5. Bölüm

Yankı

LEZZA
_vandes_

Titriyordu...

Bedeni öyle güçlü bir şok dalgasının içerisindeydi ki hiçbir şey işitmiyor, hissetmiyordu. Attığı her adımı, onu boşluğa bir adım daha yakınlaştırıyormuş gibiydi ve kalbine yüklenen ağırlık yürümesini dahi zorlaştırıyordu.

Yere kadar uzanan, hemen ardında olan kanatları hafifçe sürünüyor; geçtiği koridorda onu hayretle seyreden hiç kimseyle göz teması kurmuyor, aksine tek bir saniye dahi gözlerini yerden kaldırmıyordu. Gözyaşlarının hücum ettiği mavi gözlerini saklama çabası içerisinde değildi ama kimsenin gözlerine dolup taşan öfkeyi, alevleri görmesini istemiyordu.

En başından beri aradığı odanın kapısının önüne geldiğinde parmakları titreyerek sardı kapının kulpunu ve yavaşça aşağı indirip kapıyı hafifçe araladı. O küçük aralıktan sızan ay ışığı, yüzünü aydınlatırken dolu gözleri; içeri girer girmez karşısında duran, en başından beri onu beklediğine emin olduğu kişiyi buldu.
Kapı ardına kadar açıldığında tek kelime etmedi ama gözleri o kadar şey anlatıyordu ki Faragonda bu gözlerin altında her geçen saniye daha da eziliyordu. "Bloom..."

Bloom elini havaya kaldırıp onun cümlesini yarıda kestiğinde bir adım daha ilerledi ona doğru. "Neden?" diye sordu titremesine zorlukla engel olduğu tok sesiyle ve Faragonda, ne söyleyeceğini bilemez halde kafasını önüne eğdiğinde gözlerine dolan göz yaşlarını daha fazla pınarlarında tutamamıştı.

"Ben..." diye fısıldadı solgun sesiyle Bloom, "Ejderha Ateşinin Koruyucusuyum." Ve kafasını kaldırıp üzgün ama kararlı gözleriyle Faragonda'ya baktı. "Sparks Kralı Oritel ve Sparks Kraliçesi Marion'un ikinci kızı, Sparks Prensesi Daphne'nin kardeşiyim."

Yavaş adımlarla Bayan Faragonda'ya yaklaşmaya başladı. "Ben, Sparks Prensesiyim."

"BLOOM!"

Endişeli sesiyle odaya dalan Stella ve hemen arkasından sırasıyla içeriye giren Winx ile Faragonda, sakince başını yerden kaldırıp hüzün dolu gözlerini Bloom'un yavaş yavaş öfkeye evirilen gözlerine çevirdi. "Amacım sana zara vermek değildi Bloom. Sadece Sparks'tan kalanların korunması gerekiyordu ve bende gereken neyse onu yaptım. O kadar değerli eserlerin yıkılmış bir krallıkta kalmalarına izin veremezdim."

"SPARKS BENİM KRALLIĞIM!"

Bloom'un gür sesinin ardından her yeri çepeçevre saran sessizlik, Stella'nın sakince Bloom'a yaklaşan adımlarıyla kesilirken Bloom, Stella'nın onu tutmasına izin vermeden Faragonda'ya doğru ilerledi. "Ben, Sparks Prensesiyim ve sen, gezegenimden, krallığımdan çaldığınız her şeyi geri vereceksin." diye fısıldadı ama bu bir fısıltıdan çok gürleyen bir yangın gibiydi, öyle ki tüm odayı kasıp kavurmuş ve Bloom'un, gözlerinde gizlediği öfkenin az da olsa dışarı hücum etmesine neden olmuştu.

Bayan Faragonda ise kayıtsızca, "Sparks her ne kadar Prensesi de olsan düşmüş bir Krallık Bloom ve ailen, halkın son savaşta..." dediği sırada Bloom öfkeyle ileri atıldı ve yumruğunu nefretle Faragonda'nın masasına indirdi. "Şunu aklınıza kazıyın! Ne ailem ne de halkım ölmediler. Bunu hissedebiliyorum. Ayrıca, krallığımın kaderine ben karar veririm. Siz değil."

"Seni anlıyorum Bloom, bazı şeyleri kabullenmek zor..."

"Siz," diyerek Faragonda'nın sözünü kesti ve olduğu yerde kendini düzeltti. "Beni hiçbir zaman tam anlamıyla anlamadınız. Anlamak istemediniz. Bunu, şimdi çok daha iyi görebiliyorum ama aynı zamanda anlaşılan ben de sizi yanlış değerlendirmişim. Size güvenebileceğimi sanmıştım... Yanılmışım."

Faragonda tek bir kelime etmedi ve gözleri, Bloom'un yavaş yavaş elinde oluşturduğu ateş topunu bulduğunda Winx telaşla öne atıldılar ama sandıklarının aksine ateş topu Faragonda için değildi.
Ofisin çevresini saran camlar anında paramparça olduğunda Winx üzerlerine gelen cam kırıntılarından saklanmak için kendilerini koruma kalkanına alırken Bloom uçarak ofisten çıkmış, Alfea'nın etrafını çepeçevre saran bariyeri, bedeninden fırlayan ejderha ateşi ile saniyesinde parçaladıktan sonra ormanda, ağaçların arasında kaybolmuştu.

...

Aradan üç gün geçmişti ve Winx, o günden beri ne yaptılarsa da Bloom'a ulaşmayı başaramamışlardı. Hiç kimse nerede olduğunu bilmiyordu, öyle ki evine, Gardenya'ya dahi gitmemişti.

Tecna, öfkesi yatıştığında geri döneceğini söylemişti ve Stella'nın şu an bundan daha kötü bir sorunu vardı; krallığını ele geçirmeye çalışa Kontes Cassandra ve kızı Shimera'ya odaklanması gerekiyordu. Nova'dan duyduklarına göre Kontes tam da zevksiz zevklerine uyacak türden bir seremoni planlamış ve Stella'nın bu seremoniyi baltalayabileceğini de hesaba katarak yüksek güvenlik hattı oluşturmuştu. Yine de Stella'nın krallığını, babasını onların eline bırakmak gibi bir düşüncesi yoktu.

Düğüne havamotosiklet sürücüleri olarak katılma kararı almışlardı ve elbette ilk önce şüphe çekmemek için bu motorları sürmeyi öğrenmeleri gerekiyordu ve bu konuda en bilgilileri şüphesiz Layla'ydı.

Uzmanlar, Winx'e bu konuda yardımcı olmaya çabalarlarken Musa her zaman ki gibi Riven ile sürekli tartışıyordu ama bu kuşkusuz Riven'ın hatasıydı. Musa'yı her zamanki gibi dinlemiyordu...

"Sana söylüyorum! Motorunun bir sorunu var!"

Riven bıkkınlıkla, "bu imkansız, henüz sabah kontrol ettim." diye cevapladığında Musa sinirle kaskını çıkarıp Riven'a fırlattı. "Yeter! buna daha fazla katlanamıyorum..."

Karanlık çöktüğünde Musa sessizce masasında karaladığı notaları inceliyordu ama kafasının içi o kadar da sessiz sayılmazdı. Öfkeyle notayı yıttı, kağıdı iki elinin arasında buruşturup sinirle duvara fırlattı.

Layla ayağının dibine yuvarlanan buruşturulmuş kağıdı aldığında, "konu neydi?" diye sormadan edemedi ve Musa sabahtan beri içini açacak birini bekliyormuşçasına, "konu bana inanmaması!" diye hiddetlendi. "Söylesene, sana inanmayan birinin yanında nasıl kalabilirsin ki?!"

Layla elindeki kağıdı çöp kutusuna attıktan sonra sakince yatağına oturdu. "Çok basit, kalmazsın." diye yanıtladı ama sonra bu cevabının fazla kırıcı olabileceğini fark edip endişeyle Musa'ya baktı. "Affedersin Musa..."

"Hayır..." diye cevapladı Musa ve masasından kalkıp yatağına doğru ilerledi. Kendini yüzüstü yatağa bırakmadan önce, "haklısın." diye devam etti.

...

Bu sırada yüz ışık yılı ötede, yıldızların arasında hareketsiz duran donmuş bir gezegende sıcak bir nefes yayılıyordu. Saçlarını kapüşonunun altında gizlemişti ve beyaz tenini örten siyah kumaş onu, bulunduğu gezegenin dondurucu soğuğundan kısmen koruyordu. Diz kapaklarına kadar ulaşan kar nedeniyle hareket alanı kısıtlıydı ve tipi yüzünden önünü göremiyordu ama yine de durmak gibi bir niyeti yoktu. Az kalmıştı, hissediyordu.

Dondurucu soğuk nedeniyle tamamen buz tutmuş demir kapının önüne geldiğinde tüm gücüyle kapıyı ileri doğru itmeyi denedi ama bunun için yeterli güce sahip değildi. Büyüsünü kullanabilirdi ama o zaman, onu bulmamaları için verdiği tüm çabayı anında silerdi. Tırmanmaktan başka şansı yok gibi görünüyordu.
Diğer kısımlara nazaran daha fazla karın altında kalmış surun önüne geldiğinde tüm gücüyle tırmanmaya başladı. Elindeki eldiven yüzünden çıkıntıları tam anlamıyla kavrayamıyordu ama onu çıkarırsa da ellerinin anında donacağından emindi.

Zorlukla ve hatta can havliyle kendini surdan aşağı attığında sertçe yere yapışmıştı. Kollarını önünde bağladığı için yüzüne darbe yememiş de olsa sırtı ve kolları için aynı şeyi söyleyemezdi.

Burası, son geldiğinden daha farklı değildi ama artık surun içinde olduğu için tipinin etkisi daha azdı. Kendini hızlı adımlarla sarayın yıkılmış duvarından içeri attığında yüzünü kapatan atkıyı indirdi ve derin bir nefes verdi. Yavaş adımlarla, acelesizce ilerledi. Son geldiğinde burayı tam anlamıyla gezmemişti ve sarayı avcunun içi gibi bildiği de söylenemezdi, bu yüzden ilk işi tüm sarayı dolaşmaya çıkmak olmuştu. Zaten sarayın pek çok kısmı yıkıldığı için gezeceği daha az yeri olduğundan emindi ama yaklaşık bir saat sonra hâlâ sarayın her yerini bilmiyor olması onu fazlasıyla şaşırtmıştı.

Sarayları dünyadaki eviyle kıyaslamaktan vazgeçmeliydi...

Burada sabah ya da akşam kavramları yoktu. Her zaman akşamdı ve uyku zamanını ancak kolundaki saatinden öğrenebiliyordu, surdan atladıktan sonra kırılmamış olması büyük şanstı.

Sarayın sağ kanadında olduğunu tahmin ediyordu. Sonu görünmeyen sarmal merdivenlerden yukarı çıktıktan sonra önündeki herhangi bir odaya girdi. Burası fazlasıyla büyüktü ve sanki burayı biliyordu...

Etrafı dikkatle incelerken odanın solunda, yatağın hemen yanındaki beşiğe takıldı gözleri.

O günün halüsinasyonları yavaş yavaş gözünün önünden geçerken mavi gözlerinden firar eden gözyaşlarını elinin tersiyle sildi. Yorgundu. Neden buraya gelmişti bilmiyordu ama gidecek hiçbir yeri olmadığını hissediyordu ve bu gerçekten çok acı veriyordu...

Yavaş, savsaklayan adımlarla yatağa doğru ilerlemeye çalıştı ve ileri doğru düşmeden önce son hissettiği şey ansızın beline dolanan sıcaklıktı...

~Solaria~

"Bayanlar ve baylar, misafirler ve dostlar, Solaria tebaası. Bugün burada Kral Radius ve Kontes Cassandra'nın birleşmelerinin kutlamak için bir araya geldik."

Winx olanları dışarıdan seyrettiği sırada öfkeden titreyen Stella'nın bu manzaraya daha fazla katlanmak istemediği açıkça ortadaydı. "Üzgünüm kızlar ama bunu izlemeye dayanamayacağım ben."

Hızla motordan inip kararlı adımlarla seremoninin yapıldığı çadıra doğru ilerlediği sırada Winx de daha fazla bulundukları yerde kalmayıp Stella'nın arkasından ilerlediler.

Seremoniyi yürüten adam, "bu müthiş ve sevgili krallığımızın yepyeni bir kraliçesi olacak." dediğinde Kontesin yüzünde büyüyen gülümseme kalabalığın içinden yükselen tanıdık bir ses ile zerre zerre kayboldu.

"Bunu unutabilirsin Cassandra!"

Kalabalık, sesin kimden geldiğini anlayabilmek adına ortadan ikiye bölündüğünde Stella, kafasındaki kaskı çıkarıp öfkeyle yere fırlattı. "Ben burada olduğum sürece asla böyle bir şey olmayacak!"

Etraflarında canlanan fısıltılar artmaya başladığı sırada Stella bir iki adım öne çıkarak nefret dolu yüz ifadesiyle, "Solaria halkı, kralınız bu kadının sihrinin etkisi altında!" diyerek Cassandra'yı işaret etti.

Cassandra hiddetlenerek, "bu doğru değil, yalan söylüyor!" dese de Stella'nın durmak gibi bir niyeti yoktu. "Bunu kanıtlamak o kadar da zor değil." diye ifade ettikten hemen sonra harekete geçirdiği sihri hafifçe Kral Radius'un boynuna temas etti ve gerçekler anında gözler önüne serilmişti. Kral Radius'u çevreleyen kara büyü, artık herkesin bildiği ve sahibinden korktukları işareti gözler önüne serdiğinde Stella sözlerine devam etti. "Gördüğünüz gibi bu, Valtor'un işareti ve Kontes Cassandra da onun işbirlikçisi."

Kalabalıktan artan fısıltılar kontes ve kızının her saniye daha da gerilmesine neden oluyordu.

"Sence bu doğru mu?"

"Stella bizim Prensesimiz, neden bize yalan söylesin ki?"

Shimera olduğu yerde öfkeden kudururken daha da sabredemeyerek öne çıktı ve o çirkef sesiyle, Stella'yı işaret ederek bağırmaya başladı. "Çünkü o şımarık ve kıskanç biri! İşte bu yüzden!"

Stella öfkeyle parlamaya başlayan altın sarısı gözlerini kıstı. "Şimdiden yerimi almaya hazırlanmışsın anlaşılan." Bedenini hızla sarmalayan gün ışığı ile havalanan saçları etrafa sıcak bir ışık yaymaya başlamıştı. "Ama korkarım asa, senin için biraz kısa kalacak!"

Harekete geçirdiği gücü dönüşümünü tamamlar tamamlamaz yüzüğünü parmağından çıkardı ve asasında biriktirdiği sihrini Shimera ve Kontes'e yönlendirdi ama hareket halinde olan Cassandra ve Shimera'yı kıl payı ıskalamış, kısa sürede Cassandra'nın emri ile çevrelerini saran muhafızlara karşılık vermek amacıyla geri çekilmek zorunda kalmıştı.

Layla, Kral Radius'u zorla götürmeye çalışan Cassandra'yı işaret ederek seslendi. "Stella! Baban!"

Stella endişeli bir şekilde hareketlerini kısıtlarken ne yapacağından emin olamaz halde muhafızlara baktı. Bunu fark eden Musa, "babanın peşinde git! Biz muhafızları hallederiz!" diye seslendi ve bu, tam da Stella'nın ihtiyaç duyduğu şeydi.

Muhafızların arasından hızla sıyrıldığında bir anda yüzsüzce önünde beliren Shimera'ya karşılık yüzünü buruşturmadan edemedi.

"Beni geçemeyeceksin!"

"Tabii, oldu."

Stella, asasında biriktirdiği güç ile Shimera'nın çevresini sardıktan hemen sonra onu, hızla başka bir köşeye fırlattı ve arkasına dahi bakmadan hızla uçmaya devam etti.

"BABA!"

Onları görebiliyordu, babasını görebiliyordu ama deli gibi atan kalbi ona zarar gelmesinden ölesiyle korkuyor aynı zamanda onları bu duruma düşüren Kontes ve Shimera'ya kan kusturmamak için kendini zor tutuyordu. Öfkeliydi ve yaşadığı duygu karmaşası hızla çehresini ıslatmaya başladığında düşündü: En başından beri annesiyle tekrar birleşmesini istediği babasını kurtarmaya çalışıyordu ve evlenmeyi tercih ettiği bu kişi; gözü kararırsa, çaresiz duruma düşerse yapabilecekleri kendi yararına olmaktan çıkar, sadece zarar vermeye odaklı olurdu.

Bir anda bedenini sağa savuran güç ile neye uğradığını şaşırmış ve son anda kendisini toparlamayı başardığında öfke kusan gözlerini, tam karşısında dikilmiş, yüzünde sinsi bir ifade ve memnuniyet barındıran bir gülümseme olan Shimera'ya dikmişti. Shimera, Stella'nın bedenini saniye saniye saran güneş ışığını görmeyerek, kendini beğenmiş bir edayla, "baban seni duyamaz tatlım." diye konuştu.

Stella ellerinden destek alarak ayağa kalktığında havalanan saçları, çehresinden süzülen gözyaşları kristal misali göz kamaştırıcı bir ışıkla parıldadığında Shimera karşı karşıya kaldığı güç karşısında korkuyla geriye sendeledi ama bir anda üzerine hücum eden yakıcı ışık büyüsünden bu kez sıyrılmayı başaramamıştı.
Acıyla yere yapıştığında gözlerinin önünde toza dönüşen asasının yarattığı şokla orada öylece kalakalmıştı.

Stella, korkudan titreyen bu bedeni arkasına dahi bakmadan geride bıraktığında kanatlarına ansızın yüklenen güç onu bir anda Cassandra'nın önüne çıkarmıştı. Bedenini sarmalayan ışık git gide artarken Cassandra şokla yerinden milim kımıldayamamıştı ve Stella'nın iki yandan bağlı saçları çözülüp beline kadar uzandığında, kanatları güneş ışığıyla sarılıp anında büyüdüğünde, sarı takımı, etekli bir takıma dönüştüğünde ve bacaklarına bir sarmaşık misali sarılan ayakkabıları görünümünü sağlamlaştırdığında artık olduğundan daha güçlü olduğunun farkındaydı.

"Artık bitti Cassandra, kaybettin!"

Çınlayan sesi Cassandra'nın teslimiyetle olduğu yere çökmesine neden olduğunda yavaşça aşağı indi ve altın sarısı gözleri, büyü etkisinde olan babasını bulduğunda ona doğru yavaşça ama korkarak ilerledi. "Baba, benim. Stella, senin Stella'n"

Kral Radius hâlâ transtaydı ve kelimeleri açıkça birbirine giriyor, tedirgin yüzü sanki Stella'yı yaklaşmaması gereken biriymiş gibi gördüğünü açıkça belli ediyordu.

"Şu korkunç büyü..." diye fısıldadı Stella ve artık Enchantix sahibi bir peri olduğunda göre bu büyüden de kurtulabilirdi. Kanatlarından akıp giden peri tozu nazikçe Kral Radius'u sardığında Kral gülümseyerek ve dolu gözlerle hızla ileri atılıp kızını özlemle kucakladı. "Stella'm!"

~Domino~

Soğuktu...

İçindeki kıvılcım onu zerre ısıtmıyor, bedenine doladığı kolları vücudunu örtse de hissettiği amansız acıyı dindirmiyordu.

Yavaşça gözlerini araladığında bulunduğu tanıdık ortam bedeninin tüm savunmasızlığını alıp götürmüştü. Kalbine dolan güveli his bedenini sararken artık soğuğu değil yuvasının sıcaklığını hissediyordu ve bu sıcaklık ona giderek daha da fazla güç sağlıyordu.

Evindeydi. Odasında öylece dikiliyor, mutluluktan çehresine inen gözyaşlarına engel olma gereksinimi duymuyordu. Biliyordu, burada kimse onu yargılamazdı. Arkasından konuşmaz, hakaret edemez, göz ardı edip onu bir hiç yerine, bir gölge yerine koymazdı. Burası onun yuvasıydı. Burası, sıcak...

Fazla sıcak...

Bir anda bedenini saran ürperti ile bakışlarını tedirginlikle odasında dolaştırdı ve gördüğü şey karşısında olduğu yerde donakaldı. Kapının altından sızan duman tüm bedeninin kaskatı kesilmesine neden olmuştu ve telaşla, sarsak adımlarla kapıya doğru atıldığında kulaklarına dolan serzenişler, onu çaresizliğe her geçen saniye daha da fazla itmeye başlamıştı.

"BLOOM!"

Hayır...

Bu gerçek olamazdı.

"ANNE!"

Hızla kapının kulpunu kavradığında avcundan tüm bedenine hızla yayılan keskin acı, çığlık atarak geri çekilmesine neden olduğunda yaşlı gözlerinin arasından görebildiği kadarıyla avcundan yayılan yanık git gide, yavaşça artıyor ve onu deli gibi kıvrandırıyordu.

"BLOOM!"

"ANNE!"

Kapının arkasından artan şiddetli çığlıklar onu deli gibi kıvrandıran acıya üstün geldiğinde çaresizlikle kendini tekrar kapıya doğru fırlattı. Tüm gücüyle kapıya vurmaya, cayır cayır yanan kapının alevini harlamaya devam ettiyse de ne kapı yok oldu ne de ardından yükselen çığlıklar sustu.

O sırada onu büyük bir güçle geri tepen büyüsü geriye doğru sertçe çarpmasına ve aynasının paramparça olmasına neden oldu.

"Hayır... Sizi de kaybedemem..."

O sırada beyninde yankılanan ses gözlerinin şokla açılmasına ve aynanın kırık parçalarından yansıyan benliğiyle karşılaşmasına neden olmuştu.

"Onları bu duruma sen getirdin, Bloom."

"H-hayır..."

Gözlerinden süzülen yaşlar her damlasında önündeki ayna parçasının bulanıklaşmasına neden olsa da görüyordu... Kan kırmızısı saçlarını, ejderha gözlerine benzer sarı gözlerini ve acımasızca sırıtan, benliğine aykırı görünen simasını.

Onu, yok etmek istiyordu...

"Ne kadar acınası olduğunu anla, Bloom. Sen, bir hiçsin. Sevdiklerini dahi koruyamayacak kadar güçsüzsün."

Beyninde yankılanan kahkahaların ardı arkası kesilmezken ardı arkası kesilmeyen gözyaşlarını dindirebilmek için gözlerini sıkıca yumdu.

Hayır...

O güçsüz değildi. Zayıf değildi... Biliyordu.

"Hayır. Ben, güçsüz değilim. Zayıf değilim!"

Bedenini saran alevler saçlarının havalanmasını ve gözünün gördüğü veya görmediği tüm alevleri kendine çekmesini sağladığında beyninde yankılanan o ses şaşkınlıkla, "hayır, ne yaptığını zannediyorsun!?" diye haykırdı ama Bloom'un durmak gibi bir niyeti yoktu.

"Ben, Ejderha Ateşi perisiyim ve sen, beni yakamazsın!"

Bedeninden yükselen alevler, odadaki karanlıkla çatıştıkça buhar bulutları duvarları yalıyor, aynadan yansıyan karanlık benliğin silueti çatırdamaya başlıyordu. Bloom, gözleri kapanmış halde, yumruklarını sıkarak odanın tam ortasında duruyordu. İçinden gelen o ses, o karanlık fısıltı çığ gibi yükselirken bir anda yankılanan tiz bir çatırtı ile o aynanın içindeki suret, paramparça oldu.

"Ben, Bloom’um!"

"Ben, Sparks Prensesi, Ejderha Ateşi’nin Koruyucusuyum!"

O an yalnızca aynalar değil, geçmişten bugüne onu kıran ne varsa, birer birer çatlamaya başladı.

Ejderha gözleri yeniden maviye döndüğünde, içindeki yangın dinmiş ama sönmemişti ve artık bu öfke; yıkmak için değil, korumak içindi.

Ve o anda evinden, Gardenya'dan çok uzaklarda bir yerde olduğunu fark etti. Göz gözü görmüyordu ama ateşi nerede olduğunu adeta kulaklarına fısıldıyordu. Avcunda bir ateş topu oluşturduğu sırada Sparks Sarayı’nın karanlık, yıkık duvarlarının derinliklerinden bir ses yankılandı. Zayıf ama öfkeli bir ses...

Sanki bir tür yankı gibiydi, tanıdık bir serzeniş...

Bloom, derin bir nefes alarak hızla sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladı. Sarayın alt katlarına doğru indikçe, taş duvarlardaki sarkıtlar ve buzdan duvarlar çatlamaya, alevin varlığına karşılık vermeye başladı. Etrafını, avcundaki alevden yansıyan ve buzda kırılan ateşin ılık ışıkları çevrelerken adımları acelesizce onu sanki bildiği, bildiğini hissettiği bir yere doğru götürdü.

Dar bir geçitten geçerken elini duvara yasladı. Dokunduğu anda duvar çatladı ve bu çatlaklar git gide büyüyerek çok daha büyük yarıklara dönüştü ve saniyeler içinde önündeki duvar tuzla buz oldu ve bulunduğu yere loş, sıcak bir ışık sızdı. Küçük, dairesel bir odadaydı burası: Belli aralıklarla duvarlarına Spark'ın bayrakları ve mavi bir ateşle yanan meşaleler asılmış; beyaz mermerden yapılmış zeminin üzerine sırasıyla birçok nesne yerleştirilmiş ve duvarlara doğru oluşan boşlukları, beyaz kitaplıklara yerleştirilen kitaplar doldurmuştu.

Ama göremediği şeyler vardı. Işığın gözlerini kamaştırdığı ve tam önünde durduğunu bildiği şeyi göremiyordu. Varlığından haberdardı ama ilerleyemiyor ve her geçen saniye görüşünü körleştiren ışık yüzünden gözlerini açamıyordu ve ışık onu aldığında...

Uyandığı rüyanın ardından gelen yorgunluk, Bloom’un vücudunu adeta donmuş gibi hareketsiz bırakıyordu ama göz kapaklarının altında titreyen o buz mavisi kıvılcımlar, hâlâ içindeki direnişi haykırıyordu.

Bir an sonra yavaşça gözlerini araladı. Tavan… tanıdıktı.

En son girdiği odada olmalıydı, ama ilk bakışta fark ettiği tek şey tavan değildi… Değildi, çünkü bedeninin altında yumuşak bir yatak vardı. Gerçekti. Buz gibi zeminden, çürümüş taşlardan uzak... sıcak bir yatağın içindeydi.

Oysa çok emindi, bayılmıştı, bayılmış olmalıydı...

Sol omzunun üzerine hafifçe baskı yapan bir şey vardı. Elini kaldırıp parmak uçlarıyla yokladığında yumuşak, hafif derimsi kumaşı hissetti ve gözleri belirsizlikle aşağıya indi.

Üzerindeydi. O tanıdık bordo palto...

Onun paltosu.

Valtor’un...

Hızla, hatta belki biraz da telaşla doğrulmaya çalıştı ama bedenindeki ağrı onu yeniden yatağa yapıştırdı. Gözlerini çevrede gezdirdiğinde gözleri, yanan ve gözlerinin içindeki maviliği hafifçe turunculuğa boyayan şömineye takıldı. Titrek alevlerin sıcaklığı odayı sarıyor, karanlığı kırıyordu.

Ve orada...

Şöminenin hemen önünde, büyükçe bir koltukta ona arkası dönük bir şekilde oturmuş biri vardı. Geniş omuzları, hafifçe dağılmış grimsi saçları, bir elinde tuttuğu kitap, diğerinde odun çubuğuyla alevi harlayan sakin bir hareket...

Valtor.

Sessizlik, her şeyden daha çok konuşuyordu o an.

Bloom derin bir nefes aldı ve kısık, ama tok bir sesle fısıldadı, "neden... Buradasın?"

Valtor’un elindeki çubuğu şöminenin yanına bıraktığını duydu. Ardından yavaşça doğrulup arkasını dönmeden cevap verdi. "Çünkü yalnız değildin."

Sesi… ne alaycıydı, ne de yumuşaktı. Durağandı. Kontrollüydü. Ama içinde taşıdığı şeyler açıkça hissediliyordu: hırs, merak, dikkat, öfke... ve kendinden emin bir güven.

Bloom yavaşça doğruldu, üzerindeki palto yavaşça omuzlarından sıyrıldı ve yavaşça dizlerinin üzerine düştü. Gözlerini Valtor’un arkasında sabitledi, dudaklarını araladı ama kelimeler boğazında düğümlendi.

"Ne... ne kadar süredir buradayım?"

Valtor sonunda başını hafifçe çevirdi. Göz göze gelmeden cevapladı, "üç gün."

"Yıldızlar bile bu kadar uzun sürede yer değiştiriyor Bloom. Sen... hiç kımıldamadın."

Bu kez Bloom sessiz kaldı. İçinde yankılanan o karanlık ses hâlâ zihninde kıpırdanıyordu ama artık karşısında gerçek bir ses vardı. Gerçek bir varlık. Gerçek bir tehdit ya da gerçek bir yanılgı.

Valtor yavaşça ayağa kalktı. Şömine ışığı, siluetini geriye yansıttığında Bloom istemsizce nefesini tuttu. Bedenine dolan huzursuzluk, korkudan değil... tanıdık bir gerilimden doğuyordu. Valtor, ona doğru bir iki adım attı ama hâlâ uzak duruyordu.
"Kabusun hâlâ bitmedi biliyorsun." dedi alçak sesiyle.

"Ne gördüğümü bile bilmiyorsun." diye yanıtladı Bloom, biraz daha dik oturup paltoyu dizlerinden düşürmemeye dikkat ederek.

Valtor bir adım daha attı. Sonra durdu. Gözleri Bloom’un gözlerine değdiği an, odadaki tüm hava ağırlaştı. "Senin içindekini ben yarattım Bloom. O öfkeyi, o korkuyu, o hayal kırıklığını... Ateşim yanmaya devam ettikçe de ateşini, en ufak kıvılcımını, titreyişini daima hissetmeye, görmeye devam edeceğim."

Bloom yumruklarını sıktı. Gözlerinde yeniden parlayan mavi alevler vardı.

"Sen hiçbir şey bilmiyorsun."

"Yanılıyorsun." dedi Valtor, bu kez sesi biraz daha keskinleşerek. "Senin ne olduğunu herkesten önce ben gördüm. Onlar seni bir umut olarak gördü. Ben... seni bir tehdit olarak. Ve tehditler yalnızca yok edilmez, kontrol altına da alınır."

"Yani şimdi beni... kontrol etmeye mi geldin?"

Valtor kısa bir kahkaha attı. Soğuk değil... alaycı bir kahkaha.

"Hayır. Ben seni uyandırmaya geldim. Ve şimdi görüyorum ki... sonunda uyanmışsın."

Bloom’un gözleri bir an için yumuşadı. Dudakları titredi ama toparlandı. "Bana yardım ettin... değil mi?"

Valtor bir süre cevap vermedi. Sonra şömineye yöneldi, bir odun daha attı içine. Ateşin hışırtısıyla beraber fısıldadı, "sadece anlaşmamızın bana düşen kısmını yerine getirdim ama senin yaptığın... Onları gördükten sonra bana gelmeliydin, soğuk, donmuş, hiçliğe gömülmüş bu krallığa değil!"

Sonlara doğru gürleşen fısıltı Bloom'un gözlerinin açılmasına, dizlerini örten paltoyu sıkıca kavramasına ve bakışlarını önüne eğmesine neden olmuştu. "Sana gelmek mi?" diye sordu sessizce. "Bazı gerçekleri atlıyorsun Valtor. Faragonda bana yalan söylemiş olabilir ama sen, benim krallığımı yerle bir eden ve kendi ağzınla itiraf ettiğin o soğuk, donmuş, hiçliğe gömülmüş krallığa dönüşmesine eden olan başlıca kişilerdensin! Sana daha önce de söyledim, sana katılmaktansa yok olmayı yeğlerim."

Valtor hafifçe başını çevirdi.

Bakışları karanlık değildi artık, ama hâlâ gölgelerle örülüydü. "Bana katılmak..." dedi, sesindeki derinlik karanlık kadar eski, ateş kadar canlıydı. "Bana gelmeliydin ama bana katılmak için değil."

Bloom başını kaldırdı. Göz göze geldiler.

Ve zaman, birkaç saniyeliğine durdu...

"Bana ihtiyacın olduğu için."

Bloom’un dudakları aralandı ama söyleyeceği kelime boğazına düğümlendi. Valtor’un sözleriyle içine çektiği hava, bir anlığına ciğerlerinde bir diken gibi battı. “Bana ihtiyacın olduğu için.”

Bu cümlede bir yargı değil, bir tespit vardı. Ne suçlama taşıyordu, ne de zafer. Sadece... hakikat.

Bloom gözlerini kaçırmadan, bir süre sessiz kaldı. Sonra, ağır bir iç çekişle başını yana eğdi. O sırada Valtor sakince arkasını dönüp bir süre öylece durdu ve derin bir nefes verdikten hemen sonra kafasını omzunun üzerinden hafifçe çevirdi, gözleri Bloom'a bakmıyordu. "Dinlen. Yarın Altın Kütüphaneyi arayacağız."

Ateşin çıtırtısı, odadaki sessizliği parçalayan tek sesti şimdi. Bloom, başını eğmiş bir şekilde kucağındaki bordo paltonun dokusunu izliyordu. Parmakları hafifçe kumaşın kenarını sıvazladı; tanıdıktı... tıpkı içini karıştıran his gibi. İçinde yükselen şey yalnızca bir minnettarlık değildi. O çok daha fazlasıydı, çok daha karmaşıktı… ve çok daha tehlikeli.

Valtor’un ağır adımları yeniden duyuldu.

Yavaşça ona doğru dönmüştü.

"Dinlenmeni söyledim ama gözlerin... dinlenmiyor," dedi alçak bir sesle. Adımlarını birkaç metre daha atarak yatağın kenarında durdu. Bloom başını kaldırmadan konuştu, "uyuyamayacağımı biliyorsun."

"Çünkü bana güvenmiyorsun," dedi Valtor, gözleriyle onun ifadesini çözmeye çalışarak.

"Hayır," dedi Bloom, sonunda gözlerini kaldırıp onunla göz göze gelerek. "Çünkü kendime güvenmiyorum."

Bu itiraf... odayı bir anlığına susturdu. Valtor’un yüzü kasıldı ama hemen ardından gevşedi. Bunu beklemiyordu belki de. Bu tür bir açıklık... ondan gelmezdi genelde.

"Bu gece," dedi Bloom, sesi titrek ama yumuşak, "bir şey hissettim... O karanlık rüyada bile, bir ses beni çağırıyordu. Ateşin içinden gelen bir ses... Benim olmayan bir öfkeyle karışmıştı ama... tanıdıktı."

"Benim sesimdi," dedi Valtor fısıltı gibi bir tonda. Gözleri Bloom’un mavi alevlerle parlayan bakışlarına kilitlenmişti. "Ve sen cevap verdin."

Bloom başını yana çevirdi. Çenesi hafifçe titredi. "Neden böyle yapıyorsun?" diye sordu. "Ben... ben düşmanın olmalıyım."

Valtor eğildi. Ellerini iki yana açarak yatağın kenarına çömeldi, göz seviyesinde Bloom’la buluştu ama hiçbir şekilde ona dokunmadı. Aralarındaki birkaç karışlık mesafe, hem aşılmaz bir duvar gibiydi hem de yıkılmak üzere olan bir barikat. "Çünkü sen düşmanım olmadın, Bloom. Hiçbir zaman," dedi, sesi bu kez karanlık bir yankı gibi. "Benim için bir tehditsin, doğru ama ben seni yok etmek için değil, ne olabileceğini görmek için izledim. Ama artık… sadece izleyemem."

Bloom’un nefesi kesildi. Gözleri, onun gözlerinde başka bir parıltı aradı. Tehlike mi? Açlık mı? Yoksa…

Valtor, ellerini yatağın kenarına koydu, ama Bloom’a dokunmadan... çok yakındı. Teninin sıcaklığı hissediliyordu artık, nefesi... kalbinin ritmine karışıyordu.

"Aramızda hâlâ çizilmiş sınırlar var," dedi Bloom, boğuk bir sesle. "Ve onları geçmek... bazı şeyleri geri döndürülemez yapar."

Valtor başını hafifçe eğdi. Dudakları Bloom’un kulağına neredeyse dokunacak kadar yaklaştı. “O sınırları birlikte çizdik ama inan bana Bloom, gün geldiğinde o sınırları sen sileceksin.”

Bloom bir anlık kararsızlıkla gözlerini kapadı. Ellerini, dizlerinin üzerindeki paltodan çekip yavaşça yatağın kenarına koydu. Bir şey söylemek istedi ama ağzından dökülen tek kelime oldu, “Valtor…”

Ve bu isim, havadaki tüm yükü kesti. Valtor bir an gözlerini kapattı. Sonra, parmaklarını hafifçe Bloom’un ellerine yaklaştırdı ama dokunmadı. Sadece oradaydı. "Yakınlık," dedi sessizce, "güvensizlikten değil... korkudan doğuyor bazen. Sen korkmuyorsun Bloom. Ama ben… senden korkuyorum."

Bloom’un gözleri büyüdü. "Neden?"

"Çünkü beni değiştirebiliyorsun."

Bu kez Bloom, tüm gücünü toplayarak Valtor’un eline dokundu. Parmakları onun parmaklarının üzerine kondu; bir anlık bir dokunuştu, ama kıvılcım... gerçekti. Valtor’un nefesi kesildi. Parmaklarını hareket ettirmedi, sadece orada kaldı. Yakın... ama kontrolü hâlâ elden bırakmadan.

"Yarın," dedi Bloom, gözleri gözlerinde. "Altın Kütüphaneye gitmeden önce... bir şey bilmeliyim."

"Nedir?" diye sordu Valtor, sesi hâlâ alçak ve yankılıydı.

"Beni hâlâ tehdit olarak mı görüyorsun?"

Valtor, elini yavaşça Bloom’un avucunun içine kapadı. Soğuk değildi eli. Aksine... yanıyordu.

"Hayır," dedi. "Seni hâlâ ateşin kaynağı olarak görüyorum. Ve ben... o ateşe yürümeyi seçtim."

Ve sonra, sadece bir saniyeliğine... Valtor başını eğdi. Bloom’un alnına bir öpücük bıraktı. Hafif, saygılı, ama altında bastırılmış fırtınalar saklayan bir dokunuştu bu. Bloom gözlerini kapadı. Dudakları titredi ama hiçbir şey söylemedi.

Valtor uzaklaştı. Birkaç adım geri çekildi. Onunla aynı ateşte yanmaya hazır olduğunu gösterecek kadar yakın, ama onu yakmamaya kararlı olacak kadar uzakta durdu ve Bloom, ilk defa, içinde bastıramadığı bir şeyin doğduğunu fark etti.

Belki de bu gece… sınırlar sadece zihinlerinde vardı.

 

Bölüm : 13.07.2025 19:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...