
2008 Manisa
Günlerden Cuma, okulun son günüydü. Ertal, Duru'yu okul çıkışı almak için bekliyordu. Kızı onu okul çıkışı görmezse akşamları tirip atacağı için Ertal işlerini bir kenara bırakıp onu almaya gelmişti.
Okulun zili çaldı ve öğrenciler birer birer çıkmaya başladı. Ertal, çıkan öğrenciler arasında kızını arıyordu. Sonda, çantasını yere sürükleyerek ve oflaya oflaya yürüyen küçük kızını görünce yüzünde bir gülümseme belirdi.
"Hayırdır küçük hanım, yorulmuş gibisiniz?" diye sordu Ertal, gülümseyerek. Ancak Duru'nun yüzü asıktı, her okul çıkışı olduğu gibi.
"Ben size okula gelmek istemiyorum dediğimde zorla gönderiyorsunuz," diye söylenmeye başladı Duru, elini beline koyup bir ayağını öne çıkararak. "Okul çıkışında moralim bozuk olduğunda da 'neyin var' diyorsunuz. Sence neyim olabilir baba?"
"Biz de sana okula gelmek zorundasın dediğimizde okuman gerektiğini anlatmaya çalışıyoruz küçük hanım," dedi Ertal, Duru'nun burnundan hafifçe makas aldı. Ardından Duru ve Yusuf'un çantalarını alarak arabaya yöneldiler.
"Ee, okul nasıl geçti Yusuf?" diye sordu Ertal, Duru'dan alacağı "çok sıkıcı" cevabı bildiği için soruyu ona değil Yusuf'a yöneltmişti.
"Güzeldi, bugün küçük a harfini öğrendik," diye yanıtladı Yusuf sevinçle.
"Biz zaten küçük a harfini biliyoruz akıllım," diyerek Duru, Yusuf'un sözünü kesti.
"Olsun, tekrar etmiş olduk öğretmenimizin de dediği gibi," dedi Yusuf, sakin bir tavırla. Yusuf daha ılımlıydı, ama Duru tam bir cadıydı.
Ertal, çocukların bu tatlı didişmelerini gülümseyerek izlerken eve yaklaşmışlardı. Arabadan inip korumaların selamları arasında ilerlediler. Duru, bir yandan "Akıllı olan okumaz!" diyerek korumalara takılıyor, bir yandan da kapıda bekleyen annesine doğru bıkkınlıkla yürüyordu.
"Hoş geldiniz diyeceğim ama bizimki hiç de hoş gelmiş gibi değil sanki, ha Aden Duru?" Nazan, kızına göz ucuyla bakarak konuştu.
"Maalesef, bildiğiniz cevapları vermiyoruz anne, öğretmenimiz demişti," dedi Duru, gözlerini devire devire. Tabii ki yalandı; öğretmeni öyle bir şey söylememişti, Duru sadece dalga geçiyordu.
Nazan, kızının bu haline gülerek başını salladı ve içeri girdiler. Korumalardan biri, Duru'ya bakıp şaşkınlıkla "Cadının vücut bulmuş hali," dedi, diğer korumalar da kahkahalarla ona katıldı.
🎀
Nazan salona girip boyama yapan kızını görünce önce bir tebessüm etti. Sağ tarafa baktığında, ödevini yapan Yusuf'u görünce ise kaşlarını çatarak ikilinin yanına yaklaştı.
"Duru?"
"Efendim?" Duru, başını kaldırıp annesine baktı.
Nazan, Yusuf'u işaret ederek sordu: "Ödevin yok mu, anneciğim?"
"Bitti ki," dedi Duru umursamaz bir tavırla, resmine devam ederek.
"Ne ara bitti? Ben neden seni ödev yaparken görmedim?" diye sordu Ertal, şaşkınlıkla. Kızı sabahtan beri yanındaydı, ödev yaptığını hiç görmemişti.
"Ben yapmadım ki," dedi Duru omzunu indirip kaldırarak.
"Kim yaptı?" diye sordu Nazan ve Ertal aynı anda.
Duru, koltukta maç izleyen dedesini işaret ederek cevap verdi: "Dedem yaptı."
"Baba?"
"Peder?"
Nazan ve Ertal, şaşkınlık içinde aynı anda Yıldırım Karahan'a döndüler.
Yıldırım Karahan, ellerini havaya kaldırarak kendini savundu: "Hiç öyle bakmayın, bu küçük cadı kulağımdan girip aklımdan çıktı, ne ara yaptığımı ben de anlamadım."
Ertal ve Nazan, aynı anda Duru'ya döndüler ve onu cevap bekleyen bakışlarla süzdüler. Duru oflayarak döndü.
"Öğretmenimiz, 'Bir büyüğünüzden yardım alarak yapın' dedi. Ben de dedemden yardım aldım."
"Yardım almak dedene yaptırmak demek mi oluyor?" diye sordu Nazan, kaşını kaldırarak.
"Evet," dedi Duru, omzunu yine umursamazca kaldırıp indirerek.
Nazan, otoriter bir tavırla konuştu: "Defterinden bir sayfa çıkar ve aynı ödevi baştan yapıyorsun."
"Ya ama..."
"Hadi kızım, ödev başına," dedi Ertal da, karısına destek çıkarak.
Duru, oflaya poflaya çantasını açtı, defterini çıkarıp ödevini baştan yapmaya başladı.
✷✷
Duru bir yandan ödevini yaparken bir yandan da göz ucuyla babasına bakarak, "Akif öğretmenim de beni çok seviyor," dedi.
" Akif kim ulan?" diye kızına döndü Ertal.
"Öğretmenimin arkadaşı. Bugün bana, 'Keşke benim kızım olsaydın,' dedi," diye elindeki kalemi bıraktı ve babasına ballandıra ballandıra anlattı.
"Sana mı dedi?" Ertal, sinirden dişlerini sıkarak sordu.
"Evet, bana dedi," diye başını salladı Duru, babasını onaylayarak.
"Kim lan o? Benim kızıma 'Keşke benim kızım olsaydın' diyecek adamı ben...!" Ertal'ın elleri titremeye başladı; kafasında öldürme planları dolaşırken kendini sakinleştirmeye çalıştı.
"Ama baba, çok ayıp! Öğretmene öyle şeyler söylenir mi?" Duru kıkırdayarak cevap verdi.
"Bir daha o öğretmen yanına geldiğinde ondan uzaklaşıyorsun, anladın mı?"
"Ama baba, az önce annemle beraber, 'Aden Duru, öğretmenlerinle iyi anlaşman lazım, yoksa okulu sevemezsin' demiştin!" diyerek babasının sesini taklit edip onu tiye aldı.
💙🎀
Günümüz
"Yahu hatun, adamı ben vurdum ben! Vurduğum adamın evine 'geçmiş olsun, tez zamanda iyileşmeni bekliyorum' mu diyeceğim?" dedi Ertal Şanlıkan, sabrının son noktasına gelmiş bir halde. Vurduğu adama geçmiş olsuna gitmek mi?
Ama karısı tutturmuş, "Geçmiş olsuna gideceğiz," diyordu. Zaten kızı şu an Ahi denen herifin yanındaydı, sinirleri yeterince bozuktu, bir de karısı gelip bunu söylüyordu.
"Ben vurmadım, o yüzden ben gelmiyorum. Size iyi gezmeler," dedi Yıldırım Karahan, ayak ayak üstüne atarak.
Nazan, ikisine de dönüp kararlı bir şekilde, "İkiniz de geliyorsunuz, itiraz istemiyorum," dedi.
"Adamı bu vurdu, ben niye gidiyorum? Bu gitsin!" diye Ertal'ı gösterdi Yıldırım Karahan. Adamı kimin vurduğu belliydi; yoksa polise verip bu adam vurdu," demek vardı ama başına açılacak dertten susuyordu.
"Ellerine sağlık diyen ben değildim ama, peder bey," diye çıkıştı Ertal, kayınpederine.
"Ah, öyle mi demişim? Keşke 'elin kopsun' diyeydim," dedi Yıldırım Karahan, pişmanlıkla. İçinde kalmıştı bu laf.
"Hadi hadi, gidiyoruz," diyerek kapıya yöneldi Nazan ve babasıyla kocasını çağırdı.
İki adam, oflaya poflaya yerlerinden kalkıp Nazan’ın peşinden ilerlediler.
Aden Duru'nun anlatımıyla 🎀
Babam, Ahi'yi vurduktan sonra Zeynep gelip onu tedavi etmişti. Kurşun sıyırdığı için hastaneye gitmeye gerek kalmamış, evde müdahale etmişti. Babam, iki saat sonra yeniden silahını çıkarıp vuracakken annem önüne geçip onu engellemişti.
Ben ve Ömer, ikinci bir olay yaşanmasın diye Ahi’yi alıp evine getirmiştik. Şu anda Ömer ve Zehra aşağıda, ben ve Ahi yukarıda, Ahi’nin odasındaydık. Ömer, babamın huyunu bildiği için gitmemiş, benim için burada kalmıştı.
"Aaah, ayağım çok ağrıyor," dedi Ahi. Ona döndüm. Sabahtan beri göz ucuyla bana bakıp bacağının ağrıdığını söylüyordu ama Zeynep’in dediğine göre sağlam bir ağrı kesici vermişti, bu kadar ağrı çekmesi mümkün değildi.
"Ben sana demedim mi? Sakın karşılık verme, he he de geç diye, ama beni dinlemedin. Al bakalım şimdi ağrısını çek," dedim dalga geçerek.
"Nereden bileyim babanın Nemrut’un teki olduğunu? Adam hiç düşünmeden vurdu beni. Bu nasıl bir nefret böyle?"
Güldüm. O bunu nefret sanıyordu ama değildi; babam beni paylaşmazdı, küçüklüğümden beri böyleydi.
"Aslında nefret değil, sadece kızını paylaşmıyor."
"Kızını paylaşmıyor diye damadını öldürmeye kalktı ama," sesi buruk çıktı.
"Sende damarına basmasaydın. Adamın karşısına geçip meydan okursan böyle olur," dedim, ayağını işaret ederek.
"Yine de, beni vurmuş olsa bile özenmedim desem yalan olur. İlk defa çocuğunun üzerine böyle titreyen bir baba gördüm. Acaba benim de bir kızım olsa böyle mi olurdum diye düşünmedim değil," dedi, babama duyduğu bir hayranlıkla.
Babam gerçekten öyleydi; kızının üzerine titrer, onu kimseyle paylaşmazdı. Çok arkadaşım olmuştu, hepsi de aynı şeyi söylerdi: "Çok şanslısın!" Evet, şanslıydım; böyle bir adamın kızı olmak benim en büyük şansımdı. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Babam, Urfa’yı yerle bir etmiş, sözde büyük bir aşireti yıkıp geçmişti.
Ben gerçekten şanslıydım; çünkü böyle merhametli, kanından olmasam bile beni kendi canı gibi koruyan bir babaya sahiptim.
"Eee, Ahi Bey, siz ne sandınız?"
Ahi gülümseyerek, "Açıkçası bu kadarını beklemiyordum, ama bu sevgi beni kıskandırmadı değil," dedi.
Yanımda bana gülümseyen Agir’e bakıp onu kucağıma aldım. "Aşkım," dedim tombul yanaklarını öperken. Agir’in yanakları tam yemelikti.
Agir gülerek bana bakarken, ben de canını acıtmadan yanaklarını ısırıyordum. "Ya ben bu çocuğu yerim, ham yaparım."
Ahi sıkıntılı bir nefes verip duruyordu ama benim odağım tamamen Agir’di.
"Benim bildiğim, kurşunu yiyen ve bakıma muhtaç olan benim ama sen benim yerime Agir’le ilgileniyorsun," dedi Ahi. Bu sözlerine kahkaha attım.
"Abartma! Kurşun sadece sıyırmış, bakıma muhtaç falan değilsin; benden daha sağlıklısın maşallah maşallah," dedim alay ederek.
"Şuna bak, uğruna kurşun yiyelim ama ilgiyi Agir Bey alsın. Nerede bu adalet?" diyerek Agir’e ve bana burun kıvırarak baktı.
"Ooo, bu baban bizi kıskanıyor galiba," dedim Agir’i öpüp ona sorarken. Ama çocuk şu an saçlarımla oynuyordu.
"Agir’i kapının önüne koyma vakti geliyor," dedi Ahi, kıskandığını belli eden bir şekilde. Kahkahayı bastım.
"Kapının önüne koyacağına ver bana," dedim.
Biz şakalaşırken kapı birden açıldı. Ömer içeri bam diye girince hepimiz korkuyla ona döndük.
"Dağ ayısı, kapıyı ne diye koymuşlar, çalsana!" dedim kızarak.
"Yabancı mıyım kapıyı çalayım?" dedi umursamadan.
"Edep denen şeyi bilir misin, hödük?"
"Bizim bildiğimiz edepte kayınbaba evdeyken kocanla odalara çekilinmez. Ama nerde o edebi göremiyorum," dedi dalga geçerek. Bu harbi öküzdü.
"Ne istiyorsun?" dedim sabrımın sonuna gelmiş halde.
"Babanlar geldi, haber vereyim dedim. Ha gidip Ertal amcaya, ‘kızın şu an vurduğun adamın odasında ne yapıyorlar hiç bir fikrim yok’ da diyebilirim. Benim için sorun yok."
Agir’i sıkı tutup yanımdaki yastığı fırlattım. Tabii ki havada yakaladı.
Yastığı geri bana atıp, "Hadi sizi bekliyorlar, bekletme insanları yoksa harbi kocasız dul kalacaksın. Kart karı olacaksın başımıza," dedi gülerek ve kapıya doğru koştu. Arkasından yastığı bir kez daha fırlattım ama yastık kapıya çarpıp düştü.
"Allah’ın manyağı," dedim sinirle.
Kapıyı tekrar açıp, "Edep sen ne güzel şeysin," dedi, iki elini açarak.
"Ömerrrrrr!" diye cırladım.
"Tamam, be gidiyorum! Çabuk gelin," diyip kapıyı kapatıp çıktı.
"Oğlumun psikolojisini bozacaksınız," dedi Ahi gülerek. Ona döndüm, ne dediğine anlam veremeyerek. Agir’i işaret etti. Kucağımda bana sessizce ve şaşkın bakıyordu.
Onun bu haline gülüp, "Korkma aşkım, dayın biraz çatlak," dedim ama tabii ki anlamamıştı.
"Hadi gidelim, yoksa baban yarım bıraktığı işi tamamlayacak," dedi Ahi, ayağa kalkıp eliyle bana yol vererek.
"Yürüyebilecek misin?" dedim, ayağını işaret ederek.
"Sorun yok," diyerek göz kırptı.
Agir kucağımda önden, Ahi ise arkadan yavaşça salona doğru ilerledik. Merdivenleri inip salona geçtiğimizde karşımda somurtan babam ve gülerek bir şeyler anlatan dedem oturuyordu.
Biz Agir’le önden salona girdik, bakışlar anında bizi buldu.
Bizimkiler soru soran bakışlarla bana bakarken, Ahi’nin ailesi gülümseyerek izliyordu.
Babamın tepkisini ölçmek için ona baktım. Bir bana, bir de kucağımdaki Agir’e bakıyordu.
Deniz yanıma gelip, "Gel halacım," diyerek Agir’i almak istedi. Ama Agir, "Anne," diyerek bana geri döndü.
Ben Agir’i tekrar kucağıma alıp babamların tam karşısındaki boş koltuğa oturdum. Babamın bakışlarında bu defa öfke ya da üzüntü yoktu; gurur vardı.
Ona gülümsedim, omuzlarımı hafifçe indirip kaldırdım. İki gözünü kapatıp açtı ve o da bana gülümsedi. İşte, "Benim kızım," diyordu gözleri. Bazen dil susar, gözler konuşur derler ya; işte bu an öyle bir andı.
Dil susmuş, gözler konuşuyordu.
"Ayy, sen ne kadar tatlısın böyle," dedi annem yerinden kalkıp yanıma gelerek. Agir’in elinden tutup öptü.
"Merhabaa küçük adam," dedi Agir’i severken. Agir, annemin bu hareketine gülerken, Ahi içeri girdi.
"Hoş geldiniz," dedi Ahi, göz ucuyla babama bakarak.
Babamın az önceki bakışları gitmiş, yerine öfke gelmişti. Umarım yine Ahi’yi vurmazdı.
Dedem ve babam ters ters bakarken, annem ikisinin adına konuşup, "Hoş bulduk oğlum," dedi.
Rojhat Ağa bana gülümseyerek, "Duru kızım da bizim için çok değerlidir, biz onu çok severiz. Kısa sürede olsa ikinci kızım gibi," dedi.
Babam ise dişlerinin arasından, "Kızın gibi olur ancak, sonuçta babası benim," diye karşılık verdi. Herkes şaşkınlıkla baksa da, ne demek istediğini ben anlamıştım. Annem kaş göz işareti yaparak onu susturmaya çalıştı ama babam hiç oralı olmadı.
"Sağ olun, Rojhat Bey," dedim tebessüm ederek.
"Bey nedir kızım, bana baba de. Ben senin baban sayılırım," dedi Rojhat Ağa içtenlikle.
Babam aniden sinirle, "Yavaş!" diye çıkıştı. Herkes ona anlam veremeyen bakışlarla baktı.
Rojhat Ağa gülümseyerek, "Anlamadım?" diye sordu, samimiydi. İyi ki anlamamıştı.
Annem durumu toparlamak için, "Şey ya, Ertal çok düşkündür Duru'ya, anlarsınız ya, bir de evin tek çocuğu olunca paylaşmak kolay olmuyor. Ondan öyle bir tepki verdi, değil mi canım?" diyerek açıklama yaptı ve "canım" kelimesini vurguladı.
Babam ise gülümseyerek ama bir yandan da bastırarak, "Evet, öyle; paylaşmıyorum kızımı. Nede olsa babası benim, o benim kızım, sadece benim," dedi.
Ömer, ortamın havasını değiştirmek için araya girip, "Eee daha daha nasılsınız?" diye sordu.
Dedem çayını yudumlarken, "Böyle giderse bir kaza daha olacak gibi," diye konuştu.
"Dedem, canım benim, neden kaza olsun tekrar? Ne güzel oturmuşuz işte," diyerek neredeyse ağlamaklı bir sesle yalvardım ama onun umrunda değil gibiydi.
Dedem beni tiye alarak, "Kaza bu Aden Duru, her an olabilir, her an bir can gidebilir," dedi.
Annem araya girip gülerek, "Olmaz canım, neden olsun değil mi?" dedi. Onun bu gülümsemesine Ömer ve Ahi’nin annesi de gülümsedi.
"İnşallah olmaz," diyerek ben de gülümsedim.
Babam, Ahi’ye ters ters bakarken, "Ee Ahi, ayağın nasıl oldu?" diye sordu.
Ahi önce bir yutkundu, sonra gülümseyerek, "Sıyırmış Ertal Bey, iyiyim, teşekkür ederim," dedi.
Babam iğneleyerek, "Dikkat et, bir dahakine sıyırmaz, bir kere olur o," dedi, adeta ayağını denk almasını söyleyerek.
Ahi ise sakin bir şekilde, "Canınız sağ olsun," diyerek karşılık verdi.
🦋🦋
1 Hafta sonra
Nefes alan ölüler olur muydu? Evet, olurdu. Bazen nefes almak, yaşadığımızın kanıtı değildir. Fiziksel olarak yaşayan ama ruhsal olarak ölen pek çok insan vardı; onlar yalnızca zaman geçsin diye yaşardı. Hayatta bir dayanağın yoksa, her şey bitmiştir senin için.
İnsan, kendi için yaşamalı derlerdi; ama bunu anlayan azdı. Kimse için hayat karartılmaz; ne yaparsan kendine yaparsın, derdi büyükler. Gerçekten de öyleydi. Hayatta ne yaparsan kendine yaparsın.
Sertar, bir hafta boyunca odasında, karanlığa gömülmüş, hayattan kopmuş gibiydi. Annesi ölmüştü; hayatındaki en değerli varlığı, daha kokusuna bile doyamadan toprağa vermişti.
Uyuyamıyordu; gözlerini kapattığında annesinin kendine sıkışını görüyor, engel olamadığı için kendini suçluyordu. Ama aslında onun hiçbir suçu yoktu.
"Annem…" dedi, oturduğu yerden başını tavana kaldırarak. Gözlerinden süzülen yaşlar, yüreğindeki ağırlığı bastırmaya yetmiyordu. Kalbinin olduğu yerde bir taş vardı sanki, ve o taş hiç geçmeyecek gibiydi.
"Yükümü ağırlaştırdın be annem… Beni vicdanımla bir başıma bırakıp gittin…" Gözyaşları, bir haftadır durmaksızın akıyordu; bugün de aynıydı.
Kapı çaldı ama Sertar oralı olmadı. Kapı tekrar çaldı; yine tepki vermedi. Sonunda, "Giriyorum," diyen bir sesle kapı aralandı. Defne elinde tepsiyle içeri girip kapıyı kapattı. Yemeği masaya bırakıp perdeye yürüdü.
"Dur, açma," dedi Sertar, ama Defne aldırmadan perdeyi açtı. Oda aydınlanınca Sertar yüzünü buruşturup ayağa kalktı.
"Ne oldu, niye geldin yine?" diye sordu sinirle.
"Sana yemek getirdim," dedi Defne, eliyle yemeği işaret ederek.
"Yemek yemek istemiyorum," dedi Sertar, yatağa geçip oturarak.
"Sana yemek yer misin diye sormadım ki."
"Tamam, şimdi al o tepsiyi geri çık."
"Offf, Sertar! Bir hafta oldu, çık artık bu moddan. Kendine zarar vereceksin. En azından şu yemeği ye," dedi Defne, şefkatli sesiyle. Ancak Sertar, ona kıyasla sertti.
"Yemek istemiyorum dedim."
"Ben de yemek zorundasın dedim."
"Canım acıyor Defne, nefes alamıyorum, o yemek geçmiyor boğazımdan," dedi Sertar, gözleri dolarak. Her yemek yemeye çalıştığında boğazında düğümleniyordu; bu yüzden yemek istemiyordu.
Defne daha yumuşak bir tonla ona yaklaştı. "Seni anlıyorum. Bu acını en iyi ben bilirim; ama kendini aç bırakarak bu acıyı atlatamazsın."
Sertar, sabrının sonuna gelmişti. "Sen neyi anlıyorsun? Sen hiç ailesiz kaldın mı, kimsesizliği anlayabilir misin?" dedi kızgınlıkla, gözlerinden yaşlar süzülerek.
Bu sözlerle Defne'nin gözleri doldu. Yıllar önce yaşadığı suikast aklına geldi; gözyaşlarını tutmak için başını çevirdi.
"Altı yaşında çatışmanın ortasında kalıp, o çatışmada annesini ve babasını kaybeden, küçücük bedeniyle bir yaşındaki kardeşini korumaya çalışırken böbreklerini kaybeden, günlerce aç kalıp hastaneye düşen ben… Doğru ya, nasıl anlayabilirim ki kimsesizliği?" dedi omuzlarını kaldırarak.
Sertar, Defne'nin anlattıklarından sonra şok oldu, ardından pişmanlıkla, "Ben… Bilmiyordum, yani özür—" derken dışarıdan gelen bir sesle sözü yarıda kaldı.
"Almira Hanım, babanız geldi; sizi bekliyor."
Defne, "Şimdi gidiyorum, sen de şu yemeği bitiriyorsun. Döndüğümde bitmiş olacak," dedi. Kapıya doğru yürüdü ama Sertar’ın sorusuyla durdu. "Senin adın Defne değil miydi? Almira da nereden çıktı?"
"Bazen yaşarken ölürüz; ben de onlardan biriyim. Defne ismi aramızda kalsın, çünkü Defne şu an ölü; Almira yaşıyor," dedi ve acı bir gülümsemeyle dışarı çıktı.
🙂↕️🙂↕️🙂↕️
"Offf, canım sıkıldı," dedim kendi kendime. Gerçekten de sıkılmıştım. Sabahtan beri bir operasyon peşindeydik. Neyse ki Zehra da yanımdaydı.
Kadınların, daha doğrusu teyzelerin toplandığı, dedikodunun eksik olmadığı bir salonda oturuyorduk. “Ne yapıyorsunuz orada, bu ne saçmalık?” diye düşünmeyin; çünkü ben bile tam olarak ne yaptığımızı bilmiyordum. Söylenene göre, bu salonda gizli bir kapı varmış ve o kapıyı sadece buradan açabilirmişiz. Yani göründüğü gibi masum bir aş evi değildi burası.
Ömer, Ahi ve korumalar aşağıda, görünmez bir alanda, bizim komutumuzu bekliyorlardı.
Karşımda oturan Zehra’ya baktım, o ise keyfini iyice yerine getirmiş, teyze grubuna karışmış, hararetli bir şekilde dedikodu yapıyordu. Ayağına hafifçe vurdum. Bana döndü, bakışlarımla “Ne yapıyorsun?” dedim. Omuzlarını silkip konuşmasına devam etti.
Teyzelerden biri, "Ya anacım, böyle gelin düşman başına! Torunumu göstermiyor bana, neymiş çocuklar bize geldiğinde şımarıyormuş," diyordu. Diğer teyzeler de "Vah vah, yazık," diyerek onu dinliyordu.
"Eee teyze, oğlun bir şey demedi mi?" diye sordu Zehra, sohbete kendini öyle kaptırmıştı ki neredeyse yanımızdaki görevimizi unutacaktı.
“Yok kızım, oğlum ağzını açabilir mi? Ama açmasın da huzurları yerinde olsun, başka bir şey istemem,” diye cevapladı teyze.
“Kızım, benim gelin de böyle; neymiş efendim, oğlumun evine sık sık gitmemem gerekiyormuş! Yahu, kendi doğurduğum evladımın evine gitmeyeceksem nereye gideyim, söylesene bana?”
Başka bir teyze de lafa girince dayanamadım, araya girdim: "Evinde oturmaya ne dersin teyzem? Otur oturduğun yerde. Zaten seni görmek isterlerse gelirler, değil mi ama?" dedim gülerek. Bu sözlerim hoşuna gitmemiş olacak ki, bana burun kıvırarak baktı ve yüzünü başka yöne çevirdi.
"Eee kızım, siz evli misiniz, bekar mı?" diye sordu başka bir teyze.
“Aden evli, ben bekarım teyze,” diye atıldı Zehra hemen.
"Ya, elinde yüzük de görmedim, dedim kesin bekar," dedi bana, sonra Zehra’ya dönerek, “Kaç yaşındasın, güzel kızım?” diye sordu. Teyze niyeti bozmuştu.
“24, teyze,” dedi Zehra, saflığa saflık katıyordu.
"Maşallah sana, güzel kızım. Benim bir oğlum var, bekar, yakışıklı, boylu poslu," diye anlatmaya başlayınca teyze, gülerek kulağımdaki kulaklığa basıp mikrofona konuştum.
“Ömer, yetiş paşam, seninki elden gidiyor,” dedim, kahkahamı tutmaya çalışarak.
"Nasıl gidiyor? Ne oluyor lan orada?" diye bağırdı Ömer. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum.
“Bir teyze göz dikmiş seninkine, oğluna ayarlıyor,” dedim, iyice dalga geçerek.
"Ne demek göz dikmiş? Kim lan o yavşak? Öldürürüm oğlum onu!”
“Valla teyze şu an elindeki telefondan oğlunu gösteriyor,” dedim, gülmemek için kendimi zor tutarak.
"Çabuk gidip, ‘O benim yengem!’ diyorsun!" dedi sinirle. Şu an deliye döndüğünden emindim ama inadına gitmeyi tercih ederdim her zaman.
“Demesem ne yaparsın?” dedim, kışkırtarak.
“Nazan teyzeye söylerim seni,” dedi, beni annemle tehdit ediyordu.
“Ben de seni söylerim; birlikte yanarız o zaman,” dedim umursamaz bir sesle.
“Pis işbirlikçiiii!” diye bağırdı.
“Pis ispiyoncuuu!” dedim, taklidini yaparak gülmeye başladım.
😝😝
Teyzelerin yanından ayrılıp aşağıya inen adamları gizlice takip ettik. İki adam önde ilerleyip bir taşa vurdu, taş duvardan ayrılıp yerine bir kapı çıktı. Kapıyı itip içeri girdiler.
“Mikrofonu açarak, “Biz başlıyoruz,” dedim.
“Tamam, biz de geliyoruz,” dedi Ahi.
Belimde duran silahlardan birini Zehra’ya uzattım. Önce tereddüt etti, sonra silahı alıp beline koydu.
“Zehra, sakın arkamdan çıkma. Önden gidiyorum, arkamdan gel,” dedim ve öne geçip kapıyı açtım.
Bizi bomboş bir koridor karşıladı. Uzun koridorda temkinli bir şekilde ilerleyerek merdivenlere kadar geldik. Ortalıkta tek bir koruma bile yoktu, bu oldukça garipti.
Yavaşça merdivenlerden çıktık. İki adamın bulunduğu yerde durdum. Arkamı dönüp Zehra’ya burada kalmasını söyledim. Ellerimi arkama alıp öne doğru yürüyüp merdivenleri çıktım. Adamlar beni görünce şaşkınlıkla bana bakıp silahlarını çektiler.
“Kimsin sen?” dedi adamlardan biri.
Sağdaki adamın yüzüne dikkatle baktım. Sol tarafında, beline A harfi çiziği vardı. Gülümseyerek, “Arkadaşın beni iyi tanır,” dedim ve düşünmelerine fırsat vermeden, susturucu takılı silahla ikisini de etkisiz hale getirdim.
“Zehra, gelebilirsin,” dedim arkama dönerek.
Zehra yanıma geldi, biz de adamların üzerinden atlayarak içeri girdik. Sağ taraftan bir adam, karşımızdan bir diğer adam daha geldi. Karşımdakini indirdim, Zehra da sağdaki adamı etkisiz hale getirdi.
Arkamı dönüp Zehra’ya “Çak bir beşlik,” dedim. Elime çakıp bana karşılık verdi ve birlikte ilerledik.
“Vahap, ne o ses?” diye bir ses gelince, gülümsedim. İşte aradığımız kişi...
Silahımı cebime koyup Zehra’ya susmasını işaret ederek kapının önünde bekledim. “Vahap, orada mısın?” diye aynı ses yeniden duyulunca, ayağımla kapıya üç kez vurdum. İçeriden hareketlenme sesi geldi, ardından kapı açıldı ve adam silahını doğrulttu. Silahı kapıp hızla bileğini çevirdim, kafasını kolumun altına alıp boğazına yapıştım. Ne olduğunu anlamadan arka bacağına vurdum, dizlerinin üstüne çökmesini sağladım.
“Hoş geldin demek yok mu, Recepcim?” dedim boğazını biraz daha sıkarak.
Adam nefes almakta zorlanırken içeri Ömer, Ahi ve birkaç koruma girdi.
“Bizimki hamsi avlamış,” dedi Ömer gülerek.
“İki dakika daha sıkarsan kesin ölecek,” dedi Ahi, kollarını göğsünde bağlayarak.
Kafasını bırakıp tekme savurdum, yere düşüp öksürmeye başladı.
“Tüh, hamsi yere düştü,” dedi Ömer koltuğa otururken.
“Ne istiyorsunuz benden?” diye güçlükle konuştu Recep.
“Canımın içi, sence ne istiyoruz?” dedi Ömer rahat bir şekilde, bacak bacak üstüne atarak.
“Ufuk nerede, Recep Efendi?” dedim ayağımla bacağına vurarak.
“Bilmiyorum. Nereden bileyim ben?” diye yalan söyledi.
Silahımı çıkarıp sol bacağına ateş ettim.
“Duyamadım?” dedim diğer bacağına silah doğrultarak.
Acı içinde kıvranırken yalvarır gibi bakıyordu.
“Baştan soruyorum: Ufuk nerede?” dedim, bu defa bağırarak.
“Bilmiyorum,” dedi yine ve bu kez diğer bacağına sıktım.
“Duyamadım, ne dedin?” dedim umursamaz bir tavırla.
Adam, iki bacağını tutarak ağlıyordu. Ben de bu defa silahımı kafasına doğrulttum.
“Tamam, tamam, söyleyeceğim!” dedi acı içinde.
Tüm bilgileri aldıktan sonra, Recep’i kafasından vurdum ve rahatlamış bir şekilde dışarı çıktık.
Kapının önüne vardığımızda, Zehra ve Ömer’in arabanın yanında tartıştığını gördüm, onlara doğru yürüdüm.
“Nedensevdiğin olduğunu söylemedin, Zehra?” diye bağırıyordu Ömer. Kaşlarımı çatıp hızla araya girdim.
“Önce o sesini indir, sonra adam gibi sor,” dedim sert bir şekilde.
“Aden, çekil sen!” dedi Ömer sinirle.
“Çekilmiyorum, ne yapacaksın?” dedim kaşımı kaldırarak.
Sinirden bir ayağını arabaya vurup gökyüzüne doğru bağırdı. Sonra Zehra’ya dönüp, “O gözlerinin gördüğü o iti, sana gösterilen o orospu çocuğunu öldüreceğimden emin olabilirsin,” dedi ve arabasına binip hızla yanımızdan ayrıldı.
Arkamı döndüm, Zehra’nın şok içinde ağlamamak için zorlandığını fark ettim. Ona doğru eğilip, “Şşş, sakin ol. Küçük bir sinir krizi, hepsi bu,” dedim. Ama bu sözler sadece Zehra’yı rahatlatmak içindi; Ömer’i ilk defa bu kadar öfkeli görmüştüm.
“Gidelim mi?” dedi gözlerini kaçırarak. “Tamam,” dedim ve arabaya geçtik. Önde ben ve Ahi, arkada Zehra oturdu.
✯✯
Zehra’yı otele bıraktıktan sonra, Ahi’yle bizim eve doğru yola koyulduk.
“Ne oldu ona böyle ya?” dedim şaşkınlıkla.
“Damarına baya bastığının farkındasındır, umarım,” dedi Ahi, gözlerini yoldan ayırmadan.
“Ben sadece şaka yapmıştım, bu kadar sinirlenmesini gerektirecek bir şey yoktu,” dedim kendimi savunarak.
Kapının önünde arabayı durdurup bana döndü.
“Seven, sevdiğini kıskanır,” dedi gözlerimin içine bakarak.
“Bu şekilde mi?” dedim gözlerimi açarak.
“Bunu sen mi söylüyorsun?” dedi gülerek.
“Neyim varmış benim?” dedim soruyla karşılık vererek.
“Fazlan var, güzelim,” dedi. Ahi bana ilk defa “güzelim” demişti ve kalbim hızla çarpmaya başladı. Neden böyle oldum ki ben?
“İltifat olarak kabul ediyorum o zaman,” dedim, o da gülümsedi.
“Etmezsen ayıp olur,” dedi gülerek.
“Neyse, ben gideyim. Akşam görüşürüz o halde,” dedim ve anlık bir refleksle Ahi’nin yanağını öpüp arabadan indim.
Kapıyı kapatırken ne yaptığımı düşünmemek için hızla eve yürüdüm. Evin içine girmeden arkama baktım ve yüzünü tutup bana hayran hayran bakan Ahi’yi gördüm. Bu haline gülümseyerek hızla içeri girdim.
Eve yüzümde bir gülümsemeyle girdim ve salonda oturan Ömer, Yusuf, dedem, babam, annem ve Zeynep’le karşılaştım.
“Selam millet,” dedim sırıtarak.
“Hayırdır?” dedi aynı anda babam ve dedem, bana ters ters bakarak.
“Ne?” dedim hâlâ sırıtarak.
“Yüzündeki gülümsemeyi soruyorlar,” dedi annem.
Gülümsememi anında silip ciddi bir ifadeye büründüm.
“Hiç... bir video gördüm de ona gülüyordum,” dedim yutkunarak.
“Kesin yalan söylüyor,” dedi dedem kaşlarını çatarak.
“Dedem, niye yalan söyleyeyim?” dedim hafif ağlamaklı bir sesle.
“Bilemiyorum artık,” dedi aynı yüz ifadesiyle.
Yüzümden ter akarken, Ömer’in ofladığını gördüm ve hemen konuyu değiştirdim. “Bunun ne yaptığını biliyor musunuz?” dedim kızarak.
“Hepsi senin yüzünden,” dedi Ömer, ters ters bakarak.
“Ben mi? Ulan sen tam bir öküzsen burada benim ne suçum var?”
O sırada Ömer’in elindeki telefondan Zehra’nın “efendim” sesi yükselince, beni bırakıp telefona döndü.
“Zehra’m, neden açmıyorsun telefonunu be yavrum?” dedi, sesinde eski öfkesi yerine pişmanlık vardı.
Zehra her ne dediyse, Ömer yüzünü okşayıp, “Biliyorum, ileri gittim. Özür dilerim ama sinirlendim o an; beni biliyorsun, normalde böyle şeyler yapmam,” diye açıklama yaparken hızla ilerleyip elinden telefonu aldım.
“Zehra, sakın affetme kızım! Sana erkek mi yok? Elini sallasan ellisi, bırak bu oksijen israfını, beni dinle!” dedim.
“Lan Aden Duru, ver o telefonu bana!” Elimden telefonu almaya çalıştı ama ben koşarak uzaklaştım.
“Zehra, sakın bak affetme!” dedim Ömer’in gözlerinin içine baka baka.
“Ulan, benim adım da Ömer’se, bu akşamki toplantıya katılmayacaksın,” dedi sinirle.
“NEEEEEEEE!” diye cırladım birden.
“Duydun.”
Ömer’in sözü üzerine elimdeki telefona dönüp, “Bak şimdi Zehra, Ömer’imden iyisini mi bulacaksın? Şu boya, şu posa bir bak; çabuk affet, yoksa çakal çok, alırlar aslan gibi abimi, kalırsın bir başına,” dedim Ömer’i överek.
“Hah, şöyle ya, biraz daha öv beni,” dedi rahat bir şekilde koltuğa otururken.
Sevimli bir ifadeyle yanına oturdum, ona yavru kedi bakışı attım. “Benim ne haddime yiğidim, maşallah maşallah, tü tü tü,” dedim, 32 diş sırıtarak.
“Yuh,” dedi babam.
“Bu nasıl bir oyunculuk böyle?” dedi dedem.
“Ben hayatımda böyle U dönüşü görmedim, hatırlatın da bir ara ders alalım,” dedi Yusuf.
Ben ise göz kırparak Ömer’e yavru kedi bakışı atmaya devam ettim.
“Tamam lan, bakma öyle, geliyorsun,” dedi sonra ve elimden telefonu alıp Zehra’yı ikna etmeye devam etti.
🤦🏻😂
Koruma araçlarının ortasında, siyah bir minibüsten dedemle ben indik. İner inmez, toplantının yapılacağı binanın dışında bizi yüzlerce koruma arasında Ömer, Ahi ve Yusuf karşıladı.
“Hazır mısın, Aden Duru Şanlıkan?” dedi Ömer, göz kırparak.
“Hazır tabii, kimin torunu?” diye ekledi dedem göğsünü gere gere. Babam bugün gelememişti; o, evde olanları yönetecekti. Bugün ben, Aden Duru Şanlıkan, Ertal Şanlıkan’ın varisi ve Şanlıkan ile Karahan imparatorluğunun kurucusu olarak ilan edilecektim. Bugün, bir devrin başlangıcıydı.
“Öyleyse,” dedi Ömer ve eliyle yol göstererek, “önden buyrun, Aden Hanım.”
“Olmaz, kurucumuz önden,” diyerek önceliği dedeme verdim.
Dedem önden, ben ve Ömer de arkasından ilerledik. Yusuf ve Ahi, toplantının yapılacağı odaya girmeyecekti; onlar yemeğin verileceği yerde kalacaktı.
Kocaman kapıdan içeri girerken, yüzlerinde “A” harfi çizili korumalar dikkatimi çekti. Arkadan Ömer’in sesini duydum: “Aden’in eserleri burada koleksiyon yapmış.”
Yavaş ve emin adımlarla salona girdiğimizde, odadaki herkesin bakışları bize çevrildi. Şu an, buradaki herkesin odak noktası dedemle bendik.
“Hoş geldiniz,” diyerek bir adam bizi karşıladı. Dedemle selamlaştıktan sonra, kokteyl masasına doğru ilerledik. Etraftaki herkes “Hoş geldiniz” diyip yerine geçiyor, bazıları yanımızda durup konuşuyordu. Ancak hepsinin yüzündeki gülümseme sahteydi; çoğu, dedemin yerini almak isteyen, onu ve babamı yok etmeye kararlı kişilerdendi.
Herkes neredeyse gelmişti ama bir kişi hâlâ gelmemişti. Sol tarafımda duran yaşlı bir adam, dedeme nefret dolu bir bakış atıyordu. Yüzü yabancı gelmiyordu ama daha önce bu adamı hiç görmemiştim.
Baktığımı fark etmiş olacak ki gözlerini bana çevirdi. Göz temasını kısa sürede kesip önüme döndüm.
“Bu genç kız kim?” dedi adamlardan biri.
“Birazdan herkes tanıyacak,” dedi dedem gülerek.
“O halde toplantıya başlayalım mı?” diye seslendi orta yaşlı bir adam. Yirmi kadar adam toplantı odasına ilerledi. Arkada biz ve dedeme nefretle bakan adam kalmıştı.
“Hadi bakalım, başlıyoruz,” dedi dedem. Ben gülümseyerek ona eşlik ettim. O önden, ben arkasından ilerlerken arkamdan gelen bir sesle durakladık.
“Ertal’ın kızı sen misin?” Sesin sahibi, az önce dedeme bakan o adamdı.
Başımı dik tutup bir adım öne çıkarak, “Evet, benim. Neden sordunuz?” dedim.
Adam, beni baştan aşağı süzüp gözlerime baktı. Yüzünde hafif bir tebessümle, “Hiç,” diyerek yürüdü.
Dedeme baktım; o ise sinirle adama bakıyordu.
Adam, “Hoş geldin Zahir,” diyerek Ömer’e döndü. Ömer önce bir durakladı, sonra bakışlarını kaçırarak tepki vermedi.
Dedemin komutuyla toplantı odasına girdik.
---
Uzun bir masanın etrafında oturmuştuk; dedem, babamın yerini bana vermişti. En baş köşede otururken, karşımda oturan adamları tek tek inceledim. Bazıları gülüyor, bazıları ise sessizce beni izliyordu.
“Bugün 23 Nisan mı da haberim yok? Bilseydim ben de çocuk getirir koltuğumu devrederdim,” dedi bir adam alayla.
Yüzüne baktım, ardından “Hasbinallah,” diyerek önüme döndüm.
“23 Nisan’a ne gerek var? Zaten her gün oturuyorsun ya o koltuğa,” dedi Ömer, adamın alayına karşılık vererek. Adamın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Masadakiler, gülmemek için sağa sola bakmaya başladılar.
“Beyler, bence tadımız kaçmasın, ha?” dedi bir başka adam araya girerek.
“Burada dalga geçmek için değil, buranın yeni sahibini tanıtmak için bulunuyoruz,” dedi dedem.
“Bu çocuk mu yeni sahibi?” dedi bir adam alaycı bir sesle.
“Ertal Şanlıkan gelmemiş de yerine yirmili yaşlarda bir çocuk mu göndermiş?” dedi bir başkası, kahkahalarla gülerek. Masadakilerin çoğu ona katıldı.
Ömer’e baktım; o da gözleriyle ne yapacağımı izliyordu. Sandalyemi hafifçe itip ayağa kalktım. “Hemen geliyorum,” diyerek yüzümde bir gülümsemeyle kapıya yöneldim.
Dışarı çıktığımda Ahi ve Yusuf yanıma geldi.
“Ne oldu, toplantı bitti mi?” diye sordu Ahi.
“Bitecek,” dedim. Yusuf’un belindeki silahı hızla alıp kapıya yürüdüm. Kapıyı tekmeyle açtım, Ahi ve Yusuf arkamdaydı. İçeri girer girmez, elimdeki silahı tereddütsüz şekilde benimle ve babamla dalga geçen iki adama doğrultup ateş ettim.
“Ertal Şanlıkan’ın selamı var,” dedim, yüzümde bir gülümsemeyle.
Dedem, arkasına yaslanarak yüzünde gururlu bir ifadeyle ayağa kalktı ve masadakilere döndü. “Ertal Şanlıkan’ın varisi, Aden Duru Şanlıkan,” diye tanıttı beni.
Masadakiler korkuyla geriye yaslanırken, Ömer, dalga geçer bir rahatlıkla oturdu.
“Geldi mi kapak sesi?” dedi, gülerek.
O sırada, az önce dışarıda gördüğüm yaşlı adam ayağa kalktı ve, “Madem herkes varisini tanıtıyor, biz de tanıtalım,” dedi. Kapıya doğru yürüyüp, “Gel kızım,” diye seslendi.
Hepimiz adamın baktığı yöne döndük. İçeri, yirmili yaşların sonunda, sarı saçlı ve zümrüt yeşili gözlü bir kadın girdi. Boyu yaklaşık 1.74’tü.
“Defne...” Ömer’in şaşkın sesini duydum. Ayağa kalkmış, şok içinde kadına bakıyordu. Bu kadını tanıyor muydu?
Adam, masaya dönerek, “Beyler, tanıştırayım,” dedi. “Almira Şanlıkan, benim yerime geçen varisim.”
Sözlerin ardından donup kaldım. Bu adam “Şanlıkan” mı demişti?
Almira denen kadın, yavaş adımlarla yanıma gelip tam karşımda durdu. “Tanıştığımıza memnun oldum, Aden Duru. Seninle daha nice toplantılarda buluşmak dileğiyle,” dedi.
Sonra Ömer’e dönüp, “Öyle değil mi, Miran?” dedi gülümseyerek.
Ömer’e döndüm, o ise sadece bakıyordu. Kafam karışmıştı. Bunlar kimdi?
Bölüm sonu
Bölümü nasıl buldunuz?
Söylemek istediğiniz şeyler?
En sevdiğiniz sahne?
Aden ve Defne'nin tanışması?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |