2. Bölüm

1.Bölüm: "İçimizdeki Kötülük"

Adelina
adelinashwriterr

Herkese merhabalar. Eğer beni yeni tanıyorsanız, ben Adelina. Yeni kurguma hepiniz hoş geldiniz... Bu kurgunu yazmak için çok heyecan yapmıştım. Aslında Hedef bittikten sonra yayımlayacaktım ama artık daha fazla dayanamadım. Hedef'in bitmesine az kaldı zaten. O yüzden bu hikayeye başlamak istedim.

Başlama tarihi. 01.09.2024.
Hikayede bu tarihte başlıyor.

Hikayede fazlasıyla ters köşe görebilirsiniz. O yüzden her şeye hazırlıklı olun. Bir de hikayede mafya konusuna dokunduğumu göreceksiniz. Mafya, çete sevenleri buraya alalım. Şimdi çok konuşmadan bölüme geçelim.

Bölümü beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen.

1.Bölüm: "İçimizdeki Kötülük"

"Defne Yıldız Aksoy"

Bazı sabahlar, güneş doğmaz.
Gökyüzü griye bile çalmaz. Daha çok, insanın üzerine paslanmış metal renginde bir boşluk gibi uzanır. Ne umut taşır içinde ne de bir şeyin bittiğini fısıldar. Zaman durmaz, ama bir yerlerde, içindeki insanlar durur. Konuşmazlar. Bakmazlar. Sadece nefes alırlar, çünkü yaşamaya mecburdurlar. Hayatta kalmak, artık en büyük lüks olmuşken, iyi kalmak bir yük gibidir.

Dünya bir zamanlar ikiye bölünmüştü. İyiler ve kötüler. Şimdi o çizgi yoktu. Belki hiçbir zaman olmamıştı da. Sadece gözler kördü, kalpler saftı. Zaman geçti, vicdanlar kararınca haklılıklar da şekil değiştirdi. Artık bazıları kötülüğü seçmiyordu. Sadece başka hiçbir yol kalmadığında, o yola basıyordu. Çünkü bazı savaşlar temiz kazanılmazdı. Ve bazı insanlar, kirlenerek bile olsa, kazanmaya mecburdu. Kimse kötü doğmaz. Ama kimse sonsuza kadar iyi de kalamaz. Çünkü bazı yollar tek kişilik değildir; bazı kararlar vicdanla değil, mecburiyetle alınır. İnsan bazen bir başkasını korumak için kendinden vazgeçer. Bazen sadece bir gün daha yaşamak için kendi gerçeğini yakar.
İşte tam bu noktada başlar çürüme.
İşte tam orada kaybolur insan. Ve en çok da hayalleri çalınanlar unutur nasıl gülümsendiğini. Çocukken bir yıldızın altına dilek tutmuştun belki. Büyüyünce onu öldürmeyi öğrendin. Çünkü sana "güçlü olmalısın" dediler. Kimse sormadı, "mutlu musun?" diye. Zamanla güç, mutluluğun yerini aldı. Ve hayallerin yerini silahlar, planlar, stratejiler aldı. Artık kimse sana ne olmak istediğini sormuyor.
Çünkü sen çoktan bir şey oldun.
Savaşın ortasında bir parça. Kanla yazılmış bir masalın kahramanı.

"Cesur, yakaladılar mı?" İşaret parmağıyla masada ritim yakalayarak karşısındaki cüsseli adama döndü. Karanlık dünyanın içinde büyüyen ve artık karanlık dünyanın bir parçası olan Savaş hayatı boyu yaptığı suçlarla polislerin ağzını açık bırakmıştı. Ama bu kez farklı oyun oynayacaktı. Bu kez suçu polislerin işlemesini sağlayacaktı. Aklında kurduğu çok güzel bir planı vardı. Eğer bu plan başarılı olsaydı, yeraltı dünyasından saygı değer lider olarak görülecekti.

Bu kez bir kadını öldürmeyi planlıyordu. Ancak şimdiye kadar hiçbir kadına zarar vermeyen Savaş için bu çok zordu. Yapması gerekiyordu, çünkü buna mecburdu.

"Evet efendim. Ancak bir sorunumuz var." Cesur, cümlesini tamamlarken bile bakışlarını Savaş'ın gözlerine kaldırmaya cesaret edemedi. Karşısındaki adamın varlığı, kelimenin tam anlamıyla içini ürpertiyordu. Savaş'ın gözleri adeta donmuş bir cehennemi yansıtıyordu. Soğuk ve keskin. İçinde yankılanan çığlıklar vardı. Öldürdüğü insanların son nefesleri, son umutları, acı dolu imdat sesleri... Her biri, onun bakışlarının karanlık dehlizlerinde kaybolmuş gibiydi.

Savaş, insana benzeyen bir suretten fazlasıydı, bir gölge, bir infaz makinesi. İçinde merhametin zerresi barınmazdı. Yüzünde ne pişmanlık vardı, ne tereddüt. Duygular onun için sadece bir zamanlar insan olduğu zamanlardan kalma, yıpranmış bir anıydı. İnsanları öldürürken asla yüzünü çevirmezdi. Aksine, kurbanlarının gözlerinin içine bakar, korkularını sonuna kadar izlerdi. Bundan bir tür tatmin duyardı. Acının yankısını ruhunda hissetmiyor, aksine o yankıyı bir sessizlikle bastırıyordu.

Ama yine de bir kalbi vardı. Görünmeyen, gizli bir odada kilitli duran bir kalp. Onu gören yoktu, bilen ise yalnızca bir kişiydi... Cesur.
Herkesin canavar sandığı bu adamın geceleri yalnız kaldığında kendi karanlığıyla nasıl savaştığını sadece o biliyordu. Savaş, kimi zaman kimsenin bilmediği bir köşeye çekilir, kan revan içinde kalan ellerine bakar, sanki o eller başka birine aitmiş gibi onlardan nefret ederdi. Kendine işkence ederdi bile bile, isteyerek. Acıyı bedenine kusarken, ruhunu susturmaya çalışırdı.
Çünkü o kalp hâlâ atıyordu.
Boğuk, kırık ama hâlâ canlı.

"Kızın arkadaşı amirin kızı." Bakışlarını kaldırıp önünde duran keskin bakışlı gözlere baktı. Bakışları bir insanı paramparça edecek kadar keskindi... "Sorun çıkarabilir. İki gündür karakoldan ayrılmıyor." Kaşları bir edayla havaya kalkmıştı. Bu alaycı bakıştı. Küçümser gibi bakıyordu. Ama Cesur'u değil. Kimin karşısında durduğunu bilmeyen kızı küçümsüyordu. "Tüm avukatları dökmüş karakola."

Yüzünde, sanki her şeyi önceden planlamış bir adamın rahatlığı vardı. Kendinden emin bir gülümsemeyle elini uzattı, önünde duran kristal bardaktaki içkiyi kavradı. Parmağının ucuyla bardağın kenarında küçük bir daire çizdi. Camın çıkardığı tını odadaki sessizliği yararak ince bir tehdit gibi havada asılı kaldı.

Savaş'ın adını duyduğunda insanların boğazı kururdu. Onun önünü kesmeye cüret edenler ya toprağın altında unutulmuş bir mezarda çürür ya da herkesin görebileceği süslü bir taşın ardında yatardı. Aradaki fark, sadece gömüldükleri yerdi. Ölüm aynıydı, sebep aynıydı.

Savaş.

Çünkü çoğu zaman insanlara mezarları önceden hazırlanırdı. Kimi için bir ormanda açılmış gizli bir çukur, kimi için ise çiçeklerle donatılmış mermer bir mezar taşı. Ama her ikisinin sahibi de aynıydı. Bu odada içkisini yudumlayan, sessiz ama ölümcül bir kararlılıkla bakan adamdı.

Onun öfkesiyle kimse yüzleşmek istemezdi. Geri çekilmek, susmak, kaybolmak en akıllıca seçenekti.
Çünkü herkes Savaş'ın nasıl inatçı olduğunu biliyordu. Tırnaklarıyla kazıyarak elde ettiği hiçbir şeyden vazgeçmezdi. Gözünü kararttığında, dünya bile onun yolundan çekilirdi. Ama bu sefer... Bu sefer farklıydı. Çünkü karşısındaki tehdit, alışılmış bir düşman değil, kuralları tanımayan biriyle ilgiliydi. Yasaları, ilişkileri, korkuyu hiçe sayan biri.

"Kim bu kız?"

Savaş sert bakışlarını cama çevirdi. Dışarıda yağmur yağıyordu. Yağmur damlaları cama çarptığında küçük bir yankı bırakıyor, ardından aşağı doğru kayarak izini bırakıyordu. Damlalar birleşip daha büyük damlalar oluşturuyor, bu da camın yüzeyinde küçük nehirler gibi akıyordu.

"Defne Yıldız Aksoy."
İsmi telaffuz eder etmez havadaki elektrik değişti. Savaş'ın bakışları aniden, keskin bir bıçak gibi Cesur'a döndü. Gözlerinde bir anda parlayan o kırılgan öfke, yalnızca geçmişin acısını bilenlerin gözlerinde olurdu.
"Harun Aksoy'un kızı mı?"

İsim, dudaklarından döküldüğü an geçmiş tüm ağırlığıyla içeri girdi. Zihninin tozlu raflarından bir anı fırlayıp bugünün ortasına düştü. Harun Aksoy... O isim... Ona bir can borcu vardı... Bir gün, en karanlık anında, ölümün kıyısında, baş düşmanı olan kuzeni Cihangir'in ihanetinde, boğulmak üzereyken elini uzatıp onu kurtaran adamdı Harun.

Ve işin acı tarafı o adam onun kim olduğunu hiçbir zaman bilmemişti.
Ne yaptığını, kime yardım ettiğini...
Ama Savaş biliyordu. Ve unutmazdı. Çünkü bu, bir zayıflıktı.
Kendine dahi itiraf edemediği bir yük.

Şimdi ise hayat, onu hazırlıksız yakaladığı yerden sınıyordu. Zaman dönüp dolaşıp tekrar karşısına çıkmıştı. Ama bu kez kurtarılması gereken biri yoktu, ölmesi gereken biri vardı. Harun'un kızı. Ve bu yolu kız kendisi seçmişti.

İçinden geçen düşünce, içkisi kadar yakıcıydı. Gerekiyorsa o kızı da öldürmeliydi. Bu bir emir değildi. Bu, yaşadığı dünyanın kuralıydı. Borçlar, duygular ya da vicdan... Hepsi, hedefin kim olduğunu belirlemede geçersizdi. Çünkü Savaş, geçmişte hayatını borçlandığı adama ihanet etmeye hazırlanıyordu. Ve bunu yaparken gözünü bile kırpmayacak kadar karanlığa batmıştı.

"Evet efendim." Başını çaresizce önüne eğdi. Savaş'ın gerçek sınavının şimdi başladığını Cesur da anlamıştı. Ve bu zorlu yolculukta Savaş epey zorlanacaktı. Kalbi ve beyni arasında seçim yapması gerekiyordu.

"O zaman o kızı da listeye ekle!" Emir verircesine kullandığı ses tonuyla aniden Cesur bakışlarını kaldırdı.

"O kızı da mı -"

"Ne oldu pek hoşuna gitmedi sanırım? Korktun mu?" Alayla Cesur'a döndü. Cesur Savaş'ın korkmadan böyle bir şeye kalkışacağını hesaba katmamıştı. Eğer o kız öldürürlerse, yeraltı dünyasında kartlar yeniden dağıtılacaktı. Savaş'a karşı çıkanların sayı iki kat olacağı kesindi. Çünkü o kız masumdu. Ve masum birini hele üstelik kadını öldürmek karanlık dünya için büyük bir şeydi. Sadece cesur yürekleri olanlar bunu yapabilirlerdi. Karanlık dünya bizim dünyamızdan tamamen farklıydı. Kuralları, adetleri ve yaşam tarzları tamamen farklı ve kendine özgüydü.

"Belki küçük bir uyarıda bulunsak kız geri çekilir." Cesur Savaş'ı büyük savaşa sokmak istemiyordu. Onun zarar görmesini engellemek için onu kızdan olabildiğince uzak tutması gerekiyordu. "Yok hayır. Zaten silah kullanmayı bilmiyor öğrendim." Konuyu saptırmaya çalışarak Savaş'ı kötü fikirlerden uzak tutmaya çalışıyordu.

"Gerçekten bunu mu öğrendin?" dedi alayla Savaş. Dudağının yukarı kısmı kıvrılmıştı.

"Evet, abi. Silah kullana bilen bir kadından daha tehlikeli ne var? Hele ki öfkeliyse?"

Bakışları tekrar cama kaymıştı. O kızı öldürmek zorundaydı evet ama öldürmek istemiyordu...

Defne'nin anlatımıyla.

Soğuk gri duvarlar arasından otururken, zaman yavaşlıyor ve her saniye daha da ağırlaşıyordu. Sessizce sandalyede oturmuş polislerin telsiz konuşmaları, bilgisayar sesleri, telefon çağrıları kulaklarıma doluyordu. Zihnimin içi karışık iken bu sesler daha çok beynimi yoruyordu. Gözlerimi kapattım. Sesleri duymamaya çalıştım. Olmuyordu, kulaklarımı kapatamıyordum. Derin bir nefes aldığımda başımın üzerinde bir hareketlenme hissederek göz kapaklarımı açtım. Bakışlarımı kaldırdım. İlk fark ettiğim şey, uzatılmış bir su şişesiydi. Sonra yavaşça yukarı doğru baktım. Ve zaman bir anlığına durdu.

Gözleri, gün batımında eriyen bal rengindeydi. Bakışlarında hem sıcaklık hem de bilinmez bir derinlik vardı. Bir yabancıya ait olamayacak kadar tanıdık, ama bir dost kadar da uzak.
Kahverengi, hafif dalgalı saçları alnına düşüyor, boğazına kadar uzanan koyu kahverengi kazağıyla uyum içinde görünüyordu. Siyah kot pantolonu ve bileğinde ışığı usulca yansıtan sade ama şık saati, sanki her detayı özenle düşünülmüş bir tablonun parçasıydı.
Zarif, sade ve nefes kesici.

Bir moda dergisinden çıkmış gibi değildi, hayır, fazla kusursuzdu.
Ama aynı zamanda gerçekti. Karşımdaydı. Ve gözlerini benden ayırmadan hafifçe gülümsedi.

"Burası biraz gürültülü istersen benim odama geçelim." Odama geçelim?! Pardon?! Ne ayaksın koçum?! Bir dakika! Saçmalama Defne! Evime geçelim demiyor, odama geçelim diyor. Fesat düşünmek zorunda mısın? İyice delirdin sen de.
Sanırım bu adam polisdi. Nereden anlamıştı rahatsız olduğumu? Benimki de soru.

Bakışlarım elindeki su şişesine kaydı. Suyu alıp yavaşça ayaklandım. "Sen kimsin?"

Kaşlarını havaya kaldırıp başını hafifçe aşağı eğdi. Kaşlarının altından bakarak "Sarp Baysoy" dediğinde kaşlarımı çattım. Havalı olmaya mı çalışıyordu?!

Tanımadığım bir isimdi. Tanımadığımı anlayınca başını dikleştirip boğazını temizledi. "Başkomiser Sarp Baysoy." Rütbesini duyduğum an büyük bir aydınlanma yaşayarak kaşlarımı havaya kaldırdım. Elini bana doğru uzatınca elini tutup hafifçe gülümsedim. "Bende Defne."

"Memnun oldum," elini geri çekip ellerini beline koydu. "Eğer istersen odamda bekleye bilirsin. Orası daha sessizdir." Kibarca davranması dikkatimi çekmişti. Burada daha fazla kalamazdım, doğru söylüyordu. Gürültü başımı ağrıtıyordu. "Tamam."

Başını hafifçe sallayıp odasına doğru ilerlerken arkasından onu takip etmeye başladım. Odasının önüne vardığımızda kapıyı açıp kibarca önce benim geçmem için yol verdi. Muzip bir şekilde gülümseyip içeri girdim.

Evet, söylediği kadar varmış. Odası oldukça sessizdi. Kapı pencere hiçbir şekilde ses geçirmiyordu.

"Geç, otur." Masasının önünde duran sandalyeye geçip oturduğum anda o da kendi yerine geçti. "Bir şey ister misin? Yiyecek içecek falan. Uzun süredir buradasın belki açsındır diye." Dünden beri midem boştu. Biraz daha aç kalırsam büyük ihtimalle açlıktan ölecektim. Ama şimdi adama da evet açım diyemem ki... Ne yapacağım şimdi? Karizmayı çizsek mi?

"Evet, birazcık acıkmış olabilirim." Çok güzel bir cümle kurdun gerçekten. Açım desem daha iyiydi.

"Tamam o zaman. Ne istersin?"

"Tost."

Kaşlarını şaşkınlıkla havaya kaldırdı. "Tost?" Şaşırmasının az çok tahmin ediyordum. "Aç olmana rağmen sadece bir tost mu?" Evet, doğru tahmin etmiştim. "Ben dışarıdan yemek yemeyi sevmiyorum. O yüzden."

"Anladım," telefonu alıp kulağına götürdüğü anda aklıma aniden gelen fikirle fısıltıyla "peynirsiz olsun lütfen" dediğimde bakışları donakaldı ve ardından güldü. "Neden?" dedi fısıltıyla. Kaşlarımı çatıp sorgulayıcı bakışlarla ona "çünkü sevmiyorum," dedim tekrar fısıltıyla.

Adamın yüzündeki gülümseme daha da büyümüştü.
"Hani neden fısıltıyla konuşuyoruz?" dediğinde aydınlanmanın verdiği etkiyle sırıttım. Gerçekten fısıltıyla konuşmamız komikti. Sanki birisi duyacakmış gibi...

Tostları sipariş ettikten sonra bana döndü. "Sanırım arkadaşını bekliyorsun öyle mi?"

Başımı salladım. Serap bana kimseye bir şey söylememi söylemişti. Hiç kimseyle muhattap olmamam gerektiğini uyarmıştı. Bu yüzden konuşmaya çekiniyordum.

Başını hafifçe kaldırdı, bakışlarını bana çevirdi. "Anladım," dedi. Sonra gözlerini benden çekip masasının üzerindeki dosyalara yöneldi. İçimde bir ses, bu adamın bana yardım edeceğini söylüyordu. Kimseye güvenmemem gerektiğini biliyordum... Ama bu adam farklıydı. Bakışlarında güven veren bir şey vardı. Şimdi bunu Serap'a söylesem kesin kızardı. Yine de neden böyle hissettiğimi ben de tam olarak bilmiyordum.

"Serap Yıldırım." dedim bir anda. Adam bakışlarını kaldırıp bana baktı. Tek kaşını havaya kaldırarak ne yapmak istediğimi anlamaya çalıştı. "Efendim?"

"Serap Yıldırım arkadaşımın adı. Alp komiser ilgileniyor dosyasıyla." Söylediğim için şu anda pişman oldum. Ama artık geçti. Başkomiser duyduğu cümleyle kaşlarını çatarak gözlerimin içine baktı. Tanıyordu, tabii Serap iki gün burada olduğu için normal olarak herkesin her şeyden haberi vardı. "Evet, dosyadan haberim var. Avukatı var mı?"

"Var, biraz önce konuştum geliyor."
Başını onaylarcasına salladığında başımı belaya sokan dilim yine işe koyuldu.
"Nasıl böyle bir iftira atabilirler, anlamıyorum. Serap'ın kimseye kötülüğü dokunmazdı." Alayla güldü. Başını itiraz edercesine iki yana sallayınca, içimde bir öfke yükseldi o an.

Duruşunu dikleştirip bana doğru eğildi.
"Unutma," dedi sessiz ama tok bir sesle, "her insanın içinde bir kötülük vardır. Bazılarında sadece daha fazlası bulunur, hepsi bu."
Neden böyle bir cümle kurduğunu anlayamamıştım. Gerçekten Serap'ın suçlu olduğunu mu düşünüyordu?

"Ama ben kötü değilim," dedim, sesime kararlılık katmaya çalışarak. Gözlerinin içine, meydan okurcasına baktım. Sanki bu bakışla onu geri püskürtebilirmişim gibi... Ama o geri çekilmedi. Gözlerini hafifçe kıstı. Bir yabancının değil de, sanki beni yıllardır tanıyan birinin bakışıydı bu. Göz bebekleri küçülmüş, bakışları derinleşmişti, bir an için zaman durdu sanki. Gözleriyle ruhumun içine yürüdü, bastığım yerin altından çekildiğini hissettim.

Bir hipnoz gibiydi. Ne ben gözlerimi kaçırabildim, ne o bakmayı bıraktı. Baktıkça daha derine indi. İçimde özenle gizlediğim, kimselerin dokunmasına izin vermediğim o karanlık köşeye ulaşmış gibiydi. Kalbim hızlandı.

"Sana öyle geliyor," dedi, sesi buğulu bir gece gibiydi. "Senin içinde de kötülük var. Ama iyilik daha fazla."
Sözleri içimde yankılandı. Boğazım kurudu, istemsizce yutkundum.
Nefes almak zorlaştı. Gözlerimin içine bakarak nasıl bu kadar net konuşabiliyordu? Ruhumu görmüştü... Eminim. Bu adamda garip bir şey vardı. Sadece sözcükleriyle değil, bakışıyla da derimi sıyırıyor, içimde ne varsa açığa çıkarıyordu. Onun yanında kendimi çıplak ve savunmasız hissediyordum, ama bu korkutucu olduğu kadar tuhaf biçimde güven vericiydi de.

Kendini geri çekip sırtını koltuğuna yasladı. Masanın üzerindeki bir bardak dolusu suyu alıp masanın tam ortasına koydu. Ardından kurşun kalemi alıp ikiye böldüğünde gözlerim kocaman açılmıştı. Ne yapmak istediğine dair hiçbir fikrim yoktu. Kurşun kalemin mürekkepini çıkarıp küçük bir damlasını suyun içine attı. Siyah mürekkep suyun yüzeyinde öylece duruyordu.

"Bak bu iyi insanların içindeki kötülük." Bakışlarımı ondan çekip dikkatlice suya odaklandım. "Suya bir etkisi var mı? Hayır." Ardından birkaç damla daha damlattı. "Bak bu da kötü insanların içindeki kötülük." Suyun yüzeyi biraz öncekiyle kıyasla daha büyük bir mürekkep vardı. "Her ikisinde ortak nokta birinin gelip onların içindeki kötülüğü tetiklemesi."

Elindeki kurşun kalemi suya daldırıp karıştırmaya başlayınca suyun rengi değişmeye başladı. "İlkinde mürekkep az olduğu için büyük ihtimalle suyun rengi gözle görülecek kadar değişmezdi. Ama kötüler de öyle değil. Anında değişti. Yani kimin kötü kimin iyi olduğunu asla tahmin edemezsin." Kurşun kalemi çıkarıp bana göstererek "ta ki tetiklenene kadar" dedi kaşlarını havaya kaldırarak. "İnsanları en iyi sinirlendiğinde tanırsın."

Etkileyiciydi. Sanki büyülenmiş gibiydim. Her cümlesi zihnimde yer edinirken bir an susadığımı hissettim. Bakışlarımı ondan çekip elimdeki şişenin kapağını açarak su içmeye başladım. Boğazım düğümleniyordu. Çok güzel konuşuyordu ama bozulmuştum. Serap'ın gerçekten suçlu olduğuna inanmak istemiyordum.

Suyu içtikten sonra derin bir nefes aldım. "Uzun zamandır tanıyorum onu. O yüzden böyle emin konuşuyorum." Soğuk tavırla söylediğim cümleyle dudağı yukarı doğru kıvrılmıştı. Bir şey söylemek için dudaklarını araladı. Fakat hızlıca tekrar kapattı. Fikrinden vazgeçmişti. Ancak oldukça meraklı olduğum için "ne diyeceksin söyle," dedim bir anda.

Bakışlarını kaldırıp bana baktı. Gülmemek için kendini zor tutuyordu. "Yok hayır bir şey söylemeyeceğim, bozuluyorsun. "

"Ya hayır söyle. Böyle daha çok sinirleniyorum."

Evet, çünkü manyağım.

"Hayır söylemeyeceğim ama bir şey soracağım. İnsanlara nasıl bu kadar çabuk güveniyorsun? Hiç kırılmaktan korkmuyor musun?"

Gerçekten korkmuyor muydum? Kırılmak, insanlar tarafından sevilmemekten korkmuyor muydum?

Bakışlarım boş duvarda bir noktada donakaldı. Şimdiye kadar yaşadıklarım kırılmaktan sayılıyor muydu?

Ben çok güzel bir ailede yetiştirildim. Annem, babam dedem herkes beni çok seviyor. Fakat kırıldığım tek şey hayattı. Çünkü en güzel çağlarımı beni sakat bırakarak elimden almıştı. Hayallerime ulaşmam için evren tüm engelleri bana yolluyordu. Bir süre sonra artık hayal kurmayı bırakmıştım. Çünkü kurduğum hayaller kabusuma dönüşüyordu.

Dolan gözlerimi kırpıştırarak başkomisere çevirdim. Gözlerini, gözlerime kilitlemişti. Ne bir kaçış vardı bakışlarında, ne de bir yumuşama. Beni izlemiyordu yalnızca sanki içimde ne varsa çözmeye çalışıyordu.

Sessizce ayağa kalktı. Sandalyenin hafif gıcırtısı odamın sessizliğini yırtarken, bedenim istemsizce gerildi. Adımlarını duymadım bile. Sadece varlığının üzerime doğru yaklaştığını hissettim. Yanıma geldiğinde, aramızdaki hava bile yoğunlaşmış gibiydi. Bakışları değişmişti. Bu kez farklı bir gözle bakıyordu. Daha derin, daha sarsıcı. Bir bakıştan fazlasıydı bu. İçime süzülüyor, kat kat ördüğüm duvarları aşıyordu. Sanki ruhumun içine girip en karanlık odaları yokluyordu. Hiç konuşmadan bile beni çözüyordu. Ve sonra çok sade, çok sessiz bir sesle söyledi. "Kırılmışsın, hem de defalarca." Kaşlarım çatıldı, boğazım düğümlendi.
On yıl önceki o gece çakıldı zihnime.
17 Mayıs.

Lanetli tarih. O gecenin soğukluğu yeniden tenime dokundu, kalbim o anki gibi çarpmaya başladı. Boğazımdan geçmeye çalışan her nefes, ince bıçaklara dönüşüyordu.

O günleri hatırlamak benim için bir travmaydı. Sustukça bastırdığım, bastırdıkça içimde yangınlara dönüşen bir geçmişti o.
Ve şimdi başkomiser, yapmaması gereken bir şeyi yapmıştı. Alanıma girmişti. Benim kutsal, dokunulmaz kırmızı çizgime. İçimdeki öfke titreyen bedenimi sarmaya başladı. Uyuyan ateşi uyandırmıştı bir kıvılcımla.
Tam o anda, yanağımda sıcak bir şey hissettim. Soğuk tenimin üzerinde ilerleyen o damla, gözyaşlarımın sessiz bir isyanıydı. Hayır, sessiz değildi.
İntihardı. Gözyaşlarımın, içimde tuttuğum her şeyden vazgeçerek kendini dışarı atışıydı bu.

"Sana ne?!" diye haykırdım. Sesim odada yankılandı.
"Sana ne?!"

Ona değil, geçmişe, her şeye, kendime bağırıyordum belki de. Ama o karşımda duruyordu. Ve bu duyguların hedefi olmak ona düşüyordu.

Artık oda üzerime gelmeye başlamıştı. Nefes alamaz hale geliyordum.

Hızlıca odadan çıkıp koşar adımlarla merdivenlere yöneldim. "Dur, özür dilerim. Bekle." Arkamdan geliyordu. Geçmişimi unutmaya çalışıyordum ama bu kez bana o başkomiser hatırlatmıştı. Asla hatırlamamam gereken şeyleri... Onu dinlemedim. Hızlıca aşağı inip arabama doğru ilerledim. "Defne!" Umursamıyordum, arabama biner binmez çalıştırırıp oradan uzaklaştım.

