
Bloom aynanın karşısında dikildiğinde bakışları kendisine meydan okur gibiydi. Yorgun gözlerinin ardında öfkesi, ateşi, kıvılcımlar halinde parlıyordu.
Mavi, v yaka crobunu giyerken, içinden geçen tek şey bu parlak rengin ruh haline ihanet edişiydi. Sanki kıyafetler onun bedenini değil, taşlaşmış kalbini örtüyordu. Üzerine lacivert deri ceketi geçirdiğinde, sert bir kabuğun içine sığındığını hissetti; sanki dışarıya adım attığında kalkanı o olacaktı.
Dar deri pantolonu üzerine çektiğinde nefesi sıkıştı. Adımlarını kısıtlayacak kadar sıkıydı ama bu his hoşuna gitti; zincirlenmiş olmanın verdiği garip bir güç vardı içinde. Lacivert topuklu botlarını giydiğinde taş koridorlarda yankılanacak sesleri hayal etti, sanki adımları bile meydan okuma taşıyacaktı.
Saçlarını toplarken aynadaki yansımasına son kez baktı. Bu yolculuk, Altın Krallığa yapacakları yolculuktu. Su Yıldızlarını almak için… Ejderha Ateşi’nin zıttını. Onu doğrudan tehlikeye sokacak bir güç.
Winx’e güvenmiş, bunu Valtor’dan gizlemişti. Biliyordu; eğer o öğrenseydi kesinlikle engeller, onu karanlığın zincirleriyle bağlardı.
Ama Bloom hâlâ dostlarına inanmak istiyordu. Onlarla yürümek, bir kez olsun yalnız olmadığını hissetmek…
Bunu kendine tekrar edip dursa da kalbinin en derininde karanlık bir şüphe vardı.
Ejderha Ateşi’nin karşıtı… seni yok edebilir, Bloom.
Odasının kapısını açıp dışarı çıktığında yüzündeki ifadenin adı belliydi: öfke. Nereye yöneldiğini bilmediği, kimi hedef aldığını anlayamadığı ama her nefesinde taşıdığı bir öfke.
Bloom, taş merdivenlerden inerken botlarının topukları sert bir ritimle yankılandı.
Bahçedeki manzara gözünün önüne serildiğinde, kalbi sıkıştı; Kızıl Çeşme aracı çoktan gelmişti, yanında da Uzmanlar. Winx kızlarıyla konuşuyor, belli belirsiz gülüşler ve heyecanlı sesler arasında yolculuğa hazırlık havası vardı. Ama Bloom’un bakışları bir noktada takılıp kaldı.
Sky.
Onu görür görmez dudak kenarı küçümseyici bir şekilde kıvrıldı. İçinde yükselen tiksinti o kadar güçlüydü ki, göğsünde ikinci bir kalp gibi çarpıyordu. Onun varlığı, sabahın serinliğini bir anda ağırlaştırmış, gökyüzünü boğucu bir sisle kaplamıştı sanki.
Sky, Bloom’u fark eder etmez yüzüne özlem ve pişmanlık dolu bir ifade yerleşti. Gözleri parladı, sanki haftalardır beklediği bir fırsat eline geçmişti. Hemen kalabalığın arasından sıyrılıp onun yolunu kesti.
“Bloom!” dedi, telaşlı bir nefesle. “Sonunda seni görebildim. Lütfen, bir dakika...”
Bloom’un adımları sertçe durdu. Omuzlarını dikleştirdi, başını yan çevirdi ve Sky’a küçümseyici bir bakış attı. “Çekil önümden.”
Sky’nın yüzü gerildi ama pes etmedi. Bir adım daha yaklaştı. “Beni dinlemen gerek. Sana anlatmam gereken çok şey var. O gün olanlar...”
Bloom’un kahkahası keskin bir kırbaç gibi havada çınladı. “O gün olanlar mı? Hâlâ bahanen mi var? Senin tek gerçeğin ihanet, Sky. Ve o gerçeği çok net gördüm.”
Sky’nın sesi titredi ama öne atılmaktan vazgeçmedi. “Hayır! Yanlış anladın. Ben asla sana ihanet etmek istemedim. Ben... ”
Bloom’un gözleri parladı, öfkeyle yanıyordu. “Yanlış anlamak mı? Hayır, seni yanlış anlamak imkânsız. Senin ne olduğunu gayet iyi anladım: Zayıf, bencil ve güvenilmez biri. Ve bundan nefret ediyorum. Nefret!”
Etraf sessizliğe gömüldü. Winx kızları ve Uzmanlar konuşmayı bırakıp ikisine bakıyordu. Riven bile, alaylı bir yorum yapacakken dudaklarını sıkıp geri durdu.
Sky, Bloom’un öfkesine rağmen geri adım atmadı, ellerini çaresizce kaldırdı. “Bloom, lütfen… Sen benim için hâlâ... ”
Bloom sert bir adımla öne çıktı, Sky’ın yüzüne yaklaştı. Sesi buz gibiydi. “Benim için sen hiçbir şeysin.”
Sky’nın gözleri büyüdü, göğsü hızla inip kalkıyordu. Sanki Bloom’un her kelimesi boğazına saplanan bir hançerdi. “Bunu, tüm kalbinle söylediğine inanmıyorum…”
Bloom’un dudakları nefretle kıvrıldı. “Hayır, tam da bunu demek istiyorum. Senden nefret ediyorum, Sky. Yüzünü görmek bile bana iğrenç geliyor.”
Sky derin bir nefes aldı, sesi çatladı. “Ama ben seni hâlâ seviyorum!” diye patladı, bir an kontrolünü kaybederek.
Bloom’un bakışları buzdan bir duvar gibi sertleşti. “O senin sorunun. Benim değil.”
Bunu söyledikten sonra omzunu Sky’ın göğsüne sertçe çarpıp yoluna devam etti. Sky geriye sendeledi, yüzünde hem acı hem öfke vardı. Arkasından bir şeyler söylemek istedi ama boğazı düğümlendi, kelimeler dudaklarından dökülmedi.
Bir an öylece durdu, sonra dişlerini sıkarak nefes aldı. Dudaklarından bastırılmış bir öfke, çaresizlikle karışık bir feryat döküldü, “o ben değildim, Bloom! Valtor’un büyüsünün etkisindeydim! Onun oyunuydu bu, benim hatam değildi!”
Bahçedeki sessizlik bu sözle yankılandı, ağırlaştı. Winx bir an nefesini tuttu; Stella’nın gözleri büyüdü, Musa kaşlarını çattı, Riven ise istemsizce kıkırdamak üzereyken kendini tuttu.
Ama Bloom…
Bloom’un gözlerinde birden ateş çaktı. Dudakları küçümseyici bir gülümsemeyle kıvrıldı, Sky’ın acı dolu sesi ona eğlenceli gelmiş gibiydi. Bir adım geri döndü, yüz yüze geldiler.
“Valtor’un büyüsü, ha?” dedi, sesi zehirli bir fısıltı gibi. “Kendini böyle mi aklayacaksın? Gerçi, bu kadar zavallı olman bana sürpriz değil.”
Sky ellerini açtı, göğsünü siper edercesine. “Hayır! Bloom, bana inanmalısın. Ben, seni asla isteyerek incitmedim. Valtor zihnimi bulandırdı, o an… ben, ben değildim!”
Bloom’un kahkahası bu defa öfkeyle kırılmış, keskin bir tokat gibi yankılandı. “Sözlerin de varlığın kadar boş. Valtor seni kandırmadı, Sky. Sen zaten kandırılmaya hazırdın. Çünkü senin içindeki o güçsüzlük, bana ihanet edecek o boşluk hep vardı!”
Sky’nın gözleri doldu, ama ısrarla geri çekilmedi. “Ben seni seviyorum, Bloom. Hâlâ seviyorum! Her şeye rağmen!”
İşte o an Bloom’un sabrı tükendi. Bileği keskin bir hareketle kalktı, Sky’ın yüzüne inen tokat bahçede yankılandı.
Uzmanlar irkildi, Stella “Bloom!” diye fısıldadı ama kimse araya girmedi.
Bloom’un gözleri karanlık alevler gibi yandı. “Beni sevdiğini söylemeye cüret etme. Çünkü ben… nefret ettiğim birinden sevgi .” Başını eğdi, gözlerini Sky’ın titreyen bakışlarına sapladı. “Ve bil bakalım ne oldu? Ben Valtor’dan nefret etmiyorum.”
Sky’nın nefesi boğazında düğümlendi, yüzü soldu. “Ne… ne demek istiyorsun?”
Bloom’un sesi buzla kaplanmış bir hançerdi: “Valtor beni kandırmadı. Valtor bana yalan söylemedi. Senin gibi güçsüzlüklerin arkasına saklanmadı. O benim karanlığımı gördü, kabul etti… Senin asla yapamayacağın şeyi yaptı, beni terk etmedi. İşte bu yüzden, Sky, sen benim için hiçsin.”
Sözleri Sky’ın yüzüne birer tokat gibi indi. Sky, nefes nefese kaldı, yumruklarını sıktı ama hiçbir şey diyemedi.
Bloom ise en ufak bir pişmanlık belirtisi göstermedi; dudaklarının kenarında küçümseyici bir kıvrım, gözlerinde buz gibi bir öfke vardı.
“Unutma,” dedi, sırtını dönüp yürürken. “Beni kaybeden sen oldun. Ve bu kayıp, senin sonsuza kadar taşıyacağın bir lanet olacak.”
Winx kızlarının bakışları Bloom’un ardında ağır ağır gezindi; kimisi şok, kimisi korku içindeydi. Ama Bloom’un umrunda bile değildi. O, Sky’ı sözleriyle paramparça etmişti ve bir an bile geri dönüp bakmadı.
Bulutlu Kule
Bulutlu Kule’nin yüksek kulesinde, loş taş odanın ortasında karanlık Küre ışıldıyordu. Gümüşi bir sisle çevrili küre, Alfea bahçesini tüm ayrıntısıyla gözler önüne seriyordu. Bloom’un Sky’a inen tokadı yankılanır gibi Küre’nin yüzeyinde parladı, ardından sessizlik çöktü.
Ve o sessizliği önce Stormy’nin patlayan kahkahası parçaladı.
“Gördünüz mü yüzünü?!” diye kıkırdadı, karnını tutarak. “Şu zavallının tokadı yiyinceki hâli… ah, hâlâ gözümün önünde! Tam bir ezik!”
Darcy, Küre’nin karşısında kollarını göğsünde bağlayarak gülümsedi. Sesindeki alay, bıçağın cilalı yüzeyi kadar pürüzsüzdü. “Bence Bloom tam yerinde bir şey yaptı. Sky zaten hep zayıftı, ama onu herkesin içinde böylesine küçük düşürmek? Kusursuz.”
Icy, soğuk bir gülümsemeyle öne eğildi. Buz mavisi gözleri Küre’nin üzerinde, Bloom’un uzaklaşan siluetine kilitlenmişti. “Hmm… Demek küçük prenses sonunda maskesini atmaya başladı.”
Stormy, yerinde duramayıp odada bir ileri bir geri yürümeye başladı. “Ahh, keşke orada olsaydım! O zavallı Sky’ın suratına da bir şimşek patlatırdım, kahraman pozu falan kalmazdı.”
Darcy, gözlerini devirdi ama yüzündeki tebessüm derinleşti. “Gerek kalmadı Stormy, Bloom onun egosunu paramparça etti zaten. İnan bana, bundan daha iyi bir büyü yapamazdın.”
Stormy ellerini kaldırıp patlayan bir yıldırım taklidi yaptı. “Yine de görmek isterdim. Sky yere yığılsın, herkes kahkahalar atsın, hahah! O aptal kahraman pozlarıyla hava atarken Bloom’un tek bir tokadıyla ezildi. Ahh, bu anı bir şişeye doldurup saklamak isterdim.”
Icy dudaklarını kıvırdı, sesi buz gibi alaycıydı. “Düşünsene… Domino’nun prensesi, Ejderha Ateşi’nin varisi, o mükemmeliyetçi Winx’lerin gururu… gidip Valtor’u savunuyor. Sky’a ise nefretini haykırıyor.” Hafifçe güldü. “Kader ne kadar tatlı bir oyunbaz.”
Darcy göz ucuyla ona baktı. “Ve en komiği, Sky hâlâ ‘ama seni seviyorum’ diye sızlanıyor. Ne kadar zavallı, ne kadar umutsuz. Tam bir trajedi.”
Stormy öne eğilip Küre’nin içine baktı, gözleri parlayarak. “Bence komedi! Trajedi değil, kahkaha atmaktan karnıma ağrılar girdi! Hah, şu an Kızıl Çeşme’deki diğer zavallılar Sky’a ne acıyordur ama.”
Bulutlu Kule’nin taş kapısı ağır bir gıcırtıyla aralandığında, içeride yankılanan kahkahalar bir anda sustu. Karanlık bir gölge eşiği doldurdu. Valtor’un uzun silueti, loş ışıkta belirirken gözlerindeki parıltı küre kadar tehditkârdı.
Adımları ağır, ama bir o kadar da kendinden emindi. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm vardı ama bakışları dikkatliydi; sanki hoşnut görünmekle birlikte her an öfkesini kusmaya hazırdı.
“Demek gülüp eğleniyorsunuz…” dedi, sesi derin bir yankı gibi duvarları titreterek. “Merak ettim, nedir bu kadar keyifli olan?”
Stormy, hâlâ kıkırdamasını saklamaya çalışarak Darcy’ye baktı ama sonunda dayanamayıp öne atıldı. “Ah Valtor, keşke görseydin! Bloom, o aptal Sky’a öyle bir tokat attı ki! Herkesin içinde suratını darmadağın etti. Kahraman pozları falan, hepsi yerle bir oldu.”
Darcy zarif bir edayla araya girdi, sesi alayla doluydu. “Ve sadece bir tokat değil, sözleri de… Sky’ı yerin dibine soktu. Ona nefretini haykırdı, gözünün içine baka baka. Zavallı hâlâ ‘ama seni seviyorum’ diye yalvarıyordu. Tam bir düşüş hikâyesi.”
Icy, Valtor’a dönüp buz mavisi gözleriyle sabit bir bakış attı. Gülümsemesi inceydi ama içten bir zevkle doluydu. “En güzel kısmı ise, Bloom’un seni savunmuş olması. Sky’ı paramparça ederken senin adını göklere çıkardı. Düşün, Domino’nun prensesi, Winx’in parlayan yıldızı… seni karanlık bir kalkan gibi koruyor. Bizim bile hayal etmediğimiz bir ironiydi.”
Valtor’un dudakları hafifçe kıvrıldı, bu sefer tebessüm daha belirgindi. Ama yüzünün sert çizgilerinde bir gerginlik hâlâ vardı.
Valtor gözlerini kısarak üç cadıyı süzdü. Gergin ama keyifli bir hâl aldı. Sesinde hem bir uyarı, hem de gizlenmiş bir gurur vardı.
“Bloom’un öfkesi… eğer doğru yönlendirilirse, bana hizmet edecek en büyük güç olur. Ama unutmayın,” diye ekledi, sesi buz kesmiş bir gök gürültüsü gibi ağırlaştı. “Kendi kendinize eğlenmeye fazla kapılmayın. Bu oyun hâlâ benim kontrolümde.”
Üç cadı birbirine kısa bir bakış atıp aynı anda sinsice gülümsedi. Onlar için bu sözler bir tehdit değil, gelecek zaferin işaretiydi.
Valtor, Küre’den gözlerini ayırmadan fısıldadı. “Bloom… sonunda ateşini benim karanlığıma teslim edeceksin.”
Alfea
Bahçede yolculuk için son hazırlıklar yapılırken araçların uğultusu havayı dolduruyordu. Winx, çantalarını ve sihirli eşyalarını toplarken Uzmanlar son kontrollerini yapıyordu. Herkesin telaşlı ama kararlı bir havası vardı.
Tam o sırada Faragonda ağır adımlarla Bloom’a yaklaştı. Yüzünde yumuşak bir ifade, gözlerinde ise derin bir kaygı vardı. Kalabalığın uzağında bir köşeye geçmesini işaret etti.
“Bloom…” dedi sessizce, ellerini öğrencisinin omuzlarına koyarak. “Şunu bilmeni isterim: Seni düşündüğüm için endişeliyim. Su Yıldızlarının tehlikesini sen de biliyorsun. Bu yolculuk, seni doğrudan riske atıyor. Seni korumak için elimizden geleni yapacağız. Konsey de ben de, bu tehdidi senin üzerinde en aza indirmek için çabalayacağız.”
Bloom’un bakışları karardı. Dudaklarının kenarında acı bir tebessüm belirdi ama bu gülümseme şefkate değil, alaya aitti.
“Tatlı sözler, Faragonda.” Sesinde acı ve öfke aynı anda vardı. “Ama artık bana maval okuyamazsınız. Ben dahil herkes Konseyin gerçek yüzünü artık öğrendi.”
Faragonda ürperdi. “Bloom, yanlış anlıyorsun. Biz sadece... ”
Bloom onu sertçe kesti. “Hayır, ben gayet iyi anlıyorum. Su Yıldızlarının varlığını yıllardır biliyordunuz. Ama nedense Valtor geri dönüp de Konsey’in itibarını yerle bir etmeye başlayana kadar bir şey yapmadınız. O zamana kadar sessiz kaldınız. Sizi gerçekten endişelendiren şey ben değilim. Sizin endişeniz kendi tahtlarınız, kendi saygınlığınız!”
Faragonda, Bloom’un yüzündeki öfkeyi görünce derin bir nefes aldı. Sakin olmaya çalışıyordu. “Bloom, olaylar göründüğü kadar basit değil. Biz… dengeyi korumak zorundayız.”
Bloom’un kahkahası buz gibi havayı yararak yükseldi. “Denge mi? Siz hiçbir zaman denge istemediniz. Siz karanlığın enerjisinden faydalanmak istediniz! Valtor’un geri döndüğünü öğrendiğinizde ne yaptınız? Onu yok etmeyi mi planladınız? Hayır. Onu kontrol etmeyi, karanlıkla kendi çıkarlarınıza uygun yeni bir denge kurmayı tartıştınız. Halktan gizlediniz! Çünkü sizin için tek önemli olan güç ve otoritenizi kaybetmemekti.”
Faragonda’nın gözleri büyüdü. Sesini alçaltarak, etrafa duyurmamak için fısıldadı. “Bloom, bu söylediklerin… Valtor'un yanılsamasından başka bir şey değil. O herkesi kandırıyor.?”
Bloom başını dikleştirdi, gözleri ateşle parlıyordu. “Ne ilginç, daha az önce başka biri kendi hatalarını örtbas etmek için Valtor'u karalamaya çalıştı. Anlaşılan o ki kendi karanlığınızı, kötü olduğunu kabul eden biri sayesinde indirgemeye alışmışsınız. Siz ve o çok bilge Konsey ne yaparsanız yapın gerçekleri değiştiremezsiniz. Direnmeye devam edin ama bunun sonunu ikimiz de çok iyi biliyoruz, Faragonda.”
Bir süre ikisi de konuşmadı. Aralarındaki sessizlik, bahçedeki telaşın gürültüsünü bastırıyordu. Faragonda’nın yüzünde suçlulukla öfke arasında gidip gelen karmaşık bir ifade vardı. Bloom’un ise bakışları netti; ne kadar öfkeli olsa da, artık kandırılamaz bir netlik taşıyordu.
“Beni susturamazsınız.” Bloom’un sesi soğuk bir bıçak gibi indi. “Ve Valtor’u sadece sizin çıkarlarınız için durdurmam. Sadece dua edin, ona katılma kararımı değiştirmemem için.”
Faragonda başını hafifçe öne eğdi, yüzünde yorgun bir çaresizlik belirdi. Ama Bloom, ondan gelecek her türlü cevabı zaten reddetmeye hazırdı.
Bir an sonra Bloom arkasını dönüp Winx’in yanına yürüdü. Adımlarında öfke, gözlerinde meydan okuma vardı.
...
Kızıl Çeşme aracı ağır ağır havalandı. Winx ve Uzmanlar yerlerini almış, motordan kaynaklanan hafif bir rüzgâr bahçeyi dalgalandırıyordu.
Bloom arka koltukta otururken hâlâ öfkesini taşırken, Stella ve Flora yanına yaklaştı.
Stella, Bloom’un yüzündeki sert ifadeyi gördü ve sessizce başını salladı. “Bloom… Sky’a attığın o tokat… sanırım… bunu hak etmişti,” dedi, dikkatli bir sesle. Ama gözlerindeki şüphe, Bloom’a destek vermek istediğini de gösteriyordu. “Seni anlıyorum. Yine de… gerçekten haklı olduğundan emin misin? Valtor’un bir etkisi olmadan bunu yapmış olması mümkün mü?”
Flora ise kaşlarını çattı, başını hafifçe yana eğdi. “Çiçeğim, swnce de biraz aşırıya kaçmadın mı? Sky hâlâ seni seviyor ve belki de bunu ifade etmeye çalışıyordu. Attığın tokat… hmm, biraz dramatik oldu.”
Bloom, kafasını sallayarak dudaklarını kıvrıldı. “Dramatik mi? Hahaha… Siz gerçekten ona mı acıyorsunuz? Valtor'un verdiği iksirle Diaspro'nun Sky'ı etkisine aldığı doğru ama o iksir, sadece zaten Diaspro'ya karşı hisleri olduğu için işe yaradı.”
Stella dudak bükerek yanındaki arkadaşına baktı. “Ama… o iksir gerçekten etkili olabilir. Sky belki de istemeden de olsa kontrol edildi.”
Bloom sert bir baş hareketiyle onu kesti. “Stella… anladım. Ama buna inanacak kadar aptal değilim. Sky’ın içkiyi içmesi, Diaspro'ya karşı duygularını sahte yapmaz. Sadece duygularını artırır. Ben onun ne olduğunu, neye kapıldığını gayet net görebiliyorum.”
Flora yavaşça omzuna dokundu, sesinde yumuşak bir uyarı vardı. “Anlıyorum çiçeğim. Endişelenme, bu konuda haklı olduğunu biliyoruz. Bize karşı kendini savunmana gerek yok.”
Bloom dudaklarını ısırdı, gözleri dışarıya bakarken havada parlayan ışıkları takip etti. “Bunu biliyorum. Sadece anlamanızı istedim.”
O sırada Timmy, endişeli ses tonuyla, "böldüğüm için üzgünüm ama buna bir baksanız iyi olabilir çocuklar." diye seslendi.
Herkes endişeyle Timmy'nin yanına tolanırken Timmy’nin parmakları hızla navi vericinin kristal panelleri üzerinde dolaştı, mavi ve beyaz ışıklar titrek bir şekilde yanıp sönüyordu.
Kaşlarını çatıp gözlüğünü düzeltti. “Bu hiç normal değil…” diye mırıldandı.
Sonra başını kaldırıp diğerlerine baktı. “Eğer bu rotada devam edersek… kendimizi dünyanın diğer ucunda bulacağız. Bakın...”
Ekranı işaret etti. Holografik haritada, puslu çizgiler sisle kaplanmış ormanın hemen ötesinde kesiliyor, sanki dünya orada son buluyormuş gibi bomboş bir boşluk uzanıyordu.
Tecna öne eğildi, gözlerinde şüpheyle. “Verici mi bozuldu? Böyle bir boşluk olamaz. Bütün haritalarda bu bölge kayıtlıdır.”
Ama Pixie’ler bile tedirgince birbirlerine bakıyor, kanatlarını hızlı hızlı çırpıyorlardı. Chatta’nın tiz sesi, sessizliği böldü. “Ben… ben böyle bir şey hiç görmedim. Orman ötesinde boşluk… Bu… doğal değil!”
Stella kollarını göğsünde kavuşturdu, sesini gergin bir espriyle süslemeye çalıştı. “Harika. Yani ya verici bozuk… ya da birazdan evrenin sonuna düşeceğiz. Çok rahatlatıcı.”
Layla yerinden kalktı, yüzündeki endişeyi bastırarak kararlı bir sesle konuştu. “Ben ikmal bölümüne gidiyorum. Yedek navi vericimiz olmalı. Bu cihaz arızalandıysa fazla risk almamalıyız.”
Brandon hafifçe başını salladı. “Haklısın. En küçük hata hepimizi yanlış bir boyuta fırlatabilir.”
Bloom ise gözlerini hâlâ önlerindeki sis perdesine dikmişti. Dışarıda, ormanın kıyısında kıvrılıp duran sis, sanki kendi içinde kıpırdanıyor, şekil değiştiriyor gibiydi.
Kalbinde, anlatamadığı bir ağırlık vardı. “Bu… sıradan bir sis değil,” diye fısıldadı, sesi ancak yanındakilerin duyabileceği kadar düşüktü.
Timmy tekrar cihazla uğraşırken alnından ter damlıyordu. “Eğer bu sadece bir hata olsaydı… sistem kendini düzeltirdi. Ama… bu… sanki bir şey rotayı bizim için değiştirmiş gibi.”
Layla ikmal bölümünün ağır kapısını açıp içeri adım attığında, loş ışıklar aniden söndü. Koridorun sonuna kadar uzanan raflar, karanlık bir labirent gibi önünde belirdi. Havanın içine sinmiş tuhaf bir soğukluk, tenine işliyordu.
Adımlarını yavaşlattı, kalbi istemsizce hızlandı. Sanki biri, görünmez gözlerle onu baştan aşağı süzüyordu.
Kaşlarını çattı, avuçlarını yumruk yaptı. “Kim var orada?” diye seslendi, sesi öfkeyle titriyordu. “Kendini göster!”
Cevap gelmedi. Bunun üzerine Layla, avucunda yoğunlaşan su damlalarını parlak bir enerjiye dönüştürerek etrafı aydınlattı.
Mavi ışık rafların arasına yayıldığında, gölgelerden ince bir siluet belirdi.
“Sen…” Layla’nın gözleri irileşti.
Magix Müzesi’nde kendilerini izleyen, gizemli mor gözlü çocuk tam karşısındaydı. Sakin, hatta biraz utangaç bir gülümseme ile bakıyordu.
Sesinde en ufak bir tehdit yoktu. “Korkutmak istemedim,” dedi yumuşak bir tonla. “Sadece… seni tanımal istedim.”
Layla’nın yüzü öfkeyle gerildi. “Bizi takip etmeye devam mı ediyorsun? Yeterince sorun çıkmadı mı?!” Elleriyle su kamçısını çağırdı, parıltılı damlalar hızla kollarına dolandı. “Beni oyunlarına bulaştıramazsın.”
Ovir başını yana eğdi, ellerini hafifçe kaldırdı. “Oyun değil. Ben… aslında...” cümlesi yarıda kaldı çünkü Layla'nın dırlattığı morfiks ışınından sıyrılmak zoeunda kalmış ve hemen ardında bedeni, saniyeler içinde silikleşmişti.
Layla dişlerini sıktı. “Görünmezlik büyüsü…” Mavi ışığını daha da yoğunlaştırdı, etrafı su parçacıklarıyla doldurup yankılanan sesleri dinledi.
Her adımında gerilim artıyor, kalbinin ritmi duvarlarda çarpıyordu.
Bir anda omzunun yanında hafif bir rüzgâr hissetti. Refleksle kamçısını savurdu, görünmez bir gövdeye çarpınca su damlaları titreşerek şekil aldı ve Ovir’in vücudu ortaya çıktı.
Çocuk yere düşmedi; aksine, zarif bir hareketle dengede kaldı, yüzünde yumuşak bir ifade vardı.
“Bana inanmıyorsun, biliyorum,” dedi sessizce. “Ama ben düşmanın değilim, Layla.”
Layla nefes nefese, hâlâ saldırıya hazır bir halde duruyordu. Kalbinde öfke ve güvensizlik, ama aynı zamanda onu garip bir şekilde rahatsız eden samimi bakışlar vardı.
Ovir’in gözlerindeki o dinginlik, en az saldırı kadar sarsıcıydı.
Layla, Ovir’i morfiks zincirleriyle sıkıca bağladı. Çocuk direnmedi, gözlerinde hâlâ o sakin ifade vardı. Rafların arasında aradığı yedek vericiyi de bulup kolunun altına sıkıştırdı. “Benimle geliyorsun,” dedi sertçe. “Ne halt karıştırdığını herkesin önünde açıklarsın.”
Ovir başını eğdi, tek kelime etmedi. Onun sessizliği Layla’nın öfkesini daha da büyütüyor, aynı zamanda içinde bastıramadığı bir huzursuzluk bırakıyordu.
İkisi birlikte kokpite döndüğünde herkesin gözleri üzerlerine çevrildi. Stella’nın ağzı açık kaldı. Musa hemen ayağa fırladı. “O da kim?!”
Layla, öfkesini saklamadan, “Müzede bizi izleyen çocuk,” diye açıkladı. “Görünmezlik büyüsü kullanıyor. Casus olmalı.”
Timmy’nin bakışları hemen Ovir’e kaydı, sonra elindeki yeni navi vericiye döndü. Kristalleri takıp çalıştırdı, ama ekrana düşen veriler aynıydı: ormanın ötesi hâlâ dev bir boşluk gibi görünüyordu.
Timmy gözlüğünü çıkarıp alnını ovuşturdu. “Hayır… hayır, bu imkânsız. Cihaz sağlam. Ama sonuç… değişmiyor.”
Hologram titreyerek sisle örtülü sınırı gösterdi. Sanki dünya, orada bıçakla kesilmiş gibi bitiyordu.
Bir sessizlik çöktü. Pixie’ler endişeyle birbirlerine sarılırken Flora şaşkınlıkla. “Yani… ileri gidersek düşer miyiz? Bu… tam bir kabus!”
Stella saçlarını savurup alaycı bir kahkaha attı. “Dönelim. Bu kadar basit. Geri çekilmek bazen zekilik göstergesidir.”
Ama Sky başını iki yana salladı, gözleri kararlıydı. “Hayır. Bu yol bizi Altın Krallığa götürecek. Risk almak zorundayız.”
Bloom sessizce Ovir’e baktı. Çocuğun yüzünde suçluluk değil, aksine sessiz bir kabulleniş vardı. Onun hakkında söylenen casusluk suçlamalarına rağmen Bloom, içinde bir şeylerin farklı olduğunu hissediyordu.
Brandon ağır adımlarla öne çıktı, elinde gümüşten işlenmiş büyülü kelepçeler vardı. “Her neyse… bunun burada serbest dolaşmasına izin veremeyiz.” Kelepçeleri Musa’ya uzattı. “Sen bağla. Gücüne karşı koyamaz.”
Musa tereddüt etmedi. Ovir’in bileklerini kavradı, kelepçeleri yerleştirdi. Kilitler kendiliğinden kapanıp mor bir mühürle sabitlendi. Ovir başını kaldırıp Musa’ya sakin bir bakış attı, ama karşı koymadı.
Tam o sırada Flora, kristal aynayı açıp Helia’ya görüntülü mesaj yolladı. Ekranda sevgilisinin yüzü belirdi, etrafında orman gölgeleri vardı. Sesinde şaşkın bir tını vardı. “Flora? Sesin geliyor ama görüntü çok dalgalı…”
Flora hızlıca olan biteni anlattı: sis, boşluk, vericilerin aynı sonucu göstermesi ve Layla’nın getirdiği gizemli çocuk. Helia’nın yüzü daha da ciddileşti. “Dikkatli olun. Bu tür bir sis, doğal bir fenomen değil. Biri ya da bir şey sizi bu yola yönlendiriyor olabilir.”
Sözleri aracın içinde yankılanırken, dışarıda sis dalgaları hareketlendi. Sanki koca bir şey, onların gelişini bekliyormuş gibi…
Bulutlu Kule
Loş ışıklarla kaplı taş odada Kara Küre’nin uğultusu yankılanıyordu.
Kürenin içinde, Winx ve Uzmanların sisle kaplı ormana doğru ilerleyişi belirmişti.
Stormy, kollarını göğsünde kavuşturmuş, gözleri öfkeyle parlıyordu. “Bu çok saçma! Ember bunu neden bize söylemedi?! Su Yıldızlarını almak için Altın Krallığa gidiyorlar. Ember’in bundan habersiz olması imkânsız!”
Darcy, Stormy’nin sert çıkışını sakin bir sesle bastırmaya çalıştı. “Ember, sıradan bir cadı değil Stormy, biliyorsun… onun bağlantıları var. Eğer gerçekten böyle bir bilgiye ulaşmadıysa, mutlaka bir nedeni vardır.”
Stormy, sinirle saçlarını savurdu. “Bir nedeni mi?! Saçmalık! O cadı bizi yarı yolda bırakıyor. Biz burada Valtor’a sadakatle hizmet ederken, o gizli gizli başka hesaplar peşinde!”
Icy, uzun süre sessiz kalmıştı. Bakışları hâlâ Kara Küre’nin içinde ilerleyen Winx’in görüntüsüne kilitliydi.
Sesini yükseltmeden, ama keskin bir tonda konuştu, “Stormy, duygularına kapılıyorsun. Ember’in yeteneklerini hepimiz biliyoruz. Böylesine önemli bir bilgiyi gözden kaçırması bana da mantıklı gelmiyor ama ya gerçekten bunu öğrenemedi… ya da öğrenip bize söylememeyi tercih etti.”
Stormy yumruğunu masaya vurdu. “Aynı şey işte! Söylemedi! Demek ki güvenilmez!”
Darcy başını yana eğdi, dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. “Ya da belki güvenilmez değil de… ihtiyatlı. Ember’in sadakatini test etmeyi denediniz mi hiç? Onun niyetini hemen sorgulamak kolay. Ama düşün… Eğer Ember, Winx’in bu yolculuğunu biliyor ve yine de sessiz kalıyorsa… belki de bir planı vardır.”
Stormy alayla güldü. “Plan mı? Hah! Bize plan falan söylemediği sürece bu sadece ihanettir.”
Valtor, köşedeki gölgelerin arasından çıkıp konuşmaya başladığında sesi bütün salonu doldurdu.
Ağır, kurnaz, alaycı bir tonla, “ne kadar ateşli bir tartışma… Ember’i kıskanmanız çok ironik, bayanlar"
Stormy öfkeyle hırladı. “Kıskanmak mı?! Ben onu...”
Valtor, elini hafifçe kaldırarak sözünü kesti. Ses tonu yükselmedi, ama otoritesi taş duvarları sarsacak kadar ağırdı. “Dikkatli ol, Stormy. Sadakat konusunu ben değil de siz sorgulamaya kalkarsanız, bedelini ödersiniz. Ember’in niyetini masaya yatırmak size düşmez. Yerinizi unutmayın, bayanlar.”
Stormy’nin dudakları kıpırdadı ama sesi çıkmadı. Yumruğunu sıktı, bakışlarını yere indirdi. Öfke gözlerinde hâlâ kıvılcım gibi yanıyordu, ama Valtor’un tehdidi damarlarına buz gibi işlemişti.
Darcy sessizce kollarını kavuşturdu, yüzünde düşünceli bir ifade belirdi. “Yani diyorsun ki… Ember’in bize söylemediği şeyler varsa, bu seni ilgilendirir, bizi değil. Fakat Valtor…” Gözleri hafifçe kısıldı. “Onun sessizliğini sen bile biraz garip bulmuyor musun?”
Valtor’un dudakları sinsice kıvrıldı. “Garip mi? Heh… Garip olan Ember değil, sizin sabırsızlığınız. Ember’in suskunluğu… benim için bir işarettir. O, bazılarınız gibi öfkesine kapılıp saçmalamaz. Sessizliği, bana bir şeyler anlatıyor.”
Icy sonunda başını kaldırdı, soğuk gözlerini Valtor’a dikti. Sesi sakin ama buz gibi keskin çıktı, “pekâlâ, madem bu kadar sakinsin… O hâlde dürüst ol, Valtor. Ember’le aranızda… daha kişisel bir şeyler mi var?”
Stormy’nin gözleri büyüdü, Darcy’nin dudaklarında belirsiz bir gülümseme belirdi. O an odadaki hava neredeyse gerildi, Kara Küre’nin uğultusu bile kısıldı.
Ama Valtor’un öfkelenmesini beklerlerken, onun dudaklarından koyu bir kahkaha döküldü. Sesinde küçümseyici bir zevk vardı.
“Hah… hahahah! İşte bu, Icy. Senin buz gibi soğukkanlılığın bile merakına yenik düşüyor.”
Adımlarını yavaşça üç cadının etrafında dolaştı, onları tek tek süzerek konuşmaya devam etti, “aramızda ne mi var? Ember bana sadakatle hizmet ediyor, ama bu hizmeti… kendine özgü yollarla. O, bana soru sormadan hareket etmez. Sizin aksinize, her hamlesi bir düşüncenin ürünü. Onu farklı kılan şey bu.”
Darcy kaşlarını çattı. “Ama ona ayrıcalık tanıyorsun. Bunu inkâr edemezsin.”
Valtor alaycı bir tebessümle başını yana eğdi. “Ayrıcalık mı? Belki de hak edilmiş bir güven diyelim.”
Icy’nin bakışları hiç ayrılmadı. “Yani diyorsun ki, Ember’in yanında olmasının tek nedeni zekâsı mı? Başka hiçbir bağ yok mu?”
Valtor’un gözleri Kara Küre’nin ışığında parladı. Dudakları sinsice kıvrıldı. “Eğer öyle olsaydı… bunu size söyler miydim sanıyorsunuz?”
Stormy, dayanamayıp dişlerini sıktı. “Bizi aptal yerine koyuyorsun!”
Valtor birden durdu, gözlerini Stormy’nin üzerine dikti. Sesi hâlâ sakindi ama tehditkâr bir tınıyla çınladı. “Hayır, Stormy. Aptallık, bana karşı sesini yükseltme cüretinde bulunmaktır. Ve sen… Ember’in adını anacak kadar dahi nefes almaya zamanın kalmaz.”
Stormy’nin soluğu kesildi. Gözlerinde hâlâ öfke vardı ama dudaklarını sımsıkı kapattı, sessiz kaldı.
Darcy sessizce başını eğdi, ama içten içe şüphe dolu bakışlarını gizleyemedi.
Icy ise gözlerini kısarak Valtor’a baktı. Sesi neredeyse fısıltıydı. “Demek ki… Ember gerçekten özel senin için.”
Valtor, şeytani bir keyifle gülümsedi.
Ember, Valtor’un bakışları hâlâ sırtında bir yük gibi ağırken Bulutlu Kule’nin taş koridorlarına adım attı. Boğazındaki soğuk iz, parmaklarının bıraktığı baskı hâlâ teninde yankılanıyor gibiydi.
Adımlarını yavaşlatmadı, ama göğsündeki gerginlik nefesini kesiyordu. Kapıya yaklaşırken, buz mavisi bir siluet yolunu kesti.
Icy, duvara yaslanmış, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Gözleri, sanki karanlıkta bile parlıyormuş gibi keskin. “Ne bu acele?” dedi, sesi buz gibi ama içinde saklı bir merak vardı. “Yoksa seni biri mi kovalıyor?”
Ember, dudaklarının kenarını belli belirsiz kıvırdı. “Kovalasaydı, çoktan yakalanmış olurdum. Hem, seni geçmem gerekiyorsa… bu başka bir kovalamaca olur.”
Icy, başını hafifçe yana eğdi, bakışları Ember’ı baştan ayağa süzerken ölçüyordu. “Zekânı gerçekten takdire şayan. Ama bakıyorum, söylediklerin kadar sessizliğin de dikkat çekiyor.”
Ember, kaşlarını kaldırdı. “Sessizlik… yanlış kişinin elinde cehalet gibi görünür. Ama senin gibi birinin bunu fark etmemesi mümkün değil.”
Icy, dudaklarında ince, zehirli bir gülümsemeyle yaklaştı. “Bana laf dokundurmak için fazla dikkatli konuşuyorsun. Yoksa senin de Valtor gibi, kelimeleri silah olarak kullanma huyun mu var?”
“Silahlarımı seçmeyi iyi bilirim,” diye karşılık verdi Ember, sesi neredeyse fısıltı. “Ve bazen… en keskin bıçak, fark edilmeyendir.”
Icy, kısa ama derin bir kahkaha attı, sonra başını yana çevirdi. “Seninle uğraşmak… tehlikeli bir buz üzerinde yürümek gibi. Eğlenceli ama kırılgan.”
Icy, buz mavisi bakışlarını Ember’ın yüzünden ayırmadan, sesini alçaltarak sordu, “peki, bana şunu söyle… Konsey, Domino’yu yalnız bırakırken gerçekten tek kurban o muydu? Yoksa başka krallıklar da aynı kaderi paylaştı mı?”
Ember, sorunun ağırlığını ölçer gibi sustu. Bu tür bilgiler, yanlış kişinin elinde hem silah hem tuzak olurdu. Gözlerini hafifçe kısarak Icy’yi süzdü. “Bunu neden bilmek istiyorsun?”
Icy, dudak kenarına sinsice bir kıvrım yerleştirdi. “Çünkü bazı gölgeler, sandığımızdan daha geniştir… ve belki de senin bildiğin bir gölge, benim yolumu aydınlatabilir.”
Ember, derin bir nefes aldı, ama içinde hâlâ bir tereddüt vardı. Yine de konuşmaya başladı, “Diamond Gezegeni… Domino’nun kaderini paylaşanlardan biri. Konsey, onlara yardım etmek şöyle dursun, tamamen terk etti. Tıpkı senin dediğin gibi… sonsuzluğa gömüldüler. Ve bunun tek nedeni, Şaman Cadısının gazabına karşı yalnız bırakılmaları değildi.”
Icy’nin bakışları parladı. “Daha fazlası var, değil mi?”
“Evet,” dedi Ember, sesi sertleşerek. “Diamond, Konsey’in kararlarına ve aykırı politikalarına defalarca karşı çıktı. Özellikle… Eclipse elementi yüzünden.”
Icy kaşını kaldırdı. “Eclipse elementi?”
“Evet,” diye devam etti Ember, bakışlarını koridorun karanlığına kaydırarak. “Karanlığı işlemek için kullanılan, evrende sadece Diamond Gezegeninde çıkarılan nadir bir element. Konsey onu kendi çıkarları için kullanmak istedi. Ama Diamond, bu talebi reddetti. Onlara göre Eclipse, doğanın dengesine aykırı bir lanetti. Ve bu red… Konsey’in sabrını taşıran son damla oldu.”
Icy, sessizce gülümsedi; bu gülüşte hem zafer hem hesap vardı. “Demek ki… Diamond’un düşüşü, Şaman Cadısının zaferi kadar Konsey’in menfaatine de yaradı.”
Ember, başını hafifçe salladı. “Yaradı mı? Onlar için altın fırsattı. Bir düşman daha susturuldu… hem de ellerini kirletmeden.”
Koridor, iki kadının sessizliğinde biraz daha soğudu. Icy, Ember’a yaklaşıp kulağına eğildi. “Seninle konuşmak, Ember… buzun altındaki çatlakları görmek gibi. Ve ben, o çatlaklardan sızmayı çok iyi bilirim.”
Ember, Icy’nin sözlerinin ardında saklanan o soğuk güveni izlerken, bir anlığına beklenmedik bir şey fark etti. Buz mavisi bakışların derininde, kelimelerle örtülmüş ince bir kırılganlık… bir anlık, çıplak bir yara izi gibi belirdi.
Çok hızlı geçti, neredeyse hayal bile olabilirdi, ama Ember bunun hayal olmadığını biliyordu.
Icy’nin yüzü yeniden taş kesildiğinde, Ember başını çevirdi. Sessizlik, aralarındaki havayı daha da ağırlaştırmıştı.
“Bazı çatlaklar… ne kadar buzla kapatırsan kapat, yine de görünür,” diye mırıldandı Ember, kendi kendine ama Icy’nin duyabileceği kadar.
Icy karşılık vermedi; sadece gözlerini kısa bir an yerdeki gölgesine indirdi, sonra yine soğuk ifadesine büründü.
Ember, daha fazla kalmadı. Adımlarını hızlandırarak Bulutlu Kule’nin soğuk taşlarından ayrıldı.
Hava, dışarı çıkar çıkmaz farklı kokuyordu; eski büyülerin, çürüyen yaprakların ve ıslak toprağın kokusu. Önünde Karanlık Orman’ın girintili çıkıntılı silueti uzanıyordu.
Ağaçların gövdeleri, geceyi yutmuş gibi simsiyah; dallar ise birbirine geçmiş, gökyüzünü kapatmıştı. Her adımda kuru dallar çıtırdıyor, loşluk daha da yoğunlaşıyordu.
Ember, ayaklarının altındaki toprağın nemini hissederken zihni Icy’ye dönüyordu.
Onun neden böyle bir soru sorduğunu biliyordu. Ne de olsa Icy… Diamond Krallığının varisiydi. Bu yüzden sesinde buz gibi alay olsa da, sorusunun merkezinde acı vardı. Diamond’un düşüşü, yalnızca bir gezegenin yok oluşu değil, Icy’nin kendi hikâyesinin kırılma noktasıydı.
Ve Ember, bunun hatırasının hâlâ onun damarlarında donmuş kan gibi dolaştığını görebiliyordu.
...
Gece yarısıydı. Ay, Alfea’nın kulelerinin üzerinden soğuk bir bıçak gibi kayıyor, avluyu sessizliğe gömüyordu.
Bloom, rüzgârın uğultusuna karışan adımlarla balkonuna indi. Üzerinde, altındaki siyah elbiseyi saklayan, karanlık dokumalardan yapılmış ağır bir pelerin vardı. Parmak uçlarıyla balkon kapısını sessizce itti, gölgelere karışmış odaya adım attı.
Yalnız olduğunu sanıyordu...
Fakat bir anda, odanın ortasında patlayan sıcak ve keskin bir ışık, tüm karanlığı yararak etrafı aydınlattı. Bu, Stella’nın büyüsüydü.
Işıkta Winx’in tamamı görünür oldu. Yüzlerinde uykunun izinden çok, uyanık ve gerilmiş bir şüphe vardı. Sessizlik, gergin bir ip gibi odanın ortasında geriliyordu.
Bloom’un kalbi bir an duracak gibi oldu. Pelerinin ağır kumaşı omuzlarından kayarken, ay ışığı ve sihirli güneş ışığının birleşimi yüzünü ortaya çıkardı. O an, odada derin bir sessizlik vardı, nefeslerin bile ağırlığı hissediliyordu.
Stella kollarını göğsünde kavuşturmuş, altın gözleri şüpheyle kısılmıştı. "Gece yarısı üzerinde bir pelerin var ve… Alfea’nın kapılarından sessizce girmek mi? Bloom, neyin peşindesin?"
Musa, yatağının kenarına oturmuş, bileğindeki mavi bileziği durgunlukla çeviriyordu. "Bize söylemen gereken bir şey var, değil mi?"
Flora ise normalde yumuşak olan bakışlarını kısmıştı, sesi titrek ama kararlıydı. "Biz senin arkadaşınız Bloom… ama sakladığın şeyler varsa, bunu bilmeliyiz."
Bloom bakışlarını kaçırmak istedi, ama Layla’nın elindeki taç, düşüncelerini zincir gibi bağladı. O tacın her kıvrımında, Sparks’ın ateşinin yankısı vardı. Layla, tacı adeta suç kanıtıymış gibi havada tutuyordu. "Dün Magix Müzesi soyuldu ve çalınan şeyler Sparks'ın hazineleriydi?" dedi Layla, sesi buz gibi soğuk. "Sen miydin?"
Bloom, gözlerini taçtan alamadı. Boğazına oturan bir düğüm nefesini zorlaştırdı. O an, pelerinin altındaki elbisesinin ağırlığı bile omuzlarını eziyordu; çünkü o elbise, az önce içinde bulunduğu dünyanın tehlikeli, karanlık ve yasak büyülerle dolu dünyanın izlerini taşıyordu.
Bloom’un gözleri, Layla’nın elinde duran taçta takılı kalmıştı. Parıltıları, içini yakarcasına ona geçmişini, Spark’sı, ailesini ve aynı zamanda aldığı tüm kararları hatırlatıyordu. Dudakları aralandı, ama ses boğazına düğümlenmişti.
Derin bir nefes aldı, omuzlarından kayıp yere düşen pelerinin karanlık kumaşlarıyla birlikte sırlarını da bırakmaya niyetliymiş gibi.
“Evet…” dedi nihayet, sesi alçak, ama odadaki herkesin kalbine işleyen bir soğuklukla. “Bütün bunların arkasında ben vardım.”
Stella’nın yüzündeki öfke aniden yumuşadı, altın gözleri endişeyle Bloom’un üzerinde gezinmeye başladı. “Bloom… biz… sana saldırmak için burada değiliz.” Adımlarını ona doğru attı, sesinde alışılmadık bir kırılganlık vardı. “Sadece neden bizden saklandığını bilmek istiyoruz. Çünkü sen bizim için hâlâ aynı Bloom’sun.”
Musa, bileziğini bırakıp ellerini dizlerinin üzerine koydu, kararlı bir nefes verdi. “Seninle dövüşmeyeceğiz. Eğer bu düzene karşı savaşıyorsan… biz de bu çürümüş Konsey’den ve onların oyunlarından bıktık. Ama… bunu yalnız yapmana izin veremeyiz.”
Flora yaklaşarak Bloom’un elini tuttu. Parmakları ince ama güçlü bir şekilde onun ellerine kenetlendi. “Biz seni kaybetmeyeceğiz Bloom. Eğer bu yolun sonunda isyan varsa, o zaman biz de senin yanındayız. Çünkü biz arkadaşız. Biz aileyiz.”
Bloom’un kalbi, onların sözleriyle bir an için hafifledi, gözleri nemlendi. Sessizce başını salladı. “Konsey, bütün dünyaları zincirlemiş durumda. Onların ışığa sığınmış düzeni aslında çürümüş bir karanlık. Halk, gerçeği yavaş yavaş öğreniyor. Ben… bu gerçeği ortaya çıkarmak için ne gerekiyorsa yapacağım.”
Layla, tacı yavaşça indirip bir kenara koydu. Derin bir nefes aldıktan sonra başını salladı. “O zaman biz de yanındayız. Ama Bloom…” bakışları keskinleşti, “Valtor’dan uzak durmak zorundasın.”
Bu isim odada yankılandığında hava aniden ağırlaştı. Stella’nın gözleri karardı, Musa kaşlarını çattı, Flora’nın elleri Bloom’unkini biraz daha sıkı tuttu.
Stella öne atıldı, sesi sertti. “Bize ne dersen de, o adamla yakın olamazsın. O sadece kullanır, seni kendine çeker ve sonunda yok eder. Biz seni onunla birlikte kaybetmeyeceğiz!”
Bloom’un içi burkuldu. Dudaklarına kısa bir tebessüm yayılırken gözleri karanlıkla parladı. “Siz Valtor’u düşman olarak görüyorsunuz. Ama o, bana gerçeği gösterdi. Konsey’in zincirlerini kırmaya cesaret eden tek kişi oydu.”
Musa başını iki yana salladı. “Hayır Bloom. Bunu sen yapıyorsun. Senin gücün, senin ateşin, senin isyanın. Onun değil.”
Flora yumuşak ama titreyen bir sesle ekledi. “Biz sana inanıyoruz. Ama Valtor’a değil. Lütfen, onun seni ele geçirmesine izin verme.”
Bloom, arkadaşlarının gözlerindeki yalvarışı gördü. Kalbi iki farklı uçurumun kenarında atıyordu; bir yanda Winx’in sadakati ve sevgisi, diğer yanda Valtor’un karanlık cazibesi ve aşk olduğuna inandığı hisleri.
Bir anlık sessizlik çöktü.
Ay ışığı ve Stella’nın büyüsünün parıltısı birleşerek odanın ortasında Bloom’u sanki iki dünyadan doğmuş bir varlık gibi aydınlatıyordu.
“Benim yolum…” diye fısıldadı Bloom, sesi hem kırık hem kararlı. “Karanlıkla da olsa ışığı özgür kılacak. Eğer yanımda olacaksanız… bunu kabullenmelisiniz.”
Winx birbirlerine baktılar, ama hiçbirinin geri adım atmaya niyeti yoktu. Layla’nın sesi odadaki son sözü oldu, “yanındayız Bloom. Ama seni Valtor’a bırakmayacağız.”
Bloom, dudaklarını ısırdı. Kalbindeki çalkantı yüzüne vurmuştu; gözlerinde hem ateş hem gölge vardı.
Winx’in endişeli bakışlarının ağırlığı altında bir an nefesi kesildi, ama sonra kendini geri çekmedi. Gözlerini kaçırmadan, sanki karanlığın ortasında tek başına ayakta duruyormuş gibi dikeldi.
“Valtor…” dedi, adı dudaklarından fısıltıdan çok daha güçlü bir yankıyla çıktı. “Siz onu yalnızca bir canavar olarak biliyorsunuz. Konsey’in ve tarih kitaplarının yazdığı şekliyle. Ama ben onun yüzünü gördüm. Onun yaralarını, onun yalnızlığını… Ve o bana yalan söylemedi. Bana hep gerçeği gösterdi.”
Stella’nın kolları çözülmüş, elleri çaresizlikle iki yana düşmüştü. “Bloom…” diye fısıldadı, sesi kırık. “O adam binlerce insanı yaktı, yok etti. Biz onun yaptıklarını gördük. Sen… sen onun böyle olmasına nasıl göz yumabilirsin?”
Musa, yumruklarını dizlerine bastırdı, çenesindeki kaslar titriyordu. “Bu delilik. Gerçekten… ona aşık olduğunu mu söylüyorsun?”
Bloom’un gözleri karanlıkla parladı, ama sesindeki tını saf ve çıplak bir itiraftı. “Evet. Onu seviyorum. Bu hoşunuza gitse de gitmese de, gerçek bu.”
O an odadaki sessizlik, yıldırımlar gibi çaktı. Flora’nın yüzünden yaşlar süzüldü, gülümsemeye çalıştı ama boğazı düğümlendi. “Bloom… biz seni sevdik, her halinle sevdik. Ama kalbini… ona vermeni kabul edemeyiz. Çünkü o seni yutacak. Çünkü o karanlığın ta kendisi.”
Layla, başını iki yana salladı, gözleri öfkeyle parladı. “Senin gözlerinin önünde bir kabus duruyor ve sen bunu aşk sanıyorsun! Bloom, lütfen… bize dön. Bize değilse bile kendine dön.”
Bloom’un sesi daha da sertleşti, ama gözlerinde titreyen kırılgan bir parıltı vardı. “Siz anlamıyorsunuz. Valtor yalnızca karanlıktan ibaret değil. Onu öyle yapan, cadıların işkenceleri, Konsey’in yalanları, hepimizin sessizliği. O, benim gibi zincirlenmiş biri. Ve ben… ben onun yanında, nihayet kim olduğumu görüyorum.”
Stella başını ellerinin arasına aldı, gözleri dolmuştu. “Hayır… hayır, bu olamaz. Sen… bu kadar kör olamazsın.”
Winx’in geri kalanı, birbirlerine bakarken çaresizlikle sustular.
Yıllardır yanlarında duran en güçlü arkadaşları, şimdi onların en büyük korkusunu dile getiriyordu: Bloom, karanlığın kalbine kendi isteğiyle yürüyordu.
Ve onları en çok acıtan şey, onun gözlerindeki samimiyetti. Bu, bir büyünün eseri değil, gerçekti.
O an Winx’in hiçbir büyüsü, hiçbir sözü Bloom’un kalbine ulaşamıyordu.
Gece odanın içinde ağır ağır ilerliyordu. Bloom’un itirafı Winx’in kalbine saplanan bir diken gibi etkisini sürdürüyordu; sessizlik odayı doldurmuştu, nefesler güçlükle alınıyordu.
Sonunda Musa, başını kaldırdı, sesi gergin ve kararlıydı, “yarın sabah Kızıl Çeşme uçağıyla Altın Krallık’a gideceğiz. Su Yıldızlarını almak için...”
Stella, altın gözlerini Bloom’a dikti, dudakları gerilmişti. “Su Yıldızları… Ejderha Ateşinin tam zıttı. Ve onları harekete geçirebilecek tek kişi sensin, Bloom.”
Layla, elindeki tacı yavaşça yatağa bıraktı. Sesi öfke değil, çaresizlikle doluydu. “Ama aynı zamanda seni yok edebilecek tek şey de onlar. Sen Ejderha Ateşinden doğdun. Su Yıldızları sana dokunursa… seni parçalayabilirler.”
Flora, Bloom’un elini sımsıkı tutarken ekledi, “bunu yapmana izin veremeyiz. Su Yıldızlarını kullanırsan, Valtor belki yok olur… ama sen de onunla birlikte yanabilirsin.”
Bloom’un gözleri, öfkeyle parladı. “Ben bunu yapmayacağım. Ne ölmek istiyorum… ne de Valtor’u öldürmek. Konsey beni bir silah gibi görüyor. Beni susturmak, korkutmak istiyor. Faragonda’nın bizi tehlikeye atması… tek bir nedenle, Konseyin oyununu devam ettirmesi için.”
Stella’nın yüzünde hayal kırıklığı belirdi, ama gözlerindeki korku yerini kararlılığa bıraktı. “Bloom… seninle aynı tarafta olacağız. Seni kaybetmek istemiyoruz.”
Bloom başını iki yana salladı, gözlerinde hem öfke hem kırılganlık vardı. “Siz benim ailemsiniz. Ama ben yapmayacağım. Onları asla Valtor’a karşı kullanmayacağım.”
Musa derin bir nefes aldı, yumruklarını gevşetirken, “o zaman bizim görevimiz… seni onlardan uzak tutmak. Konsey ne derse desin, biz seni bir silah olarak görmüyoruz. Ve asla görmeyeceğiz.”
Layla, bakışlarını sertçe Bloom’a dikti. “O zaman bunu bil, Bloom: Yarın Altın Krallığa gitsek de… seni Su Yıldızlarına yaklaştırmayacağız. Ölmene izin vermeyeceğiz.”
Flora’nın sesi titrek ama kararlıydı. “Evet… Seni ne Konsey’in ellerine bırakırız, ne de o yıldızların tehdidine maruz bırakırız. Ne olursa olsun, yanındayız.”
Bloom’un kalbi bir an duracak gibi oldu; arkadaşlarının kararlılığı içindeki fırtınayı bastırıyor, ona güç verirken öfkesini körüklüyordu.
Konsey’in karşısına çıkmaları gerekiyorsa, çıkacaklardı. Ama Bloom’u, onun hayatını, kimliğini tehlikeye atmalarına asla izin vermeyeceklerdi.
Ve Bloom, Winx’in kararlılığına bakarken, bir gerçeği fark etti: ne Konsey’in oyunları ne de Faragonda’nın gizli hamleleri, onları durduramayacaktı.
Arkadaşlarının desteği, karanlığın ortasında tek ışığıydı; ve Bloom, o ışığı hem kendi yolunda hem de Valtor’un yanında tutacaktı.
Bulutlu Kule
Valtor, odada tek başına kaldığında, Ember’ın geride bıraktığı sıcaklığın hâlâ teninde yankılandığını hissetti. Kendi nefesini dinledi; sessizlik, odadaki mor ve krem tonlarıyla birleşerek neredeyse elle tutulur bir gerilim yaratıyordu.
Parmak uçları hâlâ Ember’ın boynunda donuk bir iz bırakmış gibiydi, ama bu iz, yalnızca fiziksel değildi; ruhuna işlemiş, aklını ve kalbini titretmişti.
“Ne kadar inatçısın,” diye fısıldadı kendi kendine, sesi karanlık bir tınıyla odada çarptı. “Her sözünde bir oyun, her bakışında bir tuzak… ve ben hâlâ seni çözmeye çalışıyorum.”
Valtor pencereye yöneldi, mor ışığın yumuşak gölgeleri odanın köşelerine düştü. Ellerini cebine soktu; aklında Ember’ın sözleri dönüp duruyordu. “Oyun… ben oyunun kendisiyim,” demişti.
Buz gibi bir dokunuşun ardında sakladığı cüretkâr cesaret, Valtor’un kalbinde bir kıvılcım yaktı. Bu kıvılcım, alışkın olduğu karanlığın bile ötesinde bir ateşti.
Gözlerini kapattı ve hafifçe başını salladı. Onun için bir sır olmayı seçmişti. Ama Valtor bunu kabul edemezdi. “Sana hiçbir zaman kolay erişememek… işte bu, çok tehlikeli. Ama tehlike… her zaman çekicidir.”
Bir adım attı, odanın sessizliğinde kendi ayak seslerini duydu. “Ve Sparks… Sparks’ın hazineleri. Konsey o kadar kör ki, senin varlığını, karanlığını fark etmiyor,” diye mırıldandı, dudaklarında soğuk bir gülümseme. “Ama sen… seninle olan her an, bu oyunu… daha zevkli kılıyor.”
Valtor ellerini açtı, sanki onun ruhunu hissedebilir gibi. “Sen… bu kadar cesur, bu kadar alaycı… ve ben, buna karşı koyabiliyor muyum? Hayır… Hayır, sana karşı koyamam. Ve bu kabul etmem gereken bir gerçek.”
İçinde hem çekici hem tehlikeli bir boşluk vardı. Bloom, onun bu boşluğunu dolduruyordu, ama aynı zamanda onu sarsıyor, kontrolünü zorla test ediyordu. “Oyununu bitirmene izin vermem… ama yine de, bir an için, seninle erimek istiyorum. Ateşim senin buzunu çözebilir mi? Yoksa buzun… beni yutacak mı? Ya da belki, içindeki ateşi yakmaya karar veririsin.”
Valtor pencereye döndü, geceyi izledi. Ay, kulelerin üzerinden soğuk bir bıçak gibi kayıyordu. “Seni çözmek… sadece bir başlangıç.”
Derin bir nefes aldı, dudaklarında hem soğuk hem de tutkulu bir gülümseme. “Sen… bir gün… bütün sırlarını bana göstereceksin. Ve o gün geldiğinde… belki de karanlık, kendi sınırlarını aşacak.”
Valtor, odada yalnız kaldı, ama yalnızlığı artık boş değildi. Onun bıraktığı sıcaklık, soğukluğun içinde yankılanıyor, karanlıkta bir fısıltı gibi, ruhunu ve aklını ele geçiriyordu.
Ve o an, Valtor için tek kesin gerçek vardı: Bu oyun daha yeni başlamıştı… ve sonunda sadece biri kazanacaktı.
Valtor, yavaşça arkaya döndü; gözleri, Ember’ın kapıdan çıkarken geride bıraktığı küçük, mor mendili fark etti. Mendil, odanın loş ışığında neredeyse parlıyordu; sanki onun varlığını hatırlatan bir ipucu, bir oyun çağrısıydı.
Valtor dudaklarını hafifçe kıvırdı, alaycı bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Ah… demek bir iz bırakmayı da başardın, Ember.” diye mırıldandı, sesi karanlık ve kışkırtıcıydı.
Avuçlarına aldı mendili; dokunuşu hâlâ soğuktu, ama içinde bastırdığı arzu ve merak kıvılcımları ateşlenmiş gibiydi.
Küçük mendili yavaşça yüzüne yaklaştırdı, derin bir nefes aldı. Kokusunu, onun sıcaklığını içine çekiyordu. Valtor, gözlerini kapatıp hafifçe başını eğdi.
Alaycı bir tonla fısıldadı: “Sen… bu kadar cesur, bu kadar cüretkâr… karanlığının bu kadar karşı koyulamaz olacağını kim tahmin edebilirdi ki... Beni kışkırtmak, beni çözmeye çalışmak… Bloom, ikimiz de bu oyununu benim kazanacağımı biliyoruz.”
Valtor mendili sıkıca avucunda sıkarak, bir adım ileri attı. Ay ışığı, odanın köşelerinde mor gölgeler yaratıyor; her hareketi, onun içindeki arzunun yankısını karanlıkla harmanlıyordu.
Gözlerini mendilden kaldırdı, alaycı bir sesle mırıldandı: “Küçük bir mendil… ve yine de benden daha fazlasını almayı başardın. Aferin, Bloom. Her zaman bir adım öndesin.”
Dudaklarının kenarında gülümseme kaldı, ama bakışları artık sadece alay değil, kontrolsüz bir arzu taşıyordu.
Valtor, mendili burun ucuna yaklaştırıp derin bir nefes daha çekti. Kokusu, onu sarsıyor, bedeninde ve ruhunda bir yankı yaratıyordu.
“Ah Bloom…” dedi alçak ve karanlık bir fısıltıyla. “Bir gün… bütün sırlarını bana göstereceksin. Ve o gün geldiğinde… senin, o aklının başından uçup gitmiş halin... Düşüncesi bile ne kadar zevk veriyor, tahmin dahi edemezsin.”
Valtor, boştaki eliyle sakince pantalonunun kemerini çıkarıp düğmesini açtı ve elini dolduran, sertleşmiş, pantalonunu zorlayan aletini dışarıya çıkarıp yavaşça duvara yaslandı.
Nefesi gereksiz yere hızlanıyordu ve bu, onu deli ediyordu. Onun bıraktığı bu etki, aklını başından alıyordu.
Elindeki mor mendile kısa bir bakış attı. Gözleri, arzuyla yanıp tutuşuyordu. Az önce yapmak istedikleri... Eğer gitmesine izin vermeseydi neler olurdu?
Onun o kurnaz ifdesini, arzuyla dolup taşmış bir ifadeyle değiştirmek istiyordu. Sinsice bakan o alev alev gözlerinden akan yaşları yalamak ve o kan kırmızısı dudakları kanatmak istiyordu.
Onu yalvartmak, bedeninin her karşını ezberlemek ve her karışına sahip olmak istiyordu.
"Ah... Sen gerçekten... Beni, delirtiyorsun."
Aletini saran mendil, her hareketinde bedeninin sıcaklığını arttırırken terlemeye başlayan bedeni aklını bulandırmaya başlamıştı...
Onu yatağa bağlamak, onu tüm çaresizliği ve kıpırdayamamanın verdiği gerilimle yalnızca kendine ait kılmak istiyordu.
Her titreyen nefes, her istemsiz kıpırtı, onun kontrolünde, ve bu kez ona nazik davranmak istemiyordu.
Delirmesini istiyordu...
Onun bedenini sahiplenmenin verdiği karanlık haz... Bloom’un inlemeleri neredeyse kulaklarında yakılanıyordu; onu hem güçsüz hem de baştan çıkarıcı hâle getiriyordu.
Elleri kendiliğinden hızlandı, mendili sıkıca tutarken hayalindeki Bloom’un kurnaz bakışlarını düşündü. Her bakışı, her cilveli gülümseyi, ona karşı koyamayacağı bir arzu uyandırıyordu.
“Ah, sen… bu kadar cesur ve kışkırtıcı… her dokunuşun, her bakışın… içimdeki karanlığı körüklüyor,” diye fısıldadı kendi kendine, alaylı bir gülümsemeyle.
Sürekli kışkırtıcı cümlelerle onu delirten ağzını tıkamak istiyordu. Aletini sokmak ve Bloom'un nefes almasını dahi engellemek...
Delirecek gibiydi... Düşüncesi bile bedeninin baştan aşağı titremesine neden oluyordu ve elinde, mendilin arasında tuttuğu aleti sanki sınıra ulaşmak niyetinde değildi.
Hissediyordu, ihtiyacı olan şeyi de biliyordu.
Ter içindeydi ve bedeni daha fazlasını istiyordu. Elinde, menileriyle kaplanmış mendili gözlerinin önüne getirdi.
Yüzünü saran alaylı gülümsemesi büyürken derin bir nefes verdi. "Ah... Seni, bırakmamalıydım..."
...
Yazar Notu: Bir süre yokum. Utançtan öleceğim sanırım. 🫠😵💫
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 32k Okunma |
2.35k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |