
Merhaba canım, çok sevgili ailem ❤️❤️
Biliyorum, bu bölümü atmayalı uzun zaman oldu ama gerçekten geçerli sebeplerim vardı 🥹
Şimdi ise bomba gibi bir bölümle karşınızdayım! Bu bölüm, diğerlerinden biraz daha uzun.
Sırlar, gerilim ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir bölüm sizi bekliyor. Hoş geldiniz! Yorum yapmayı ve alt kısımda bulunan yıldıza basmayı unutmayın 🙈❤️
Bu arada, en altta sorduğum Ahi sorusuna cevaplarınızı bekliyorum, çok önemli 👉🏻👈🏻
☃️
Boş boş bir dedeme, bir Ömer'e, bir karşımdaki tanımadığım adama, bir de Almira denen kadına bakıyordum. Almira, bir Şanlıkan olduğunu söyledi ama benim bildiğim kadarıyla bizden başka Şanlıkan yoktu.
Bir açıklama yapması için bakışlarımı dedemde durdurdum. Babam burada yoktu ve şu an bu saçmalığı açıklamak dedeme kalmıştı.
Dedeme bakışlarımı diktim. Gözlerinden bir şeyler arıyordum. "Sadece isim benzerliği," demesini o kadar istiyordum ki içten içe dua ediyordum.
"Dede?" dedim gözlerinin içine bakarak. "Bir şey söyle." Bakışlarımla konuşuyordum. Belki ağzımı açmadım, ses çıkmadı ama gözlerimle konuştuğumu biliyordu.
Bana baktı. Bir açıklama beklediğimi biliyordu. Ama ona rağmen, "Toplantı bitmiştir," dedi. Sorumu görmezden gelmeyi seçmişti.
Toplantı salonundakiler birer birer dışarı çıkarken, sadece yaralı yöneticiler ve biz kalmıştık.
"Dede," dedim tekrar. Sabrımın sonuna gelmiştim. Başım zonkluyor, ağrısı gözlerime vuruyordu. Gözlerimin içinin kızardığına emindim.
Ama dedem hâlâ sessizdi. "Hadi çıkıyoruz," dedi sonunda, arkasını dönüp çıkmaya hazırlanırken.
Bu kez kararlı bir şekilde, "Madem sorumu görmezden gelmeyi tercih ediyorsun, o zaman asıl kişilere sorar, cevabımı onlardan alırım," dedim. Sesimin sert ve yüksek çıkmasına aldırmadan.
Bakışlarımı dedemden, karşımdaki adamlara çevirdim. Onlar da beni süzüyor, tepki vermeden ne yapacağımı merak ediyorlardı.
Boynumu sağa ve sola çıtlatıp yavaş adımlarla masaya doğru yürüdüm. Masadan bir şişe su aldım, kapağını açıp birkaç yudum içtim. Ardından sandalyeye oturup arkamı yasladım.
Dedem sinirle bana bakıyordu ama hâlâ suskundu.
"Buyurun, dinliyorum," dedim, el hareketiyle bir açıklama yapmalarını işaret ederek.
"Ben Yavuz. Yavuz Şanlıkan," dedi öne çıkarak, elini uzatan adam. Ona ve eline bakarken, açıklama beklediğimi anlayacak şekilde devam etti: "Babanın babasıyım."
"Babamın babası mı?" dedim, üzerimdeki şokun altında ezilirken. Yavuz başını salladı.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra bu kez Almira'ya döndüm. "Peki ya o? O kim?" diye sordum. Merak duygumu bastıramıyordum.
"Babanın kız kardeşi," dedi Yavuz. Almira bu söze güldü. Neden bilmiyordum ama bu gülüşün altında başka bir şey vardı.
"Yeter bu kadar. Gidiyoruz!" diye Ömer araya girip yanıma geldi. Bileğimden tutup beni yürütmeye çalıştı ama hızla bileğimi çekip onun elinden kurtuldum.
"Sorumun cevabını daha almadım!"
Yavuz'a döndüm. "Babamın babası olduğunuzu söylüyorsunuz. Peki, diyelim ki öyle. Neden şimdiye kadar sizi görmedim?" Sonra Almira'ya döndüm. "Halamsınız ya, neden bunu bilmiyorum mesela?"
Almira dudağını yukarı kıvırıp bana doğru yürüdü. Tam karşımda durdu ve gözlerini benimkilerle kilitledi. Gözleri yeşilin en koyusuydu. Bu bir savaş ilanı mıydı? Sanmıyorum, çünkü gözlerinde bambaşka şeyler vardı.
Gözlerini gözlerimden ayırmadan daha da yaklaştı. Eliyle sırtıma dokundu ve kulağıma eğilerek, "Bana çok benziyorsun, Duru. Ama sorunun cevabı bizde değil. Çok sevgili, seni yalanlarla büyüten babanda," dedi.
Bu sözleri yalnızca ben duymuştum, bilerek yapmıştı. Kafamın içinde dönen karmaşık duyguları biliyor ve daha da karıştırıyordu.
"Sen-" demiştim ki, kapının hızla açılmasıyla sözüm yarıda kaldı.
Kapı hızla açıldığında, içeri babam girdi. Tüm asaleti ve heybetiyle odada bir ağırlık oluşturdu. Bakışları önce beni buldu. Gözlerimin içine derin derin baktı, sonra hızla sinirle diğerlerini süzdü.
"Ne oluyor burada?" dedi, sesi tehditkârdı.
"Aden Duru ailesini merak ediyordu, onu açıklıyoruz," dedi Almira sakin bir şekilde.
Babam, Almira'nın sesine döndü. Onu baştan aşağı süzdü. Aklından ne geçtiğini anlamak imkânsızdı; duygularını her zaman çok iyi gizlerdi.
"Aden Duru'nun benden başka ailesi yok. O yüzden açıklamaya da gerek yok," dedi, sesindeki otoriteyle.
Almira bu sözlere bir kaşını kaldırarak cevap verdi; gözleriyle, "Öyle mi?" diye soruyordu adeta.
Babam bana döndü. "Hadi gidiyoruz," dedi.
Tam o sırada Almira'nın sesi yankılandı: "Kendi kardeşinin ölümüne sebep olan bir adamdan nasıl bir açıklama beklenirdi ki zaten?"
Söylenenler şok etkisi yaratmıştı. Bütün gözler Almira'ya çevrildi. Hepimiz şok içinde ona bakarken,Yavuz, "Almira!" diye bağırdı ama iş işten geçmişti. Söz bir kez ağızdan çıkmıştı.
Babamın yüzüne döndüm, tepkisini merak ederek. Babamın ifadesi kaskatı kesilmişti. Şokla sararmış yüzü, sadece Almira'ya bakıyordu. Ne bir hareket, ne bir ses... Sadece o bakış.
"Baba," dedim, yanına gidip koluna dokundum. Dokunmamla kendine geldi. Bana baktı, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve "Hadi gidiyoruz," diyerek arkasını döndü.
Biz kapıdan çıkarken Almira'nın sesi bir kez daha yankılandı: "Sesini çıkarmadığına göre yalanlamıyorsun, Ertal Bey."
Babam bir an duraksar gibi oldu ama yürümeye devam etti. Önden babam ve ben, arkamızdan dedem, Yusuf ve Ahi salondan çıktık. Ömer ise bizimle gelmedi.
Arabaya binip uzaklaştık. Yol boyunca babam ve dedem tek kelime etmedi. Göz ucuyla birbirlerine bakıyor, ama ağızlarını açmıyorlardı. Sanki aralarında sessiz bir anlaşma vardı.
Eve geldiğimizde kapıyı annem açtı. Yüzündeki endişe hemen fark ediliyordu. İlk bana baktı, ardından babam ve dedeme döndü.
"Ne oldu?" diye sordu.
"Bil-miyorum," dedim ve doğruca salona geçip koltuğa oturdum. Yusuf ve Ahi de peşimden gelip karşıma oturdu. Ellerimle yüzümü ovup kafamı toparlamaya çalışırken, babam ve dedem de salona geldiler.
Annem ve dedem karşıma oturdu. Babam ise ayakta kalmayı tercih etti.
Artık dayanamıyordum. Sessizliği bozan ben oldum.
"Baba, bugün olanları bana açıklayacak mısın? Onlar kimdi? O kadın neden sana böyle bir şey söyledi?" dedim, sabırsızca.
Babam derin bir nefes aldı. "Bugün olanları unutacaksın. Bugün hiçbir şey olmadı. Sen öyle bir şey duymadın," dedi, sert bir şekilde.
"Ne?" dedim şaşkınlıkla. Bu bir rüya mıydı? Şaka mıydı? Bugün öğrendiğim her şeyi unutmak mı?
"Duydun! Onlarla bir daha asla görüşmeyecek, onların olduğu yerlere gitmeyeceksin."
"Baba, bana önce bir açıklama yapar mısın?" dedim, öfkeyle.
"Sana ne diyorsam onu yap, Aden Duru! Soru sormayı bırak!" diye bağırdı.
Annem hızla ayağa kalkıp babamı sakinleştirmeye çalıştı. Ama ben, ortamdaki bu baskıdan ne yapacağımı şaşırmış bir haldeydim.
Ayağa kalktım. Sesimi sakin tutmaya çalışarak, "Biri bana ne olduğunu anlatacak mı, yoksa gidip kendim mi öğreneceğim?" dedim.
Babamın bakışları beni delip geçiyordu. Annem araya girdi: "Aden Duru, şu an sırası değil. Baban ne diyorsa onu yap."
"Anne, bak, ne olduğunu bilmiyorum ama ben çocuk değilim. Bana bir açıklama yapın ki sizin yanınızda durabileyim," dedim, sesim titreyerek.
"Aden Duru, biz bir hava alalım istersen," dedi Ahi, olayın daha da büyüyeceğini anlayarak.
"Hayır, ben bir açıklama bekliyorum," dedim kararlılıkla.
Babam soğuk bir şekilde, "Açıklama yok, Aden Duru. Onlar ne benim, ne de senin hiçbir şeyin! Unut onları. Öyle insanlar yok!" dedi.
"Yeter artık! Bir şey saklıyorsunuz, hepiniz!" dedim, sesim yükselerek.
"Sana ne diyorsam onu yap dedim! Onlarla hiçbir bağın yok " dedi aynı şekilde bağırarak.
Annem, ortamı sakinleştirmek için Yusuf'a döndü ve gözleriyle beni dışarı çıkarmasını işaret etti. Yusuf yanıma gelip koluma girerek beni odadan çıkarmaya çalıştı.
Bu sırada sinirden gözlerim dolmuştu ama ağlamamak için kendimi zorluyordum. Salondan çıkarken içimden bir yemin ettim: Ne pahasına olursa olsun, bu sırrı öğrenmek zorundaydım.
Ömer ve Defne
"Sert bir rüzgâr estiğinde tüm yaprakları sürükler. O yapraklar, ait oldukları yerden kopar ve hiç bilmedikleri diyarlara savrulur. Tuhaf değil mi sence de?"
Gözlerimi önümdeki manzaradan ayıramadım. Belki de ayırmak istemedim, bilmiyorum. Ama şu an onunla yüzleşmeye hazır olmadığımı, kalbimin kendimden bağımsız şekilde hızla atışı belli ediyordu.
Sustum. Onun konuşmasını bekledim. Gözlerine bakmasam da beni izlediğini hissediyordum. Önce bir derin nefes sesi, sonra müptelası olduğum o ses...
"Belki de o yapraklar, ait olmadıkları yerlere kendi istekleriyle gidiyordur."
Güldüm.
"Sanırım bana katılmıyorsun," dedi, bakışlarını üzerimden çekip yanıma oturdu. Ona bakmak istedim ama yapamadım, gözlerimi karşımdaki manzaradan ayıramadım.
"Yapraklar kendi istekleriyle dalından kopmaz. Günleri ve saatleri dolmuştur, solmuş ve yere düşmüştür. Sonra da rüzgâr onu savurup başka diyarlara sürüklemiştir. Bu onun elinde değildir çünkü bir yaprağın gücü, rüzgârın gücüne denk değildir."
Sözlerim bittiği an, sağ gözümden bir damla yaş süzüldü.
Hayır, bu ağlamak değildi. Bu, birazdan tetiklenecek olan krizin habercisiydi.
"Peki," dedi Miran, sesi alışılmadık derecede yumuşaktı, "Eğer yaprak isteseydi? Gücü rüzgâra denk ya da ondan daha fazla olsaydı, olduğu yerde kalmak için mücadele eder miydi?"
Bu soru, sıradan bir sorudan çok daha fazlasıydı. İçinde derin bir anlam taşıyordu ve Miran, vereceğim cevabı merak ediyordu.
Bu defa döndüm ona, gözlerinin içine baktım. Benden alacağı cevabı bekliyordu.
"Eğer ait olduğu yer onu ilk kaybeden yer olmasaydı... Eğer son yapraklar arasında kalıp onu sarmalasaydı... Emin ol ki o yaprak savaş açardı. O savaşı kazanmak için her şeyini verirdi. Ama maalesef ki, ait olduğu ağaç ilk onu düşürdü."
Sözlerim acımasızdı.
Uzun uzun baktı bana, sonra yüzümü inceledi, sanki hafızasına kazımak ister gibi. Gözlerimi kaçırdım. Ayağa kalkıp üzerimi düzelttim. Tam arkamı dönüp giderken bileğimden tuttu ve hızla kendine çekti. Ne olduğunu anlamadan yüzüm göğüs kafesine dayandı.
Belimden sımsıkı sarıldı bana.
Ellerim yanımda duruyordu. Kaldırıp ona sarılmak istedim ama yapamadım. Ellerimi aramıza koyup ondan uzaklaştım.
"Defne," dedi, sesi kısık ve yalvarır gibiydi.
"Benden bu kadar. Ben kaçar," dedim ve daha fazla onun karşısında durmak istemediğimi belli eden bir adım attım.
Gitmek için dönerken bileğimden tekrar tuttu.
Derin bir nefes alıp ona döndüm. Hızla bileğimi bileğinden çekerken gözlerini gözlerime kilitledi.
"Sevgilin seni bekler Miran, kızı bir başına bırakma," dedim soğuk bir sesle.
"Ömer de," dedi, söylediklerimi umursamadan.
"Miran, eve git," dedim, onun sözlerini duymamış gibi yaparak.
"Defne, yapma," dedi, bu defa sesi daha da kısık çıkmıştı.
"Neyse, ben gidiyorum."
Arkamı dönüp gitmek üzereydim ki belimden tutup beni kendine yasladı.
"Defnem," dedi, sesi neredeyse ağlamaklıydı. "Lütfen... Kurban olduğum, yapma."
"Miran, bırak beni! Şunu yapmayı kes artık!" diye bağırdım ve kendimi geri çektim.
"Bağır, çağır ama böyle yapma. Eski Defne'yi istiyorum. Bu Defne çok yabancı..."
Sesi o kadar içten ve yaralı çıkmıştı ki...
Ama ben değişmiştim. Ve bu değişimi, o başlatmıştı.
"Eski Defne," dedim, sesim fazlasıyla sakindi, "sen seçimini yaptığın gün öldü."
"Mecburdum..."
"Hayır, değildin. Sen nasıl yetiştirildiğini unuttun. Merhametine yenildin. Dostunu sattın. Hainliğini kabul etsen iyi olur."
Sözlerim hançer gibiydi. Yaralar açar, kanatır ama öldürmezdi.
"Yapma," dedi, başını iki yana sallayarak. "Ben seni satmadım. Ekibi satmadım. Yapmak zorundaydım. Çünkü başka yolu yoktu, Defne! Sen de yapamazdın, biliyorum!"
"Yapardım," dedim, net bir şekilde. Sesim hâlâ soğuktu.
"Yapamazdın. Tanıyorum seni. Sen o kıza kıyamazdın. Tıpkı benim o gün yapamadığım gibi..."
"Merhametin seni ele geçirmiş, yazık." dedim.
Yıllarca aynı ekipte büyüdük, birlikte mücadele ettik. Şimdi, yıllar sonra, benden bir görev için Aden Duru'yu öldürmemi istediklerini söylediler. Defne, Aden daha 14 yaşında bir kız çocuğuydu." dedi. Sesi hafifçe titremişti. O anlar aklına gelmiş olacak ki kafasını sağa sola sallayarak kendini toparlamaya çalıştı.
"Ben de altı yaşındaydım, Miran. Ama kimse bize acımadı. O kızın babası, benim ailemi benden aldı! Yıllarca bunun kiniyle büyüdüm. İntikam alınacaktı ama sen... Sen bizi satmayı seçtin!" Göğsünden iterek bağırdım.
Yıllarca bir başıma kalmıştım. Kimsem yoktu. Bir kardeşim vardı, ama yanımda değildi. Kimse beni görmedi. Kimse geceleri acıdan uyuyamadığımı fark etmedi. Kimse, o sancılar içinde kıvranırken hüngür hüngür ağladığımı duymadı. Ben bunca acı çekmişken, şimdi benden merhamet etmemi bekleyemezlerdi!
"Ertal amca öyle biri değil, Defne. Sana anlatmaya çalıştım ama sen beni dinlemedin. Bir tanısan-"
Daha fazlasını duymaya niyetim yoktu. Elimi kaldırarak susturdum onu. Ailemin katili hakkında güzel şeyler söylenmesine tahammül edemezdim. Bu kadar acının sebebi olan o adam hakkında tek bir kelime dahi duymak istemiyordum.
"Sen bir seçim yaptın, Miran. O seçimden kendine yeni bir hayat kurdun. Umarım mutlusundur. Ama ben daha fazla dinleyemem."
Arkamı dönüp gitmeye çalışırken birden dengemi kaybettim. Sendeleyerek geriye düşecekken Miran hızla kolumdan tuttu, yere düşmemi engelledi.
"İyi misin?" dedi, aniden endişelenmiş sesiyle.
"İyiyim, sadece başım döndü." Kendimi toparlamaya çalıştım.
"İlaçlarını aldın mı?"
"Alamadım. Bırakırsan gidip alacağım." Sesimdeki öfkeyi bastıramadım. Ondan kurtulup yürümeye başladım ama peşimden geliyordu.
Arkamı dönüp "Gelme peşimden!" diye uyardım.
Ama umursamadı. Kendi arabama binip hızla oradan uzaklaştım. Dikiz aynasından baktığımda, onun da arabayla beni takip ettiğini gördüm.
Telefonum çaldı. Ekrandaki ismi görünce derin bir nefes alıp açtım.
"Yazlık eve gelecek. Sen de oraya gel."
İlaç alacağımı söyleyemedim. Hiçbir şey demeden telefonu hızla kapatıp yan koltuğa fırlattım.
"Bir kere ya! Bir kere de 'İlacını almadın.' de bana!" diye sinirle kendi kendime konuşarak direksiyonu sol şeride kırdım.
Aden Duru
"Ya ben kafayı yiyeceğim!"
Ellerimi saçlarıma atıp ileri geri yürüyordum. İçimde biriken öfke midemi sıkıştırıyor, nefesimi daraltıyordu.
"Sakin ol artık," dedi Yusuf.
Saatlerdir dışarıdaydık ama sinirim hâlâ geçmemişti. Öfkemin azalmasını beklemek aptallık olurdu. Çünkü ne zaman sakinleşmeye çalışsam, gerçekler içimde tekrar tekrar yankılanıyordu.
Sinirle Yusuf ve Ahi'nin ortasına oturdum. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirerek Yusuf'a döndüm.
"İbrahim Amca biliyor muydu?" diye sordum, sesi titreyen bir sabırsızlıkla.
"Bilmiyorum. Bilse de bir şey söylemez. Babamı tanıyorsun," dedi Yusuf.
Kafamı salladım. Evet, maalesef ki tanıyordum. Babasının, babamın en büyük sırdaşı olduğunu biliyordum. Onu konuşturmak imkânsızdı.
"E-Devlet'te de hiçbir şey yok. Bildiğin her şey silinmiş," dedi Ahi. Telefon ekranına bakıyordu, yüzü gerilmişti.
İçimdeki öfke bir kat daha arttı.
"Bu olayı çözmem lazım," dedim, gözlerimi kısıp düşünerek.
"Babanın sözünden çıkman iyi olmaz," dedi Ahi, uyarı dolu bir sesle.
Gözlerimi ona çevirdim.
"İyi mi olur, kötü mü olur, bunu zaman gösterecek," dedim ve yerimden kalkarak arabaya doğru yöneldim.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu Yusuf ve Ahi, aynı anda.
"Gerçekleri öğrenmeye. Ve siz gelmiyorsunuz."
Arabama yöneldiğim sırada bir el bileğimi kavradı ve beni durdurdu. Döndüğümde Ahi'nin kararlı bakışlarıyla karşılaştım.
Kaşlarımı çatarak, "Ne?" dedim sert bir şekilde.
"Nereye gittiğini sordum," dedi, sesi her zamankinden daha otoriterdi.
Kolumu çekerek kurtulmaya çalıştım. "Hayırdır, sen ne yapmaya çalışıyorsun?"
"Sen benim karımsın," dedi, sesinde sabır taşlarını zorlayan bir tını vardı. "Bunu unutuyor musun? Biz evliyiz, Aden Duru. Evliyiz!"
Bir an sessizlik oldu. Gözüm parmağındaki yüzüğe kaydı. O yüzük, içimde hiçbir şey ifade etmiyordu.
Dişlerimi sıkarak gülümsedim. "Kağıt üzerinde evliyiz, Ahi. Bunu unutma bence. Çünkü biz gerçekten evli olan, birbirine deli gibi aşık bir çift değiliz. Ve bu evlilik çok yakında sona erecek. O yüzden bu 'karım' meselesini bir kenara bırak."
Ahi derin bir nefes aldı, çenesini sıkarak bir adım yaklaştı.
"Öyle mi? Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?"
Bakışlarımı ondan kaçırmadım. "Evet. Sen de öyle düşünsen iyi olur."
Ahi bir an sustu, gözlerini gözlerime kilitledi. Ama o bakışlarda ne düşündüğünü okuyamıyordum. Sanki içindeki fırtınayı gizlemek ister gibi bir yüz ifadesi vardı.
"Bitti mi? Gidebilir miyim artık?" dedim, sabrımın sonuna geldiğimi belli eden bir ses tonuyla.
Ama o bir adım daha yaklaştı. Yüzüme eğildi, nefesini hissedebiliyordum.
"Eğer gerçekten bu evlilik senin için hiçbir şey ifade etmiyorsa, neden hâlâ benimle evlisin, Aden?"
Bir an donakaldım.
"Ben boşanma davası açtım amaa..."
"Ama?"
Bunu sormasını beklemiyordum. Beni çözmeye çalışıyordu. Gözlerimi kaçırdım.
"Ahi, bak... Biz bu evliliği zorunluluktan yaptık. Ortada artık bir sebep kalmadı. Sertar ve annesi kayıp, Süleyman öldü. Yani artık yollarımızı ayırabiliriz. Bu konuda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum."
Ahi başını iki yana salladı. "Sen gerçekten bu kadar kolay olduğunu mu sanıyorsun?"
"Kolay ya da zor... Önemli olan şu ki artık hiçbir sebep yok."
Gözlerini kıstı, sinirle derin bir nefes alıp gözlerini yere dikti. Sonra tekrar bana döndü.
"Peki, Aden. Eğer her şey bitti diyorsan, neden gözlerin beni seviyor gibi bakıyor ?"
Bunu söylemesiyle içimde bir şeyler paramparça oldu. Gözlerimi kaçırdım. Ellerimi yumruk yaptım. Söylediklerini es geçtim.
"Bunu bir daha sakın yapma, Ahi. Beni durdurmaya çalışma. Beni engellemeye çalışma. Yoksa kalbini kırarım ve ben sevdiğim insanların kalbini kırmak istemem. Anlıyor musun?"
Sözlerim ağırdı. Ama geri adım atmadım.
Ahi bir şey söylemedi. Sadece gözlerini gözlerime sabitledi.
Cevap vermesini beklemeden arabaya bindim ve oradan uzaklaştım. Elime telefonumu alıp bana gönderilen adresi haritada arattım.
Şu an Ahi'yle olan bu saçmalıkla uğraşamazdım. Bilmem gereken gerçekler vardı.
....
Bana atılan konuma gelmiştim. Şehrin çıkışında, ormanın ortasında yer alan eski bir köşkün önündeydim. Etrafıma göz gezdirdiğimde, buranın tuhaf bir havası olduğunu hissettim. Çok düşünmeden arabayı park edip kapıya yöneldim. Kapıya yaklaştığımda, koyu renk takım giymiş bir koruma yanıma gelip kapıyı açtı.
"Buyurun efendim, Yavuz Bey salonda sizi bekliyor," dedi ve çekip gitti.
İçeri adım attığımda beni geniş, loş bir koridor karşıladı. Düz ilerleyip koridorun sonuna vardığımda, büyük bir salon gördüm. Salonun sağında Amerikan tarzı bir mutfak, solunda ise ağır, eski tarz bir kapı vardı.
Salonu incelerken duvarda asılı çerçeveler dikkatimi çekti. Fotoğraflara tek tek göz gezdirirken, bakışlarım büyükçe bir çerçevede takılı kaldı. Babamın gençlik halini gördüğümde içimde garip bir his oluştu. Fotoğraftaki mutluluğu o kadar gerçekti ki istemsizce ben de gülümsedim.
"Bakıyorum da ilk bakışta babanı tanıdın," dedi arkadan gelen bir ses.
Hızla arkamı döndüğümde, duvara yaslanmış halde elinde içki bardağıyla beni izleyen Yavuz Şanlıkan'ı gördüm.
"Babam her zaman yakışıklılığı ve heybetiyle göze çarpıyor," dedim, içten bir gururla.
Yavuz Şanlıkan, hafif bir gülümsemeyle başını salladı. "Baban oradaki diğer çocuklardan farklıydı," dedi, sesinde derin bir hayranlık vardı.
Tekrar fotoğrafa döndüğümde beş küçük çocuk ve iki genç adam gördüm. Biri babamdı, ancak diğerini tanımıyordum. Gözlerimi o yüze biraz daha odakladığımda Yavuz Şanlıkan açıklama yaptı;
"Büyük oğlum Erdal... Baban, Ertal'ın ağabeyi. Ama aralarında sadece dokuz ay var."
Kaşlarımı kaldırarak hafifçe gülümsedim. "Erdal mı? Çocuklarınızın isimleri birbirine benziyor."
Yavuz derin bir nefes aldı. "Evet, dokuz ay arayla doğunca ikiz gibi olmalarını istedik," dedi, içinde belli belirsiz bir hüzünle.
Bir adım atıp ona baktım. "Peki, Erdal nerede? Ve diğerleri?"
Tam o anda beklenmedik bir ses duyuldu.
"Öldürüldü."
Şokla arkamı döndüğümde, kapıda duran Almira'yı gördüm.
"Ne?" dedim, neredeyse fısıltıyla.
Almira, gözlerini benden ayırmadan "Kim öldürdü bilmek ister misin?" diye sordu.
Cevap veremedim, ama gözlerimle onayladım. Tam konuşmaya başlayacakken, içeri giren başka biri onu yarıda bıraktı.
"Ömer?"
İkinci bir şok yaşamıştım. "Senin burada ne işin var?"
Ömer, gözlerini kısmış halde bana bakıyordu. "Burada olduğunu duydum," dedi sert bir sesle. "Babanın haberi var mı?"
Öfkeyle karşılık vermeye hazırlanırken Yavuz araya girdi. "Olsa ne olacak? Burası yabancı bir yer değil ki, dedesinin evi."
Ömer'le göz göze geldik. Ortam bir an için gergin bir sessizliğe büründü.
Tam o anda dışarıdan bir korna sesi yükseldi. Hepimiz kapıya döndük.
"Ne oluyor orada?" Yavuz hızla dışarı yöneldi. Onun peşinden ben, sonra Ömer, en arkada ise Almira çıktı.
Dışarı adımımı attığım anda donup kaldım.
Babam...
Sinirle bize doğru yürüyordu.
Nereden haberi olmuştu?
"Hapı yuttun gibi," dedi Ömer, bana bakarak.
"Sakin olun gençler, onun siniri bana," dedi Yavuz Şanlıkan, öne çıkıp babamın karşısında durdu.
Babam önce bana baktı, sonra sinirle karşısında duran adama döndü.
"Kızımdan uzak durmanı söylemiştim," dedi dişlerini sıkarak. Şu an başında bulunan tüm damarlar gün yüzüne çıkmıştı.
"Torunum kendi bana geldi, ben ona gitmedim," dedi Yavuz Şanlıkan, daha sakin bir şekilde.
Babam birden silahı ona çevirince şok oldum. Babam, babasına silah çekiyordu.
"Baba!" dedim, birden öne çıkıp onun yanına gittim.
"Sana yıllar önce de demiştim, ailemden uzak duracaksın diye. Beni dinlememenin cezasını çekmek mi istiyorsun, Yavuz Bey?" Babamı ilk defa bu kadar sinirli görmüştüm. Şu an gözü, kimseyi göremeyecek kadar kararmıştı.
"Baba sakin ol," dedim, koluna dokundum ama beni duymuyor gibiydi.
"Dinlememenin cezası ölüm diyor, yani kısacası baba," Almira da öne çıkıp karşımızda durdu.
"Baba tamam, hadi biz gidelim," dedim. Şu an burada kalmak hiç iyi bir fikir değildi.
"Aaa Aden Duru, babanın gerçek yüzünü görmeden nereye gidiyorsunuz?" dedi Almira, dudağının ucundaki hafif gülümsemeyle.
Şu an ne oluyordu, bilmiyordum. Tek bildiğim şey, babamın büyük bir nefretle karşısında duran adama bakıyor olmasıydı.
"Baba hadi gidelim," dedim, ısrar ederek.
"Ee ama Erdal Şanlıka'nın ölümünü konuşacaktık" Almira, babama bakarak söylemişti bunu.
Babam önce bana, sonra karşısında duran adama baktı. "Bu sondu Yavuz Şanlıkan, bu sondu," dedi ve silahı indirip bana döndü. "Seninle görüşeceğiz, yürü arabaya," dedi, sinirli bir şekilde.
Kafamı sallayıp arabaya doğru ilerledim. Kapıyı açıp arka koltukta oturdum. Arka camdan dışarıya baktığımda, babam sinirle Ömer'le bir şeyler konuşuyordu.
Ömer'e birşeyler dedikten sonra arabaya doğru gelip yanıma oturdu. Ona döndüm ama o, önüne bakıyordu. Sesimi çıkarmadan yerime sindim. Gelecek olan azar, hepsinden büyük olacaktı belli ki.
Yol boyunca sessiz kalan babam aniden sinirle bana döndü, ardından şoföre kenara çekmesini söyledi.
Arabadan hızla inip kapıyı sertçe kapattı. Ben de hemen peşinden inerek yanına gittim.
'Baba, ben-' Kendimi açıklamaya çalışıyordum ki birden sözümü kesip bağırmaya başladı.
"Bir kere, ya bir kere de benim dediğimi yapsan! Bana karşı çıkmayı bırakıp sözümü çiğnemesen ne olur?
Sana küçük bir kız çocuğu olmadığını söylemem mi gerekiyor? Bu kadarı yetmez mi? Yaptığın şey iyice sınırı aştı, Aden. Hayır dediğim şeylere burnunun dikiyle gitmeyi bırak artık.Beni ikinci defa hayal kırıklığına uğrattın."
Bana ilk defa sadece Aden demişti. Hem de beni dinlemeden, yargılamayı seçerek.. O kadar sözü ailemi merak ettiğim için söylemişti. Babam, ilk defa bana Aden demişti. Gözlerimin dolmasına aldırış etmeden, bir adım öne çıktım. Başımı, onun bana her zaman dediği gibi dik tuttum. Gözlerimin içine bakmasını beklemeden, onun göz bebeklerine odaklandım:
"24 yıllık hayatımda ikinci defa öz evlat olmadığımı hissettim. Doğru söyledin, aslında... Küçük bir kız çocuğu olmadığımı öğrenmem gerekiyor. Ama bu şekilde, kalbim kırılarak değil. Özür dilerim, biyolojik olmayan ailemi merak ettiğim için..."
Hayatımda ilk defa bu şekilde konuştum. İlk defa özür diledim. Babam, bugün bütün duvarlarımı yerle bir etmişti. Belki haklıydı, belki de haksız...
"İkinci kez öz evlat olmadığını hissettin, öyle mi?"
Bana inanmaz gözlerle bakıyordu. Söylediğim şeyler onun için bir yıkım olmalıydı; elleri titriyordu. Gözlerimin içine, her bir milimetresine bakıyor, söylediklerimin tersini bulmaya çalışıyor gibiydi. Ama ağızdan çıkan söz bir daha geri alınabilir miydi? İmkânsızdı.
Cevap vermemi bekledi, ama vermedim. Sadece sustum. Gözlerine baktım. Tek bir kelime dahi etmedim, çünkü söyleyecek bir sözüm yoktu.
Ellerinin titremesine aldırış etmeden sağ elini arka cebine götürdü. Biraz zorlanarak da olsa cüzdanını çıkardı ve titreyen elleriyle açmaya çalıştı. Ne yaptığına anlam veremezken, cüzdanın arka bölümünden 20'den fazla vesikalık fotoğraf çıkardı. Fotoğrafların arka yüzü göründüğünden, önlerinde ne olduğunu göremiyordum. Ona şaşkınlıkla bakarken birden fotoğrafları bana doğru uzattı.
Ellerinin arasında duran fotoğraflar... Bunlar benim fotoğraflarımdı. Titremekten vazgeçmeyen elleriyle bana uzattı. Terlemiş ellerimi uzattım ve fotoğrafları aldım. Tek tek baktığımda, küçüklüğümden bugüne kadar çekilmiş 24 farklı fotoğrafım olduğunu gördüm.
Fotoğrafları elime aldım ve arka yüzlerine baktım. İlk fotoğrafta yazılı olan kelimeler beni durdurdu: "Benim meleğim 5 yaşında."
Hızla diğerine geçtim: "Benim meleğim 6 yaşında."
Sonrakine baktım: "Benim meleğim 7 yaşında."
"Benim meleğim 8 yaşında."
"Benim meleğim 9 yaşında."
Tam tamına 24 fotoğraf vardı. Ve her birinin arkasında yaşlarım yazıyordu.
Sağ gözümden bir damla yaş usulca düştü. Babam... Her yıl çekilen bir fotoğrafımı yanında taşıyordu.
Gözlerimden akan yaşlarla başımı kaldırıp ona baktım. Bana kırgın, bir o kadar da kızgın bir ifadeyle bakıyordu. Ben ağlarken onun ağlamamak için direndiğini görmek acımı daha da derinleştirdi. Gözleri dolmuştu, bunu saklama gereği duymuyordu. Ama ağlamıyordu.
Sessizliği bozduğunda sesi, kalbime bir hançer gibi saplandı:
"24 yıllık hayatında ikinci kez öz evlat olmadığını hissettin, öyle mi? Peki... Ben 48 yıllık hayatımda ilk defa kalbimin böyle kırıldığını hissettim, kızım.
Senin tırnağın kırılmasın, saçının teline zarar gelmesin diye tam 24 yıl boyunca düşündüm, çabaladım, korumak için elimden geleni yaptım. Ve hâlâ düşünüyorum. Belki senin gözünde baban değilim, ama ben seni hep kendimden bir parça olarak gördüm.
Kanımdan olmasan da kızımsın. Canımdan bir cansın. Ve bu, kimsenin, hiçbir şeyin değiştiremeyeceği bir gerçek. Ama bugün... Bugün sen bu gerçeği yıktın.
Aden Duru, baban senin gözünde bu kadar mı kötü biriydi?"
Söyledikleri, yüreğimi darmadağın etmişti. Dudaklarım kıpırdasa da bir kelime dahi çıkmadı. Gözyaşlarım, cevabım oldu.
"Öz evlat olmadığını hissettin, öyle mi? Peki, söyle bana, kızım... Bunu bir daha hissetmemen için ne yapmalıyım? Bundan sonra nasıl ilerleyeyim? Söyle bana..."
Donup kalmıştım. Gözlerimden süzülen yaşlar durmaksızın yanaklarıma akıyordu. Ona baktım, ama tek kelime bile edemedim. O ise ağlamamak için kendini zorluyor, sanki benimle değil de kendi içinde, kendi kalbiyle konuşuyordu.
Sözcüklerinin her biri, hem beni hem de onu derinden yaralıyordu.
"Kızgındım ona, hem de çok. Yıllarca bir yalanın içinde büyümüştüm ve o yalanın gerçeğini öğrenmeye çalıştığım için bugün beni kırmıştı. Bu defa susmadım. Gözyaşlarımı silip yeniden ona döndüm.
"Madem beni canından bir parça bildin, neden bugün saçma sapan bir şey yüzünden bana kızdın? Sadece aileni merak ettim diye... Bana söylediğin sözlerin farkında mısın? Beni dinlemeyi bile tercih etmedin! Söyle bana, kim olsa benim yerimde aynı şeyi yapmaz mıydı?
Sana sormadım mı? 'Kim bunlar?' dedim. Ama sen... Yıllarca bana ailenin öldüğünü söyledin, buna inanmamı sağladın. Şimdi, yıllar sonra birden bire birileri çıkıyor ve 'Biz babanın ailesiyiz' diyor. Ne bekliyordun ki? Hiç mi bir şey sormamamı, hiçbir şey hissetmememi mi?"
"Anlamıyorsun... Bilmediğin şeyler var. Onlardan uzak dur, dur ki seni koruyabileyim."
"Baba, beni neden ailenden koruyorsun? Bana anlat, anlat ki ben de seni anlayabileyim!" Tükenmiştim artık. Dönüp duran bir gerçek vardı ve ben o gerçeği bilmiyordum. Neden? Neden?
"Konuyu burada kapatacaksın. Bugün söylediğin ve yaptığın şeyleri yaşanmamış sayacağım. Sen de kendine gel artık!" dedi ve arabaya geçti. Arkasından öylece bakakaldım. Şu an ağlamamak için direniyordum ama nafileydi. Öfke tüm bedenimi ele geçirmişti.
...
Saat gece yarısını geçerken biz eve varmıştık. Babam tek bir kelime dahi etmeden eve girip yukarı çıkmıştı. Ben de sessizce odama doğru çıkarken annem beni durdurup ne olduğunu sormuştu, ama ben bir şey demeden hızla odama girip kapımı kilitledim.
Huzursuz bir geceydi. Saatlerce dönüp durdum yatağımda, uyuyamayınca kalkıp koltuğun üzerinde oturdum. Sabaha kadar düşündüm.
Şu an saat 9:10'du ve gözlerimden bir uyku bile geçmemişti. Başımın ağrısını hafifletmek için duş aldım ama yine de geçmedi. Aynanın karşısına geçip kendime baktım; göz altlarım hafif çökmüş, gözlerim kırmızıydı.
'Aden Duru, hadi annecim kahvaltı hazır,' dedi annem. Kendimi toparlayıp üzerime kot pantolon ve beyaz yünlü kazak giydim, spor ayakkabılarımı giyip saçlarımı dağınık bir topuz yapıp odadan çıktım.
Aşağı indiğimde dedemin sesini duydum. Merdivenden onlara bakarken dedemin babama takıldığını, babamın sadece kafa salladığını gördüm.
Babamın bu hali bana çok yabancıydı. Her gün durmaksızın dedemle kavga eden babam, bugün sessizliğe bürünmüştü.
Merdivenlerde fazla durmayıp aşağı indim ve yanlarına gittim. 'Günaydın,' dedim ama sesimi ben bile duymadım.
Herkes bana günaydın derken babam önündeki tabağa bakıyordu. Ona baktım, hüzünle, ama o bana bakmadı.
Yerime geçip sessizce masaya baktım. Önümdeki tabağım, ben gelmeden önce dolmuştu. Belki babam doldurmuştu.
Hüzün ve gülümseme arasında gidip gelirken, dedem araya girip, 'Portakal kalmamış,' dedi ve elindeki portakal suyunu içti.
'Kalmamış değil, sakladın baba,' dedi annem, ortamın havasını değiştirmeye çalıştı, ama nafile.
Dedeme dönüp, 'Sorun yok, afiyet olsun,' dedim, durgunlukla.
'İyi ye, bugün çok yorulacaksın gibi,' dedi dedem. Anlamadan dönerken, 'Sevkiyat var,' diye açıkladı.
Kafamı tamam anlamında salladım, ama annem rahatsızlıkla yerinde kıpırdadı.
'Aden Duru'nun gitmesine gerek var mı?' dedi annem. Endişesi ilk günkü gibiydi. Anlıyordum, çünkü çok tehlikeli bir durumdu bu.
'Dün gece resmi olarak duyuruldu, gitmezse olmaz,' dedi babam. Ona bir şey demek için döndüm, ama o bu sözü söyledikten sonra kalkıp, 'Hepinize afiyet olsun, ben çalışma odasındayım,' diyerek gitti.
Arkasından hüzünle baktığımı annem görünce, elini omzuma attı. Ona döndüm, 'Seninle ilgili değil, merak etme,
yakında eski enerjisine kavuşur,' dedi beni teselli etmeye çalışarak.
Tamam anlamında kafamı sallayıp dedeme döndüm, 'Sevkiyat kaçta?'
'Akşam 6,'
....
Evden çıkıp, sevkiyat öncesi Ahi'nin evine doğru yol aldım. Dün, kalbini istemeden de olsa kırmıştım. Yusuf'a dün benden sonra bir şey oldu mu diye sorduğumda, sessizce çıkıp gitti, ama kırıldığı belliydi, dedi. Oflayıp, önüme döndüm; özür dilemem gereken biri daha vardı.
Ahilerin evlerinin önüne geldiğimde bahçede oynayan Agir ve Deniz'i gördüm. Onu gördüğümde içimde huzur olmuştu. Kahkaha atan ikilinin yanına yaklaştığımda Agir, beni görmüş olacak ki yerinde durup alkış çalmaya başladı.
"Aşkımmm" yanına çöküp sıkıca sarıldım. Görmeyeli çok olmuştu ve ben bu süre zarfında çok özlemiştim.
"Hoş geldin yenge," dedi Deniz'in sesiyle kafamı salladım. "Hoş buldum, Deniz," dedim.
"Ne yapıyorsunuz siz burada?" dedim, Agir'i kucağıma alıp öperek.
"İçeride sıkıldık, bir hava alalım dedik, hem havada çok güzel," diye açıklama yaptı Deniz.
"Evet, bugün hava çok güzel ama bunun sebebi bu küçük bey olabilir mi acaba?" dedim, sonra karnını gıdıklamaya başladım.
Gıdıklamayla gülmeye başladı, ben de onunla beraber güldüm. Çocuklar, neşe kaynağıydı; onların bir gülüşü bile günümüzü güzelleştirmeye yetiyordu.
Agir'le bir süre oynadıktan sonra, Deniz'e Ahi nerede diye sordum, o da evde demişti.
Agir'i Deniz'in yanında bırakıp yukarı çıktım. Kapıyı bir görevli açtı ve Ahi'nin salonda babasıyla oturduğunu söyledi.
Salona doğru geçtiğimde, arkası bana dönük olan Ahi'yi gördüm.
"Bence de gitmenin vakti geldi baba, zaten burada bizi tutan bir şey de kalmadı," dedi Ahi, bu sözüyle adım atacağım ayağımı geriye çektim. Ahi gitmek mi istiyordu?
"Bak evlat, dün gece ne oldu bilmiyorum ama gelinimiz burada. Biz gidelim, siz isterseniz bizimle gelirsiniz, ya da kalırsınız," dedi Rojhat Ağa.
"Yok baba, o kararını vermiş, hem bizi bağlayan bir şey de kalmadı. Ben ve oğlum da sizinle beraber dönelim," dedi Ahi.
Vaz mı geçmişti benden? Bu kadar mıydı onun için gerçekten? Dün söylediklerim ağırdı, evet, ama çabalamak diye bir şey de vardı. Ama o, bunu yapmak yerine vazgeçmeyi seçmişti.
Arkamı dönüp kapıdan çıktım; yanına gitmeye gerek yoktu, kendisi hükmünü vermişti zaten. Arkasından koşacak, 'Yapma,' diyecek değildim.
Bahçeden çıkarken Deniz'in sesiyle kafamı ona doğru çevirdim. "Yenge, bir şey mi oldu?" dedi. Kafamı sorun yok diye sallayıp arabaya doğru ilerledim.
Sevkiyat
Karşımda duran adam önce bir baktı, sonra hızla üzerime doğru gelip yumruğunu salladı. Gelen yumrukla yüzümü arkaya doğru atıp, yumruktan korundum. Bir kez daha vuracakken, elini havada yakalayıp, "Iskaladın," dedim ve ayağımla karnının altına vurdum.
Aldığı darbeyle geri geri giderken, hızla üzerine gidip dizimi kafasına geçirdim ve yere düştü.
Üstten ona bakarken, "Ben Aden Duru Şanlıkan. Benim adımı anarken saygıyla eğilip konuşacaksınız," dedim ve ayağımla karnına hızla bastım.
Ayağımı birden tutup çekince yere düştüm. Üzerime doğru gelirken, bir kez daha yüzüne tekme attım. Botumun içinde olan silahımı çıkarıp kafasına sıktım.
Sevkiyat yerine geldiğimde, büyük bahçenin ortasında yalnızca yöneticiler ve biz vardık. Dedem rahatsızlandığı için gelememişti. Yanımda Ömer, Yavuz ve Almira vardı.
Tırın yanına vardığımızda, silahların yerinde durduğunu gördük. Ancak bir anda maskeli adamlar ortaya çıktı.
Şimdi etrafım tam bir savaş alanına dönmüştü. Neredeyse tüm adamlarımız vurulmuştu...
Cebimden bıçağımi çıkarıp yerde yatan adama doğru yürüdüm.
Bıçağı yüzüne yaklaştırdığım sırada, elimi tutup bileğimi çevirdi. Bıçağı bana doğru çevirirken, Ömer silahla elimi tutan adamın eline sıktı.
Bıçakla yüzüne A harfi çizdim. Acıyla inledi.
"Bu nasıl bir tür işkence?" Almira'nın sesiyle ayağa kalkıp üstümü silkeledim.
"Kurucusu benim," dedim, elimi temizlerken.
"Ertal'ın kızı olduğunu bir kez daha kanıtladı," gelen sesle arkamı döndüm. Elinde su, bana hayran bakan Yavuz Şanlıkan duruyordu.
"Boşuna babasının kızı demiyoruz" dedi Ömer, Yavuz Şanlıkan'a katılarak.
"Gidelim artık yoksa öldürecekler bizi," Almira, ikilinin arasına girip konuyu değiştirmişti.
Ambarın arka tarafındaki arazide bulunduğumuz için ambarin içinden geçmemiz gerekiyordu. İçeri girip kapıya doğru yürüdük.
Biz daha ne olduğunu anlamadan birden elektrikler kesildi.
"Kahretsin!" Ömer'in sinirli sesi odanın içinde yankılandı.
"Ne oluyor?" Dedim bir yandan silahımı çıkararak.
" Vurduğun adamların sıradan insanlar olmadığını bilmiyor olmazsın değil mi?" Almira bir yandan söylenirken bir yandan belinden bir silah çıkardı.
" Yedek silah var mı sizde?" Ömer'in sorusuyla kafamı hayır anlamında salladım ama beni gördüğüne emin değildim.
" Bende iki tane var "dedi Almira.
"Tamamdır ver birini bana Aden Duru arkamdan çıkmayacaksın!" Ömer, bir yandan cebinde ki telefonu çıkarıp bir yandan konuşuyordu.
Bir kaç tuşa bastıktan sonra telefon 3. Aramadan sonra açıldı.
"Murat ne oluyor dışarıda?"
"Abi anlamadık bizde birden arabalardan maskeli adamlar çıktı şuan heryer karanlık ışığı ful kestiler göz gözü görmüyor" Murat nefes nefese konuşurken silah sesleri daha fazla çoğalıyordu.
" Maskeli adamlar ne amına koyim,
ajan mı bunlar" Ömer homurdanarak konuşurken telefonu kapatıp silahı kapıya doğru tutu.
"Ne yapacağız?" Dedi Ömer.
" Silahımız yok ekip gelene kadar mermileri boşa sıkmayın yeter zaman kaybetmemek lazım" Yavuz'un otoriter sesiyle kafamı salladım.
" Kapıda durum nasıl?" Yavuz Şanlıka'nin sesiyle kafamı ona doğru çevirdim telefondaki kişiden bilgi alıyordu.
Elektrikler birden gelince etrafıma baktım o sırada Yavuz Şanlıka'nin bağıran sesiyle kafamı ona doğru çevirdim.
" Kapıdan uzaklaşın!"
Kapı şiddetli bir şekilde açıldı ve içeri önce sis sonra gürültü bombası atıldı.
O şiddetin etkisiyle kolarimla yüzümü koruyup yere düştüm.
Hemen önüme döndüğümde içerisi sisle dolmuştu. Kulağımin çınlamasıyla sağ kulağımı kapatim.
"Duru!"
"Birşey var mı sizde?"
"Herkes iyi mi?"
"Kulağımı siktiler "
"Duru nerde?"
"Amına koyim ya sağır oldum "
Kulağımı kapatırken etraftan gelen sesler hala devam ediyordu. Etrafıma bakıp, sisin içinde kaybolan her şeyi netleştirmeye çalıştım.
'Olm, hem sağır hem kör oldum!' dedi Ömer.
'Duru, ses ver!' Almira'nın sesiyle kendimi toparlayıp, 'İyiyim ben,' dedim.
Ayağımı yerden kaldırıp üstümü silkeledim. Sis yavaş yavaş dağılmaya, etraf biraz daha netleşmeye başlamıştı.
Karşımda maskeli, ellerinde silahlarla bize bakan adamları görünce,
'Ha siktir!' dedim, refleksle."
"Ne küfür ediyorsun am-" Ömer'in sesini kesen bir el havaya açılan ateş olmuştu.
" Harbiden ha siktir" dedi Ömer bana katılarak.
"Yanlış bir şey yapanın kafasına sıkın!" Karşımızda ki adamlardan biriydi bunu söyleyen.
"Ne istiyorsunuz?" Yavuz Şanlıkan ilk konuşan kişi olmuştu.
" Bizim istediğimiz tek kişi Aden Duru Şanlıkan! Buradaki kimsenin kılına zarar gelmemesi için onu bize verin" adamın sözüyle gülmeye başladım.
Konuşan adam keskin bakışlarını üzerimde sabitleyip bana doğru yürüdü.
" Ömer, Aden Duru'yu koru" diye Yavuz'un sert ve yüksek sesi ambarın içinde yankılandı.
"Aden arkamda kal " Ömer, Yavuz'un emriyle bana doğru gelip önümde durdu.
" Ne arkası ya çocuk muyum ben çık önümden korkacak yaşı çoktan geçtim"
" Bana bak, ağzımı açtırma benim! Ebemin @mını ters gösterecekler senin yüzünden rahat dur şurada" dedi kızgın çıkan sesiyle.
"Varis Aden Duru Şanlıkan " dedi adam ama şuan yüzünü göremiyordum Ömer önümde durmuş onun tam karşısındaydı.
" Ömer Miran Zahir var olur mu?" diyip yumruğu adamın yüzüne indirdi.
Adam aldığı darbeyle arka arkaya giderken ben arkamı dönüp yere düşürdüğüm silahı aldım sağıma baktığımda Almira da benim düşündüğüm şeyi düşünmüş olacak ki eliyle üçü gösterdi.
Bir dedim gülümseyerek, iki dedi benim gibi gülümseyip üç dedik aynı anda dönüp kapının önünde bekleyen adamların kafasina sıktık 5 adamın kafasına bir bir sıktık.
"Hadi çabuk olun" Yavuz, bize komut verdikten sonra ona katılarak hızla yürüdük.
Dışarı çıkacağımız sırada, tekrar elektrikler gitti.
"Amına koyacağım ama ha, yeter lan!" Ömer birden bağırınca, elimde olmadan güldüm.
"Bu lokumları kim almıştı?" Gelen soruyla kafamı arkaya doğru çevirdim ama bir şey göremediğim için, önümde duran Ömer'in telefonunu almak için arka cebine uzanmıştım ki, "Ananı sikim!" diye yerinden hopladı çocuk.
"Lan anamı ortaya neden atıyorsun, piç?" dedim gülerek.
"O elinin götümde ne işi var?"
"Lan ben çok mu meraklıyım götüne? Telefonu alacaktım!"
"Soruma cevap alamadım ben," diye araya girdi Almira.
"Olm, versene şu telefonu!" dedim, Ömer'e bağırarak.
"Ne bağırıyorsun lan? Söyle, verelim. Bir elini götüme atıyor, bir bağırıyor, iyice kafayı yedin ha!" Bir yandan söylenerek, bir yandan telefonu çıkarıyordu.
Telefonu nihayet bana uzattı. Telefonu aldığım gibi feneri açıp, odayı aydınlattım.
10 adım önümde vurduğum adam, sol çaprazda Yavuz, önümde Ömer vardı. Arkamı dönüp ışığı Almira'ya tuttum; yaralı adamların yanında oturup önüne aldığı lokumları yiyordu.
Ona ters ters baktığımı anlamış olacak ki, elindeki lokumu bana uzatıp, "Al küçüğüm, lokum ye," dedi. Dalga geçiyordu şuan benimle herhalde?
"Şu an lokum yeme zamanı mı?" dedi Ömer, anlayamadığım bir ses tonuyla. Bu bir sorudan çok, dalga geçiyor gibi bir tondu.
"Lokum yemenin yeri veya zamanı mı var?" dedi Almira, eline aldığı lokumu ısırarak.
"Hadi çıkıyoruz," dedi Yavuz Şanlıkan, önden gidip kapıyı açarak.
Dışarı çıktığımızda yerde yatan adamlar vardı; kimisi ölmüş, kimisi ise yaralıydı.
"Ha siktir," dedim dişlerimin arasından.
"Yine ne oluyor lan?" Ömer yanıma geldiğinde, son sözünü söyleyip yutkunması bir olmuştu.
Önümüzde diz çökmüş korumalar, onların başında silah tutan adamlar ve arabaların önünden bize doğrultulmuş sayısız namlu vardı.
Ömer, refleksle önüme geçti ama bu, onun koruyabileceği bir durum değildi. Burada ya hepimiz ölecektik ya da kurtulacaktık.
"Ellerinizi başınızın üstüne koyup yere çökün! Dediklerimizi yapmaz, karşı koyarsanız olacaklardan biz sorumlu değiliz!" İçlerinden biri sert bir sesle konuştu. Ömer'e döndüm.
Bana bakarak, "Olur da seni koruyamazsam bana kızma, babasının kızı," dedi.
"Saçmalama, oğlum. Ne kızması?" Kafamı hızla hayır anlamında salladım.
Adam ikinci kez uyardığında, istemeden de olsa dizlerimizin üzerine çöktük. Bunu gören silahlı adamlar yanımıza gelip namlularını arkamızdan doğrulttu.
"Sen bizimle geliyorsun."
Arkamdaki adam bana doğru yaklaşınca, Ömer hızla ayağa fırlayıp onu durdurmaya çalıştı. Aynı anda silah patladı.
"ÖMER!" Endişeyle bağırdım. O ise yere düşmüş, omzunu tutarak inliyordu.
"Sana rahat dur dedik!" diye bağırdı adamın biri.
Arkamdaki adam ellerimi kelepçeleyip beni zorla ayağa kaldırdı. Ben ise sadece Ömer'in kanayan koluna bakıyordum.
"Bırakın onu, beni alın!"
Yavuz'un sesini duyunca hızla başımı çevirdim. Göz göze geldiğimizde, "Korkma kızım, seni kurtaracağız," dedi. Ama ben sadece hafifçe gülümsedim. Ben korkmazdım. Beni yalnızca sevdiklerimin canı korkutabilirdi.
Yavuz'un bakışları yüzümdeki gülümsemeye takılı kaldı. O an bir şeyler söyledi ama duyamadım.
Beni arabaya bindirip kapıyı yüzüme kapattılar.
"Kimsiniz lan siz?" diye sordum yanımdaki adama. O ise cebinden bir bez parçası çıkarıp bana döndü.
"Tanıyacaksınız," dedi ve ardından başımın arkasında feci bir ağrı hissettim.
Karanlık...
.
.
.
-Bölümü nasıl buldunuz?
- Almira ve Ömer arasında geçen diyalog?
- Ahi ve Aden'in arasındaki olay?
- Ahi'nin varlığı sizce gerekli mi yoksa gereksiz mi?
-Ertal?
Söylemek istediğiniz şeyler?
Buradan ve Tiktoktan takip edin lütfen 🙏🏻 ✨❤️🩹
Sizleri seviyoreeeee 😘😘😘😘😘
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |