
Manisa 2001
"Tamam lütfen gel," dedi Nazan Şanlıkan, sesi ağlamaklıydı. Kocasına yalvarıyordu. Bebeği eve getirdiklerinden beri ilk kez kocası evden uzaktaydı, ve o uslu dedikleri bebek şimdi evin altını üstüne getirecek kadar ağlıyordu.
"Tamam annecim, tamam bebeğim, lütfen ağlama," diyerek bebeğini kucağında bir sağa, bir sola salladı. Ancak ne yaptıysa nafileydi, bebek susmuyordu.
"Bebek ne aç ne de gazı var, altı da temiz. Hanımefendi, belki bir doktora götürsek? Belki bir yeri ağrıyordur?" diye söze girdi bebek bakıcısı.
"Ne yapacağımı bilmiyorum," dedi Nazan, endişeli bir şekilde. "Ertal şimdi gelecek, hastaneye gideceğiz." Kucağındaki bebeği sakinleştirmek için başını okşuyordu.
O sırada kapı zili çaldı. Çalışanlardan biri kapıyı açtı ve Ertal hızla içeri girdi. Nazan ona doğru koşarak, "Ertal, kesinlikle bir şeyi var, hemen hastaneye gitmemiz lazım," dedi.
Ertal karısına yaklaştı, kucağındaki ağlayan bebeğe dokundu, küçük ellerini tuttu ve saçlarını öptü. Bebeğin ağlaması anında kesilmeye başladı. Nazan ve çalışanlar şaşkınlık içinde onları izliyordu. Ertal gülümsedi, bebeği karısının kucağından alarak omzuna yasladı.
Saatlerce ağlayan bebek, Ertal Şanlıkan'ın kucağında bir anda susmuştu.
Nazan gözyaşlarını tutamıyordu. Kocasının ve kızının bu hali onu derinden etkiledi. Ertal, yavaşça sırtını okşadığı küçük kızına yan gözle bakıyordu. Bebek ağlamayı kesmiş, başını babasının omzuna yaslamıştı, küçük gözleri etrafı merakla izliyordu. Ertal gülümsedi, küçük kızının onsuz yapamayacağını anlamıştı.
"Efendim, kimliği aldık," dedi korumalardan biri. Ertal ona döndü. "Yusuf Bey'in kimliğini de aldın mı?"
"Evet efendim, yanımda," diye cevap verdi koruma.
Ertal, kucağındaki bebekle koltuğa doğru yürüyüp oturdu. "Senin oğlan da bizim kız gibi mi?" diye sordu korumaya. Adam gülümseyerek başını iki yana salladı. "Hayır efendim, Allah'a şükür bizim oğlan sizin kız gibi cadı değil. Var ya da yok, hiç aldırış etmeden uyuyor."
Ertal gülümsedi ve küçük kızın gözlerine baktı. Kız gülümsemeye başladı. "Biz seninle nasıl yapacağız acaba, küçük hanım?" dedi Ertal gülerek. Kız da ona sesler çıkararak karşılık verdi.
"Saatlerce ağladı, kriz geçiriyor sandım," diye şaşkınlıkla kocasına baktı Nazan. Elindeki zarfla yanlarına oturup heyecanla açmaya başladı. İçindeki kimliği çıkarıp baktı:
Adı: Duru
Soyadı:Şanlıkan
Anne adı:Nazan
Baba adı:Ertal
Doğum yeri: Manisa
Doğum tarihi:15.07.2001
Genç kadın gülümsedi, mutluluktan gözleri doldu. Kocasına bakarak, "Hayallerimiz gerçekleşti," dedi ağlayarak. Ertal, Nazan'ın başını öptü. "Evet, hayal ettiğim şey buydu, çok ama çok güzel bir şey. Nazan, bu anı yaşamayı çok istedim. Bu duyguyu tatmayı çok istedim. Yıllarca denedik ama olmadı. Allah’ın bir bildiği vardır dedik. En son umudumuz tükendiğinde, Akif ve Dilara'nın bebeğini görmeye gittiğimizde Duru karşımıza çıktı."
Ertal ve Nazan, çalışanlarının yeni doğan bebeğini hastanede tebrik etmeye gitmişlerdi. Çıkışa doğru ilerlerken koridorda ağlayan bir bebek sesiyle durakladılar. Ertal, kucağında bir bebekle hızla ilerleyen bir adamı fark etti. İçinde bir sıkıntı hissetti ve adamı izlemeye başladı. Adam, doktora yüklü miktarda para sayıyor ve bir başka bebekle takas yapıyordu.
Eve geldiklerinde Ertal olanları karısına anlattı. Nazan, başta büyük bir şok yaşadı, ama zamanla Duru'ya bağlandılar. Bebek, kan bağı olmaksızın kalplerine işlemişti. Zaten önemli olan da kan bağı değil, sevgiydi.
"Cennet kokuyor benim kızım," dedi Ertal, bebeğin boynundan öpüp kokusunu içine çekerken. Nazan, elinde biberonla yanlarına gelip kıskanmış gibi yaparak, "Kızın geldiğinden beri beni unuttun," dedi. Ertal, karısının elindeki biberonu alıp Duru'yu kucağında yatırır pozisyona getirip mamayı vermeye başladı.
"Gönlümde hem sen varsın, hem o," dedi Ertal gülerek. "Biriniz kalbimin atışı, diğeriniz kalbimin sahibi."
"Öyle görünmüyor Ertal Bey," dedi Nazan şakayla karışık bir kıskançlıkla. "Akşamları uyumuyorsun, kızının başucundan bir yere kıpırdamıyorsun. Koltukta uyuyup beni unutuyorsun."
Ertal kahkahayla güldü. "İstersen hemen yanına gelirim, bebeğim, sen yeter ki iste." Karısına yanaşıp, "Hem karımı çok özledim," dedi ve onu öpmeye yeltenirken Duru doyduğunu belli eden bir ses çıkardı.
Çift, kızlarının bu anı bölmesiyle gülmeye başladı. Belliydi ki Duru, romantik anlar yaşamalarına izin vermeyecekti.
Nazan, kocasının elinden bebeği alıp ona sarıldı. "Baba aynı zamanda benim de küçük hanım," dedi gülerek. Yüzünü ciddi tutmaya çalışsa da Duru, annesine tatlı tatlı gülmeye devam ediyordu.
Ertal ve Nazan, kızlarının neşesiyle bu anın tadını çıkardılar.
---
Sertar mı?
Baba mı demişti o? Hayır, hayır, olamaz...
Bir adım attı bana, ben elimdeki silahı indirmeden ona bakıyordum.
“İndir silahı, güzelce konuşalım lütfen.”
Güzelce konuşalım mı? Güzelce? Bunu bana mı diyordu? Bu adam ne saçmalıyordu?
“Bir adım daha atarsan beynini dağıtırım!” Âhi birden kükredi. Ben konuşulandan çok onun gözlerinde bir şey aradım. Ne aradığım belli değildi ama belki oralarda bir şey vardır diye baktım, ama yoktu...
Benden silahımı indirmemi istiyordu. Onun istediği gibi silahı indirdim. Bunu gören Süleyman Demirel rahat bir nefes aldı ama diğerleri bize anlamsız bakıyordu. “Siz nereden tanışıyorsunuz?” der gibi. Takmadan kimseyi ona döndüm ve bir adım attım. Tam karşısında durdum. Gözlerinin içine baktım, bilmemesini çok istiyordum ama sadece kendimi kandırıyordum.
“Bana sadece ‘bilmiyordum’ de,” sert ve bir o kadar muhtaç bir sesle söyledim.
“Delal...”
“Bana ‘bilmiyordum’ de!”
“Delal ben—”
“Bana ‘bilmiyordum’ de!”
“Özür dilerim...”
Biliyordu, her şeyi biliyordu.
“Allah kahretsin, nasıl araştırmam? Nasıl bunu göz ardı ederim? Biliyordun değil mi? Biliyordun tabii, şerefsiz köpek.” Hızla ilerleyip elimdeki silahı kafasına geçirdim. Bana doğru gelen korumaları elliyle durdurdu. Ama bunlar, benim umurumda değildi.
“Senin şerefini, haysiyetini, malını, mülkünü ulan it! Senin yedi ceddini sikerim!” Bir tane daha vurdum ve yere düştü. Üzerine hızla gidip bir tane daha vurdum. O anda kolumdan biri tuttu ve geri çekti. Ama ben çıldırmış gibi onu vurmaya çalışıyordum. Etrafımda sesler vardı ama tam anlamıyordum. Birden omuzlarımdan biri kendine çekti...
“Tamam, sakin ol. Sakin ol, sakin...” Âhi’nin sesiyle kendime geldim. Etrafıma baktım, herkes pür dikkat bizi izliyordu. Şu an nasıl bir durumda olduğumuzu düşünmeye fırsatım olmadı, çünkü düşünmeyecek bir kafa kalmamıştı.
“Çek lan o kolunu Durun’un üzerinden!” Sertar, Âhi’ye bağırıyordu. Yüzüne baktım, her yeri kan içinde kalmıştı. Âhi, beni kendine daha fazla çekti. Ne yaptığını anlamadım ama belli ki bu şerefsizin damarına basıyordu.
Sertar bu hareketi görünce birden silahını çekti. Önümde ben vardım. O silahı çektiği an, Âhi’nin adamları içeri girdi ve etrafı çevirdi. Benim adamlarım ve Âhi’nin adamları bir olup konakta duran herkese silah çekti. Biz de ortada ben Âhi’nin göğsüne yapışmış, Sertar karşımızda elinde silahla bize doğru tutmuş, diğerleri arkamızda.
“Sana o kolunu çek dedim!”
Âhi, daha fazla beni kendine çekti.
“Damarıma basma, Âhi ağa!” Kükredi. Âhi gerçekten de damarına basmıştı.
“Basarsam ne yaparsın mesela? Silahla çeker vurur, sonra korkak gibi kaçar mısın? Ama bir şey söyleyeyim mi sana, sende beni vuracak bir göt yok. Hadi çek, vur beni, bak onu daha fazla kendime çekiyorum, gel de al.” Âhi bu sözlerinin ardından beni daha da kendine yasladı. Şu an bir bütün halindeydik.
“Yeter, durun artık!” Süleyman Demirel araya girmiş bağırıyordu.
“Evet, ilk defa size katılıyorum, gerçekten yeter.” Âhi, beni bırakmadan konuştu. Yüzünü göremiyorum ama aldığı nefeslerden sinirli olduğu çok belli.
“Kızı al, siz de kızı verin, bitsin bu kavga.” Süleyman Demirel’in bu sözünü duyduğum anda Âhi’nin kollarından çıktım ve ikimiz pişkin pişkin konuşan şerefsize döndük.
“Kızı al? Senin satılık malın mı lan Aden?” Âhi konağın içinde bağırdı. Bu adamın bu haliyle dayanılacak gibi bir yanı kalmamıştı. Gerçi ben de dayanacak gibi değildim ama şu an susmuş olanların daha nereye kadar gideceğini izliyordum...
“Babasıyım onun, benim kızım o ve ben onun evlenmesine izin veriyorum. Sen de daha fazla debelenme, al kızı oturduğun yerde!”
“Sen benim babam falan değilsin.” Sakin bir şekilde cevap verdim.
“Benim kanımı taşıyorsun.”
“Önemli olan kan değil, elimde olsa bu kanı dondurur, akmaması için her şeyimi feda ederim, ama her şeyimi, anladın mı?”
“İnkar et ya da etme, bu gerçeği değiştiremezsin.”
“Senin gibi bir şerefsizin kızı olarak anılacağıma, kendimi öldürürüm daha iyi.”
“Dilini çok uzatmışlar senin. O kendini baba ilan eden Ertal, iyi şımartmış seni.”
İşte şimdi damarıma bastın.
"Bir daha babamın adını geçirdiğini, onun baş harfini dahi söylediğini, o pis ağzına alırsan seni buradan sağ çıkarmam!" Öyle bir bağırdım ki, iki adım geriledi.
"Duru, babamla doğru konuş!" Sertar efendi konuştu.
"Şerefini siktirme bana!"
"Haddini bil. Ne biçim konuşursun sen? Hiç mi terbiye vermemişler sana?"dedi Süleyman Demirel.
"Terbiyeyi sizden mi öğreneceğim?"
"O baba dediğin kişi, hiç bir bokuma benzemeyen biriymiş. Baksana, büyüklerinle nasıl konuşacağını bilmiyorsun."
"Ulan! Babamın adını ağzına alma dedim sana, şerefsiz herif!"
"Babamla doğru konuş dedim lan!"
"Senin de babanın da şerefini—"
"Yeter bu kadar! Ne bu terbiyesizlik? Süleyman Ağa, bu iş nasıl olacak? Bu kız ben istemiyorum diyor," diye başka bir yaşlı adam konuştu. Etrafta yüzlerce adam vardı, hepsi pür dikkat bizi izliyordu.
"Evlenecek! Ben verdiğim sözü tutarım."
"Bende o sözü bozarım."
"Hiç kimse benim verdiğim sözü bozamaz! Hele ki sen!"
Daha fazla dayanamayıp, Âhi'nin belinden silahı çıkarıp, tereddüt etmeden Süleyman Demirel'in bacağına, tam diz kapağına sıktım.
Kimse daha ne olduğunu anlamadan, hemen arkamı dönüp Sertar'ın omzuna sıktım. İkisi aldığı kurşunla yere düştü ve acıdan kıvranıyordu. Karşı tarafın adamları hemen silahı çıkarıp bana doğrulttu ve Âhi, o an önüme geçip korumalara bağırdı.
"Aden'i koruyun!" Âhi'nin bağırmasıyla adamların hepsi önümde etten duvar oldu.
Sertar ve Süleyman Demirel yerde acıyla kıvranmaya başladı. Konakta bulunan kadınlar kendilerine vurup onların önüne geçip feryat etmeye başladılar.
Ben ise içimde zerre pişmanlık olmadan ruhsuz bir şekilde onlara baktım. Ben babamın kızıyım ve hiç kimse, sevdiğim kişiye, hele ki babam hakkında böyle konuşma cüretini gösteremez. Asla!
"Çıkıyoruz, sakın arkamdan çıkma." Boş bakışlarım Âhi'ye döndü. Beni korumaya çalışıyordu, az önce aileniz diyen kişilerden.
"Umurumda değil kimse bana, hiçbir şey yapamaz."
"Aden, sen şu an bir aşiret liderini ve onun oğlunu vurdun. Bunu senin yanına bırakmazlar. Dik başlılık ve inatçılığı bırak ve ayrılma yanımdan."
Onun gözlerinin içine baktım, güven veren bir duygu geçti gözünden ama ben kendimi koruyabilirim, niye bunu anlamıyordu?
"O kızı ver bize, Âhi ağa!" Konuşan kişiyi görmedim ama belli ki onlardan biri.
"Ya vermezsem, ne yaparsınız?" Âhi rahat bir şekilde konuştu.
"Kan dökülmesin dedik ama bu kız bizim kanımızı döktü. Ver onu bize!" Sert bir şekilde konuştu adam.
"Offfff, çok sıkıldım ben. Ne yapabilirsiniz ya bana? Ha, beni öldürecek misiniz? Peki, öldürün tamam ama şunu unutmayın ki benim saçımın tek bir teline bir zarar gelirse babam sizi sağ koymaz!" Rahat bir şekilde konuştum, sanki az önce adamlara sıkan ben değilmişim gibi.
"Babanın kanını döktün, bir yetmezmiş gibi bir de ağabeyinin kanını da döktün. Daha neyine güvenirsin sen?" Konuşan yaşlı adama döndü bakışlarım, tam yüzünü göremiyordum çünkü önümde adamlar vardı.
"Dua edin canlarını almadım!"
"Sen daha konuşuyor musun? Alın şunun canını!"
"O silahın bir kurşunu Aden'e denk gelirse, hiçbirinizi buradan sağ çıkarmam, haberiniz olsun! Onun kılına zarar gelirse, burada bulunan herkes benim düşmanım olur. Bu bilin. Şimdi açın kapıyı, gidiyoruz." Âhi elimden tutup dışarı çıkarmak için beni yönlendirdi. Hiçbir tepki vermeden konaktan dışarı çıktık, hemen arabaya binip hızla gaza bastı. Arkada en az 50 araç, önümüzde 10 araç ortada biz hızla oradan ayrıldık.
"Ah, Aden ah Aden!" Âhi'nin oflama sesiyle gözlerimi devirip araçta uzanır pozisyona geldim. Ayaklarımı uzatıp başımı geri yasladım ve gözlerimi kapattım.
"Senin yapmak isteyip bir türlü yapamadığın şeyi yaptım, ve ekstradan piyango gibi Süleyman Demirel'i sıkıştırdım. Bana bir teşekkür borcun var." Gözlerimi açmadan rahatça konuştum.
Şu an yüzünü göremiyordum ama adım kadar eminim ki bana tuhaf bir şekilde bakıyordu. Baksın, umurumda değil...(kısık sesle güldüm)
"Sen bir de gülüyor musun?"
"Allah'ım sen sabır ver. Kızım, bu benim meselem, sen niye araya giriyorsun? Sana mı kaldı onları vurmak?"
"Beni kurban ettiler, seni değil. Bu benim de meselem ve ben daha intikamımı almadım."
"Ne yapacaksın peki bundan sonra? Seni buldukları zaman tak diye öldürürler."
"Korkacak değilim, gelecekleri varsa görecekleri de var!"
"Manisa'ya mı döneceksin?"
"Korkak değilim!"
"Tamam, korkak değilsin." Âhi'nin bu sözünden sonra yaklaşık 10 dakika konuşmadık. İkimiz de sessiz kaldık. Oflayıp duruyordu, dayanamayıp "Sor, dedim!" Belliydi bir şeyler sormak istiyordu.
"Sertar itine niye öyle saldırdın?"
"Bana yalan söyledi."
"Tanıyor musun? Yani önceden karşılaştınız mı?"
"Evet, tanıyordum, hem de en yakından."
"Kardeşsiniz tabi." Sesiz çıkan sesiyle konuşmuştu. Derin nefes aldım, "Biz kardeş değiliz! Süleyman Demirel, ben ve onu hastane—"
"Hasss siktirrrrrrrr." Âhi'nin frene basıp konuşmasıyla hızla gözümü açtım ve onun dışarıya baktığı yere baktım. Harbiden siktir.
"Âhi'ye bakmadan konuştum, tam da şu an karşımda durup bana doğru gelen polislerden başka yere bakamıyordum çünkü.
"Ver silahı bana hemen!" Âhi'nin sözüyle ona döndüm hızla.
"Ne?"
"Silahı ver dedim, hadi." Silahı çıkarıp ona verdim ve bana dönüp, "Sakın bir şey çaktırma. Süleyman Demirel'i ben vurdum, sen hiçbir şey yapmadın. Eğer ki seni suçladıklarını söylerlerse, sonuna kadar inkar et." Bir yandan söylüyor bir yandan silahı temizliyordu.
"Hayır, olmaz. Ben vurdum ikisini, senin üzerine korkak gibi suçu atamam!"
Sözümü bitirdiğim gibi kapım açıldı ve bir polis memuru önümde durdu.
"Duru Şanlıkan, adam yaralamadan sizi göz altına alıyoruz. Lütfen aşağı inip silahınızı teslim edin."
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |