17. Bölüm

17. Bölüm

Zehra🐆
_zehraaa00

 

Ömer Miran Zahir anlatımıyla;

 

 

Aden Duru'yu götürdüklerinde hiçbir şey yapamadım.

 

 

Omzumdaki derin acıyla inlerken, uzaktan gelen araba sesleri dikkatimi çekti. Gözlerimi o yöne çevirdim.

 

 

Has siktir...

 

 

Arabalardan hızla bir düzine adam indi. Arka kapı açıldığında, Ertal amca sinirli ve bir o kadar da korku dolu bakışlarla dışarı adım attı. Gözleri beni arıyordu. Ama ben... başımı eğdim. O bakışlarla yüzleşmeye cesaretim yoktu.

 

 

Defne'nin yardımıyla güçlükle yerden kalkarken, Ertal amcanın bakışları üzerime sabitlendi. O hayal kırıklığını hissetmemek imkânsızdı.

 

 

"Ertal amca..." dedim, ama kelimeler boğazımda düğümlendi.

 

 

"Nerede?"

 

 

Sesi buz gibiydi.

 

 

"Ertal amca, ben..."

 

 

"Emanetim nerede, Ömer?!"

 

 

Söyleyecek sözüm yoktu ne diyebilirim ki zaten?

 

 

Bağırışıyla gözlerimi kaçırdım. Omzumdaki yara acıyordu ama asıl canımı yakan şey, içimdeki eziklikti.

 

 

"Kızım nerede Ömer!?"

 

 

"Elimden geleni yaptım... Ama olmadı. Aldılar onu."

 

 

Sesim titredi. Umursamadım.

 

 

Önce bir durdu hayretle bakakaldı sonra bana doğru bir adım attı. Bakışları sertti, ifadesi soğukkanlı. Bir elini yaralı omzuma koyup bastırdığında, istemsizce inledim.

 

 

"Eğer gerçekten elinden geleni yapmış olsaydın... şu an karşımda dimdik ayakta değil, cesedin yerde olurdu."

 

 

Sözleri, omzumdaki yaradan bile daha fazla acıttı.

 

 

Kurşun yarası zamanla iyileşirdi. Ama yürekte açılan yara...

 

 

Nasıl kapanırdı?

 

 

Haksız mıydı? Değildi.

 

 

Şuan çekip vursaydi bu kadar ağrımazdı.

 

 

Tam o sırada Defne öne çıkıp karşısına dikildi.

 

 

"Artık bir haddinizi bilseniz mi?"

 

 

"Defne, sakın!" dedim, ama o beni umursamadan Ertal amcanın gözlerinin içine bakıyordu.

 

 

"Burada hepimiz ölebilirdik! Ama siz gelip geçmiş olsun diyeceğiniz yerde, sadece kızım, kızım diyorsunuz! Pardon da, biz de birilerinin kızı ve oğluyuz ya hani? Kızınıza bir şey olduğunda suçu başkalarına yüklüyorsunuz, tamam... Ama bize bir şey olsaydı, biz suçu kimde arayacaktık?!"

 

 

Defne'nin sesi titriyordu ama korkusuzdu.

 

 

Ertal amca da bir adım ona yaklaştı.

 

 

"Kızımın canına kasteden insanlara hesap sormam... sence de beni haklı yapmaz mı, küçük hanım?"

 

 

"Eskiyi karıştırma!" diye bağırdı Defne.

 

 

Yavuz Şanlıkan hemen araya girdi, Defne'yi geri çekmeye çalıştı ama Defne milim kıpırdamadı.

 

 

"Eğer bu işin altından da siz çıkarsanız-"

 

 

Defne cümlesini tamamlayamadan Ertal amcanın sözünü kesti:

 

 

"Yıllar önce Erdal ve Zeynep'i öldürdüğün gibi bizi de mi öldürürsün?"

 

 

Sözleri havada bomba gibi patladı.

 

 

"Defne!"

 

 

Bu defa hem ben, hem Yavuz Şanlıkan, hem de Ertal amca aynı anda onu uyardık. Ama Defne için artık hiçbir şeyin önemi kalmamıştı.

 

 

"Yalan mı?" diye sordu acı dolu bir kahkahayla. "Anne ve babamı sen öldürmedin mi?"

 

 

Sesinde tuhaf bir şey vardı. Sanki bunu yalanlamasını istiyordu. Sanki içinde hâlâ bir umut kırıntısı vardı...

 

 

Ama sonra bir ses daha duyuldu.

 

 

"O gün... o arabada sizin olduğunuzu bilmiyorduk."

 

 

Nazan teyzenin sesi tüm havayı doldurdu.

 

 

Bir anda herkesin bakışları ona döndü.

 

 

Defne'nin gülümsemesi dondu. "Doğru yani?"

 

 

Sessizlik.

 

 

Acı bir kahkaha attı. O kahkaha giderek haykırışa dönüştü. "Anne ve babamı benden aldınız. Öyle mi?"

 

 

Ona yaklaşmak istedim. "Defne, tamam-"

 

 

Ama dinlemedi.

 

 

Nefesi kesik kesikti. "Vay be... Ertal Şanlıkan'a bakın siz."

 

 

Bir elini kalbine koydu. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.

 

 

"Ben sana baba yarısı demiştim..." dedi hıçkırarak. "Babamdan sonra sen gelirdin benim için. Ama bakıyorum da... koca bir hayal kırıklığı bu. Keşke o gün ölseydin."

 

 

Ve hızla arabasına binip gözden kayboldu.

 

 

Biz baş başa kaldığımızda, Ertal amca kendini zor da olsa toparladı. Gözlerini Nazan teyzedan ayırmadan konuştu:

 

 

"Nazan, sen eve geç. Ben kızımızı bulup getireceğim."

 

 

Ama Nazan teyze ona dik dik baktı. Başını iki yana sallayarak;

 

 

"Hayır, hayır, hayır."

 

 

İşaret parmağını kaldırıp sertçe salladı.

 

 

"Madem ki bu kadar adam benim kızıma sahip çıkamıyor... Madem ki kimse onu koruyamıyor... O zaman çoktan zamanı gelmiştir."

 

 

Gözlerinde tehlikeli bir kıvılcım çaktı.

 

 

Ertal amca hayretle ona baktı. "Nazan... Yoksa sen?"

 

 

Arkasında sıralanan adamlara döndü. Başını dimdik tutarak konuşmaya başladı:

 

 

"Gidip herkese duyuracaksınız! Nazan Şanlıkan, yıllar önce bıraktığı yerden, kızı için, yıllar sonra devam ediyor!"

 

 

Herkes nefesini tutmuştu.

 

 

Nazan teyze gözlerini kısmıştı, sesi kararlıydı:

 

 

"Kızımın rahat olmadığı şehirde... hiç kimse rahat olmayacak!"

 

 

"Yazın bir kenara: Kızımızın kaybolduğu her an, sizin için birer zehir damlası olacak!"

 

 

"Her saat başı birinizin evine geleceğim. Beni bekleyin. İster koltukta oturun... ister diken üstünde!"

 

 

Adamlar başlarını salladı, hep bir ağızdan "Emredersiniz!" diye cevap verdiler.

 

 

Ertal amca, Nazan teyzeye hayranlıkla bakıyordu.

 

 

Onlar, iki düşman ailenin çocuklarıydı. Zorlu bir yolu aşan iki aşık...

 

 

Herkesin dilinde onların aşkı vardı: "Nazan ateştir. Ertal barut."

 

 

Ve şimdi... ateş, barutu yeniden tutuşturmuştu.

 

 

⚡⚡⚡

 

 

14 saat sonra

 

 

Önde, elindeki silahla Rahipler Malikanesi'ni kurşunlayan Nazan Şanlıkan...

 

Arkada, onu koruyan sayısız adam ...

 

 

Nazan Şanlıkan yıllar sonra sahalara geri dönmüştü. Ve bu dönüş... yıkım getirecekti.

 

 

Şimdiye kadar yedi evi taramış, ona karşı gelen kim olursa olsun gözünü kırpmadan vurmuştu.

 

 

Herkes Aden Duru için "Babasının kızı" derdi ama yanılıyordu.

 

Aden Duru, aslında annesinin kızıydı.

 

Nazan Şanlıkan, kızını kendi gibi cesur ve gözü kara büyütmüştü.

 

 

"Kızım nerede?!" diye gürledi, önünde titreyen adama.

 

 

"B-bilmiyorum! Yemin ederim bilmiyorum!"

 

 

Nazan'ın gözleri öfkeyle kısıldı. Silahını adamın alnına dayadı.

 

 

"O gün o yerde neden yoktun, Rasim Rahipler?"

 

 

Adam yutkundu. "İşim çıktı! Yemin ederim, iki gün önceden haber vermiştik!"

 

 

Nazan gözlerini devirdi. Şimdiye kadar onlarca kapıyı çalmış, ama Aden Duru'nun izine rastlayamamıştı.

 

 

Sinirle arkasını dönüp yürüdü. Asıl hedefine ulaşmak için arabasına atladı.

 

 

"Bulacağız annecim..." diye fısıldadı, direksiyonu sıktığında.

 

"Seni bulacağız."

 

 

Dakikalar sonra, hedefine vardığında, arabadan indi. Silahını kaldırıp kapının camına ateş etti.

 

 

Cam, paramparça oldu.

 

 

Nazan, yerinde durdu ve içeridekilerin dışarı çıkmasını bekledi.

 

 

İlk çıkan, küçük görümcesi Buğlem'di. Kadın, kollarını kavuşturup dudak büktü.

 

 

"Hayırdır? Bu defa bizim evi mi yıkmaya karar verdin?" dedi küçümseyerek.

 

 

Burası... yıllar sonra ilk defa geldiği yerdi. Kocasının ailesini tamamen sildiği ev.

 

 

"Kızımı bulana kadar her yeri yıkmaya karar verdim." Nazan'ın sesi buz gibiydi.

 

 

"O zaman git kızını kaçıranların evini kurşunla," dedi Buğlem sertçe. "Bize bulaşma."

 

 

Nazan başını yana eğdi, gözleri sinsi bir şekilde kısıldı.

 

 

"Nedense içimden bir ses," dedi yavaşça, "yıllar önce olduğu gibi bu işin arkasında sizin olduğunuzu söylüyor... ama ne yapacağız şimdi Buğlem?"

 

 

Buğlem alaycı bir kahkaha attı. "Şeytandır o. Arkadaşın ya, sana fısıldıyor!"

 

 

"Haddini bil!" diye tısladı Nazan, dişlerini sıkarak.

 

 

"Asıl sen haddini bil!"

 

 

Bu kez gelen ses, yaşlı ama sertti.

 

 

Merdivenlerin ucunda, elinde bastonu olsa da dimdik ayakta duran bir kadın belirdi. Beyaz teni, yeşil gözleri ve her zamanki asaletli duruşuyla baştan aşağı Nazan'ı süzdü.

 

 

"Bu terbiyesizliğinin sebebi nedir böyle?" dedi kadın, gözlerini kısmıştı.

 

 

Nazan, gözlerini ona dikti.

 

 

"Kızım nerede?"

 

 

Yaşlı kadının ifadesi değişmedi.

 

 

"Kaybolmuş kızını burada araman benim değil, senin suçun."

 

 

Nazan'ın parmakları silahının kabzasında gerildi.

 

 

"Evladımın saçının teline zarar gelsin-"

 

 

Yaşlı kadın sözünü kesti.

 

 

"Dünyayı yakarsın, değil mi?" dedi alayla. "İki evladımı benden aldın... yetmedi. Şimdi sıra diğer evlatlarıma mı geldi?"

 

 

Nazan, sessiz kaldı.

 

 

Kadın bir adım öne çıktı.

 

 

"Sen benim yüreğime ateş düşürdün, Nazan Şanlıkan," dedi sesi titremeden.

 

"Bir oğlumu öldürdün."

 

"Diğerini elimden, ailesinden aldın."

 

"Ve şimdi kalkmış, kızım nerede diyorsun?"

 

 

Bastonu sertçe yere vurdu.

 

 

"Peki ben evlatlarım için kime gidip 'Nerede?' diye sorayım, Nazan Hanım?"

 

 

Sözleri havada asılı kaldı.

 

 

Kadın derin bir nefes aldı, bakışlarını kapının önüne çevirdi.

 

 

"Şükret ki şu an elinde kızının cesedi yok."

 

 

Bakışlarını tekrar Nazan'a dikti.

 

 

"Yoksa... yıllar önce şu bahçeye," eliyle gösterdi, "atılan iki evladımın cesedine sarıldığım gibi, sen de kızının cansız bedenine sarılmak zorunda kalabilirdin!"

 

 

Nazan'ın parmakları hafifçe titredi. Gözleri buz gibiydi ama içinde bir şey kırılıyordu.

 

 

Hızla arkasını dönüp uzaklaşmak için bir adım attı.

 

 

Ama tam o sırada, kadının sesi bir kez daha yükseldi.

 

 

"Sen benim yüreğime ateş düşürdün, Nazan."

 

 

Bir nefeslik sessizlik...

 

 

"Umarım Rabbim, bu acıyı sana yaşatmaz."

 

 

Nazan, olduğu yerde dondu.

 

 

"Çünkü ben senin kadar insafsız ve merhametsiz değilim."

 

 

Kadının sesi bittiğinde... havayı sessizlik doldurdu.

 

 

Ve o an, Nazan Şanlıkan'ın yüreğine de bir kıvılcım düştü...

 

🍁🍁🍁

 

 

Aden Duru Şanlıkan anlatımıyla

 

 

Kafamda ağır bir ağrı vardı, göz kapaklarımı açmakta zorlanıyordum. İnlemelerimle birlikte biri yanıma çöktü ve bir şeyler söyledi, ancak onu anlayacak durumda değildim. Başımın ağrısı giderek şiddetlenirken gözlerimi zorla açtım. Önce her yer bembeyazdı, ama yavaş yavaş görüntüler netleşmeye başladığında etrafıma bakındım.

 

 

Bir arabanın içinde oturur vaziyeteydim. Başımın ağrısıyla inlerken açık olan kapıdan dışarı baktım. Yerde vurulan adamlar vardı.

 

 

"İyi misin?" dedi biri, ama başımın ağrısı o kadar şiddetliydi ki söylediklerini tam olarak algılayamadım.

 

 

Gözlerimi tekrar kapatıp başımı yaslandığım koltuğa dayadım. Belki biraz hafiflerdi. Ama olmadı.

 

 

Kafamı yanımda duran adama doğru çevirdim. Bulanıklık yüzünden tam göremesem de birşeyler tekrarlıyordu.

 

 

Daha fazla dayanamadım. Başım yana düşerken gözlerim karardı...

 

 

2 gün sonra

 

 

Soğuk havanın vücuduma vurmasıyla irkilerek gözlerimi hemen açtım. Karşımdaki büyük camın üst kısmı açıktı. Kendimi geriye doğru çekip etrafıma baktım. Benden başka kimse yoktu. Odayı dikkatlice incelediğimde, samimi ve bir o kadar kalın bir sesle kapıya döndüm.

 

 

"Odayı incelemen bitti mi?"

 

 

Kapıya yaslanmış, sallanan maskeli bir adam vardı. Elinde bıçak gibi bir şeyi çeviriyordu.

 

 

Ses çıkarmadan onu süzdüm. Siyah kargo pantolonunun üzerine siyah cepli bir gömlek giymişti. Yüzünü maske kapattığı için ifadesini görmek mümkün değildi. Boyu uzundu, 1.95 ya da daha fazla... Tam emin değilim.

 

 

Bir süre sessizce ona baktım, sonra gözlerimi kaçırıp önümdeki büyük camdan dışarıya çevirdim. Manzara, büyük bir ormanın içinde olduğumuzu gösteriyordu.

 

 

Sessiz kalışıma şaşırmış olacak ki alaycı bir tonla, "Vay be, 'Neredeyim? Siz kimsiniz?' diye cırlamayan bir kadın," dedi.

 

 

Onu umursamayarak göz devirdim.

 

 

"Gerçekten sormayacak mısın?" Soru sormamama takılmış olacak ki bunu vurguluyordu.

 

 

Derin bir nefes alıp kaşlarımı kaldırdım. "Sorsam söyleyecek misin?"

 

 

"Hayır!"

 

 

"O zaman?"

 

 

Maskesinin altındaki yüz hattı hafifçe değişti, gülümsediği belli oluyordu.

 

 

"Değişiksin," dedi, sesine yansıyan eğlenceyle.

 

 

"Aynen," dedim onu tiye alarak.

 

 

"Senden başka kimse yok mu burada?" diye sordum, hâlâ umursamaz bir tavırla.

 

 

"Beğenemediniz mi, hanımefendi?"

 

 

"Çok konuşuyorsun," dedim net bir şekilde.

 

 

"Rolleri değiştirdik galiba," dedi, memnuniyetini gizlemeye bile çalışmadan. Beni çileden çıkarıyordu.

 

 

"Susacak mısın?"

 

 

"Ukala olmayı bırakacak mısın?"

 

 

Ellerini ceplerine sokup tam karşıma dikildi. Ona bakmak için başımı kaldırmak zorunda kaldım ama duruşumu bozmadım.

 

 

"Burada ikimizden başka kimse yok," dedi tehditkâr bir sesle. "O yüzden benimle iyi geçin, küçük hanım. Yoksa aç kalırsın. Kimse sana yemek getirmez."

 

 

Gerçekten bu şekilde mi korkutacağını sanıyordu?

 

 

"Hadi canım, beni aç mı bırakacaksın?" dedim küçümseyerek.

 

 

"Ben sen değilim, acırım insanlara," dedi kendinden emin bir şekilde.

 

 

Bir kaşımı havaya kaldırıp onu baştan aşağı süzdüm.

 

 

"Fazla merhamet vatana ihanettir diye bir söz var, bilir misin?" dedim kesin bir tavırla.

 

 

Gerçekten de öyleydi. Gerektiğinde fazla merhamet sadece ihanet getirirdi. Güven de böyleydi. O dengeyi tutturamayarak gözümüz kapalı bir şekilde güvenirsek, sadece ihanet getirirdi bize.

 

 

"Ah Aden, vah Aden... Neyse, yolumuz uzun nasılsa."

 

 

Dudaklarımı büzüp başımı iki yana salladım. "Bak, buna üzüldüm işte. Normal hayatta senin gibi bir salakla aynı ortamda bir saniye bile geçirmeyeceğim gerçeği beni kahrediyor." Sağ elimle kalbime dokunup dramatik bir şekilde yumruk yaptım.

 

 

Bana ters ters baktı. "Biz seninle çok yüz göz olacağız gibi."

 

 

"Belli," dedim yüzümü ekşiterek.

 

 

"Dilde pabuç," dedi. Dalga geçmem hoşuna gitmemişti belli ki.

 

 

Ne kadar süredir burada olduğumu bilmiyordum. Baş ağrısından zaman kavramımı kaybetmiştim. Dakikalar mı, saatler mi geçmişti... hiçbir fikrim yoktu.

 

 

"Beni dinlemeye hazırsan, sana baştan sona her şeyi anlatacağım," dedi.

 

 

Bu defa sesi farklıydı. Önceki öfkesi, sertliği azalmış, yerini tuhaf bir samimiyete bırakmıştı. Sanki düşmanına bakar gibi değil de... başka bir his vardı gözlerinde.

 

 

"Korkuyor gibisin," dedim, ses tonunu tartarak. Amacım, gerçek niyetini anlamaktı.

 

 

"Senden mi?" Kahkaha attı. Öyle içten ve derindi ki, söylediklerimi gerçekten komik bulmuş gibiydi.

 

 

O gülmeye devam ederken, zincirlenmiş ellerimi kaldırdım. "Korkmadığını söylüyorsun ama ayaklarım yetmedi, ellerimi de zincirlemişsin. Neden?"

 

 

Omuzlarını hafifçe silkti. "Seninle ilgili o kadar çok şey duydum ki, inanamazsın. Korktuğumdan değil, sadece işimi garantiye almak gibi bir huyum var."

 

 

Bu kadar umursamaz bir şekilde konuşmasına sinir oldum. Dişlerimi sıktım. "Eğer zincirlemezsen ananı siker mi dediler, hayırdır?"

 

 

Başını iki yana salladı."Tövbe tövbe... Bir hanımefendiye hiç yakışıyor mu böyle sözler? Hiç yakıştıramadım."

 

 

Ters ters baktım. O ise derin bir nefes alıp köşedeki tekli koltuğa yöneldi. Koltuğu tek eliyle çekip tam karşıma getirdi ve üzerine oturdu. Ellerini birleştirdi, dik bir şekilde durdu ve gözlerini gözlerime kilitledi.

 

 

"Bir söz ver bana," dedi aniden.

 

 

Gözlerimi ondan ayırmadan, temkinli bir şekilde sordum. "Ne için?"

 

 

"Beni sonuna kadar dinleyeceksin ve kaçmaya çalışmayacaksın." Sesi ciddiydi, ama içinde garip bir sıcaklık da vardı.

 

 

Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Onay bekliyordu.

 

 

"Tamam, söz verdim diyelim. Peki, sözümde duracağımı nereden biliyorsun?"

 

 

Gülümsedi. "Senin hakkında duyduklarım sadece kötü şeyler değil. Sözünde duran biri olduğunu da söylediler. Güvenilir olduğunu biliyorum. O yüzden bana söz ver ki, aklındaki tüm sorulara cevap verebileyim."

 

 

Bu adam benim hakkımda bu kadar şeyi nereden öğrenmişti? Kimdi? Neden sözümü istiyordu?

 

 

Ama başka çarem yoktu. Kafamı hafifçe salladım. "Söz."

 

 

Gözlerimde bir anlığına bir şey arar gibi bakakaldı, sonra cebinden bir anahtar çıkarıp bileklerimdeki zincirleri çözdü. Ardından yerine geri geçti ve toparlanmamı bekledi.

 

 

Birkaç derin nefes aldım, bileklerimi ovuşturdum. Sonra ona döndüm ve elimle işaret ederek konuşmasını beklediğimi belli ettim.

 

 

Oturduğu yerde hafifçe öne eğildi, bir süre tereddüt etti. Sonra gözlerini gözlerime dikerek tek bir hamlede yüzündeki maskeyi çıkardı.

 

 

Nefesim kesildi.

 

 

Bu... bu imkânsızdı.

 

 

Karşımda babamın gençliği duruyordu.

 

 

Kelimelerim boğazıma düğümlendi. Ona bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Şok dalgası vücudumu ele geçirmişti sanki.

 

 

"Sen... nasıl?"

 

 

Zorlukla fısıldadım.

 

 

Gülümsedi. "Babana benzediğimi biliyorum. O yüzden maskeyle dolaşıyorum zaten."

 

 

Ama ben hâlâ bakakalmıştım. Gözlerim onun yüzündeydi, beynimse bunu mantıklı bir açıklamaya oturtmaya çalışıyordu.

 

 

" Ağzını kapat, sinek kaçacak," dedi alayla.

 

 

Görünüşe göre, tepkimi izlemek onu eğlendiriyordu.

 

 

Ama ben...

 

 

Hâlâ sadece, "Sen nasıl...?" diye tekrarlayabiliyordum.

 

 

Bütün kelimelerim uçup gitmişti.

 

 

Ve eminim, şu an gerçekten salak gibi görünüyordum.

 

 

"Babamla aramızda kan bağı var. Çeke çeke babana çekmişim işte."

 

 

Sesi, memnuniyetten çok hayal kırıklığıyla doluydu.

 

 

"Kan bağı derken?" diye sordum, içime tuhaf bir his çökerken.

 

 

"Baban, benim babamın kardeşi."

 

 

Bunu söylerken sanki bir çocuğa anlatıyormuş gibi konuşmuştu.

 

 

Sabır sınırım çoktan aşılmıştı. "Bana anlatacak mısın artık?" diye hırladım. Bütün vücudum merakla titriyordu ve kendime bu kadar merak ettiğim için şaşıyordum.

 

 

"Erdal Şanlıkan'ın oğluyum. Yıllardır kimseye görünmeyen, yurt dışında yaşayan, adını bile kimsenin bilmediği o kişiyim."

 

 

Bunu söylerken sesi, içindeki binlerce lego taşının yıkılması gibiydi. "Kimsenin ismini bile bilmediği..." Bu kelimeleri özellikle bastırarak söylemişti.

 

 

Peki ama neden? Neden kimse onun varlığını bilmiyordu? Neden saklanıyordu?

 

 

24 yıl boyunca hayatımda olmayan insanlar bir anda karşıma çıkmıştı ve bu insanlar benim babamın ailesiydi. Ama bana hiçbir şey söylenmemişti.

 

 

Gerçek ortadaydı, ama ben o gerçeğin dışında tutulmuştum.

 

 

Çocukken soy ağacı ödevim için babama sorduğumda neden sadece dört kişiyi yazmıştı? Neden saklamıştı herkesi benden? Ve en önemlisi... Bu adam neden beni kaçırmıştı?

 

 

Kaçırmak...

 

 

Beni babamın yeğeni kaçırmıştı!

 

 

"Peki neden? Neden normal bir şekilde değil de, beni kaçırarak anlattın bu gerçeği?"

 

 

Artık algılarım kapanmıştı. Düşüncelerim karmakarışıktı. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bile bilmiyordum.

 

 

"Seni ben kaçırmadım, seni ben kurtardım."

 

 

Sesi net ve kararlıydı.

 

 

"Kimden?"

 

 

"Şimdi her şeyi baştan sona anlatacağım. Bu süreçte sadece dinle."

 

 

Derin bir nefes aldı. Yüzünde bir anlığına bir tereddüt belirdi, sonra cümlelerini toparlayıp konuşmaya başladı.

 

 

"Baban ve annenin de içinde bulunduğu bir ekip tarafından... Ailem..."

 

 

Sesi titredi. Gözlerine baktığımda dolduklarını gördüm. Ama hemen başını çevirdi, kendini toparladı.

 

 

"Benim de içinde bulunduğum araca suikast girişimi yapıldı."

 

 

Elini yumruk yapıp sağ eliyle burnunu sıktı.

 

 

Beynim algılamakta zorlanıyordu. Şok içinde başımı salladım.

 

 

Benim babam... Kendi kardeşine mi?

 

 

Hayır. Hayır, hayır. Yanlışlık vardı. Bu olamazdı. Babam böyle bir şey yapmazdı.

 

 

"Yalan söylüyorsun."

 

 

Sesim titredi. Kontrolüm dışında çıkan bir fısıltıydı bu.

 

 

Ama o, sözlerimi umursamadı. Konuşmaya devam etti:

 

 

"O gün o araçta annem ve babam öldü. Ablam, beni korumak isterken ağır yaralandı."

 

 

"Babam yapmaz."

 

 

Bu defa kararlıydım. Almira, Erdal Şanlıkan'ın ailesini öldürdüğünü söylemişti, evet. Ama bu, babamın yaptığı anlamına gelmezdi.

 

 

Ama...

 

 

Almira'nın o akşam söyledikleri...

 

 

Ve babamın buna tek bir kelime bile söylememesi...

 

 

Bir bomba gibi patladı zihnimde.

 

 

Babam neden sessiz kalmıştı?

 

 

"Ben ve ablam o gün herkes tarafından ölü gösterilerek Kanada'ya gönderildik. Ablam yıllarca tedavi gördü. O süreçte bana annelik yaptı."

 

 

Sesi gergindi. Sinirini bastırmaya çalışıyordu ama hareketlerinden kendini zor tuttuğu belliydi.

 

 

"Ben büyüdüm, ama ablam çocuk olmayı altı yaşında bırakmıştı. Senin ailen, benim annemle babamı ve ablamın da hayatını bizden aldı."

 

 

Sesinde, sabırla örtülmeye çalışılan bir öfke vardı. Ama sabrı, incecik bir ip gibiydi-her an kopmaya hazır.

 

 

Sonra...

 

 

Gülümsedi. Ama bu, neşeli bir gülümseme değildi. Acı doluydu. Dalga geçer gibiydi ama içinde yanan öfke de apaçık ortadaydı.

 

 

"Yıllar geçti ve duyduk ki Ertal Şanlıkan baba olmuş. Bir kızı varmış."

 

 

Ve ardından, sözleri bıçak gibi saplandı.

 

 

"Benim ailemi yok eden insanlar, kendilerine yeni bir hayat kurmuş. Yeni bir aile."

 

 

Onu duyduğum halde, sanki beni duymuyordu.

 

 

Benimle değil, kendisiyle konuşuyordu.

 

 

"Babam yapmaz."

 

 

Fısıldadım.

 

 

Ama o beni duymadı.

 

 

"Benim babam, kendi kardeşine zarar vermez!"

 

 

Ama o hâlâ beni duymuyordu.

 

 

"Yıllar sonra, ablamın içinde bulunduğu ekibin seni öldürmek ve Ertal Şanlıkan'dan en büyük intikamı almak için bir ajanımız içinize sızdırıldı."

 

 

Gözlerimin içine bakarak söyledi bu sözleri. Zaten her duyduğumla sarsılıyordum, ama son cümlesi beni büsbütün altüst etti.

 

 

"A-anlamadım?" diye fısıldadım, kelimeleri tam olarak kavrayamadan.

 

 

"Yıllar önce, okul bahçesinde evlatlık olduğunu öğrendiğin günü hatırlıyor musun?"

 

 

Bu soru, kalbime ağır bir darbe gibi indi. Unutmak için tarihe gömdüğüm anılar bir bir gözümün önünde şerit halinde akmaya başladı.

 

 

Lise 1. sınıftaydım. Annem beni okula bırakmaya gelmişti, ama hemen ardından kaçırıldı. Çok sonrasında asıl hedefin ben olduğunu, fakat annemin beni korumak için kendini feda ettiğini öğrenmiştik.

 

 

Babam, onu bulacağına dair söz vermiş, beni ise korumalar eşliğinde okula göndermişti. Ama o gün hiçbir şey olmamış gibi derse girmem mümkün değildi. Bahçede tek başıma oturuyordum. O sırada yanıma gelen bir kız, hayatımı altüst edecek gerçeği yüzüme çarpmıştı.

 

 

Onunla kavga ettim. Ama kavga sırasında, bu bilginin çoktan tüm okulda yayıldığını fark ettim. İnsanların bana nasıl baktığını gördüm ve dayanamayarak okuldan kaçtım.

 

 

O gün annem yoktu. Babam ve dedem de günlerdir eve gelmiyor, annemi arıyorlardı. 14 yaşındaki ben, iki ağır gerçekle baş başa kalmıştım. Yaşadığım şok ve daha önce atlattığım hastalığın etkileri birleşince, şiddetli bir burun kanaması ve dayanılmaz bir baş ağrısı başladı.

 

 

Okuldan uzaklaştım, bilinçsizce orman yoluna doğru yürüdüm. Kendime defalarca bunun yalan olduğunu söyledim. Ama gerçek, içimi kemiren bir yara gibi her nefesimde hissettiriyordu kendini.

 

 

O gün... Bütün okulun evlatlık olduğumu öğrendiği o gün, şimdi gözlerimin önünden geçerken, sağ gözümden süzülen bir damla yaş yanağımdan aşağı süzüldü.

 

 

Babamı aradım. Cevap vermedi.

 

 

İlk kez o gün, öz evlat olmadığımı iliklerime kadar hissettim. Babam, ne olursa olsun, benim canımın yandığını hissederdi, değil mi? Ama o gün yoktu. Annem yoktu. Babam yoktu. Bir başıma kalmıştım.

 

 

Şimdi ise... O günkü ben, 14 yaşındaki Duru, tekrar karşımdaydı.

 

 

"İyi misin?"

 

 

Yanımdan gelen telaşlı sesle irkilerek geriye çekildim.

 

 

Yanıma çöken adam da bir adım geriye çekildi, ellerini havaya kaldırarak sakinleştirmeye çalıştı beni. "Sakin ol, benim. Burnun kanıyor, iyi misin?"

 

 

Sesinde bir endişe vardı. Sadece meraktan sormuyordu, korkuyordu da...

 

 

"İyiyim," dedim. Ama sesim o kadar cılızdı ki, duyup duymadığından emin olamadım.

 

 

Gözlerimi sıkıca kapatıp açtım. Elimi burnuma götürdüğümde, kanın çeneme kadar aktığını gördüm.

 

 

Ama umursamadım.

 

 

"Devam et."

 

 

Sanki iyi olduğumdan emin olmak ister gibi, yüzümü inceledi. Sabırsızlanıyordum. Sinirle ona döndüm ve bağırdım:

 

 

"Şu sikik olayı artık anlat!"

 

 

Ellerim titriyordu. Başım zonkluyordu. Bedenimi saran soğuk ürperti, bana asıl gerçeklerin şimdi geleceğini fısıldıyordu.

 

 

Ve o gerçekler... Canımı daha da yakacaktı.

 

 

Kafasını salladı, yerine geçip eski pozisyonunda oturdu. Derin bir nefes alarak devam etti:

 

 

"O gün gönderilen ajan, senin evlatlık olduğunu duyurdu ve okuldan kaçmanı sağladı. O okuldan çıkmak zorundaydın ve bu ancak gerçeği öğrenmenle mümkün olabilirdi."

 

 

Nefes alışım hızlanırken, zorlukla "O gün bunu öğrenmemle ne olacaktı? O gün planlanan şey neydi?" diye sordum.

 

 

"Öldürülecektin."

 

 

Net bir şekilde söylemişti. Açık sözlüydü, dobra konuşuyordu. Gözleri, her bir kelimesini bilinçli seçmeden, yalan söylemeye gerek duymadan anlatıyordu.

 

 

"Baban, annenin kurtulduğuna bile sevinemeyecek bir duruma gelecekti."

 

 

Yutkundum.

 

 

"Peki, ne oldu da öldürülmedim? Ne oldu da plan bozuldu?" diye sordum bu kez.

 

 

"Merhamet..."

 

 

"Ne merhameti?"

 

 

"Seni öldürecek kişi, sana kıyamamış."

 

 

"Neden?"

 

 

"Aciz bir şekilde ona sarılmışsın."

 

 

Birden irkildim. O an eksik parçalar tek tek yerine oturdu zihnimde.

 

 

"Ömer..." dedim, fısıldayarak.

 

 

Sessizlik çöktü. O sustu, ben sustum. Gözlerim bulanıklaştı. Nefesim kesildi. Göğsümün tam ortasına görünmez bir yumruk inmiş gibi hissettim. Nefes almak istedim ama yapamadım. Ellerim, istem dışı boğazıma gitti.

 

 

Ne olduğunu bilmiyordum. Algılarım kapanmıştı sanki. Karşımdaki adam hızla yanıma gelip boğazımdaki ellerimi açmaya çalıştı.

 

 

"Nefes... Alamıyorum..."

 

 

"Aden, bırak," dedi yanımda duran beden.

 

 

Neyi bırak? Neyi bırakmamı istiyordu?

 

 

"Bırak kızım şunu," dedi yeniden. Duyuyordum ama göremiyordum. Gözlerimin önünde bulanık bir beden vardı. Neden griydi her yer?

 

 

"Aden!"

 

 

Aynı ses, bu kez daha sertti. Bağırıyor muydu? Peki ya neden?

 

 

Kollarımdan tutup bileklerimi hızla boğazımdan çektiğinde öksürmeye başladım. Yaşlar yanaklarımdan akarken, nefes almaya çalışıyordum.

 

 

"Öldüreceksin kendini, manyak!" diye bağırdı bu defa.

 

 

Ağlayarak, öksürerek ona baktım. Omuzları çökmüştü. Sonra, her iki kolumu kendine çekip başımı göğsüne bastırdı.

 

 

"Ağla," dedi, şefkatle. "Ağla, içine atma."

 

 

Elimi göğüs kafesine yaslayarak kendimi geriye çektim.

 

 

"Beni yalnız bırak," dedim sessizce.

 

 

Ağlamak istiyordum.

 

 

Ama bu şekilde değil... Güçsüz bir şekilde, tanımadığım bir adamın kollarında ağlamak istemiyordum.

 

 

Gözlerimin içine baktığında, iyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyor gibiydi. Sonra kafasını sallayıp ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü. Tam çıkarken arkasını dönüp,

 

 

" İsmim Toprak, bir şey olursa seslen," dedi ve gitti.

 

Ayaklarımı kendime çekip başımı dizlerime dayadım. Yıllar önce yaşadığım travmanın sebebini öğrenmiştim. Meğer dostum sandığım kişi, Ömer Miran, aslında bir hainmiş... Ve ben bunu hiçbir zaman anlayamamıştım.

 

 

"Kardeş dedim ben sana!" diye hıçkırarak fısıldadım. "Abimdin lan sen benim!" Bu kez daha yüksek bir sesle, bağıra bağıra söyledim.

 

 

"Sen... Kardeşimsin dediğin kızı öldürmeye teşebbüs ettin lan!" Boynumu büktüm, gözyaşlarım süzülürken.

 

 

"Neden lan? Niye? Ömer, ne için?"

 

 

"Çok mu kolaydı lan aciz bir kızı öldürmek? Bu muydu senin şerefin? Bu kadar mıydınız siz?"

 

 

"Abim dedim lan sana! Tüm dünyayı karşıma alırdım senin için!"

 

 

Bağırdım, çağırdım ama ne faydası vardı ki? Zamanı geri alabilir miydim? Geçmişe dönebilir miydik? Bütün olanları düzeltebilir miydik?

 

 

Hayır...

 

 

Ve şunu asla unutma, Ömer Miran... Ben belki bir gün affederim seni ama çocuk olan o kız... O asla affetmeyecek!

 

 

Sabaha kadar bağırdım. Hem bağırıyor hem de ağlıyordum. Güçsüzlük nedir bilmediğimi sanıyorlardı ama benim yaslandığım dağlar bir bir yıkılmıştı.

 

 

Kafamı arkamdaki duvara yaslayıp gözlerimi büyük pencereye dikmiştim. Saatlerdir oturuyor, karşımdaki manzaradan güneşin doğuşunu izliyordum.

 

 

Kapının hafifçe çalınmasıyla gözlerimi kapattım. İki dakika sonra kapı açıldı. Adım sesleri önüme kadar gelip durdu. Gözlerimi açmadan konuşmaya başladı:

 

 

"İyi misin?"

 

 

Gözlerimi açmadım.

 

 

Derin nefes alıp tekrardan konuştu

 

 

"Buradan çıkmamız lazım. Benim işin içinde olduğumu öğrenmeleri an meselesi."

 

 

Gözlerimi açıp karşımda duran adama sakince baktım.

 

 

"Bana neden yardım ediyorsun?"

 

 

"Benim seninle bir alıp veremediğim yok," dedi aynı sakinlikle.

 

 

"Ama babamlarla var," dedim aynı tonda.

 

 

Önce bir baktı, sonra arkasını dönüp pencereden soğuk havanın yüzüne vurmasını sağladı.

 

 

"Ertal ve Nazan Şanlıka'nın suçunu öz olmayan kızlarının boynuna koymak şerefsizlikten başka bir şey değil."

 

 

Söylediği sözler belki dudaklarından sakin çıkmıştı ama benim kalbimde saklı olan yarayı hançer gibi deşmişti.

 

 

Sesimi çıkarmadım, tepki vermedim. Sadece sustum. Sessizliğimin ardından arkasını dönüp arka cebinden anahtarı çıkardı ve ayaklarımı bağlayan zincire ilerledi. Zinciri çözüp ayağa kalktı.

 

 

"Bu kadar misafirlik yeter. Gerçekleri öğrendiğine göre gidebilirsin. Ama unutma Aden Duru, sana dost diye yaklaşan insanlar iyi niyetli oldukları için değil, belli bir çıkar uğruna yaklaşırlar."

 

 

Ardından elini uzatıp sordu:

 

 

"Var mısın benimle bu savaşı durdurmak için mücadele etmeye?"

 

 

Bir ona, bir de uzattığı ele baktım.

 

 

"Eğer sevdiklerim bu savaşta zarar görürse-"

 

 

"Sana şu kadarını söyleyeyim: Kendi gerçeklerimi öğrenene kadar kimseye bir şey yapamayacağım. Bunun için sana söz veriyorum. Ama başka bir söz bekleme, çünkü hiçbir şeyi kestiremem," dedi, benim açıklama yapmama fırsat vermeden.

 

 

Başımı sallayıp uzattığı elini tuttum ve ayağa kalktım. Ellerimiz ayrılmadan birbirimize baktık. Hafifçe gülümsedi.

 

 

"Bu kadar üzülmeni istemezdim ama gerçekleri öğrenmek zorundaydın."

 

 

Elimi çekip saçımı geriye attım.

 

 

"Senlik bir sorun yok, iyi yaptın anlatarak. Yoksa yalanlarla yaşamaya devam edecektim."

 

 

Kafasını salladı ve önden gitmem için yol verdi.

 

 

Odadan çıkarken arkadan konuşmaya devam etti:

 

 

"Ana yola çıktıktan sonra seni bir ekip alacak, eve kadar eşlik edecekler. Senden tek istediğim, beni gördüğünü kimseye söylememen."

 

 

"Beni ilk kaçıranlar da sizinkiler miydi?" diye sordum. Eğer öyleyse, dönüşüm normal olmayacaktı.

 

 

"Hayır, vurduğun yöneticilerden birinin ailesiydi," dedi net bir şekilde. Yalan söylemediğini, kendinden emin olduğunu görebiliyordum.

 

 

Bahçeye çıkıp arabaya doğru ilerledik. Ön kapıya yaklaşırken telefonun çalmasıyla olduğum yerde durdum ve Toprağa baktım. O da önce bana, sonra telefonuna baktı.

 

 

"Kim?" diye sordum, içimdeki merakla.

 

 

"Bilmiyorum, numara gözükmüyor," deyip telefonu açtı.

 

 

Kaşları birden çatılınca yanına ilerleyip önünde durdum.

 

 

"Ne oldu?" dedim. İçimde huzursuzluk büyüyordu.

 

 

"Annenler şu an bir çatışmadaymış. Oraya gitmemiz lazım."

 

 

Onun sözleriyle hızla arabaya ilerleyip koltuğa oturdum. O da hemen arkamdan gelip arabayı çalıştırdı.

 

 

"Silah var mı sende?"

 

 

"Torpidoda bir tane var, bir tane de koltuğunun altında."

 

 

İki silahı çıkarıp kontrol ettim. Birini belime, diğerini de elimde tuttum.

 

 

Toprağa gelen konuma doğru ilerlerken uzaktan da olsa silah sesleri duyuluyordu. Araba, çatışmanın olduğu araziye yaklaşınca durdu. Kapıyı açıp aşağı indim, silahımın şarjörünü kontrol ettikten sonra ilerlemeye başladım.

 

 

"Bundan sonrası sende, benim yapacaklarım bitti," dedi Toprak, arkamdan seslenerek.

 

 

Arkamı dönüp ona baktım. "Gelmiyor musun?" diye sordum.

 

 

Gülümseyip alayla, "O kadar da değil, değişik," dedi.

 

 

Silah sesleri artarken daha fazla oyalanmadan ona başımla onay verdim. "Yerimi biliyorsun zaten," dedim. O da aynı şekilde başını salladı.

 

 

Onun olduğu yerden uzaklaşıp silah seslerinin geldiği yöne doğru koştum. Ön tarafa çıktığımda, havaya ateş açan adamları görünce etrafa şaşkınlıkla baktım.

 

 

"Ne oluyor lan?" Kelimeler, ağzımdan şok içinde döküldü.

 

 

"Aden Duru!"

 

 

Annemin bağırmasıyla sesin geldiği tarafa döndüm.

 

 

Karşımda, siyahlara bürünmüş, elinde silah tutan annemi görünce ağzım açık kaldı.

 

 

"Anne?" diye fısıldadım, şok içinde.

 

 

Annem tam bir lider edasıyla, dimdik karşımda duruyordu.

 

 

"Kızım," dedi, silahını yere atıp hızla bana doğru yürüyerek.

 

 

Ben de hızla ona doğru ilerledim. Karşı karşıya geldiğimizde aramızda sadece iki adım vardı. Annem baştan aşağı beni süzüp dolmuş gözlerle bakıyordu.

 

 

Omuzlarımı serbest bırakıp elimdeki silahı yana attım ve ona sarılmak için bir adım atacakken bir el silah sesi havayı yardı.

 

 

O an, aramıza giren kurşunun yarattığı korku bütün bedenime yayıldı.

 

 

Hemen anneme döndüm. O da aynı şekilde bana bakıyordu. Gözlerindeki korku gözlerime yansıyordu.

 

 

Annem sendeleyip bana doğru düşerken hızla öne atıldım ve onu tuttum.

 

 

"Anne," dedim fısıltıyla, korkuyla.

 

 

Dizlerimin üzerine çöküp annemi kollarımda tutarken kurşunun isabet ettiği yeri arıyordum.

 

 

"Anne," dedim yeniden, sesim titriyordu. O ise hızlı nefes alıp veriyordu.

 

 

Ben annemle ilgilenirken çevreme göz gezdirdiğimde tüm adamlarımızın tek tek vurulduğunu fark ettim.

 

 

Arkamdan gelen ayak sesleriyle irkildim. Kafamı çevirdiğimde, elinde silahla bize doğru yürüyen birkaç adamı ve onların arasından beni şoka uğratacak o kişiyi gördüm.

 

 

"Sen..." dedim, öfkeyle ona bakarak.

 

 

Gözlerimin içine bakarak sakin bir sesle, "Görüşmeyeli epey zaman olmuştu," dedi.

 

 

"Duru..."

 

 

Annemin cılız sesiyle ona döndüğümde göz kapaklarının ağır ağır kapandığını gördüm.

 

 

"Anne, lütfen! Bende kal!" diye yalvardım.

 

 

"Ne kadar üzücü değil mi?" dedi Sertar, alayla. "Annenin senin kollarında can vermesi..."

 

 

Sinirle ona döndüm. "Kes sesini, adi herif!" diye bağırdım.

 

 

Dilini damağına üç defa vurup başını iki yana salladı. "Yine aynı şeyi yapıyorsun Aden Duru. Yine suçu olmayanlara saldırıyorsun."

 

 

Onun gözlerine dik dik bakarken yavaşça annemi yere bıraktım ve ayağa kalktım.

 

 

Sertar'ın tam karşısına geçip gözlerimi onunkilere kilitledim.

 

 

"Ya şimdi çekip beni de vurursun," diye bağırdım. "Ya da ölümlerden ölüm beğen!"

 

 

Sertar gözlerimin içine baktı.

 

"Ölümlerden ölüm beğen mi?" diye tekrarladı alayla. Ama o alaycı tonunun ardında sakladığı bir acı vardı. Gözleri dolmuştu. "Annem öldüğünde ben zaten öldüm ki."

 

 

Sertar'ın dudaklarından dökülen cümleyle yerimde kaskatı kesildim.

 

 

"Ne?" dedim fısıltıyla.

 

 

Yutkundum.Züleyha Hanım öldü mü?

 

 

Sertar'ın gözlerinde gördüğüm keder, söylediğinin yalan olmadığını kanıtlıyordu. Birkaç saniye boyunca ikimiz de birbirimize baktık. Sonra yavaşça silahını kaldırıp bana doğrulttu.

 

 

Gülümsedim.

 

 

"Ben sadece seni sevdim... Sadece seni sevdik."

 

 

Sesi titriyordu. Gözleri parlıyordu. İçindeki öfke ve kırgınlık bir an için de olsa yüzüne yansıyordu.

 

 

"Ama sen hep kendini düşündün," dedi sinirle. "Bencilsin, Aden Duru. Hem de çok."

 

 

"Laf kalabalığı yapma, Sertar Efendi," dedim soğukkanlılıkla. "Çek tetiği."

 

 

Ama gözüm annemdeydi.

 

 

Nefesi gittikçe düzensizleşiyordu. Gözleri kapanmak üzereydi. Burada daha fazla oyalanamazdım.

 

 

"Çek vur!" dedim gözlerimden yaşlar süzülürken. Bir yandan anneme bakıyor, bir yandan da Sertar'ı gözlüyordum.

 

 

Silahı tuttuğu elini fark ettim. Hafifçe titriyordu.

 

 

Derin bir nefes aldı. Gözleri kısıldı. Öfkeyle dişlerini sıktı.

 

 

"Yapamıyorum," dedi sinirle. "Allah kahretsin ki yapamıyorum!"

 

 

Kendi iç savaşında boğuşuyordu. Bir yanı tetiği çekmek istiyordu, diğer yanı buna izin vermiyordu.

 

 

"Yapamayacak bir şey yok!" diye bağırdım. "Ben senin aileni elinden aldım! Mert ol lan!"

 

 

Biliyordum. Sertar ancak damarına basıldığında hareket ederdi. Sertar korkaktır.

 

 

Şu an karşımda tanıdığım Sertar'dan çok uzak biri duruyor olabilirdi ama... o gözler... o gözler hâlâ eski Sertar'dı.

 

 

Kaşlarını çattı. Parmakları tetiğin üzerinde oynadı.

 

 

"Vur artık!" diye bağırdım. "Anneni elinden aldım ben, Sertar! Korkaklığı bırak!"

 

 

Sertar'ın nefesi hızlandı. Gözlerini benden ayırmadı.

 

 

Bir an boyunca zaman durdu.

 

 

Sonra, bir şeyler çözüldü içinde.

 

 

"Seni seviyorum, sevgilim," dedi, sesi yumuşak ama yıkık bir halde.

 

 

Son bir nefes aldı.

 

 

Tetiğin sesi yankılandı.

 

 

Ama sadece bir silah patlamamıştı.

 

 

Aynı anda iki el ateş edilmişti.

 

 

Sertar gözümün önünde yere yığıldı. Şok içinde ona bakarken, bedenimde bir acı hissettim.

 

 

Sırtımdan vurulmuştum.

 

 

Ayaklarımın altından yer kaydı. Nefesim kesildi.

 

 

Ve ben de yüzüstü yere kapaklandım.

 

 

Acının bedenime yayılırken gözlerimi açık tutum.

 

 

Annem.

 

 

Gözüm anneme takıldı.

 

 

Hareketsiz yatıyordu.

 

 

Gözlerimden yaşlar süzüldü.

 

 

"Anne..." diye inledim. Ama o tepki vermedi.

 

 

"Anne, aç şu gözlerini" ses çıkmadı.

 

 

"Anne, ne olur beni bırakma..."

 

 

Sesim titriyordu. Gözlerim kararmaya başlamıştı.

 

 

Uzaklardan bir yerden, babamın sesini duydum.

 

 

Acı bedenimi tamamen etksi altına alırken artık hiçbir şey duyulmuyordu.

 

 

Sadece karanlık vardı.

 

 

Ve ben kendimi ona bıraktım...

 

 

🦋🦋

 

 

Ertal Şanlıkan anlatımıyla

 

 

Ben, Yusuf, Ahi ve Ömer, gelen konuma ulaşmıştık.

 

 

Saatler önce bir konum gelmiş, orada Nazan'ın olduğu bilgisi verilmişti. Ama onun burada ne işi olduğunu hâlâ anlayabilmiş değildim. İçimde tuhaf bir sıkıntı vardı.

 

 

"Ertal amca, doğru yerde olduğumuza emin miyiz?" dedi Yusuf, etrafına bakınarak.

 

 

"Bilmiyorum oğlum, göreceğiz işte. Yürüyün, az kaldı," dedim. Sesimdeki gerginliği fark etmemek imkânsızdı. İçimde tanımlayamadığım bir huzursuzluk vardı. Nefes aldıkça içime işleyen bir acıydı bu. Duru'nun kaybolmasıyla birlikte içimde koca bir boşluk açılmıştı sanki...

 

 

Tam o sırada havayı yaran silah sesleri duyuldu. Bir anlığına her şey dondu. Birbirimize bakıp aynı anda sesin geldiği yöne döndük.

 

 

"Bu taraftan geldi!" dedi Ahi ve hızla işaret ettiği yöne doğru koşmaya başladık.

 

 

Tam o sırada... O sesi duydum.

 

 

"Duru!"

 

 

Bunu nasıl anlatırım bilmiyorum. Kanım çekildi, nefesim boğazımda düğümlendi. Kalbim deli gibi çarpıyordu ama bacaklarım bir an hareketsiz kaldı. Sonra kendimi topladım ve var gücümle koştum.

 

 

Görüntüler netleştiğinde Duru görüş alanıma girdi. Karşısında bir adam vardı. Elinde silah...

 

 

O an içimde bir şeyler koptu. Hiç düşünmeden silahımı kaldırdım. Tetiğe basmak üzereydim ki bir şey oldu. Adamın silahı yön değiştirdi. Sonra...

 

 

İki silah sesi üst üste yankılandı.

 

 

Adam aniden yere yığıldı. Kendi mi vurmuştu? Peki ya diğer silah sesi?

 

 

Gözlerim Duru'yu bulduğunda... Onu izlerken zaman yavaşladı.

 

 

Duru sendeledi. Adım atmaya çalıştı ama... olmadı. Gövdesi istemsizce yana devrildi, dengesini kaybetti ve yere yığıldı.

 

 

O an içimdeki bütün duygular sustu.

 

 

"Hayır!"

 

 

Önden ben, arkamdan diğerleri, var gücümüzle ona koştuk. Yanına vardığımda dizlerimin üzerine düştüm.

 

 

"Babam," Yüzüne düşen saçlarını geriye attım. Sırtından vurulmuştu. Ellerim titreyerek yarasına bastırdım, ama kan avuçlarımın arasından kayıyordu.

 

 

Ahi yanıma gelip üzerindeki kazağı çıkararak Duru'nun yarasına bastırınca ellerimi çekmek zorunda kaldım.

 

 

"Dayan, kızım! Kurtulacaksın!"

 

 

Tam o anda Yusuf'un sesiyle beynimden vurulmuşa döndüm:

 

 

"Nazan teyze!"

 

 

Bir an algılayamadım. Ne?

 

 

Başımı çevirdiğimde... dünya üzerime yıkıldı.

 

 

Nazan... Karım... Kanlar içinde yerde yatıyordu.

 

 

Gözlerim karardı. Nefesim sıkıştı. Midem bulandı.

 

 

"Nazan!"

 

 

Sendeleyerek yanına vardım, ellerim titriyordu. Yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Sıcak olması gereken teni... buz gibiydi.

 

 

"Yapmadın, değil mi? Beni bir başıma bırakıp gitmedin?"

 

 

Sözlerim o kadar zayıftı ki... Tanıyamadım kendimi.

 

 

Elim titreyerek göğsüne gitti. Kalbinin olduğu yere...

 

 

Hiçbir şey hissetmedim.

 

 

O an içimde bir şeyler koptu. Müptelası olduğum o kalbin... ne sesi vardı ne de atışı.

 

 

"Bana söz verdin..."

 

 

Sesim kısıktı. Hırıltılıydı.

 

 

Başıma inen bir darbeyle kafamı salladım. Olmaz... Yapmaz... Beni bırakmaz...

 

 

"Bana söz verdin! 'Bu kalp seni sevdikçe hep atacak.' dedin... Yapma, yapma! Nefesim, ne olursun, kurban olduğum, aç şu gözlerini!"

 

 

Hıçkırıklarımın arasından konuşmaya çalıştım. Anlaşılmasa da o beni anlardı. Beni, bir tek o anlardı.

 

 

"Nefesim, aç güzel boncuk gözlerini! Beni bundan mahrum bırakma, ne olursun! Birtanem, bana bir kez daha bu acıyı yaşatma!"

 

 

Ağladım, hem de hıçkıra hıçkıra. Güçlü olan, herkese kök söktüren, insanların korkuyla önünde ceketini ilikleyen Ertal Şanlıkan gitmişti. Şuan burada Nazan'ın Ertal'ı vardı. Ben güçlüysem sebebim kızım ve karımdı.

 

 

Etrafımdan sesler geliyordu ama hiçbirini algılayacak durumda değildim. Benim tek bir odak noktam vardı. O da şu an kucağımda, kanlar içindeydi.

 

 

Yana düşmüş eline dokundum. Buz gibiydi. Yerden kaldırıp avuçlarımın içine aldım, üfledim.

 

 

"Çok soğuk... Çok soğuk... Nefesim, ellerin buz gibi olmuş!"

 

 

Daha fazla üfledim. Üşürdü o... Hem de çok üşürdü.

 

 

Nazan hep üşürdü soğuk sevmezdi ki o

 

 

Korkarak elimi nabzının attığı yere koydum. Bir umut arar gibi içimden yalvardım.

 

 

"Ne olur..." dedim içimden. "Ne olursun, Allah'ım, bir mucize ver!"

 

 

Yaşlarla dolmuş göz kapaklarımı kapattım, nabzına baktım.

 

 

"Beni böyle bırakıp gidemezsin! Kalk, ne olursun, kalk! Allah aşkına kalk! Bak, Allah adı verdim! Ne olur beni bırakma! Bana bu azabı çektirme! Ölme... Ne olur geri gel!"

 

 

"Nabız alamıyorum!"

 

 

Ahi'nin sesi kulaklarımda çınladı.

 

 

Başımı hızla ona çevirdiğimde, gözyaşlarımın artık saklanacak yeri kalmamıştı. Vücudum titremeye başladı.

 

 

Hayır...

 

 

Allah'ım, hayır...

 

 

Dayanamam ben bu acıya. Kaybedemem onları. Kaldıramam!

 

 

Boğazım düğümlendi, kelimeler dudaklarımın arasına sıkıştı. Kalbim göğsüme sığmayacak kadar sert çarptı. Gözlerimi sımsıkı kapattım, içimde fırtınalar koparken çaresizce fısıldadım:

 

 

"Allah'ım... Lütfen... Al canımı, ama onları bağışla... Ne olur..."

 

 

Yalvarıyordum. Paramparça, nefessiz...

 

 

 

 

 

Bölüm : 07.03.2025 20:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...