Yukarı kata adım attıkça, içimdeki kaygılar daha da derinleşiyordu. Boris’in sesi, kafamın içinde yankılanıyordu. “Burası özel bir nimet,” dediği an aklıma gelen düşünceler, göğsümü sıkan bir ağırlık haline geliyordu. Kalbim çarpıyor, ayaklarım yerden kesiliyormuş gibi hissediyordum. Her zaman burada olmaktan korkuyordum, ama bugün sanki daha farklı bir şey olacaktı.
“Arkan, çeneni kapat,” dedi Boris, gözlerini dikerek. Yavaşça yukarıya doğru yürümeye başladık. Koridor, karanlık ve dar görünüyordu; her adımda duvarların üzerindeki kirli boyalar, gözlerimin önünde dans ediyordu. “Neden bu kadar geriliyorsun?” diye sordu, ama ben ona cevap vermekten çok uzak hissediyordum. Kalbimde bir boşluk vardı ve o boşluğu dolduracak bir şey bulmak için çaresizce savaşıyordum.
Kapıdan geçerken, içeri girmeden önce derin bir nefes aldım. Her zaman olduğu gibi, burada bir şeylerin değiştiğini hissediyordum. Bir parça huzur bulabileceğim umudunu taşırken, tam tersi bir korkuyla yüzleşmeye hazır olmalıyım. İçeri adım attığımızda, her şeyin yerli yerinde olduğunu gördüm ama bir şeylerin çok daha farklı olabileceğini de hemen hissettim.
İçerde, Tus masanın başında oturmuş, arkasındaki duvarda asılı olan eski posterlere dalmıştı. Menda ve Esme, köşede fısıldaşıyorlardı. Esme’nin yüzünde bir şeyler sakladığını anlamak zor değildi; bugünkü kaygı dolu duruşu, onu tanıyan herkesin dikkatini çekmişti. Gözlerimiz buluştu ve o an hissettiğim boşluk biraz daha derinleşti. “Neden bu kadar gerginsiniz?” dedim içimden. Fakat sesimi çıkarmadım, çünkü bu sorunun cevabını çok iyi biliyordum.
Boris, beni masanın ortasına doğru itti ve “İlk başta gel de bir bak,” dedi. İçimden geçen kaygıları bastırmaya çalıştım. Her şeyin üstesinden gelmem gerekiyordu. Arkadaşlarımın arasında olmak bana biraz olsun güven veriyordu ama yukarıda bekleyen şeylerin ne olduğunu bildiğim için içim kaynıyordu. “Biraz gülümse, Arkan. Her şey yolunda gidecek,” dedi Menda, biraz daha yaklaşıp omzuma dokunarak.
O anda kapı açıldı ve içeri, tanıdık ama tehlikeli bir yüz girdi. Seyit. Yıllardır görmediğim bu adam, içeriye girdiği an, o yoğun enerji dolu ortamı anında değiştirdi. Gözlerim onun üzerinde kilitlenmişken, Boris yanımdan çekildi. Seyit’in gülümsemesi sanki bir avın peşinde olan bir yırtıcınınkine benziyordu. “Sonunda geldin, Arkan. Seni çok özledik,” dedi. Gözlerinde alaycı bir parıltı vardı.
Daha önceki günlerde gördüğüm şeyler aklıma geldi. Seyit’in bir odada nasıl tehlikeler yarattığını hatırladım. Kalbim hızlı atmaya başladı. İçimdeki korkuyu bastırmaya çalışarak, “Beni buraya getirdin, yapacak bir şey yok. Ama seni sevmiyorum,” dedim. Sesim titriyordu. Herkesin dikkatini çekti, odada bir an sessizlik oldu.
“Ah, ama benim için önemli değilsin,” diye yanıtladı Seyit, sanki söylediklerim umursamaz bir tavırla havada asılı kalmıştı. “Önemli olan, bu yerin senin için ne anlam ifade ettiği. Burada durmak zorundasın, Arkan. Kaçış yok.” O an tüm vücudumun titrediğini hissettim. Bu, sadece fiziksel bir tepki değildi; içimdeki korkunun bir yansımasıydı.
“Bu kadar gergin olma, Arkan,” dedi Boris, ama sesi bana pek teselli vermedi. Seyit’in o alaycı gülümsemesi benim için bir korku kaynağıydı. Her an, onun elinden bir şeylerin patlak vereceğinden korkuyordum.
Kendimi kontrol etmek için derin bir nefes alıp, biraz geri çekildim. “Neden burada olduğumu biliyorsun, bu beni ilgilendirmiyor. Ama bunu yaparken dikkat etmelisin,” dedim. İçimdeki cesareti bulmaya çalışırken, bu cümle bile sanki zayıf bir sesle yankılandı. “Kendini her zaman koru, Arkın,” dedi Menda. Gözleri doluydu ama bana cesaret vermek için çabalıyordu.
Seyit’in gülümsemesi daha da genişledi. “Ben de bu yeri seviyorum,” dedi. “Ama seni sevmemek benim için daha kolay. Seni burada görmek benim için bir fırsat. Şimdi burada ne yapacağımızı göreceğiz.” Herkesin gergin yüzleri, aniden daha da kasvetli bir havaya bürünmüştü.
Seyit’in yanında durmanın ne kadar tehlikeli olabileceğini biliyordum ama buna rağmen adımlarımı geri çekmiyordum. “Beni ne ile tehdit edebilirsin ki? Seninle baş etmek için buradayım,” dedim, ama içimden gelen korku, kararlılığımdan daha güçlüydü. İçimdeki çatışma, sadece içsel bir savaş değil, aynı zamanda Seyit ile de olan bir çekişmeydi.
Gözlerim o an Seyit’in üzerine kilitlendi. Bu anın sonunu merak ediyordum. Acaba, içimdeki korkuları yenip bu ortamda nasıl bir üstünlük sağlayabilecektim? Burada geçirdiğim her saniye, beni daha da güçlendiriyordu. Arkadaşlarımın yanında olmak, belki de beni hayatta tutan en büyük güçtü. Ama bu güç, beni gerçekten koruyacak mıydı?Gözlerim Seyit’in üzerine odaklanmışken, içimdeki çatışmanın doruk noktasına ulaştığını hissediyordum. Kalbim hala hızlı atıyor, boğazımda bir düğüm oluşmuştu. Menda’nın yanımda durması, belki de bu korkuyu hafifletiyordu ama aynı zamanda bu durumdan kaçışımın mümkün olmadığını da hatırlatıyordu. Seyit’in gücünü hissetmek, içimdeki cesareti daha da zor bir teste tabi tutuyordu.
“Yeter artık, Arkan. Korkunun sana hükmetmesine izin verme,” dedim içimde. Ama bu sözler sadece düşünce olarak kaldı. Sesli ifade etmek, henüz benim için bir lüks gibiydi. O sırada Boris, Seyit’in gözlerinin derinliklerinde kaybolmuş gibiydi, sanki onun etkisi altında kalmıştı. İçimden “Boris, neden ona bu kadar teslim oluyorsun?” diye geçirdim ama bu soruyu sormaya cesaret edemedim.
Seyit, odanın ortasında durarak, “Burada birbirimizi tanımamız gerek, Arkan. Seninle başlamak için sabırsızlanıyorum,” dedi alaycı bir ses tonuyla. “Ama öncelikle bir oyun oynamalıyız. Sonuçları eğlenceli olabilir.” Oyun kelimesi, içimdeki korkunun katlanarak artmasına sebep oldu. “Hangi oyun?” diye sordum, ama sesim hafif titriyordu.
“Basit bir oyun. İki grup olacağız. Kazanan, diğer gruba hükmeder,” dedi Seyit. Gözleri parlıyor, her kelimesinde bir tehdit gizleniyordu. “Tabi ki, kaybeden gruptan bazılarını tanımak zorunda kalacağız.”
Bu cümle, odada bir gerilim yarattı. Menda ve Tus, birbirlerine bakarak sessiz bir anlaşma yaptılar. “Ben bu oyunda yer almak istemiyorum,” dedim aniden. Düşüncelerim kaotik bir şekilde dolanıyordu. “Senin kurallarınla oynamayacağım.”
Seyit’in gülümsemesi, daha da genişledi. “Bu çok cesurca, Arkan. Ama unuttun ki, bu senin için bir zorunluluk. İstediğin gibi davranamazsın. Eğer istersen, hep birlikte oynayabiliriz, ama buna mecbursun.”
“Oyununa katılmayı reddediyorum,” dedim, cesaretimi toplamaya çalışarak. “Eğer burada kalmak istiyorsan, beni zorlamamalısın. Bu benim kararım.”
Seyit, gözlerini üzerimden ayırmadı. “Peki, o zaman.” Dedi, sesindeki alaycı tını kaybolmuş gibiydi. “Ama şunu unutma; her eylemin bir sonucu vardır.”
O an, odadaki hava daha da ağırlaştı. Kimse konuşmuyor, sadece birbirimizin yüzlerine bakıyorduk. Kendi içimdeki kaygıdan başka bir şey hissetmiyordum. Duyduğum o tehdit, sanki bir yudum su gibi boğazımda takılmıştı. Bir anda kapı açıldı ve içeri birisi daha girdi. Bu, beni tanıdık bir yüz değildi ama soğuk havasıyla odayı hemen etkisi altına aldı.
“İşte buradayız,” dedi yeni gelen, ellerini cebine sokarak. “Seyit, burada bir şeyler döndüğünü hissediyorum.” Seyit’in yüzünde beliren o hiddet dolu bakış, o an her şeyi değiştirdi. “Merhaba, Arda,” dedi Seyit, ama sesi oldukça soğuktu. “Her şey yolunda.”
Arda, benim için tam anlamıyla bir bilmecenin parçasıydı. Onun kim olduğunu bilmeden, odadaki gerginliğin artmasına sebep olacağından korkuyordum. “Yani sen de bu oyuna katılmayı mı düşünüyorsun?” diye sordu. “Bilmiyorum, belki de buradaki kurallara uymak zorundayım.”
Seyit, kendine güvenen bir tavırla gülümsedi. “Tabii ki. Hepimiz buradayız. Arkan, seninle bir oyun oynayacağız. Unutma, kaybeden her zaman kazanandan daha fazla şey kaybeder.”
O an odada gergin bir sessizlik hakimdi. Herkes bir yere odaklanmış, kendi iç düşünceleriyle savaşmaya başlamıştı. Kalbimdeki korku, başımda dönen düşüncelerin arasına sızmaya çalışıyordu. “Ne yapmalıyım?” diye düşündüm. Eğer bu oyunun parçası olursam, nelerle yüzleşeceğimi bilmiyordum. Ama artık geri dönmek yoktu.
“Seyit, bu kadar tehditkar olma,” dedim, içimdeki cesareti bir araya toplayarak. “Bu, seni güçlü yapmıyor. Biz burada arkadaşız, oyun oynamak zorunda değiliz.”
Gözlerimin içine derin derin bakarak gülümsedi. “Arkan, arkadaşlık zayıf bir bağdır. Benim dünyamda, herkesin kendi çıkarları için savaştığı bir yer var. Sen de bunu öğrenmek zorundasın.”
O an bir karar vermek zorundaydım. Ya onun oyununa katılacak, ya da kendi içsel savaşımı kazanarak bu durumu atlatmaya çalışacaktım. Hızla geçen düşüncelerle içimdeki korkularla yüzleşme kararı aldım. “Tamam, o zaman oynayalım,” dedim. “Ama bu oyun bana zarar vermeyecek.”
Boris ve Menda şaşkın bakışlarla bana bakarken, Seyit’in gülümsemesi daha da genişledi. “İşte bu, işte bu!” dedi. “Oyun başlıyor, Arkan. Hazır mısın?”
O an, içimdeki kararsızlık yerini cesarete bırakmıştı. Her şeyin tehlikeli bir yola doğru gittiğini hissediyordum, ama bu mücadelede ayakta kalmak için her şeyimi ortaya koymaya kararlıydım. “Evet, hazırım,” dedim. “Bu oyunu kazanacağım.”
Ve o an, hayatımda bir dönüm noktası olacağını düşündüğüm bir anın başlangıcıydı. Gözlerimdeki ateş, savaşmaya kararlı bir ruhun yankısıydı. Seyit’in oyununa girmeye karar vermiştim ve şimdi sıranın ne olduğunu öğrenmeye hazırdım.Oyun başlamadan önce içimdeki gerginlik artıyordu. Kalbim, göğsümde bir kuş gibi çırpınıyor, zihnimde sorular birbirini takip ediyordu. “Ne yapmalıyım? Neyin içine çekiliyorum?” diye düşündüm. Ama artık geri adım atmak yoktu; içimdeki korkularla yüzleşmek zorundaydım. Seyit’in gözlerinde parlayan o alaycı ifade, beni daha da cesaretlendiriyordu. Onun oyununa katılmak, belki de kendi karanlığımda bir ışık bulmak demekti.
Seyit, odanın ortasında durarak etrafındaki insanları izlemeye başladı. “Bu oyun, birbirimizi daha iyi tanımak için bir fırsat,” dedi. Sesindeki ciddiyet, benim için yeni bir tehdit unsuru gibiydi. “Ama bilmelisiniz ki, bu sadece bir başlangıç. Oyun sona erdiğinde, kaybedenlerin neler kaybedeceğini göreceğiz.”
Kalbim yerinden fırlayacak gibi atarken, bu sözler içimde bir boşluk hissi yarattı. Herkesin yüzünde farklı bir ifade vardı; bazıları korkmuş, bazıları merakla doluydu. Menda ve Boris, gözlerini benim üzerimden ayırmadı. İçimdeki buhranı paylaşmanın zor olduğunu biliyorlardı. “Bunu yapmalıyım,” dedim kendime. “Bu benim için bir sınav. Eğer kazanırsam, belki de içimdeki korkuların üstesinden gelebilirim.”
İlk tur, “İtiraflar” adı altında başladı. Herkes sırayla, belki de kendileriyle yüzleşecekleri bir itirafta bulunacaktı. Seyit ilk sırayı aldı. “Ben, başkalarının korkularını kullanarak onları kontrol etme gücüne sahip olduğumu biliyorum. Bu yüzden güçlü olmaktan korkmam,” dedi. Kelimeleri, odanın içindeki hava kadar ağırdı. Herkes gergin bir sessizlik içinde onu dinlerken, ben de içimde bir şeylerin çürüdüğünü hissettim.
Boris sırayı aldığında, gözlerinde bir derinlik vardı. “Ben, insanların zayıf yönlerini görmekten zevk alıyorum. Onların acı çektiğini izlemek, bana bir tatmin sağlıyor.” Gözlerimdeki korku daha da arttı. “Bu adamın gözünde, bir canavarı görmek için neden bu kadar bekledim?” diye düşündüm. “Bu, benim için katlanılması güç bir gerçek.”
Sıra bana geldiğinde, boğazımda bir düğüm hissettim. “Ben… ben korkuyorum,” dedim, sesim titreyerek. “Korkuyorum, çünkü kendimden emin olamıyorum. Her gün, kendi içimde bir savaşa giriyorum. Bazen bu savaşın kaybedeni ben oluyorum.” O an, etraftaki bakışların ağırlığını hissettim. Herkesin içindeki korkuyu, belki de benimle paylaşmak istemediği sırları gördüm. O an, içimdeki acının bir parçası olarak hepimizin benzer duygularla savaştığını anladım.
Menda, benimle göz göze geldi. “Kendini bulmak zorundasın, Arkan. Hepimizin kaybettiği şeyler var ama bunlarla yüzleşmek zorundayız,” dedi. Sözleri, içimdeki buhranı biraz hafifletti. “Belki de bunun sonunda kendimi daha güçlü hissedeceğim,” diye düşündüm.
Sonraki turlar, çok daha zorlayıcı olmaya başladı. Her biri, başka bir derinliğe iniyordu. Her itirafta, içimdeki yük biraz daha artıyor, ama aynı zamanda beni özgürleştirdiğini hissediyordum. Herkesin sırları açığa çıktıkça, Seyit’in gücünün aslında ne kadar kırılgan olduğunu fark ettim. Onun üzerinde yarattığı korku, aslında kendi zayıflıklarını gizlemeye çalışmasından kaynaklanıyordu.
Arda, sıradaki sırayı aldı. “Ben, insanlara hep yüklenmek zorunda olduğumu düşündüm. Ama şimdi anlıyorum ki, aslında benim üzerimde bir yük var. Kendime yüklediğim beklentilerle yaşıyorum. Bunu değiştirmem gerek.”
“Benimle aynı duyguları paylaşıyor,” diye düşündüm. Bu, Arda’nın içsel savaşıydı. “Hepimiz yüklerimizle yaşıyoruz. Ama bu yükleri paylaşmak zorundayız.”
Seyit, oyun boyunca sessiz kaldı, ama gözleri etrafımızda dönen her bir duygu ve kelimeyle parlıyordu. O an, belki de onun da içsel bir mücadele verdiğini düşündüm. İçindeki karanlık, yüzeydeki güç gösterisinden daha derin bir yerlerde saklanıyordu.
Son turda, ben yine söz almak istedim. “Kendimden çok korkuyorum,” dedim, sesim titreyerek. “Belki de kaybetme korkusu, beni sürekli geri çekiyor. Ama artık bunu değiştirmek istiyorum. Bu korkularla yüzleşmek, belki de beni özgürleştirecek.”
Seyit, gülümseyerek dinliyordu. “Kendinle yüzleşmek, güçlü olmanın anahtarıdır. Ama unutma ki, bu savaş her zaman kazanılmaz,” dedi. O an, onunla olan bu konuşmanın içinde bir şeylerin değiştiğini hissettim. “Kendimle barış yapmalıyım,” dedim. “Artık kaçmak istemiyorum.”
Oyun sona erdiğinde, her birimizin içindeki karanlık, biraz daha aydınlığa kavuşmuştu. Artık belki de bu korkularla yüzleşmek, bizi daha güçlü kılacaktı. Seyit’in alaycı gülümsemesi, yerini anlamaya başlamış bir ifadeye bıraktı. “Belki de içindeki savaşları kazanabilirsin,” dedi, ama bu sefer daha derin bir anlam taşıyordu.
Gözlerimdeki ışıltı, içimdeki karanlığı aydınlatmaya başladı. “Belki de her kaybediş, bir kazanışa dönüşebilir,” diye düşündüm. “Bu mücadele, beni daha güçlü kılacak.”
Yavaşça odadan çıktık. Menda, beni kolundan tutarak, “Sen harika bir şey başardın, Arkan. Korkularını yeneceksin,” dedi. Kalbimdeki ağırlık yavaşça hafifliyordu. “Belki de bu, yeni bir başlangıçtır.”
Kapıdan çıkarken, içimdeki cesaretin ve kararlılığın yeni bir güne açılan kapıyı araladığını hissettim. Artık korkularım beni esir alamazdı. Bu oyun, bana bir şeyler kazandırmıştı. İçsel savaşımı kazanmaya başlamıştım. Ve belki de yeni bir benle, kendi hayatımın hikayesini yazmaya başlayacaktım.Kapıdan dışarı adım attığımda, gecenin serin havası yüzüme çarptı. İçimdeki heyecan ve korku, yavaş yavaş yerini bir tür huzura bırakıyordu. Adımlarım daha kararlı hale gelmişti. Menda yanımda yürürken, içimdeki cesareti destekleyen bir dostumun varlığı bana güç veriyordu. “Bu gece çok şey öğrendin,” dedi. “Kendinle yüzleşmek kolay değil, ama bunu başardın.”
Hava, ilkbahar gecelerinin serinliğinde taze bir nefes gibi geliyordu. Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Yıldızlar, parıltılarıyla bana sanki “yeni bir yolculuğa çıkabilirsin” der gibiydi. Hayatımda artık değişim zamanıydı. Oyun gecesi, yalnızca bir oyun olmaktan öteye geçmişti; benim içsel yolculuğumun başlangıcıydı.
Boris, yanımıza geldiğinde gözlerindeki alaycı ifadeden eser yoktu. “Güzel bir mücadele verdin,” dedi. “Kendinle savaşını kazandın. Şimdi bu cesareti kullanmalısın.” Onun bu sözleri, beni bir nebze daha rahatlattı. “Belki de insanları anlama yeteneğim beni burada tutan en önemli şey,” diye düşündüm. Bu gece yaşadıklarım, içsel savaşımda bir adım ileri gitmemi sağladı. Artık yalnız hissetmiyordum.
Esme’nin yanına yaklaştığımızda, saçlarının dağınıklığı hala dikkatimi çekiyordu. Bugün neden böyle olduğunu merak ettim. “Sana çok şey kattın,” dedi. “Gözlerinde bir değişim var. Kendine daha fazla güvenmeye başladın.” Bu sözler, kalbimdeki sıcaklığı artırdı. Belki de bu gece, beni yalnızca korkularımla değil, aynı zamanda kendimle de barıştırmıştı.
Sonra, günün yorgunluğu ve duygusal çalkantılarımın etkisiyle biraz düşünmeye daldım. “Beni ne bekliyor?” diye sordum kendime. “Yazmayı düşündüğüm kitap, bu yolculukla nasıl şekillenecek?” Kitapta kullanmak istediğim karakterler ve onların hikayeleri, rüyalarımda oluşturduğum dünyalarla birleşmeye başlamıştı. Her biri, benim içsel çatışmalarımın birer yansımasıydı.
Bir an, Akif’in karakterini düşündüm. O, hayatı boyunca bir mücadele vermiş, ama sonunda kendi içsel huzurunu bulabilmiş bir adamdı. “Akif, beni ben yapan bir parça,” diye düşündüm. “Onun hikayesi, benim hikayemle bütünleşebilir.” Karakterlerin derinliklerine dalmak, yazmaya başladıkça beni nasıl daha da şekillendirecekti?
Evime dönerken, müzik dinlemeye karar verdim. Belki de bu geceki deneyimimi anlamlandıracak melodilere ihtiyaç duyuyordum. Telefonumdaki playlist’imi açtım ve Türk edebiyatının derinliğini taşıyan eserlerden alıntılar dinlemeye başladım. Orhan Veli’nin “Ağlarım” şiiri aklıma geldi. “Ağlarım, ağlarım, sokaklarımı unutmadım,” sözleri, içimdeki karmaşaya eşlik ediyordu. Kendi hayatımda da böyle bir kaybetme duygusu vardı. Ama şimdi, bunu aşmanın yollarını arıyordum.
Yolda ilerlerken, başka bir şarkı çalmaya başladı. Neşet Ertaş’ın “Yarim” şarkısı beni derinden etkiledi. “Yarim, yarim, senin için ben neyleyim?” dizesi, ruhumdaki derin hisleri yeniden yüzeye çıkardı. Bu şarkının hikayesindeki tutku, benim de kalemimle yaratmak istediğim karakterlere yansıyabilirdi. “Her biri, aşkın ya da kaybın hikayesini taşıyacak,” diye düşündüm.
Evime vardığımda, zihnimdeki düşünceler birbirine dolanıyordu. Kitabımın karakterleriyle konuşmak, onlarla rüya gibi bir dünyada buluşmak istiyordum. Onların içsel mücadeleleri, benim mücadelelerimi anlamlandırmama yardımcı olacaktı. “Belki de onları çağırmanın bir yolunu bulmalıyım,” dedim içimden.
Yazmaya başladığımda, kelimeler akmaya başladı. “Her bir karakter, kendi ruhunu taşıyor,” diye yazdım. “Ama hepsi benim içimdeki bir parçayı yansıtıyor.” Yazdıkça, kendimi daha da buluyordum. Kaygılarım, korkularım, umutlarım… Hepsi bu karakterlerin içindeki derinliklerle birleşiyordu.
Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” kitabından alıntılar yaparak yazdım: “İçimdeki yalnızlık, bazen kucaklayıcı bir sıcaklığa dönüşüyor,” diye düşündüm. Her kelime, bana kendi hikayemin derinliklerine açılan kapılar sunuyordu. Yazarken, içimde bir huzur bulmaya başladım. Artık karakterlerimle bir diyalog kurabiliyordum.
Yazdıkça, Seyit’in gözlerindeki o alaycılığın aslında nasıl bir zayıflığı gizlediğini anlamaya başladım. “Herkesin içindeki karanlık, başka bir karanlığın yansımasıdır,” yazdım. “Ama ışık, bu karanlığı aydınlatmaya yeter.” Karakterlerim, benim içimdeki savaşların temsili haline gelmişti. Onların hikayeleri, kendi hikayemi anlatmak için bir araçtı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, bilgisayarımın başında kaybolmuş bir şekilde yazmaya devam ettim. Sanki karakterlerim yanımdaydı; onlarla konuşuyor, onların düşüncelerini dinliyordum. “Senin hikayen, Arkın. Bu senin yolculuğun,” dedim onlara. “Birbirimizi anladığımızda, belki de bu karanlığı aydınlatabiliriz.”
Uykusuz geçen bir gece boyunca, yazmaya devam ettim. Bu süreçte, müziğin büyüsü de beni sarhoş etmişti. Türk sanat müziği melodileri, duygularımı daha da derinleştiriyordu. “Kendimi bulmak için bu müziklere ihtiyacım var,” diye düşündüm. Her nota, içimde bir parıltı yaratıyor; ruhumu özgürleştiriyordu.
Güneşin doğmasıyla birlikte, bilgisayarımın ekranında sayfalar dolusu kelime vardı. Kitabımın karakterleriyle olan bu derin diyalog, bana cesaret vermişti. Yazdıkça, içimdeki sesin daha güçlü hale geldiğini hissediyordum. “Ben bu hikayeyi yazmaya kararlıyım. Karakterlerimle birlikte, kendi gerçekliğimi bulmalıyım,” dedim kendime.
Artık bu yolculuk, beni nereye götürürse götürsün, ne olursa olsun devam edecekti. Yavaş yavaş uyanıyordum; kendimle barışıyor, içsel savaşımı kazanmaya bir adım daha yaklaşıyordum. “Bu, benim hikayem ve her kelime, beni daha da güçlü kılacak,” diye düşündüm. Ve bu düşünceyle, yazmaya devam ettim.Gün ışığı penceremin önünden süzülürken, gözlerimi açtım. Gece boyunca yazdıklarım aklımda dönüp duruyordu. Gözlerimi açtım ama hâlâ karakterlerimle aramda bir bağ vardı. Kendi içimdeki huzursuzluk ve belirsizlik, onları yazarken biraz olsun azalmıştı. Yüzümdeki gülümseme, sabahın sıcak ışığıyla birleşip daha da büyüyordu. Bu sefer, karakterlerim sadece kağıda yazılmış kelimelerden ibaret değildi; onlar, artık benim bir parçam olmuşlardı.
Bilgisayarımın ekranındaki kelimeleri tekrar gözden geçirmeye başladım. Her sayfada farklı bir duygu, farklı bir hikaye vardı. Bir an duraksadım ve düşündüm: "Neden bu kadar derin bir bağ kurdum bu karakterlerle? Onlar benim yansımağım mı, yoksa kendi içsel savaşlarımın uzantıları mı?"
Seyit’in hikayesi aklıma geldi. İçindeki karanlığı besleyen yalnızlık, benim de içimdeki korkularla ne kadar örtüşüyordu! "Onun gözlerinden yansıyan boşluk, belki de benim geçmişimden bir kesit," diye düşündüm. “Ama burada durmak yok. Onun hikayesini sonlandırmak benim elimde.”
Müzik çalmaya başladı. Şimdi, Türk sanat müziği yerine, folk melodileri tercih ettim. Orhan Gencebay’ın "Dil Yarası" parçası, içimdeki duyguları derinleştiriyordu. “Yalnızlığın en güzel hali, belki de sevdiğinin yokluğunda hissettiklerindir,” dizesi aklımda yankılandı. Bu hisler, benim de hikayemi yazma arzumla örtüşüyordu. Kendimle olan bu yüzleşmem, beni daha güçlü kılacak gibiydi.
Yazmaya devam ettim. Her karaktere yeni derinlikler eklemeye çalıştım. Akif’in yalnızlığı, Esme’nin umutsuzluğu, Menda’nın güçlü duruşu… Hepsinin içindeki mücadeleler, benim içsel yolculuğumun birer yansımasıydı. “Karakterlerimle konuşurken, aslında kendimle de konuşuyorum,” dedim kendi kendime. “Her kelime, içimdeki yarayı açıyor ama aynı zamanda kapatıyor.”
Boris, yazmaya başladığım sırada aklıma düştü. Onun kuralcı tavırları ve baskıcı kişiliği, benim üzerimde nasıl bir etki yaratmıştı? “Eğer karakterlerim onun gibi olsaydı, hikayem ne kadar kısıtlı olurdu!” diye düşündüm. Onun gibi birinin, yaşamın karmaşasını anlaması ne kadar zor olabilirdi. “Bu yüzden, yazarken Boris’in katı tutumlarını yıkmalıyım. Onun hikayesinde bir dönüşüm yaratmalıyım.”
Yazarken, her karakterin hikayesine daha fazla derinlik kazandırmanın yollarını aradım. Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” kitabından alıntılar yaparak yazdım: “İçimizdeki karanlık, onu tanıdıkça aydınlığa dönüşür.” Bu cümle, karakterlerimin içsel mücadelelerinin özünü ifade ediyordu. “Kendi içimdeki şeytanı tanımalı, ona meydan okumalıyım.”
Saatler geçtikçe, karakterlerimle olan diyalogum daha da derinleşti. Akif, “Yalnızlık, insanı büyütür ama aynı zamanda yerle bir de eder,” dedi. Bu söz, benim için bir dönüm noktasıydı. “Eğer yalnızlık bir öğretmense, o zaman ben onu dinlemeliyim,” dedim. Yazarken, kendi yalnızlığımın da bir öğrenme süreci olduğunu fark ettim.
Bir süre sonra, yazdıklarımı gözden geçirip durdum. “Bütün bunlar benim için bir yüzleşme değil mi?” diye sordum kendime. “Karakterlerimin acıları, benim acılarım; onların hikayeleri, benim hikayem.” Bu düşünce, içimdeki özgürleşme hissini pekiştirdi. Her bir karakter, bana bir parça daha özgüven kazandırıyordu.
Yazmaya devam ederken, yazdıklarımın etrafında dönen hislerin yoğunluğu arttı. “Ben, yalnızca bir yazar değilim; ben, içimdeki tüm korkularla yüzleşmeye çalışan bir insanım,” dedim. “Bu kitabın sonu beni nasıl şekillendirecek? Hangi kapılar açılacak?” Bu soruların yanıtları, belki de yazarken içimde bulacağım duygularda gizliydi.
Zaman ilerledikçe, yazdığım sayfalar artıyordu. Akşam saatlerine yaklaştım, fakat hâlâ durmadan yazmaya devam ediyordum. Kafamda beliren imgeler, karakterlerimin yaşamlarını yeniden şekillendiriyordu. Kimi zaman gözlerimde yaşlar birikiyor, kimi zaman gülümsemek için kendimi zor tutuyordum. “Onların hikayeleri, benim için bir tür terapatik yolculuk haline geldi,” dedim.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, bilgisayarımda açtığım sayfaların sayısı artmıştı. Sayfalar dolusu duygu, mücadele ve içsel yolculuk; hepsi kalemimden dökülmüştü. “Bu kitap, benim içsel savaşımın bir yansıması olacak. Her bir kelime, bana cesaret verecek,” diyordum. Karakterlerimle olan iletişimim, beni hem özgürleştiriyor hem de dönüştürüyordu.
Son olarak, kitabımın adını düşündüm. “Yalnızlığın Derinlikleri” mi, yoksa “Kendini Bulma Yolculuğu” mu? İkisi de benim hikayemin bir parçasıydı. Karakterlerimle olan diyaloglarım, bu kitabın kalbini oluşturuyordu. Yazdıkça kendimi buluyordum ve belki de bu süreç, benim için en değerli deneyim olacaktı. Her bir karakter, benim içimdeki cesareti ve zayıflığı temsil ediyordu.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Yalnızlık, artık bir düşman değil, bir dost olmuştu. Yavaşça, huzur içinde uykuya dalmaya başladım. İçimde, yarının ne getireceğine dair bir umut vardı. Kafamda, yazdığım hikayelerin, benim hikayemin kapılarını açmasını umuyordum. Ve bu, sadece bir başlangıçtı.
O tedirginlik içinde geçen oyunun üzerinden bir hafta geçmişti. Bu haftada hiç dışarı çıkıp Has amca ve Yusuf amca ile konuşmadım. Öğretmen hanıma da uğramadım. Oyunun bana kattıkları, kitabı yazmaya başlamam... Bunlar ne hissettiyordu bana? Bu hisleri neden bilmiyordum ?
Hayatım zaten büyük bir buhran içinde geçmişti. Şimdi bu buhranın hissettirdiklerine geri dönmek, biraz fazla garip olacaktı sanırım.
Hayatım, kimsesizliğin birkaç çatısından geçerek oluştu. Hüznüm, gözyaşlarım, hiçbir zaman kimsenin umrunda olmadı. Kimse arkama geçmedi, kimse beni korumadı. Korumayı düşünen bile olmamıştı. Ama o... O ayrıydı. O bir garipti, ne korumuştu, ne de korumamıştı. Her şeyin arasındaydı o. Belki bu kitap içten içe onu anlatacaktı. Nereden geldi bu ilham, onu bile bilmiyordum ancak bu kitabı yazmak çok önemliyedi ve kitabın her sayfasını kalbimde hissediyordum.
Bugün dışarı çıkıp sokaktaki amcalarıma selam vermek istiyordum. Kahverengi elbisemi giyip çıktım. O günden beri onların yanına gitmek bir garip geliyordu bana. Bir şeyler olmuştu o gün. Gördüğüm veya hissettiğim herhangi bir şey beni içten içe değiştirmişti.
Ela gözleri ile baktı bana Has amca. Tus... Tus'un yüzü geldi gözlerimin önüne. Ne idi bu şimdi? Hayatımda belki de hiç önemi olmayan biri miydi bu hislerimin nedeni? Midem bulandı ama yürümeye devam ettim. Tus gözümün önünden gitmiyordu.
"Ah güzel kızım! Nerelerdeydin sen?! Kan gölünde boğuldun diye çok korktum kuzum."
"Amcam, belki boğulmuş ama sağ çıkmışımdır."
"Sende bir haller var. Ne oldu o gün?"
"Sen biliyorsun, benim bilmeme gerek yok kuzum."
"Bilmiyorum. Garip hissediyorum. O gün bir şey görmüş ya da yapmış olmalıyım. O günü hatırlamıyorum bile."
"Hayır. Ama Tus... Arada bir gözümün önüne geliyor."
"Kara kaşlı, kara saçlı, dağınık bir adam."
....
60...
O...
"Tus... emarenin bir şeyciği olabilir mi?"
Gözlerim doldu. Çenem titremeye başladı.
Has amcanın ayağının oraya çöküp ağlamaya başladım. O emare her aklıma geldiğinde böyle oluyordum ben. Oysa hiç de duygusal biri değildim. Aklıma gelen şeyler... birer diken gibi batmaya başladı bana.
“Arkannnn! N’apıyorsun?” diyorum kendime, ama içimdeki sesin yankıları beni dinlemiyor. O an, Has amcanın sesi uzaklardan geliyor gibi; ama gözlerimi açtığımda, bir an için kendimi derin bir boşluğun içinde buluyorum. Has amca, endişeyle üzerime eğiliyor. Ela gözleri, buğulu bir hüzünle parlıyor. İçimi kaplayan korku, kendimi kaybetmiş olmanın getirdiği bir çaresizlikle birleşiyor.
“Arkannn, ne oldu kuzum? Beni böyle korkutma,” diyor.
O an, bu duygu karmaşası içinde kaybolmuş bir çocuk gibi hissediyorum. İçimdeki karanlık düşünceler beni ele geçirirken, elimden hiçbir şey gelmiyor. “Has amca, bir şeyler var. Benimle bir şeyler oluyor. O gün... O gün, Tus...”
“Tus’la bir sorunun mu var?” Has amcanın sesi, endişeyle yankılanıyor. Ama ben cevap veremiyorum; ne diyeceğimi bilmiyorum. O an, Tus’un yüzü gözlerimin önünde beliriyor. Düşüncelerim, onu hatırladıkça daha da karmaşık bir hale geliyor.
“Has amca, Tus benimle bir şey paylaştı mı? Bilmiyorum. Ama içimdeki bu huzursuzluk... onu düşünmek bile... beni rahatsız ediyor,” diyorum, sesim titriyor.
“Belki sadece bir izlenim. Bazen aklımızda, belirsiz anılar canlanır. İnsanoğlunun zihni tuhaf,” diye yanıtlıyor. Ama içimdeki bu kıpırtılar geçmiyor, geçmeyecek gibi geliyor.
Bir an, üzerimdeki kahverengi elbiseye dikkat kesiliyorum. Beni ben yapan şeylerin, Tus ile olan bağlantıları her an daha da belirginleşiyor. Hani derler ya; bir renk, bir koku ya da bir ses, hatıralarımızı canlandırabilir diye; işte o anda ben de bir hatıra peşinde koşuyorum. Ve ne yazık ki, her koşu daha da derinleşen bir çukur açıyor içimde.
“Tus’u unutmaya çalışmak zorundayım,” diyorum. “Ama onun gözleri... o karanlık, derin gözler... beni unutmaya bırakmıyor.”
Has amca gülümsüyor ama içindeki endişe belli. “Unutmaya çalışma, sadece yaşamaya çalış. Her şey bir zaman alır.”
Ama ben onun sözlerine kulak asmıyorum. İçimdeki yoğun hislerle savaşıyorum. Akşam eve dönerken, her şeyin bir ağırlığı olduğunu hissediyorum. Bu ağırlık, tüm bu düşüncelerle dolu zihinimde yankılanıyor. Kalbim, düşüncelerimle çarpışırken, akşam yemeği hazırlamaya koyuluyorum. Ama yemekler, mutfağımda kaynayan su kadar anlamsız ve tatsız geliyor. Her lokmamda, Tus’un hatıraları daha da canlanıyor.
Yatmaya karar verdiğimde, yatağımda dönmeye başlıyorum. “Belki uyuyunca unutabilirim,” diye geçiyor içimden. Ama ne kadar uyursam uyuyayım, her seferinde yine Tus ve onun getirdiği duygularla uyanıyorum.
Rüyalarımda, Tus’la birlikte bir parkta yürüyoruz. Gözlerimdeki hüzün, onun yüzündeki gülümsemeyle birleşiyor. “Arkannnn, bu dünyada seninle olmaktan mutluyum,” diyor. Ama yanımda durduğunda, gözlerimin içine baktığında, orada derin bir boşluk olduğunu hissediyor.
Uyanıyorum. Gözlerimi açtığımda, sabah ışığı odama dolmuş. Ama o huzursuzluk, geceyi geçirdiğim rüyalardan hala beni terk etmiş değil. “Has amca ile konuşmalıyım,” diyorum. Bir şeyler paylaşmalıyım.
Kapıyı açıp dışarı çıkıyorum. Güneş, gökyüzünde parlıyor ama içimdeki karanlık hala bitmiş değil.
Has amcayı buluyorum ve içimi döküyorum. “Belki de bu duyguların üstesinden gelmek için bir şeyler yazmalıyım,” diyorum. “Kendimi ifade etmeliyim. Ama nasıl?”
Has amca, gözleriyle beni süzüyor. “Yazı, en iyi dostun olur. Kendini yazarken bulursun,” diyor. O an, yazma fikri içimde bir ışık parlatıyor. “Evet, belki de kalemi elime alıp her şeyi yazmalıyım. Belki Tus ile olan ilişkimi, hislerimi... belki de bunları kağıda dökmek bana yardımcı olur.”
Ve o günden sonra, kalemi elime aldım. Tus’un yüzü gözümde canlanırken, aklımda bir sürü cümle dolaşıyordu. Kendi hikayemi yazmaya başlıyorum; Tus’u, hislerimi ve içimdeki karanlık duyguları kağıda dökerek onlarla yüzleşmeyi amaçlıyorum.
Ama her yazdığım cümlede, Tus’un hayaleti yanımda duruyordu. Onu unutmak için çabaladıkça, daha çok hislerimin üstüne geliyor ve içimdeki o karmaşık duygulara daha çok can veriyordu. Ve o an, kalemin ucunda, Tus’a dair her şeyi yazmaya kararlıydım.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |