
Hepinize kocaman bir merhaba!
Gündemdeki olaylar zaten hepinizin bildiği gibi çok karışıktı, ben de bu süreçte herkes gibi bir ara verdim.
Şu an ülkemizde depremler oluyor ve bu felaketi yaşayan herkese içten geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Rabbim bir daha böyle bir şey yaşatmasın.
Ben de depremi yaşadım, bu korkuyu bilirim. Ancak söylemek istediğim şey şu: Sakin olun, panik yapmak sadece zaman kaybıdır.
Yeni bölümü yazdım, buraya bırakıyorum; toplamda yaklaşık 5.200 kelime var. Aşağıda da belirttiğim gibi, diğer bölüm geç gelmeyecek.
Bismillahirrahmanirrahim diyerek başlayın derim ben. 😁
Başlamadan önce takip etmeyi unutmayın. Yorum ve oylarınızı bekliyorum, 10 bin oyu daha göremedik.
İyi okumalar dilerim! 🎉🎉
2014 Manisa
Gülmek miydi mutluluk, gülümseten miydi huzur?
Bazen yanımızda sevdiklerimiz olması bile yeterlidir insana çünkü her mutluluğun arkasında önemli bir şey olması gerekmezdi.
"Uykucu şirin, kalkma vakti geldi!" Nazan kahvaltıya çocukları çağırmak için üst kata çıkıyordu. Aden'in uykusu ağırdı; gece zorla erkenden yatmasını isteseler de sabahları uyanması her zaman güçlükle oluyordu.
Kızının inadını bildiği için önce Yusuf'un odasına ilerleyip kapıyı çaldı. "Yusuf, hadi oğlum, uyanma vakti geldi!" diyerek içeri girdi ama Yusuf'un yatağını boş görünce gülümseyerek kafasını salladı ve Aden'in odasına doğru ilerledi.
Kapıyı yavaşça açıp içeri girdiğinde karşısındaki manzaraya gülmemek için dişlerini sıktı.
Yatakta Aden Duru ters yönde uyumuştu; Yusuf'un bacağı Aden'in kucağındaydı. Aden'in bir bacağı aşağıya sarkmış, diğerini kendine çekmişti. Nazan bu manzarayı görünce telefonunu çıkarıp fotoğrafını çekti.
"Bizimkiler daha uyanmadı mı?" Ertal'ın seslenip içeri girmesiyle telefonunu kapatıp kocasına döndü.
"Şunların haline bak, kim bilir gece kaçta uyudular."
Ertal televizyon ünitesinin yanındaki dağınıklığı işaret edip, "Anlaşılan çekişmeli bir gece olmuş, bak kumandanın bir kolu kopmuş." dedi.
"Sinirlenince hırsını kırarak alıyor," dedi Nazan, olumsuz yönde kafasını sallayarak.
"Kendine zarar vermektense bir şeylerden çıkarması daha iyi." Kızının kendi yerine eşyalara zarar vermesi, onun için biraz da olsa iyi bir şeydi.
Köpekleri Baron, bir ay önce vefat etmişti. Aden Duru bu kaybı zorlukla atlatsa da, sinir yönünden daha agresifleşmişti. Tedaviyi ne kadar istese de Aden Duru, istemediği için zorlanmamıştı.
Bu süre zarfında en iyi yöntemi uygulamıştı: sevgi ve şefkat. Kızına daha fazla zaman ayırmış ve neredeyse tüm gününü onunla geçirmişti. Bu sayede kızı, eskisi gibi olmasa da düzelmişti.
"Kaybetmeye tahammülü yok."
Karısının bu sözüne acıyla gülümseyip, "Hangimizin var ki?" dedi Ertal.
Nazan, kızına doğru yürüyüp yüzüne gelen saçları geri atıp burnunu öptü. Aden Duru, uykusunun sersemliliğiyle bir şeyler söylese de uykusuna devam etti.
Ertal da karısına yardımcı olarak Yusuf'a doğru ilerleyip onu uyandırmaya yöneldi.
Ertal'ın seslenmesiyle Yusuf kalktı, ama Aden hâlâ uyuyordu.
"Dudu, ayağımı bırak bari," Yusuf, Aden'in kucağındaki ayağını çekmeye çalıştı ama başarılı olamadı.
"Ya biraz daha nolur," Aden'in mızmızlanmasına Ertal gülmeye başladı.
"Ne kadar biraz?" diye dalga geçti.
"Birazın hesabını mı yapacağız baba?" Uyku sersemliğiyle sesi boğuk çıkmıştı.
"Borozon hosobono mo yopocogoz Bobo!" Ertal, Aden'in sesini taklit edip onu gıdıklamaya başladı.
Aden, gıdıklanmanın etkisiyle Yusuf'un bacağını bırakıp yerinden zıpladı.
"Ya böyle insan mı kaldırılır, Allah aşkına?"
Aden'in tepkisine gülerek cevapladı Ertal:
"Ya böyle insan mı uyur, Allah aşkına?"
"Hadi hadi, elleri yıkayıp aşağıya inin, kahvaltı hazır, bekletmeyin!"
Nazan, ikiliye bunları dedikten sonra kapıya yöneldi. Ertal da karısının peşine takılıp odadan çıktı.
"Hatun?"
"Efendim canım," merdivenlerden aşağı inerken Ertal'a dönerek konuştu Nazan.
"Sence bir eksiklik yok mu?"
"Nasıl bir eksiklik?"
"Benim pederim, ortalıkta yok."
Ertal'ın bu sözüne gülmeye başladı Nazan.
"Hayırdır, babamı mı özledin?"
"Her Allah'ın günü azarladığı için, bir gün olmayınca insan boşlukta gibi hissediyor," dedi Ertal dürüstçe.
Nazan bu sözüne tebessüm etti. Kocası ve babası her ne kadar birbirlerine dalaşsalar da, birbirlerini bir gün görmeseler özlüyorlardı.
"Bilmiyorum ki, sabah erkenden kalkıp gitmiş. Aradım ama bir şey demedi, gelir birazdan," diyip masaya geçti.
"Var bir iş ama neyse," dedi Ertal .Kayınbabası ortalıktan kaybolduğunda, mutlaka bir şey olurdu. Olmaması imkânsızdı, adı üstünde Yıldırım'dı.
Tabağına kahvaltılıkları eklerken, merdivenlerden inen ikiliyi görünce gülümsedi. Bu çocuklar, kan bağı olmayan ikizleriydi.
"Dün o kadar dedim sana, ders çalışalım diye tutturdun, oyun diye. Bak, gördün mü? Sıfırız, nasıl gireceğiz şimdi sınava?" Yusuf'un mızmızlanmasına kaşlarını çattı Ertal.
"Sorun ne?" İkiliye bakarak sordu.
Aden Duru babasının onları dinlediğini görünce Yusuf'un koluna vurdu.
"Sus artık Yusuf, babam bizi dinliyor."
Masaya doğru gelip bir yandan açıklama yaptı Aden Duru:
"Bugün sınavımız var da, Yusuf stres yapıyor işte."
"İnanmadım."
"Bence inandın, Baba."
"Yoo, inanmadım."
"Yok yok, inandın inandın."
"Aklımı karıştırma küçük hanım, söyleyin çabuk ne oluyor?" Ertal bu konuşmanın sonunu bildiği için yarıda kesip konuya giriş yapmıştı.
"Sınavımız var bugün, çalışmadık," dedi Yusuf araya girerek.
Aden Duru yan bakış atıp, "Şu dilini tut artık," diye tersledi.
"Sınav var ve siz çalışmak yerine oyun oynadınız, öyle mi?" Nazan'ın sesi gelince hepsi ona döndü.
"Tam öyle demeyelim ama evet," dedi Duru gülümseyerek.
"O sınavlar hele bir düşük gelsin—"
"Okuldan mı alırsın, hadi inşallah," annesinin sözünü bitirmeden dalga geçerek cevap verdi Duru. Nazan, kızına artık ne diyeceğini bilmiyordu. Okuldan çıkarma tehdidi yapamazdı çünkü kızı bunun için çabalıyordu.
"Okula müdür diye atanırım, beni o raddeye getirme," diye büyük tehdidini ortaya attı.
İki çocuk şaşkın bir şekilde Nazan'a bakarken kapının çalınmasıyla dikkatler kapıya doğru döndü.
Yusuf ayağa kalkıp kapıya doğru yönelince, Ertal ayağa kalktı:
"Otur oğlum, ben açarım. Sen kahvaltını yap."
Kapıyı açtığında, bahçenin ortasında duran kayınbabasını görünce anlam veremeyerek kafasını salladı.
"Hayırdır peder, bahçenin ortasında neden duruyorsunuz?"
"Keyfim öyle istedi, ben de durdum. Bir sorunun mu var?" diye tersledi Yıldırım Karahan.
"Hah, ben de diyorum ki sabah sabah neyim eksik. Azarladığınıza göre artık gün doğmuş demektir," dedi Ertal dalga geçerek.
"Arsız oldun demiyor da, günüm başlamadı diyor. Sende haklısın, arsızlık zordur."
"Aynen peder, aynen. İçeri geliyor musunuz, yoksa keyfiniz hâlâ orada mı durmak istiyor?" dedi Ertal. Biliyordu ki biraz daha laf dalaşına girerse çok şeye benzetilecekti.
"Torunumu çağır, ona bir sürprizim var."
"Ne sürprizi demiyorum, çağırıp geliyorum."
"Aferin aferin, öğreniyorsun yavaş yavaş. Ee, bir ayı yetiştirmek kolay olmuyor," Yıldırım Karahan'ın bu sözlerine sabır çeke çeke içeri girip kızını çağırdı Ertal.
Kapıya gelen ev ahalisi ne olduğunu anlamadan ortada duran Yıldırım'a bakıyordu.
"Dede, ne sürprizi?"
"Gel torunum, bak sana ne getirdim," dedi Yıldırım, eliyle Duru'yu yanına çağırdı.
Duru, dedesinin yanına gittiğinde Yıldırım'ın eliyle işaret ettiği evin arka tarafında bulunan köpeği görünce şok oldu.
Hızla dolan gözleriyle dedesine döndü.
"Dede, bu?"
"Bu senin köpeğin artık. Bundan sonra o köpeğin sahibi sensin. Ona iyi bak, çünkü o bundan sonra senin en yakın dostun olacak," dedi ve Duru'nun yüzünü ellerinin arasına alıp yanaklarını öperek.
"Bu benim mi yani?" Sevinçle köpeğin olduğu yere baktı.
"Peki ismi ne?"
"Sahibi sensin, ismini de sen koy."
"Gidebilir miyim yanına?" dedi Duru izin isteyerek.
"Hadi koş bakalım."
Nazan, kızının mutluluğunu görünce gözleri dolmuştu. Bir ay önce büyük bir badire atlatmışlardı; yaşlı köpekleri Baron, Duru'nun gözleri önünde vefat etmişti. Bugün bu köpeğin gelmesiyle kızı eski haline dönecekti.
"Çok mutlu oldu," dedi Ertal, gülümseyerek kızına bakarak.
"Köpeğin ismini senin adını koyarsa ben daha fazla mutlu olacağım, bundan emin olabilirsin," diye lafı yapıştırdı Yıldırım Karahan gülerek.
"SABIRRRRRRRR YA SABIRRRRR," ellerini iki yana açıp sabır diledi Ertal.
.
.
.
Günümüz;
“Merkez, burası 12-17. Kadın hasta, yaklaşık 24 yaşında.
Sol omuz altı girişli tek mermi yarası mevcut. Çıkış noktası yok. Olay yerinde asistoli gelişti — CPR 2 dakika sürdü. 1 mg adrenalin sonrası sinüs ritmine dönüldü.
Şu an nabız 139, ritmi zayıf ama düzenli. Tansiyon 72’ye 41, ciddi hipotansiyon mevcut. Bilinci kapalı, Glasgow Skoru 5.
Oksijen desteği veriliyor. Damar yolu açık, iki yoldan sıvı takviyesi sürüyor. Aktif dış kanama minimal, iç kanama riski yüksek. Göğüs radyosu alınamadı, ilk müdahale sırasında entübasyon gerekmedi.
Kan grubu 0 Rh negatif. Acil olarak uygun kan hazırlanmalı. Travma cerrahisi, yoğun bakım ve kan bankasına bilgi geçilsin. Tahmini varış süremiz 6 dakika.
Tekrar ediyorum, kadın hasta, 24 yaş, silahlı travma, asistoliden döndürüldü. Durumu kritik.”
Paramedik bir bir koordinasyonu geçti. Yusuf yere çökmüş olayları algilmaya çalışıyordu. Bugün sevdiği iki kişi ölümden dönmüştü yada biri daha dönememişti..
Ertal'ın feryadı kullarından gitmiyordu. Hayatı boyunca ilk defa yıkılmaz denilen adam bugün bir mermiyle yerle bir olmuştu. Bir yandan kızım diye ağlayan adam bir yandan karısı için Allah'a yalvarıyordu.
Aden Duru'nun kalbi durduğunda büyük bir kargaşa çıkmıştı. Ahi hem Nazan'a kalp masajı yaparken hemde Aden Duru'nun durumunu anlamaya çalıyordu. O an beklenmedik bir şekilde gelen adamın yardımıyla bir an olsun sakinlesmisti olay.
Buhar kablosuna takılı kaldı gözleri Yusuf'un. Sahiya kaç gece geçirilmişti bu kabloyla? Kaç can buna bağlı olarak yaşıyordu? Binlerce veya milyonlarca insan...
🗣️
Ahi, ona uzatılan telsize 3.kez koordinasyonu geçiyordu;
“Merkez, burası 12-17. Kadın hasta, yaklaşık 46 yaşında.
Sırt bölgesi omurilik hizasından tek girişli mermi yarası mevcut. Çıkış noktası yok. Kurşun omuriliğe saplanmış olabilir. Olay yerinde asistoli gelişti — CPR şu an 58 dakikadır kesintisiz devam ediyor. 3 doz adrenalin uygulandı. Şu an halen nabız alınamıyor, ancak EKG’de zayıf elektriksel aktivite mevcut.
Hasta entübe edildi, solunum trakeotomi yoluyla sağlanıyor. Bilinci kapalı, Glasgow Skoru 3. Damar yolu çift hat üzerinden açık, sıvı tedavisi 3 litreye ulaştı. Kanama kontrol altında, dış kanama minimal; ancak iç kanama ihtimali çok yüksek.
Tansiyon ölçülemiyor, ağır hipotansiyon var. Vücut ısısı düşmeye başladı, hipotermi gelişme riski mevcut.
Kan grubu AB Rh pozitif. Acil olarak uygun eritrosit süspansiyonu ve taze donmuş plazma hazırlanmalı. Travma cerrahisi, anestezi, yoğun bakım ve kan bankası acilen bilgilendirilsin. Kardiyoloji ve nöroşirürji desteği gerekebilir. Tahmini varış süremiz 1 dakika.
Tekrar ediyorum: Kadın hasta, 46 yaş, omurilik hizasında silahlı yaralanma, asistoliden dönülemedi, CPR halen devam ediyor. Durumu son derece kritik.”
Aden Duru'nun da aynı anda kalbi durmasıyla elli ayağına dolanmıştı. Son anda çıkıp gelen o adam sayesinde yükü biraz olsun hafiflemiş işine daha fazla odaklanmıştı.
Şuan Naza'nın yanındaydı. Onun önceliği durumu kritik olan hastaydı. Aden Duru şuan hayatta dönmüştü ama aynı şey kayınvalidesi için geçerli değildi...
Pes etmeyecekti Naza'nın pes etmediği gibi.
"Hastaneye giriş yaptık"
Gelen sesle durmadan ayağını sedyenin iki tarafına gelecek şekilde attı. Dizlerinin üzerine çöküp eliyle kalp masajı yapmaya devam etti. Kapi hızla açıldığında durmadan konuştu.
"Dikkatli olun en ufak bir hatta hastanın aleyhine olur" diye uyardı.
"Alıyoruz sedyeyi."
"3 dediğimde" dedi Ahi önce ekrana sonra bir anlığına da olsa ona yaşlı gözlerle bakan adama kaydı bakışları. Bugün bu adama bir can borçluydu.
Çünkü bu adam bugün ona "onları kurtar" diye yalvarmisti.
Derin nefes alıp "3" dedi.
Nazani hızla ambulanstan indirip acil girişine doğru etrafı saran kalabalığın içinden hızla hastaneye doğru ilerlediler.
...
Ertal, aracıyla son hızda ilerledi.
Siren sesleri kulağında çınlarken, direksiyona sıkı sıkıya tutundu.
Ne ara hastaneye vardığını, nasıl geldiğini hatırlamıyordu.
Kendine geldiğinde, hastanenin girişinde durmuş, gözleri önünde toplanan büyük kalabalığa takılmıştı.
Ve tam karşısında...
Kayınbabası Yıldırım Karahan.
Direksiyonu öyle sıkmıştı ki, eklemleri bembeyaz kesilmişti.
Başını direksiyona yasladı, derin bir nefes aldı.
Ne diyecekti ona?
Ne söylenebilirdi ki?
Kızı...
Ölü mü getiriliyordu hastaneye?
Onu koruyamamış mıydı?
Elleri titreyerek kapıyı açtı.
Arabadan indiğinde, dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi.
Kapıyı kapatıp arabaya yaslanarak birkaç saniye toparlanmaya çalıştı.
Sonra adım adım kayınbabasına doğru yürüdü.
Karşısına geçtiğinde, Yıldırım'ın gözlerine bakacak cesareti yoktu.
Gözlerini kaçırdı.
"Iyiler de..." dedi Yıldırım, sesi çatallı, nefesi kesik kesikti.
Sanki her kelimeyi boğazından kopara kopara çıkarıyordu.
Hele ki az önce aldığı haberin ağırlığı altında...
Ona sadece "ikisi de vuruldu, hastaneye geliyoruz" demişlerdi.
Ölü mü, sağ mı?
Kimse bir şey söylememişti.
Şimdi karşısındaki adamdan bir tek cümle bekliyordu.
Evet... ya da hayır.
Bekledikçe, geçen her saniye Yıldırım'ın ciğerlerini sıkıştırıyor, nefesini kesiyordu.
"Baba..." diye fısıldadı Ertal.
Ama kelimeler boğazında düğümlendi.
Kafasını eğdi, omuzları sarsılarak ağlamaya başladı.
Yıldırım Karahan başını çevirdi, gözlerinin ucunda biriken yaşları avuç içiyle silmeye çalıştı.
Dişlerini sıktı, güçlü durmaya çalıştı.
Ama nafile...
Hıçkırıklar içinde ağlayan damadının sesi arkasından vuruyordu onu.
Dönüp Ertal'ın ensesinden yakaladı, kendine çekti.
Sıkı sıkıya sarıldı ona.
Ertal, kayınbabasının omzuna başını gömüp ağladı.
Canı yanmıştı.
Bugün, canından can koparılmıştı.
"Öldürdüler baba beni..." dedi hıçkırıklarının arasından.
"Bitirdiler beni..."
"Can evimden vurdular... hem de iki defa..."
Biri hayatı, karısı...
Diğeri yaşama sebebi, biricik kızı...
Yıldırım, titreyen elleriyle Ertal'ın saçlarını okşadı, alnından öptü.
"Topla kendini aslanım," dedi kısık bir sesle.
"Daha yıkılmadık biz. Daha hiçbir şey bitmedi."
Daha hiçbir şey bitmemişti.
Bitmeyecekti.
Bunu yapanlar, en ağır bedelleri ödeyecekti.
Onlar hâlâ birbirlerine sarılmışken, peş peşe hastaneye giriş yapan ambulansların sirenleri kulaklarını parçaladı.
Ertal ve Yıldırım, istemeden de olsa birbirlerinden ayrıldılar.
Kalpleri ağızlarında, ambulanslara yöneldiler.
İlk gelen araca yaklaştılar.
Kapının açılmasını beklerken, ikisinin de nefesi kesilmişti.
Sanki zaman durmuştu, saniyeler saatler gibi ağır ilerliyordu.
Kapı açıldığında, Yıldırım bir adım geri gitti.
Kalbini tutarak sendeledi.
Ertal hemen kolundan yakalayıp düşmesini engelledi.
Sedyede, üstüne kalp masajı yapılan, yüzü bembeyaz kesilmiş bir kadın yatıyordu.
Nazan...
Yıldırım'ın dudaklarından titrek bir fısıltı döküldü:
"Kızım..."
Nefes almakta zorlandı.
Gözleri, kızı Nazan'ın cansız bedenine takılmıştı.
Ağzında buhar pompası vardı, ellerinde serumlar, göğsünde bastıran bir doktor...
"Ne yaptılar sana?" diye inledi Yıldırım, yanına yaklaşırken.
Nazanın buz gibi ellerinden birini tuttu.
Avuçları donmuştu.
"Baba, gel," dedi Ertal, sedyenin kolayca geçebilmesi için Yıldırım'ı kendine çekerek.
Kızları içeri taşınırken, Ertal Nazan'ın solgun yüzüne uzun uzun baktı.
İçinden binlerce kez fısıldadı:
"Ne olur dayan..."
Acil girişinde doktorlar barikat kurmuştu.
Her biri gelen hastaları hızla teslim alıyor, umutla savaş veriyordu.
İkinci ambulans da kapıya yanaştı.
Kapı açıldığında, önce Ömer, ardından yaralı halde Sertar çıkarıldı.
Dediklerine göre bu çocuğun durumu da kritikti.
Ambulans geldiğinde Ertal, Ömer'e Sertar'la birlikte gitmesini söylemişti.
Bu çocuk ona lazımdı.
Çünkü gerçekler onun dilinde saklıydı...
İkinci sedye de hızla içeri alındı.
Ardından, üçüncü ve son ambulansın önüne geçtiler.
Kapak açıldığında, ters çevrilmiş bir sedyede, ağızdan hava verilen Aden Duru...
Ertal'ın gözünden bir damla yaş süzüldü.
"Babam...," diyebildi titrek bir sesle.
Kızına doğru ilerledi.
Baş ucuna geldiğinde, elleri titreyerek Aden'in saçlarına dokundu.
Sonra eğilip alnından bir öpücük kondurdu.
"Ertal Amca!"
Ömer yanlarına gelip, Ertal'ı hafifçe çekiştirerek uzaklaştırdı.
Aden Duru hızla acil servisin içine alındı.
O sırada ambulansın içinde hıçkırıklar içinde ağlayan bir ses duyuldu.
Ertal ve Yıldırım dönüp baktıklarında, Yusuf'u gördüler.
Yere kapanmış, kafasını eğmiş, içini çeke çeke ağlıyordu.
"Yusuf," diye seslendi Ertal.
Yusuf, gözyaşları içinde başını kaldırdı.
Ertal, kollarını ona uzattı.
"Gel paşam," dedi.
Yusuf, uzatılan elleri tutup ayağa kalktı.
"İyi olacaklar," dedi, sesi titreyerek.
"Senin gibi iyi olacaklar..."
Aslında, bu sözlerle en çok kendini ikna etmeye çalışıyordu.
💨💨💨
Yusuf'un anlatımıyla;
Yaklaşık 3 saattir ameliyathanenin kapısının önünde korkuyla bekliyorduk.
Ahi ve Zeynep Fidan, Nazan teyzenin ameliyatına girmişlerdi. Duru'nun ameliyatı, Nazan teyzenin ameliyatına nazaran daha az riskliydi.
İkisi de başarılı doktorlardı. Zeynep benim hayatımı kurtardı ve eminim ki Nazan teyzenin de hayatını kurtaracaktı.
Nazan teyze ameliyata girerken bile kalp masajıyla girmişti; 1 saat aralıksız kalp masajı yapılmıştı. Yaşaması mucize denilse de, bizi mucizelere inandıran Nazan teyzenin kendisiydi.
Ömrüm boyunca beni kızından ayırt etmemişti. Bana hep "oğlum" derdi. Onun deyişiyle 1 değil, 2 çocuğu vardı.
Ben ve Aden Duru...
"Yerde oturma, kalk koltuğa otur. Mikrop yuvası yerler."
Gelen sesle kafamı yerden kaldırıp ayak ucumda olan Ertal amcaya baktım. Kan çanağı olmuş gözleriyle, zorla ayakta duran bedeniyle hâlâ dimdik durabiliyordu. Ertal amcayı hayatımda ilk defa böyle görmüştüm.
Nazan teyzenin başında feryadı kulaklarımdan gitmiyordu.
"Bu acıyı tekrardan yaşatma bana," diye ağlıyordu. Hangi acıdan bahsettiğini anlamamıştım ama onun ağlamasıyla istemsizce benim de gözlerim dolmuştu.
"Tamam," deyip ayağa kalktım. Oturmadan önce lavaboya doğru yürüdüm.
"Nereye?" Ömer'in sorusuyla ona doğru döndüm.
"Elimi yüzümü yıkayacağım. Geliyor musun?" dedim ama hayır anlamında kafasını sallayınca önüme dönüp yürüdüm.
Koridoru dönüp erkekler tuvaletine yaklaştığım sırada danışmanın sözleriyle yönümü değiştirdim.
"Duru Şanlıkan, silahlı yaralama olarak gelmiş. Şu an ameliyatı devam ediyor."
"Durumu hakkında bilgi var mı acaba?" dedi tok bir ses.
"Hayır, henüz bilgi verilmedi. Annesi—" demişti ki hemşire lafını kesip, "Duru hakkında bilgi yeterli," dedi.
Bu konuşmaya kaşlarımı çattım.
Yanlarına doğru yaklaşıp, arkası dönük olan adama seslendim.
"Buyurun, ben yardımcı olayım size."
Önce bir durdu, sonra yavaşça yüzünü bana döndü. Bu adamın, bize yardım eden adam olduğunu fark ettim.
"Siz?" dedim, anlam veremeyerek.
"Merhaba," deyip elini uzattı.
Bir eline, bir de açıklama bekleyerek yüzüne baktım.
"Buradan geçiyordum da, merak ettim. Hastalarınızın durumunu bir gelip sorayım dedim. Umarım iyilerdir," dedi.
"Hastalarımızın değil, Duru'nun durumunu sordunuz sadece?"
"Hepsinin durumunu sormuştum ama siz son anda geldiniz, sanırım duymamış olabilirsiniz," deyince daha fazla kaşlarımı çattım.
"Sen kimsin?" dedim, ona bir adım yaklaşarak.
"Dediğim gibi, sadece hastalarınızın durumunu öğrenmek isteyen bir vatandaş," dedi sakin bir tavırla.
Üzerine yürüyeceğim sırada Ömer'in seslenmesiyle yarıda kesip sesin geldiği tarafa döndüm.
"Duru'nun ameliyatı bitmiş, çıkarıyorlar şimdi," dedi Ömer, yanıma yaklaşarak.
"Ohh be, şükürler olsun," dedim rahatlayarak. Bir yükün yarısı kalkmıştı üzerimden, sırada Nazan teyze vardı.
"Sen burada ne yapıyorsun?" diyince arkamdaki adamı göstermek için dönmüştüm ki kimsenin olmadığını fark ettim.
Nereye gitmişti şimdi bu?
Kahretsin.
Danışmana doğru dönüp,
"Buradaki adam nereye gitti acaba?" dedim.
"Çıkışa doğru gitti efendim."
"Yusuf, hayırdır oğlum?" Ömer'in seslenmesiyle derin nefes alıp,
"Yok bir şey," dedim.
Ameliyathanenin önüne doğru geldiğimde, kapıdan yeni çıkarılan Duru'yla gözlerim dolmuştu.
Ertal amca ve Yıldırım dede ona doğru yaklaştı.
"Güzel kızım benim," dedi Ertal amca, bir yandan Duru'nun göz kapaklarını öpüyordu.
Hemşire,
"Yoğun bakıma götürmemiz lazım," diyince yolu açıp geçmelerini sağladık. Önümden sararmış yüzüyle uyuyarak geçince yana düşen elini tuttum.
"Güçlüsün sen, başardın," dedim ama sesim titreyerek çıkmıştı.
....
2014
Nazan, çocukları okula bırakmak için arabaya doğru ilerliyordu. Arkasından oflaya oflaya gelen Duru’yla kafasını sallayıp sürücü koltuğuna oturdu.
Arkaya iki çocuk binip kemerlerini takınca arabayı sürüp okulun yolunu tutmuştu. Bugün korumaları istememişti; okuldan sonra işleri vardı, onların gelmesine gerek duymamıştı.
"Şu okul tahminen ne zaman bitecek?" diye her zamanki gibi mızmızlanmaya başladı Duru.
"Bir 10 yıl sonra," dedi Nazan.
"Bitmeyecek yani."
"Kısmen evet," dedi Nazan, bir yandan arkadan gelen aracı kontrol ediyordu.
Evden çıktıklarından itibaren bir araba onları takip ediyordu. Eline telefonu alıp kocasına mesaj yazmıştı ama Ertal hâlâ geri dönüş yapmamıştı.
Arayamazdı çünkü çocuklar vardı, korkarlardı.
Okulun kapısının önüne geldiklerinde Nazan, okulun içine arabayla girdi. İki çocuğu aceleyle öpüp içeriye yollamaya çalıştı. Ama Aden Duru, "Anne, iyi misin?" diye sorup duruyordu.
"Anne, bir şey mi oldu?"
"Hayır aşkım, bir şey olmadı, hadi siz koşun sınıfa, derse geç kalacaksınız."
"Çok da önemli değil zaten," diyordu Aden.
"Aden Duru, yeter! Hadi gir içeri," dedi, sesi bir tık kızgın ve sert çıkmıştı. Ama bunun nedeni okul yüzünden değil, peşindeki adamlar yüzündendi. Çocuklar okula girdiği gibi korumalara haber verecekti. Duru şu an onu oyalıyordu.
Duru’nun durup şaşkın bir şekilde baktığını fark edince gözleri doldu.
Kızını çekip sarıldı. "Özür dilerim, annem, sadece aklım biraz karışık, ondan sesim sert çıktı, affet beni."
"Sorun değil."
Kızının kalbini kırmıştı; şimdi bir yandan bunun vicdan azabıyla, bir yandan peşindeki bu adamların sorunuyla ilgilenecekti.
Aden Duru içeri girdiği gibi hızla arabasına binip telefonunu çıkardı. Önce Ertal’ı aradı ama ulaşamayınca korumaları aradı.
Telefondan gelen "Buyurun, Nazan Hanım?" sesiyle,
"He hemen okula koruma yollayın, gerekirse bütün korumaları toplayın," dedi.
"Peki efendim," sesiyle telefonu yana atıp arabayla okuldan çıkış yaptı...
🗣️🗣️🗣️
"Nasıl yok, İbrahim, nasıl?"
"Bilmiyoruz efendim. En son korumalara okula gitmelerini söylemiş, sonrası yok."
"Ah, Nazan, ahh."
Bahçenin ortasında ileri geri hareket ediyordu Ertal. Telefonu sessizde olduğu için Nazan’ın aramaları ve mesajını görmemişti. Sonrasında aradığında ise ulaşılamıyordu.
Aden Duru'nun okuluna geldiğinde korumaların neredeyse hepsi oradaydı. Ama bir tek Nazan yoktu.
Aden Duru, "Annemde bir tuhaflık vardı," demişti. Bunun nedenini az çok tahmin ediyordu.
"Babaa!" Ona doğru koşarak gelen kızını görünce derin nefes aldı.
"Efendim, babam?"
"Annem nerede?"
Buna bir sözü yoktu. Kızına yalan söylemek en son istediği şeydi. Kızına ne diyebilirdi zaten? Annen birazdan gelecek mi? Daha neyin ne olduğunu bile bilmiyordu.
Onun sessiz kalışına İbrahim araya girip,
"Gelecek canım, bir işi çıkmış," dedi. Ama Duru’nun gözleri babasının vereceği cevaptaydı.
"Baba?"
"Bilmiyorum babam ama bulacağız anneni," dedi, eğilip kızının saçını öptü.
"Annem kayıp mı yani?" Sordu küçük kız, sesinde korku vardı. Annesi ilk defa yoktu. Olayları az çok tahmin edebiliyor olsa da, çocuktu; daha 14 yaşındaydı...
"Evet, ama bulacağız anneni, tamam mı?" dedi Ertal, kızının yüzünü avucuna alıp öperken.
Kafasını sallayıp onayladı Aden Duru ama içinde büyük bir boşluk vardı ve bu boşluk annesini bulmadan dolmayacaktı.
Ertesi gün olduğunda, uykusuzluk yüzünden baş ağrısı çekiyordu Aden Duru. Dün gece uyuyamamıştı; uyumak için babasının yanına gitmek istemişti ama babası ve dedesi tüm gece gelmemişti. Şu an sabah olmuştu ve hâlâ gelmemişlerdi.
"Dilara teyze, babamlar neden hâlâ gelmediler?"
"Geldiler canım, sen görmedin, hani bir ara daldın ya, o ara geldiler, sonra geri gittiler," diye yalan söyledi Dilara.
İnanmasa da kafasını sallayıp kahvaltı masasından kalktı Duru. Koltuğa oturup dizlerini kendine çekti. İlk defa kendini yalnız hissediyordu; ne annesi vardı, ne de babası...
Kapı çalınınca, kapıya doğru döndü; içeri sinirden deliye dönen babasını görünce ürkerek bir adım geriledi.
"O orospu çocuğunu Turgutlu’daki inşaatta getireceksiniz, kafasını koparıp itlere yem etmeyenin anasının a—" diye devam edecekti ki Duru'yu görünce lafını geri tuttu Ertal. Kızı ona ilk defa ürkerek bakıyordu.
Telefonu fırlatır gibi İbrahim'in kucağına atıp, kızının yanına tam önüne çöktü.
"Ne bu gözlerindeki korku? Babandan korkuyor musun?" diye daha sakin bir tonda sordu Ertal.
Aden Duru önce tereddüt etse de hemen kafasını hayır anlamında salladı.
"Bir gün benim yerimde olmak istiyorsan, kimseye acımayacak, gözlerinde korku olmayacak; işte o gün sen benim yerime geçen tek kişi olacaksın," dedi ve kızını kendine çekip sıkı sıkıya sarıldı.
"Hadi bakalım şimdi okula. Annen geldiğinde okula gitmediğini öğrenirse, ne olacağını biliyoruz," gülümseyerek kızına baktı. Duru, bir an da olsa babasına katılarak gülmüştü.
Kızı gittikten sonra odasına çıkıp çekmecedeki anahtar ve kilidi aldı Ertal. Hızla arabasına binip inşaatın olduğu yere sürdü.
Bugün bir it yakalamıştı ve o itin cezasını kendi elleriyle verecekti.
...
"Durucum, daha iyi misin tatlım?" Öğretmenin sorusuyla kafasını salladı Duru. Okula geldiğinde başı şiddetli bir şekilde ağrıyordu. Şu an okul bahçesinde oturmuş hava alıyordu.
"Ben sana bir su alıp geliyorum, canım, tamam mı?"
Öğretmenin uzaklaşmasıyla kafasını göğe doğru kaldırıp, "Anne nerdesin?" dedi fısıldayarak.
"Oo evlatlık yavrucak da buradaymış."
Gelen sesle kafasını karşısında duran bir grup genç kıza çevirdi Duru. Bu kızlarla iyi anlaşamazlardı. Okulda kavga yüzünden kaç defa idarelik olmuşlardı.
"Ne saçmalıyorsun sen yine?" dedi Duru sinirle. Zaten annesi yoktu, bir de bunları çekecek halde değildi.
"Aah, tabi ya, sen bilmiyorsun," diye başka bir kız konuştu.
"Neyi bilmiyorum?" dedi Duru, kaşlarını çatarak.
"Evlatlık olduğunu," dedi başka bir kız, onun bu sözüyle oradaki herkes gülmeye başladı.
"Siz kafayı yemişsiniz," dedi Duru, gülerek. Onların bu sözlerini saçmalık olarak görüyordu. Böyle bir şey olmazdı tabii ki.
"Oyy, yavru sahipsiz, bebeğimiz ağlayacak mı yoksa?"
Duru sinirle ayağı kalkıp ortada duran kızın saçına yapıştı. "Bak, seni burada öldürürüm! Saçma sapan konuşmayı bırak artık, zaten canım burnumda!"
"İnanmıyorsan, babana sor; onlar seni hastaneden evlatlık almışlar," diyince kızın saçını daha çok çekti.
Etrafta bulunanlar da gelince herkes olayı duydu ve Duru'yla dalga geçerek alay ettiler.
"Duru'nun çok sevgili babası onun öz babası değil miymiş?" dedi bir çocuk acıyarak.
"Duru, evlatlık mı?" dedi başka biri gülerek.
"Sahipsiz kedi gibi cami avlusuna mı bırakılmış?" dedi başkası.
Bu sesler çoğaldı, Duru hızla oradan uzaklaşıp okuldan kaçtı. Vücudu titrerken, kapıda arkası dönük korumaları atlatıp hızla koşmaya başladı.
Nefes nefese kaldığında yerinde durup arkasına baktı. Nereye geldiğini bilmiyordu. Burnunda sıcak sıvının aktığını hissedince burnuna dokundu ve eli kanla doldu.
Telefonunu çıkarıp babasını aradı ama babası telefonunu açmamıştı. Bu defa dedesini aradı ama dedesi de açmamıştı.
Yalandı bunlar, biliyordu. Gerçek olamazdı; o kızlar yalan söylüyordu.
Başındaki şiddetli ağrıyla olduğu yere çöktü Duru. Yağmur hafif atınca, bu defa gözlerinden yaş geldi.
Aden Duru, 14 yaşında, kemiklerine kadar kimsesiz hissetmişti...
"Annee," dedi, göğsünde bir ağrı, gözlerindeki yaşlarla.
Günümüz
Yıllar önce okul bahçesinde öğrendiğim gerçekle, yağmurun ortasında ağlayan kendimi gördüğümde nefes nefese gözlerimi güçlükle açtım.
Monitörün tiz sesi kulaklarımda çınlıyordu. Karşımda cama vuran babamı gördüm. Bakışlarımı sağ tarafa çevirdiğimde doktorların birinin etrafını sardığını fark ettim. Sesler derinlerden geliyordu. O kalabalığın arasında bir doktorun Ahi olduğunu gördüm. Üzerinde beyaz bir doktor ceketi vardı. Ahi burada mı çalışıyordu?
Camın tekrar vurulmasıyla başımı çevirince babamın bana değil, karşıya baktığını ve oraya doğru bağırdığını fark ettim.
Ben neredeyim böyle?
Tekrar yana döndüğümde, kulaklarımda çınlayan monitör sesine dayanamadığımı hissettim. Doktorlar birinin başında toplanmış, biri kalp masajı yaparken diğerleri yardımcı oluyordu.
"Bundan sonra dönmesi artık mümkün değil," dedi bir doktor.
Mucizenin ne olduğunu bilmiyor olmalıydı. Çünkü mucize, bitti denilen yerde açan çiçek değil midir?
Kadının baş ucundaki kadın geri çekildiğinde, bakış açıma annemin yüzü girdi.
Annem?
Beynime şimşek gibi çakan gerçekle anneme şokla baktım. Kalp masajı yapılan kadın... benim annemdi!
"An—" diye fısıldadım ama devamını getiremedim. Sırtımdaki bıçak yarası zonkluyordu.
Vücudum titreyerek zar zor yerimden kalkmaya çalıştım. Bir hemşire yanımda belirdi, bir şeyler söylüyordu ama onu duymuyordum. Ağzımdaki buhar kablosunu çıkarıp yatağa attım, kolumdaki serumları çekip sarsıla sarsıla ayağa kalktım. Fakat ayağa kalkmamla yere düşmem bir oldu.
"Duru Hanım, lütfen sakin olun!" dedi hemşire, kolumdan tutarak.
Onu dinlemedim. Zor da olsa ayağa kalkıp anneme doğru yürüdüm. İki defa sendeledim ama sonunda annemin yatağına tutunup diz çöktüm. Tam başucundaydım.
"Aden Duru, yatağına geç!" diye seslendi Ahi, alnından terler akarken hem anneme kalp masajı yapıyor hem de bana bağırıyordu.
Onu da dinlemedim.
Nasıl dinleyebilirdim ki?
Annem benim uyanmamı bekliyordu. Ben uyandım; şimdi sıra ondaki.
"Hadi kalk, bak bebeğin uyandı," dedim gözyaşlarıma engel olamadan.
Babamın arkadan "Ne olur dayan, bizi sensiz bırakma!" diye ağlamasını duymak istemedim. Göğsümdeki acı, babamın sesiyle daha da artıyordu.
"Anne, nolur uyan. Canım çok yanıyor," dedim hıçkırarak.
Sırtımdaki yara sızlıyordu, hemşire kolumdan çekiştiriyordu.
"Duru Hanım, bakın yaranız kanıyor!" dedi panikle.
"Ya bırak beni! Bak ben buradayım, yaşıyorum! Ama annem... Annem ölüyor, bir şey yapın, ne olur!" diye yalvardım.
Babamın ve dedemin ağlayarak seslenmeleriyle bu defa onlara döndüm:
"Yeter susun! Susun! Annem beni bırakmaz!" diye bağırdım.
"Anne, nolur uyan! Bir şey de şunlara! Ağlamasınlar, korkutuyorlar beni!"
Onların ağlaması beni korkutuyordu. Çünkü bize hep duygularla hareket edilmemesi gerektiği öğretilmişti.
Bugün, onların ağlama sesleri, algılarımı kapatıyordu.
"Ahi, bırak artık, dönüşü yok," dedi başka bir doktor.
Sinirle ayağa kalktım.
Bırak ne demekti?
"Bırak ne demek! Ne diyorsun lan sen?" diye bağırdım.
Hemşire kolumdan çekince, onu sertçe ittim.
"Ahi, bırakma! Nolur! Ona ihtiyacım var benim!" dedim yalvararak.
"Anne!" diye feryat ettim, kendimi yere bırakarak.
"Nazan!"
Dedemin acı dolu çığlığı kulaklarımı yaktı. Ellerimle kulaklarımı kapattım.
---
Yusuf'un Gözünden:
Aden'in yere çöküp elleriyle kulaklarını kapatmasıyla, odanın kapısına doğru ilerledim.
Hemşire dışarı çıkmamı söylese de aldırmadım. Aden'in yanına gittim.
"Ölme, şimdi değil... şimdi değil... şimdi değil..." diye sayıkladı ileri geri sallanarak.
Gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Duru'yu kendime çekip başını göğsüme yasladım.
"Yusuf, ölmesin, nolur!" diye hıçkırarak yalvardı bana.
Onu böyle görmek... yıllar sonra ilk defa kardeşimi bu kadar yıkılmış görmek... içimi parçaladı.
Annemiz ölüyordu. Canımdan can gidiyordu.
"Duru, sakin ol lütfen," dedim, ben de ağlayarak.
"Ahi, bırak artık," diyordu doktorlardan biri.
Ölmüş müydü sahiden?
Bizi bırakmış mıydı?
Bırakmazdı... yapmazdı Nazan teyze...
"Anne!" diye bir kez daha bağırdı Duru.
Kalkmasını engelledim, daha sıkı sarıldım.
"Ölmez... bırakmaz bizi!" diye bağırdı tekrar.
Artık Yıldırım Dede'nin sesi gelmiyordu.
Arkamı döndüğümde, hemşirelerin toplandığını, Ertal Amca'nın ise koltuk altından desteklenerek ayakta tutulduğunu gördüm.
"Geri dön, Nazan Teyze," diye fısıldadım.
Ahi'nin ellerini çekmesiyle her şeyin bittiğini anladım.
Nazan Teyze gitmişti.
"Yapma bunu... Yapma!" diye bağırarak kollarımdan kurtulmaya çalıştı Duru.
"Benim annem ölmez!" diye haykırdı.
"Annem, kalk! Nolur kalk!" diye ağladı, sesi boğuklaştı.
Ben hayatım boyunca çok şey görmüştüm.
Çok acıya, çok kayba şahit olmuştum.
Ama hiçbir kuvvet bu aileyi yıkamamıştı.
Bugün gördüm ki...
Nazan Teyze bu evin kolonuydu.
Ve o kolon yıkılınca... evin bütün enkazı üstümüze çöktü.
...
"Babam..." derinlerden babamın sesini duyduğumda ağlayarak gözlerimi açtım. Boğazım kurumuştu, anlımdan terler akıyordu.
Nefes nefese kaldığımda, ağlayarak "annem" diyebildim sadece.
"Seni odaya çıkardılar, yoğun bakımda kalacak ama korkma, risk azalmış," dedi babam, gözyaşlarımı silerken.
Babamın sözlerine şokla ona bakakaldım. Babam iyi miydi?
"Neden öyle bakıyorsun?" dediğinde, uzaylı görmüş gibi baktığımı hissettim.
Gözlerimde yaşlar akarken, "Baba, annem..." dedim ama sonra her şeyin bir rüya olduğunu fark edince rahatlayarak gözlerimi kapatıp ağlamaya başladım.
"Allah'ım, çok şükür, çok şükür," dedim hıçkırıklar içinde.
"Duru, iyi misin?" diye sordu babam.
Kafamı evet anlamında salladım. Çok iyiydim.
"Sen yerinden kalkma, ben doktorları çağırıp geliyorum," diyerek ayağa kalktı babam. Kapıdan çıktığında ben de bakışlarımı odanın içinde dolandırdım.
Başucumda ve yerlerde onlarca çiçek vardı. Geçmiş olsun dileklerini gönderenlerin yarısı "ölmedi, kurtulamadık" demiyorsa, ben de Aden Duru değilim.
Sağ tarafımda bir çiçek gözümü ısırdı ve bunun siyah gül olduğunu fark ettim. Zorla da olsa yerimden kalkıp oturur pozisyona geldim. Siyah gülü ilk defa canlı olarak görüyordum.
Elime paketi alıp incelemeye başladım.
Çiçeklerin alt kısmında bir kart olduğunu görünce merakla onu elimle aldım.
"Çiçeklerin hepsi çok güzeldir ama içlerinde değişik olan buydu, tıpkı senin gibi. Geçmiş olsun Aden, bu dünya bir değişik çiçeğin kaybına dayanamazdı."
Kartın üzerindeki yazıyı okuduğumda istemsiz gülme tuttu beni.
Bunu kimin yolladığını bilmek çok zor olmamalıydı. Yüzümde gülümseme çiçekleri incelerken, kapı açıldı.
Gelen kişiye baktığımda, kapının önünde bana tuhaf bakan Ahiyi gördüm.
"Ne oldu?" dedim, yüzümden gitmeyen gülümseme ile.
"Şimdi sana neden güldüğünü sorsam, biz gerçekten evli değiliz diyeceksin," dedi o da benim gibi gülümseyerek. Ama onun gülümsemesi gerçek gülümsemeden uzaktı.
Neden şimdi bunu demişti ki?
"Ne alaka yani şimdi?" dedim, anlam veremeyerek.
"Hiç," diyerek bana doğru geldi.
"Bugün kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu, bir yandan önümdeki dosyalara bakarak.
"İyi," dedim sadece, yüzüm biraz düşmüştü.
"Daha iyi olacaksın," dedi, bakışlarını bende birleştirip.
Sonra yanımdaki sandalyeyi işaret ederek, "Konuşabilir miyiz? Söyleyeceklerim var," dedi. Bu defa yüzünde anlamadığım bir ifade vardı.
"Tabii," dedim, onu onaylayarak.
Yanıma gelip oturduğunda, ne söyleyeceğini bilemez halde duruyordu.
Sonra bana baktı, gözlerime. Derin bir nefes alıp konuşmaya başladı.
"Bu konuşmayı yapacağımı aklımın ucundan bile geçirmezdim. Ama öğrendim ki veda etmeden gitmek, sadece arkanda birini bırakmak değil, aynı zamanda kalbinde büyük bir yük taşımak demekmiş. Meğer veda, bir zamanlar sevmeyi öğrendiğimiz insanlara söylememiz gereken son sözlermiş."
Onu dikkatle dinlediğimde ne demek istediğini tam anlamamıştım.
Konuşurken gözleri doluyordu. Bunu fark ediyordum ama o hemen toparlanıp devam etti.
"Sen sevilmeye layık bir kadınsın, Aden Duru. Sen, gerçekten güzel sevilmeyi hak eden nadir insanlardan birisin."
Sesi, içinde bir hayranlık barındırıyordu. O an, kelimelerinin samimiyetini iliklerime kadar hissettim. Ama durup düşünmesine fırsat vermeden araya girdim.
"Sen de çok sevilmeye layıksın. O kadar temiz bir kalbin var ki... İçine düştüğümüz tüm bu olaylardan sonra anladım ki, hayatımda tanıdığım en saf ve en iyi insanlardan birisin."
Bunu söylerken elini tuttum. Avuçları sıcaktı ama parmaklarının hafifçe titrediğini hissettim.
Kafasını ağır ağır salladı, sanki her söylediğimi içselleştiriyordu. Sonra gözlerimin içine bakarak devam etti:
"Diliyorum ki bundan sonraki hayatın çok ama çok güzel olur. Merhametin öyle derin ki... Ben sende yüz güzelliğini değil, gönül güzelliğini sevdim. O kadar saf ve temizsin ki... Senin olmayan bir çocuğa bile annelik yaptın."
Başımı iki yana sallayıp hemen karşılık verdim:
"Kim olsa aynısını yapardı. Bu, bana özel bir şey değil."
Ama o, sanki en başından beri beklediği bir cevabı almış gibi, gözlerindeki kararlılıkla konuştu:
"Kim olsa yapmazdı, Aden Duru. Annesinin bile istemediği bir çocuğa annelik yapmak, her yiğidin harcı değildir. Hani hep dersin ya, 'Ben babamın kızıyım' diye... İşte, bu aileyle ilk tanıştığımda anladım ne demek istediğini. Sen tam da babanın kızısın."
Gözlerini üzerimden ayırmadan söyledi bu sözleri. O kadar içten ve samimiydi ki bir an kalbimin hızla çarptığını hissettim. Ama söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Ne diyebilirdim ki zaten?
"Çok istedim seninle olmayı, Aden Duru. Ama bazen, her istediğimiz olmazmış. Bunu anladım."
İç çekerek başını hafifçe yana eğdi.
"Hani dedin ya, 'Biz seninle zorunlu bir evlilik yaptık' diye... Haklıydın. Gerçekten de öyleydi. Ama olmadı. Nasip değilmiş, demek ki..."
Gülümsedi ama bu gülümseme, içinde acıyı da barındıran, buruk bir gülümsemeydi.
"Biz evli bir çift olamadık ama belki iyi iki arkadaş oluruz... Tabii, sen de istersen."
Gözleri umutla bana bakıyordu. İçimde bir şeyler düğümlendi. Boğazım kurudu ama sadece başımı evet anlamında sallayabildim.
"Agir'i ne zaman istersen görebilirsin, o senin de çocuğun... Bunu söylememe bile gerek yok aslında."
Elleri farkında olmadan pantolonuna gidip geri geliyordu. Ne diyeceğini bilemez bir hâlde bana baktı ve sustu. Gözlerimizin aynı anda dolduğunu hissettim.
İçimdeki duyguları daha fazla tutamadım. Kollarımı açıp hafifçe gülümsedim.
"Sarılalım mı?"
Bir damla yaş, sessizce sol gözünden süzüldü. Başını usulca sallayıp bana doğru yaklaştı ve yaralı belime zarar vermemeye dikkat ederek nazikçe sarıldı.
O an, omzumun üzerinde sıcak bir damlanın düştüğünü hissettiğimde, ben de artık tutamadığım gözyaşlarımı serbest bıraktım.
"Bu karanlık dünyada en temiz olan ikinizsiniz..." dedim fısıldayarak. "İyi ki varsın Ahi, iyi ki tanıştık. Umarım çok ama çok mutlu olursunuz. Sizi çok seviyorum..."
.
.
.
.
.
Sakın ama sakın hakaret ve beddua etmeyin. Nazan’ı zaten bağışladım, bu hepsine bedel.
Biliyorum, şimdi "Allah seni kahretmesin yazar" diyeceksiniz ama bazen ters köşe yapmak iyidir. 🥸
Bu bölümü buraya bırakıyorum, bir aksilik olmazsa 2-3 gün içinde yeni bölüm gelecek. Çok uzun olmasını istemedim.
Bölümü nasıl buldunuz?
Demek istediğiniz şeyler var mı?
Buradan takip etmeyen arkadaşlar, lütfen takip edebilir mi? 🥲
Sizleri seviyorum, hoşçakalın 🙋🏻♀️🎉
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |