4. Bölüm

4. Bölüm

Zehra🐆
_zehraaa00

"Ne kadar silersen sil ya yırtılır defterin, yada izi kalır cümlelerin..."

 

~ CEMAL SÜREYA 🪽

 

---

 

2002, Manisa.

 

"Duru, hadi kızım, söyle bakalım. 'Anne' de, hadi... Anne!" Nazan, kızına sabırla sesleniyordu.

 

"Bayaa."

 

"Anne diyeceksin kızım, baba değil. Hadi bir tanem, anne, anne, anneee..."

 

"Bayaaa."

 

Nazan derin bir nefes aldı. Küçük kızı inatla "anne" demiyordu. Ne kadar denese de, Duru her seferinde "baya" diyordu. Genç kadın, bir umut daha deneyerek iki saattir tekrarladığı cümleyi bir kez daha söyledi.

 

"An-nee, an-neeee... Hadi bir tanem, anne..."

 

Duru, annesinin yüzüne bakarak, sanki inadına söylemiyormuş gibi, yine aynı şekilde cevap verdi:

 

"Bayaaa... Bayaaaaa... Bayaaaaaa!"

 

Nazan bir yandan gülümseyip bir yandan iç geçirirken, kapıdan içeri Ertal girdi. Duru, babasını görür görmez sandalyeden doğrulup çırpınmaya başladı. Ertal, kızının bu heyecanına gülerek hızla ona doğru ilerledi ve Duru'yu kucağına aldı.

 

"Bayaaa... Bayaaaa," dedi Duru, babasının sakalına küçük elleriyle dokunarak. Nazan onları izlerken bir yandan şaşkın bir tebessümle başını salladı. "Bu kız bana inat ediyor. Anne dememekte kararlı."

 

Ertal kahkaha atarak cevap verdi: "Daha neler? 6 aylık bebek sana neden inat etsin?"

 

Nazan başını iki yana sallayıp Duru'yu göstererek, "Bak, tam iki buçuk saattir inatla 'baya baya' diye tekrarlayıp duruyor, ben ona 'anne' demeyi öğretmeye çalışırken!"

 

Ertal ona şaşkın bir bakış attı, ama Nazan pes etmeye niyetli değildi. "İyi izle," dedi, "nasıl inat ettiğini göreceksin."

 

Bir kez daha kızı Duru'ya döndü ve saatlerdir söylediği kelimeyi tekrarladı:

 

"Anne... An-neee..."

 

Duru, sessizce annesine baktı. Nazan, umutla kocasına dönüp bakarken, o an küçük Duru, annesini şok eden bir kelime mırıldandı:

 

"Ay-eeee."

 

Nazan, şaşkınlıkla kızına baktı. İki saattir uğraştığı kelimeyi sonunda söylemişti. Duru’nun yüzündeki masumiyet, Nazan’ın içini ısıttı. Küçük kız, henüz tam olarak "anne" dememişti belki, ama bu küçük an bile her şeyin başladığı yerdi.

 

Şimdiki Zaman

“Duru Şanlıkan, adam yaralamaktan sizi gözaltına alıyoruz. Lütfen aşağı inip silahınızı teslim edin,” dedi polis memuru.

 

Sessizce ona baktım. Polisin istediği gibi arabadan inip karşısına geçtim. Âhi de arabadan indi ve yanıma geldi. Polis bir kez daha silahı teslim etmemi istedi.

 

“Memur bey, Duru’da silah yok. Silah bende. Süleyman Demirel ve Sertar Demirel’i ben vurdum,” diye konuştu Âhi, sakin ama kararlı bir sesle. Ben ise tepkisiz bir şekilde bakmaya devam ediyordum.

 

Polis kaşlarını kaldırdı. “Size kimi vurduğunuzu söylemedim. Şikayet eden kişiler, söylediğiniz isimler değil ama belki onlar da vardır... Seri katil misiniz lan siz?”

 

Polisin bu sözleriyle şaşkına döndüm. Ani bir refleksle, “Nasıl yani? Ben bugün onlardan başka kimseyi vurmadım,” dedim.

 

Polis arkasına döndü ve bağırarak, “Cemal, al bunları, arabaya koy. İkisi de tutuklu!” dedi. Polisin sözleriyle Âhi’ye baktım. O ise bana, “İyi halt yedin!” der gibi bakıyordu.

 

Gerçekten de iyi halt yedim...

 

4 saat sonra

 

"Kararsın bahtın, yıkılsın tahtın,

Yalvardım yakardım, yol bulamadım... "

 

"Ah olmasaydın kara yazı,

Evirdim çevirdim, yaranamadım,

Ayandır halim..."

 

“Kurban olayım, lütfen sus! Dört saattir kafam şişti,” diye yalvardı polis ama umursamadım ve türküyü söylemeye devam ettim.

 

"Ocağım söndü nasıl beladır

Bırakıp gitti bu ne devrandır

Dünya gözümde sanki yalandır

Allah'tan bulasan"

 

Karşımda Âhi, sol tarafımda iki polis memuru, diğer nezaretlerde ise dört kişi vardı. Bu dört kişiden biri Yusuf, diğeri ise Âhi’nin adamı Ahmet'ti. Yanlarında, Âhi’nin kardeşi ve koruması da vardı. Onlar nasıl içeri düştü diye sorarsanız, şöyle oldu: Biz nezaretteyken, Ahmet, Yusuf ve diğerleri dışarıda kavga çıkarıp yanımıza geldiler. Şimdi hepimiz burada, dört saattir sürünüyoruz. Sözde tabii, aslında ben oldukça eğleniyorum.

 

“Sus artık, yeter! Şarkı söylemek istediğini anladık, ama bizim de bir kafamız var,” diye isyan etti polislerden biri. Karşımdaki dörtlü kahkahalarla gülmeye başladı. Onlara ters ters baktım, sustular. Polise dönüp, “Ayıp oluyor memur bey, burada size ücretsiz konser veriyorum. Dışarıda bu zarif sesimi duymak için bekleyen kaç kişi var, biliyor musunuz?” dedim.

 

“Kaç kişiymiş?” diye sordu polis, gözlerini devirdi.

 

“Şu an 15 bin... İleride belki milyon,” diye cevapladım göz kırparak.

 

Polis, dişlerini sıkarak gülmemeye çalışıyordu ama çabasını görmek komikti. “15 bin mi? Senin sesini mi dinleyecekler? İyi duymayan bu kadar insanı nereden buldun?” dedi. Gözlerimi devirdim.

 

Bu sırada Âhi seslendi. “Duru.”

 

Dönüp bakmadım.

 

“Duru,” dedi tekrar, yine cevap vermedim.

 

“Duru,” dedi bir kez daha.

 

“Zıkkımmmm! Ne var ulan, otomatiğe mi bağladın ‘Duru Duru’ diye? İsmimi mi ezberliyorsun? Senin yüzünden buradayım, biliyorsun değil mi?”

 

“Yavaş ol şampiyon, sadece kızma diyecektim ama maşallah içindekileri boşalttın,” dedi, hafif alınmış bir sesle. Gözlerimi devirdim.

 

“Ne bekliyordun? ‘Efendim Âhi'cim’ dememi mi? Şu halimize bak, nerelere düştük...” dedim.

 

Âhi, inanamayarak bana baktı. “Bu halimizden beni suçlu çıkardın ya, pes doğrusu,” dedi. Yine gözlerimi devirdim.

 

Bu sırada Yusuf araya girip, “Bu haline alış Âhi, Duru hep böyledir. Bir şey yapar, sonuç kötü olursa suçlu sensindir. İyi olursa, ondan iyisi yoktur,” dedi. Sinirle ayağımda ne varsa çıkarıp Yusuf’a fırlattım, fakat arada demirler olduğu için yere düştü.

 

“Bak bak, neler yapıyor! Hiç yakışıyor mu senin gibi bir hanımefendiye böyle davranmak?” diye alay etti Yusuf. Sinirle gözlerimi kıstım, tam ona laf yetiştirecekken nezaretin kapısı açıldı. İçeriye beklemediğim biri girdi: Dedem.

 

Dedemi karşımda görünce şok oldum. Yusuf hemen ayağa kalkıp önünü ilikledi. Âhi ve diğerleri, anlamamış bakışlarla bir dedeme, bir bana bakıyordu.

 

“Dede?” Şaşkınlığımı bir kenara bırakıp ayağa kalktım ve ona yaklaştım. Dedem bana doğru yürüdü. “Evlat, bu halin ne senin?” dedi. Kendime baktım; bir ayağımda ayakkabı, saçım başım darmadağınık, üstüm perişan. Beni her zaman cicili bicili görmeye alışık olan dedem için bu hali görmek oldukça garipti.

 

“Dede, senin burada ne işin var?” diye sordum. Şaşkınlığımı atlatamamıştım. Dedem en son annem kaçırıldığında dışarı çıkmıştı. O zamandan beri evinden pek çıkmazdı, ama şimdi karşımda, nezarette duruyordu.

 

“Bu soruyu benim sana sormam gerekmiyor mu, küçük hanım?” dedi. Ardından polis memuruna dönüp, “Kapıyı açın artık. Torunum yeterince boşuna burada kaldı,” dedi. Polis memuru sevinçle kapıyı açtı, o an ona gözlerimi devirdim. Ama o, “Çok şükür Yarabbim,” diye dua ediyordu.

 

Hepimiz dışarı çıktıktan sonra imzaları attık ve arabaya ilerledik. Büyük araç yanaştı, ben içine girdim. Dedem de arkamdan gelip karşıma oturdu. Âhi ve diğerleri başka bir arabaya geçecekken dedem, “Âhi bey, siz de bizimle gelin. Sizinle konuşacaklarım var,” dedi. Âhi bana baktı, ben de başımla onayladım ve yanımıza oturdu.

 

Araba ilerlerken dedem bir bana, bir Âhi’ye bakıyordu. Sonunda gözlerini Âhi’ye dikti ve sordu, “Duyduğuma göre güçlü bir aşiretin var. İstersen orada değil, dört saat, dört dakika bile kalmazdın. Ne diye dört saat suçsuz bir şekilde içeride kaldın?”

 

Dedemin sorusu üzerine ben de Âhi’ye döndüm, vereceği cevabı merak ediyordum. Âhi, dik bir şekilde oturup konuşmaya başladı: “Doğru duymuşsunuz. Büyük bir aşiretin ağasıyım. İsteseydim değil dört saat, dört dakika bile içeride kalmazdım. Ama içeride Duru vardı. Onu yalnız bırakamazdım.”

 

Dedem kaşlarını kaldırdı. “Neden?”

 

Âhi, derin bir nefes aldı. “Çünkü onun buraya gelmesine sebep oldum. Urfa’ya gelmek zorunda kaldı ve onu sağ salim buradan çıkarmak benim sorumluluğumdu. Bugün yaşananların bir kısmı benim hatam,” dedi.

 

Dedem arkasına yaslanarak, “Evet, burada doğru söyledin. Senin de payın var, ama en büyük suçlu Aden Duru!” dedi. Ve top bana geldi.

 

Evet, hayırlı olsun. Top bana geldi, ben de diyorum ne zaman gelecekti.

 

Dik oturdum. "Ben ne yaptım? Vallahi dede bayağı damarıma bastı, yoksa vurmazdım."

 

Dedem, "Ya sabır," der gibi bakıyordu. "Eğer isteseydin, uzaktan o adamın işini bitirirdin ama sen onun yerine buralara gelip nezarete düşmeyi seçtin! Bu ne hal, Duru? Annen bu durumu öğrense ne yapacağını biliyorsun, değil mi? Peki ya baban? Burada taş üstünde taş bırakmaz!"

 

Kafamı yere indirdim, ayaklarıma baktım ve o an arabanın içinde bağırdı.

 

"Başını kaldır! Asla başını ne olursa olsun indirmeyeceksin demedim mi sana? Haksız olsan bile hep dik duracaksın! Benim karşımda bile olsan, o başın asla yere eğilmeyecek!" Dedemin sesiyle hızla kafamı yerden kaldırıp dik baktım.

 

Âhi, "Siz bunları nereden öğrendiniz?" diye sordu.

 

"Benim bilemeyeceğim şey yoktur, hele ki öğrenemeyeceğim hiç yoktur!"

 

"Duru'yu nasıl saldılar? Avukatların dediğine göre karşı taraf şikayetini geri çekmezse çıkamazdı," Âhi'nin sorusuyla dedeme döndüm. Harbiden nasıl?

 

"Benim torunumu hiç kimse orada tutamaz. O isteseydi, kendisi de çıkabilirdi ama nedense durdu." Bana bakarken kaşlarını kaldırdı. Ona en sevecen bakışımı gönderdim.

 

"Bana hiç öyle bakmayın küçük hanım, bu yaptığınızın hesabını vereceksiniz," deyince yerimden kalkıp onun yanına oturdum ve kafamı göğüs kafesine yasladım.

 

"Dedemmm, büyük kralımmm, canımın içi, ne olur anneme bir şey söyleme! Bak, yemin ederim ne dersen yaparım ama anneme söyleme, ne olur!" Sesimi inceltip altan gözlerimi kırpıştırıp masum bir şekilde baktım.

 

"Sonra küçük hanım, sonra. Şu an konuşmamız gereken biri var." Dedeme baktım, ne düşünüyor diye, ama kestiremedim. Sonumuz hayırlı olsun.

 

---

"Benim torunumu zorla evlendirmek istedin, öyle mi?" Dedem, elinde silah, 300’e yakın korumayla Demirel Konağı'nda bağırmaya başladı.

 

"Senin torunun değil. Duru benim kızım, öz kızım," Süleyman Demirel elindeki bastonla zorla dururken meydan okuyordu. Ama çok yanlış kişiye karşı.

 

"Senin kızın mı? Duru senin kızın değil, o senin gibi bir şerefsizin kızı olamaz! Onun bir babası, bir annesi, bir ailesi var. Çocuk yapmakla baba olunmuyor Süleyman Efendi! Eğer her şey kan bağı ise unutma ki sende de senin kanından olmayan biri var." Dedem isim vermeden mesajı verdi. Süleyman Demirel yutkundu, hem de öyle bir yutkundu ki arkasında duran Sertaç’a korkuyla bakıyordu. Eğer ortaya çıkarsa ne olacağını kestiremiyordu, belli ki.

 

"Ne istiyorsun?" Süleyman Demirel, her şeyin ortaya çıkmasından korkmuş olacak ki dedemin isteğine geldi.

 

"Duru'dan uzak duracaksın! Nasıl yaparsın, ne yaparsın beni ilgilendirmez. Herkesin zihninden benim torunumun adını unutturacak, hiç geçmemiş gibi yapacaksın! Eğer dediklerimi yapmazsan, andım olsun, onun bıraktığı işi ben tamamlarım. Ha, unutmadan söyleyeyim; yaptığın her türlü pislikten haberim var. Tek bir hamleyle bu arkasına sığındığın ağalığını yerle bir ederim!"

 

"Çok yanlış kişiye meydan okuyorsun, Yıldırım Bey. Ben senin tanıdığın kişilere benzemem." Süleyman Demirel kendinden emin konuşuyordu.

 

Dedem, silahını indirip ona yaklaştı. Bir anda yaralı olan ayağını öyle bir sıktı ki, dikişin patladığından adım kadar emindim. Kimse hiçbir şey yapamazdı, çünkü o Yıldırım Karahan’dı.

 

"Bana sakın ama sakın meydan okumaya kalkma! Benim bu hayatta sadece iki hassas noktam var: Biri kızım, diğeri torunum. Onların değil kılına, saçına bir zarar gelirse bu dünyayı ateşe veririm. Sakın ha, benim hassas noktalarımla bana bulaşma. Yoksa sana kim olduğumu çok güzel bir şekilde gösteririm!"

 

Artık kimseden ses çıkmıyordu. Dedem, adı gibi Yıldırım olarak düşmüştü aralarına. Süleyman Demirel hiçbir yolu olmadığını anlamış olacak ki kafasını tamam anlamında salladı. Dedem, dışarı çıkmak için beni yönlendirdi. Kapıdan çıktığımızda Âhi sokağın başında bize bakıyordu. Ona her şey için teşekkür anlamında kafamı salladım, o da aynı şekilde karşılık verdi ve biz arabaya geçtik. Artık Manisa'ya dönmek istiyordum; annemi ve babamı çok özledim.

 

Manisa

 

"Söyle bakalım, torunum, en çok kimi seviyorsun?" Dedem, ayak ayak üstüne atmış, elinde keyif kahvesi, evimizin havuz başındaki çardakta bana zorla söyletmek istediği soruyu sordu. Anneme söylememek karşılığında, babamın yanında onu daha fazla sevdiğimi söylememi istiyordu. Bu adam gerçekten hiç az değildi.

 

"Peder, cevabını bildiğin soruları sormak neden bu kadar hoşuna gidiyor?" Babam, konunun sürekli gündeme getirilmesinden sıkılmıştı. Haklıydı da, ben kendimi bildim bileli dedem aynı soruyu sorardı. Ve ben her defasında "babam" derdim. Bir keresinde "Beni seç, bütün her şeyimi, tapularımı üstüne yaparım," diyordu. Ama unuttuğu bir şey vardı: Zaten her şey otomatik olarak benimdi. Adam yenilgiyi kabul edemiyor, her defasında bu soruyu soruyordu.

 

"Sen sus damat bozuntusu! Torunum cevaplayacak. Söyle bakalım evlat, baban olacak bozuntu da duysun kimi en çok sevdiğini." Dedem öyle bir bakıyordu ki, sanki "Babamı seçersen anında öterim," der gibiydi.

 

"Nimet seçilmez, dede. Çok günah."

 

"Nazan, gel bak, sana anlatacaklarım var," dedem öyle bir seslendi ki, sanki Azrail çağırıyor! Dedenin haini de olurmuş, öğrenmiş olduk.

 

"Dede, kurbanın olayım sus! Vallahi bu sefer odaya kilitler," yalvaran bir sesle konuştum. Babam, hiçbir şey anlamamış gibi bakıyordu.

 

"Sen yine ne halt yedin?" Babamın sorusuyla kafamı ona çevirdim ve sırıttım. Babam, kafasını "Yine iyi bok yedin," der gibi salladı.

 

"Ne yaptın?" diye sordu yine. Parmaklarımı ağzıma götürerek sessiz olmasını işaret ettim. İçeri baktım, annem geliyor mu diye ama deccal ortalıkta yoktu.

 

"Baba, sessiz ol, vallahi duyacak."

 

"Yine ne yaptın acaba da bu kadar korkuyorsun?"

 

"Urfa’ya gitti senin bu kızın," dedem sözüyle, babam öyle bir baktı ki, yer yarılsa içine düşmek istiyordum.

 

"Hain dede!" Gözlerimi kısarak konuştum ve o, elindeki kahveyi keyifle içiyordu.

 

"Aden Duru?" Babam seslenince ona döndüm.

 

"Babamm..."

 

"Dökül! Hemen!"

 

"Açıklayabilirim."

 

"Süleyman’ı vurup içeri girdi," dedemin ikinci bombayı patlatmasıyla kalp krizi geçirecektim.

 

"Hiç öyle bakma, dedim sana," diye kendini savundu hain kostok.

 

"İçeri girdin?" Babam şok içinde sordu.

 

"Baba, vallahi açıklayabilirim."

 

"Ben olmasam çıkmayacaktı," dedemin daha fazla gaz vermesiyle ağlayacaktım yeminle. Kesin gidiyorum.

 

"Dede, ne olursun sus," yalvarıyordum adeta.

 

"Beni sevdiğini söyle, susayım," dedi. Pes artık! "Koyun can derdinde, kasap et peşinde," diye bakıyordum ona.

 

"Ne oluyor burada? Niye susacakmışsın sen baba?" Annemin sesiyle yerimden fırladım. Kadın zebani gibi arkamda belirdi. Hemen yanına gidip, "Dedem yine meşhur sorusunu soruyor da, anne, onu diyoruz biz," dedim. Annem, "İnanmıyorum" bakışı atınca gülümsememi yolladım.

 

"Nazan, senin bu kızın—"

 

"Allah kahretsin! Vallahi billahi seni seviyorum, dedem! Canım dedem, vallahi seni seviyorum!" dedim dayanamayarak. Dedem nispet yapar gibi gülerek arkasına yaslandı ve babama dönüp, "Kral her zaman 1-0 öndedir," dedi.

 

Annem, "Ne oluyor?" bakışı atarken babam bana, "Sen bekle," der gibi bakıyordu. Büyük bir trip bekliyordu beni; sonumu hiç iyi görmüyordum. Telefonum çalınca yanlarından ayrıldım. Arayan kişiye bakınca şaşırdım kaldım.

 

Arayan Âhi'ydi. Ne diye beni arar ki? Hiç beklemeden telefonu açtım.

 

"Efendim Âhi'cim? Beni mi özlediniz efendim?" Dalgaya vuran sesime karşılık, sıkıntılı bir ses geldi.

 

"Keşke şu an dalga için arasaydım, ama bir durum var Aden." Âhi'nin sesiyle ürperdim, çünkü hiç iyi gelmiyordu sesi.

 

"Dinliyorum."

 

"Bugün aşiret büyükleri toplandı. Senin evlenmeyeceğini kararlaştırdılar."

 

"Ee, ne güzel işte. Ben evlenmiyorsam, sen de evlenmiyorsun."

 

"Evet, sen evlenmiyorsun ama senin yerine başka birini verdiler. Ve ben o kadar karşı çıkmama rağmen, babam tarafından da kabul edildi."

 

"Kim? Bildiğim kadarıyla benden başka kız yoktu."

 

"Halanın kızı Dilan." Âhi'nin sözüyle durdum. Benim halamın kızı mı vardı?

 

"Ee, banane bundan. Karşı çıksaydı o da."

 

"İşte sorun burada. Kız çok küçük ve itirazı kabul edilmiyor. İtiraz hakkı yok."

 

"Kaç yaşında?"

 

"15."

 

 

 

Bölüm : 28.07.2024 11:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...