gözlükleri hafifçe buğulandı.

Layla hiddetle duvardan ayrıldığında çehresindeki ardı kesilmeyen gözyaşlarıyla, acıyla haykırdı. “Eğer biz... O gün savaşı bırakmasaydık... Belki bugün...”

Stella'nın sesi çatlar. "Yeter!" diye bağırır. "Gerçekleri öğrendiğimden beri bunu düşünmediğim ve utanç duymadığım tek bir an dahi olmadı, Layla! Ne yapmamızı istiyorsun? Krallığımızı mı yakalım? Ailemizi mi reddedelim!?"

“Hayır,” der Layla. “Ama biz geri çekildik. Ve Bloom, şimdi bunun bedelini ödüyor.”

Musa birden ayağa kalktı, yumrukları sıktı ve ağlayarak bağırdı. “Kesin artık! Bu kavga Bloom’u iyileştirmeyecek! Hepimiz aynı şeyin içindeyiz ve parçalanmak… onu kaybetmek demek!”

Flora gözyaşlarını sildi. “Bir yolunu bulmalıyız, onu daha fazla böyle görmeye dayanamıyorum...”

Tecna yavaşça Bloom’un başucuna yaklaşır. Gözlüğünü tekrar takar, sesi buz gibidir. "Onu kaybetmek istemiyorum..." Ve çehresine süzülen gözyaşı çaresizliğin ağıtıydı...

Gecenin içinde zaman sanki duraklamış, kandillerin bile nefesi tükenmişti.

Odadaki sessizlik, ölmekte olan bir sırrın son çırpınışları gibiydi.

Ama o an… bir uğultu yükseldi. Derin, yankılı ve uğursuz. Y

er sarsıldı, duvarlar iç çekti. Alfea’nın büyü duvarları bir şeyin; hayır, birinin dokunuşuyla çatladı.

Ardından bir patlama... ve karanlık içeri aktı.

Koruma kalkanı tuzla buz oldu. Gökyüzü yırtılmışçasına aydınlandı. Ve içeri, öfkeli bir fırtına daldı.

Trix... Icy, Stormy ve Darcy önde, arkalarında Bulutlu Kule’nin sadık, gözleri yanan cadılarıyla birlikte ilerliyorlardı. Adımları Alfea’nın merdivenlerine gölgeler bırakıyor, her büyüleriyle taşları çatlatıyorlardı.

Hedef belliydi: Kütüphane. Altın Kapı. Yasaklı büyüler.

Trix çoktan kütüphaneye giden tüm geçitleri ele geçirmişti.

Icy, en önde emin adımlarla Altın kapıya ilerliyor; Stormy, her yıldırımında onlara karşı koymaya çalılan perileri geri püskürtüyor; Darcy ise illüzyonlarla koruyucu büyüleri tek tek etkisiz hale getiriyordu. Sihirli kitaplar tek tek yanıyor, tarih susuyordu.

Trix'in gözleri parlıyordu; Icy Altın Kapı’ya ulaştığında, gülümsedi.

Ama asıl kıyamet henüz gelmemişti.

Valtor...

Duvarlar bir kez daha sarsıldı. Zemin inledi. Bir varlık, güçle değil… karanlığın iradesiyle adım atıyordu.

Duvar, camlarla birlikte parçalandı. Ve içeri, kıyametin siması girdi.

Valtor’un vücudu bir tanrı ile canavar arasında sıkışmış gibiydi. Kolları ve dizlerinin altı siyah pullarla kaplıydı; her biri alevli bir ejderhanın sırtını andırıyordu. Üst bedeninin yarısı hâlâ çıplaktı ama o çıplaklık bir zayıflık değil, bir meydan okumaydı. Gümüş zırh parçaları, sol omzundan sağ bileğine kadar uzanıyor, karanlıkta ışığı değil umudu yutuyordu. Sırtından yükselen devasa kanatlar odanın yarısını doldurmuştu; her kanat hareketinde dumanlar savruluyor, alevli bir hırıltı göğü kesiyordu. Kuyruğu, zemine her çarpışında taşları kırıyor, yerden kıvılcımlar fışkırıyordu.

Ve gözleri… Kızılın en koyusuyla karanlığın en dipteki tonunun iç içe geçtiği gözler, yalnızca tek bir noktaya odaklıydı: Bloom.

Winx, korkunun bedenlerinde yarattığı felci bastırarak ayağa kalktılar. Musa'nın gözleri irileşti, Tecna geriye adım attı, Flora nefes alamıyormuş gibi ellerini göğsünde birleştirdi. Layla, Stella'nın arkasına geçmişti, ama gözlerinde hâlâ savaş vardı. Faragonda bile, kalkan büyüsünü çaresizce sabit tutmaya çalışıyordu ama... işe yaramıyordu. Onun gücü bile Valtor'un varlığı karşısında sönük kalıyordu.

Valtor, ağır ama kusursuz adımlarla Bloom’a yaklaştı. Stella haykırdı, “dur! Ona dokunma!”

Tecna tehditkar bir edayla, “sakın yaklaşma!”

“Valtor, BLOOM’DAN UZAK DUR!” diye haykırdı Layla büyüsünü Valtor'a fırlatırken.

Hiçbir işe yaramadı, büyü Valtor'a ulaşamadı bile...

Ama o, yalnızca yürüdü. Hiçbir direniş onu durdurmadı. Gözleri yavaşça Bloom’un yüzünde kaydı, ardından parmakları, onun ıslak saçlarına dokundu. İncecik, neredeyse nazik bir hareketti. Dudakları kıpırdadı, “merhaba… sevgilim.”

Sesi yumuşaktı. Oysa bu sesin içinde yıldızları söndüren bir kudret yatıyordu.

Flora öne atıldı, bağırdı, “onu karanlığa çekemezsin! Bloom senin değil!”

Valtor başını Flora’ya çevirdi. Gülümsedi ama bu gülüş, bir öpücükten önce dudaklarda titreyen kılıç gibiydi.

Ardından Bloom’a tekrar döndü.

Eğildi.

Onun solgun boynuna dudaklarını yaklaştırdı.

Winx çığlıklar içerisindeyken...

Öptü.

Ve tam o noktada... Bloom’un boynunda siyah, kıvrımlı bir mühür parladı. Ejderha kafatasını andıran o işaret, kızıl bir ışıkla yanıp sönmeye başladı. O mühür... Bloom’un ruhuna atılan imzaydı.

Bölüm : 31.07.2025 20:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...