Geçmişiyle yüzleşmeye hazır olmayan biri, sadece kaçmayı bilir.
Ben de tam olarak bunu yapıyordum. Kaçıyordum. Onun gözlerinden, o lanet geceden, kendi içimde sakladığım her kırık parçadan...

Arabanın içi sessizdi ama zihnim çığlıklarla doluydu. Başımı direksiyona yaslamak istedim ama yapmadım. Güçsüz görünmek istemedim. Kendime bile.

"Kırılmışsın... hem de defalarca."
O sesi hâlâ kulağımda çınlıyordu.
Bu cümleyi nasıl bu kadar kolay söylemişti? Ben o cümleyi içimden bile geçiremiyordum. Gözyaşlarım yeniden gözlerime yürüdü, ama bu kez akmalarına izin vermedim. Bir el frenine, bir direksiyona sıkıca tutundum. Kontrol bende kalmalıydı.

Ama o gece geldi aklıma. O tarih.
17 Mayıs.
Ne yaparsam yapayım silinmeyen, içimi kemiren o gece. Kapkaranlık bir sokak, çığlık sesleri, suskunluk yemini etmiş bir beden... Ben orada kalmıştım. On yıl önce. Büyüdüm sandım, iyileştim sandım, unuttum sandım. Ama aslında yalnızca üstünü örtmüştüm.

Şimdi biri, üstelik tanımaya yeni başladığım biri, içimdeki en derin mezar taşını yerinden oynatmıştı.
Neden böyle etkileniyordum ondan?
Neden gözlerime bakınca beni görebiliyordu? Neden ben bile kendime bu kadar yaklaşamamışken o yaklaşabiliyordu?

Dalgınlıkla frene basıp alışveriş merkezinin önünde durduğumu fark ettim. Burası benim kaçış yerimdi.
Bir şeylere bakmak, almak, taşımak, değiştirmek... Hiçbiri o geceyi silemezdi. Ama en azından kafamı dağıtırdı.

Derin bir nefes alıp aynaya baktım.
Göz altlarım nemli, yüzüm gergindi. Ama yine de makyajım yerindeydi.
Yüzüme bir şey olmamış gibi yapmanın maskesini geçirdim.
Sonra cüzdanımı alıp arabadan indim.
Adımlarım sertti. Alışveriş... Sadece bir bahane. Ama şu an başka hiçbir şeye tutunamıyordum.

Vitrinlerin önünden geçerken aniden kadın gecelikleri satan bir mağazanın önünde durdum. Vitrinde çok seksi gözüken birkaç gecelik vardı. Tam yeni gelinler için açılmış bir mağazaydı. Beni ilgilendirmiyordu ama gözüm aniden mankenin üzerindeki kırmızı geceliğe takılmıştı. Normalde hiç kırmızı sevmezdim. Ama bu benim açıkçası hoşuma gitmişti. Aldığımda bile giyinmeyeceğimi biliyordum ama içimdeki bir ses onu almam için ısrar ediyordu. Tabii herkes gibi alışverişe çıktığımda gereksiz bir şey almam gerekiyordu. Bu yüzden hiç düşünmeden mağazaya girip o geceliği satın alıp çıktım.

Mağazadan çıktığım anda kendime küfür seansı başlamıştı. "Neden aldım ki? O kadar para verdim sanki biri için giyineceğim. Gereksiz harcama...

Öylece dolaşa dolaşa birkaç mağazaya uğradıktan sonra yorulduğumu fark ettim. Karakola gitmek istiyordum fakat o olaydan sonra pek cesaret edemiyordum. Açıkçası başkomisere de fazla tepki gösterdiğimin farkındaydım. Ancak o an elimde olan bir şey değildi. Konu geçmişimle ilgili olduğunda sinirlerime hakim olamıyorum maalesef. Ayrıca kibarlık yapıp tost sipariş etmişti. Resmen adama büyük kabalık yapmıştım.

"Kahretsin ya." Aniden acıktığımı fark ettim. Midem isyan edercesine sesler çıkarmaya başladığında gözlerim kocaman açılmıştı. Adımlarımı hızlandırarak alışveriş merkezinden çıktım. "Adam da ne güzel tost sipariş etmişti. Of Defne of!" Ne diye sinirleniyorsun ki zaten. Kendimi söve söve eve gittim.

Apartmandan içeri girerken aniden bir ses duydum. Sanırım birisi evini tamir ediyordu. "Umarım yan komşu değildir," deyip içimden dua ederek yukarı çıkmaya başladım. Çünkü yan komşum olsa bu gece bana uyku olmazdı. Üstelik iki gün uykusuz kaldıktan sonra...

Apartmanın asansörü olmasına rağmen merdivenleri tercih etmiştim. Açıkçası yalnız olduğumda asansöre binmeyi pek sevmiyordum. Bu yüzden hızlıca merdivenleri çıkıp dairemin olduğu kata geldiğim anda büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. İşte kabus...

Tamir yan komşudaydı.

Gerçekten çok şanslısın Defne. Bravo! Kapıyı açıp bıkkınlıkla içeri girdim. Acaba ne zaman bitirecekler? Yoksa bu sesle asla dinlenemezdim. İstemsiz adımlarla mutfağa yönelip elimdeki poşetleri masaya bıraktım. Gelirken marketten birkaç şey daha almıştım. Evde neredeyse erzak bitmek üzereydi. Poşetleri yerleştirirken aniden hissettiğim sıcaklıkla bakışlarımı aşağı indirdim. Beyaz kedim Prenses kendini bacaklarıma sürtüyordu. "Merhaba Prensesim. Anneni özledin mi?" Prenses benim ev arkadaşımdı. Yaklaşık iki yıldır sahiplendiğim bu kedi artık hayatımın bir parçası olmuştu.

Kucağıma alıp öpücük manyağı yaptığımda garip sesler çıkardığını fark ederek geri bıraktım. Kabına mamasını suyunu yerleştirip, tekrar poşetleri yerleştirmeye başladım.

Oradaydım.
Yıllardır üstünü örttüğüm, adını anmaktan kaçtığım o gecede.
17 Mayıs.

O karanlık sokağın taş zemininde çıplak ayaklarım yanıyordu.
Soğukla temas eden tenimdeki her yara zonkluyor, her nefes bir çığlık gibi boğazıma saplanıyordu. Bağırıyordum. Çığlık atıyordum. Ama sesim çıkmıyordu. Kimse duymuyordu.
Çaresizlik, tüm hücrelerime yayılmıştı.
Sanki biri vücuduma buz gibi bir örtü sermişti ve ben altında donuyordum.
Koşmak istiyordum. Kaçmak. Kurtulmak. Ama bedenim bana itaat etmiyordu. Ayaklarım kilitlenmiş, dizlerim boşalmıştı. Yalnızdım. Sessizlik, ölüm sessizliğinden daha ağırdı. Gözyaşlarım sanki kan yerine akıyordu. Her damla, ruhumun bir parçasını sürükleyip götürüyordu.
O an anladım. Bu hayatta en kötü şey acı değilmiş. En kötüsü, acı çekerken duyulmamakmış. Bağırmak, haykırmak, adını bilmediğin birine bile "Lütfen yardım et" demek. Ama karşılığında sadece rüzgârın uğultusunu duymak.
Ne kadar alışveriş poşeti taşırsa taşısın ellerim, içimdeki o boşluk hâlâ aynı yerdeydi. Sanki birileri hâlâ gelmemişti beni almaya. Sanki hâlâ oradaydım.
O sokağın ortasında. Küçücük, çaresiz, sessiz.

Aniden gelen çekiç sesiyle irkilerek düşüncelerden sıyrılmıştım. "Hay ben sizin işinize!" Poşetleri kenara atıp öfkeyle kapıya doğru ilerledim. Dışarı çıkarak yan komşunun kapısını çaldım. İnsanda biraz vicdan olur değil mi? Bu saatte insanları rahatsız etmeye kimsenin hakkı yoktu.
Defalarca çalmama rağmen kapıyı kimse açmamıştı. Son defa zili çaldığımda aniden sesler durmuştu. Birkaç saniyenin ardından içeride bir hareketlenme hissetmiştim. Duruşumu dikleştirip boğazımı temizledim. Kapının kilit sesi duyulduktan hemen sonra kapı açılmıştı.

İki çift bal renginde olan gözler benim kahverengi gözlerimle buluşunca şok içinde ağzım açık kalmıştı. Karşımda Sarp Baysoy vardı. Gözlerimi kırpıştırarak bunun gerçek olup olmadığını anlamak istedim. Ancak nafile. Gerçekti.

Onun da benden farklı yanı yoktu. Önce şaşırsa da sonra kaşlarını havaya kaldırarak sırıttığında kaşlarımı çatmıştım. "Defne?"

Ben ise konuşmayı unutmuştum. Şaşkınlığım, damarlarımdaki kanın akışını bile yavaşlatmış gibiydi. Ama saniyeler sonra, kelimeler patladı dudaklarımdan:

"Senin burada ne işin var?"

Cümle öylesine ani ve keskin çıkmıştı ki, Sarp bile bir adım geriye çekildi. Gözlerinde afallama, ardından gelen bir savunma hali vardı.

"Bu... burası benim evim," dedi, sesi neredeyse fısıltı kadar yumuşaktı. Ardından sordu.
"Sen?"

Ne yani?! İki gün önce yeni taşınan komşum Sarp Baysoy'muydu?! "Benim evim" arkadaki kapıyı gösterdiğimde kaşları tekrar şaşkınlıkla havaya kalktı. Şoktan ayrılamadığım için konuşmayı beceremiyordum.

"Sen karşı dairede mi yaşıyorsun?" Sorduğu soruyla sadece başımı onaylarcasına sallaya bilmiştim. Güldüğünde gözleri kısılmış, bal rengi olan gözleri göz kapakları altında kalarak küçülmüştü.

"Böyle tesadüf olabilir mi?" Alayla gözlerimi devirip kollarımı göğsümde birleştirdiğimde Sarp dudağının kenarını kıvırıp "eğer benimle konuşmak için bahane uydurmuyorsan, büyük ihtimalle tesadüftür," dedi beni taklit ederek kollarını göğsünde birleştirdi.

"Yok artık!" Kollarımı çözüp bir adım geriye gittim. "Neden konuşmak isteyeyim ki seninle?" Dudaklarımı küçük bir kız edasıyla büzüp bakışlarımı çevirdiğimde havalı gülüşü yüzünde yer edinmişti. Bu adamın her hali mi yakışıklı? Yok bence her şey gözlerde saklı. Gözler güzel olunca, tüm mimikler de güzel gözüküyor.

Bakışlarını kaldırıp gözlerini gözlerime sabitleyerek "tamam o zaman neden buradasın?" diye sorduğunda neden buraya geldiğimi nihayet hatırlamıştım.

"Gürültü var." İşaret parmağımla içerini gösterdim. Ardından kulağıma doğru götürüp "biz de insanız, dinlenmemiz gerek," dedim şikayet ederek. Hayranlıkla beni izlerken dudaklarını aralayarak "tamam gürültü için özür dilerim, zaten birazdan işim bitecek," dedi imayla. Bakışlarını gözlerimden çekmek istemiyordu. Bakışlarıyla beni hipnoz ediyor gibiydi. "Başka bir şey var mı?" Bir anlık başım döndü sandım. Gözlerimi kırpıştırıp tekrar açtım. "Hayır, teşekkür ederim yok."
Arkamı dönüp kapıya doğru giderken aniden başımın tekrar dönmesiyle duvara yaslandım. Zemin ayaklarımın altından çekiliyordu sanki. Midemden boğazıma yükselen o tanıdık basınç, baş ağrısının uğultusuyla birleşmişti. Nefesim sıklaştı.

"Hop, hop, hop. Yavaş!" Sarp'ın sesi arkadan yankılandı. Hızla yanıma gelip belimden kavrayarak beni kendine çekti. Kollarının gücüyle dengemi sağladı, ben istemsizce göğsüne yaslandım. Kalp atışlarının ritmi yanaklarıma kadar ulaşmıştı. "İyi misin?" Değildim.

Dilim damağıma yapışmıştı, kelimeler zihnimde vardı ama dudaklarımdan çıkmıyordu. Başımın dönmesi yetmezmiş gibi, zonklayan bir baş ağrısı da yerleşmişti alnımın orta yerine. Sanki bedenim benimle değilmiş gibi hissettim. Gözlerim kapalıydı ama hissettiğim tek şey, Sarp'ın sıcak avuçlarının belimdeki sıkı tutuşuydu.

Başımı hafifçe iki yana salladığımda aniden beni kaldırıp kucağına alarak kendi dairesine girdi. Kapıyı kapatıp hızlıca beni koltuğa bıraktığında başımın dönmesi hâlâ devam ediyordu. Gözlerim yarı kapalı yarı açık haldeydi. Midem açlıktan isyan etmeyi bırakmış artık acıları içeriye davet etmişti. "Sen bir şey yedin mi?" Sesini uzakta duyuyordum. Başımı çevirip nerede olduğunu görecek halim yoktu.
"Hayır!" dedim yorgun ses tonuyla.
"Hâlâ mı?!" Şok içinde sorduğu soru cevapsız kalmıştı. Birkaç saniye sonra yanıma geldiğinde bir bardak bana suyu uzattı. Suyu alıp içtiğimde tekrar ayaklandı. Bu kez tansiyon cihazıyla dönmüştü. Tansiyon cihazını koluma takarak tansiyonumu ölçtüğünde başımı koltuğa yasladım. Bir an bakışlarını üzerimde hissettim. "İyi değilsin sen. Hastaneye gidelim mi?"

"Hayır, gerek yok."

Tansiyonu ölçtü, sonra cihazı bir kenara bırakarak kalktı. "Tansiyonun düşmüş," dedi kararlı ama yumuşak bir tonla. "Açlıktan olmalı." Ardından hızlıca mutfağa yöneldi, sesi uzaklaşırken bir şeyler mırıldanıyordu:
"Şanslısın, tostlar hâlâ duruyor."

Elinde bir poşetle geri döndüğünde ben hâlâ yerimden kıpırdamamıştım. Oturduğum yerde kambur duruyor, başımı iki elimin arasına almıştım. Onun gelişini duyunca yavaşça doğruldum. Midemden yükselen bulantıyla dudaklarımı sıktım.
"Canım hiçbir şey istemiyor şu an," dedim sessiz ama net bir şekilde. Gözlerim yerdeydi. "Şimdi yemezsen daha kötü olursun," diye karşılık verdi, bana doğru yaklaşırken sesi biraz daha ciddi çıkmıştı. Ama o an hiçbir şey yemek istemiyordum. Mide ağrımın yanında, mide bulantısı da bastırmıştı. Ağzıma bir lokma alsam, sanki hepsini geri çıkaracakmışım gibiydi. Boğazıma kadar dolan o yoğun his, konuşmayı bile zorlaştırıyordu.

Sarp, önümde diz çöktü. Poşeti kenara bırakıp bir bardağa su doldurmak için uzandı. Ama tam suyu alacakken birden durdu. Hareketi yarım kaldı.

Bakışları yavaşça bana, daha doğrusu gözlerime kaydı. Ve o an. Bakışları donakaldı. Sanki gözlerimin içine değil, içimdeki karmaşaya, o parçalanmış hâlime bakıyordu. Kaşlarının arasına ince bir çizgi yerleşti. Gözlerinde önce bir şaşkınlık, sonra yavaşça artan bir endişe belirdi. Gözlerimin içine doğru bakarken gözlerimi kısıp "neye bakıyorsun?" dedim tüm odunluğumla. Bana öyle derin bakması beni rahatsız ediyordu. Sanki gözleri beni kendi içine çekiyormuş gibiydi. Bu yüzden gözlerine bakmamaya çalışıyordum.
Güldü, güldüğünde aniden gamzesinin olduğunu fark edince kaşlarım havaya kalkmıştı. "Hiçbir şey." Doğrulup poşetteki tostları bana uzattı. "Al!"
Tedirginlikle alıp tostlardan birini yemeye başladım. Başım hala ağrıyordu, fakat baş dönmesi yavaş yavaş geçiyordu. Tam karşıma geçip oturduğunda ellerini birbirine kenetleyip, belini hafifçe büküp bana doğru eğildi. Gözlerini bana sabitledi. Birisi bana bakarken yemek yemek en nefret ettiğim şeydi. Dışarıdan yemek yerken nasıl göründüğümü bilmiyordum. Kaçamak bakışlarla ona bakarken, tosttan küçük ısırık alıyordum.

"Bana bakmayı keser misin? Yemek yiyemiyorum."

"Küçük ısırık alarak kibar göründüğünü mü düşünüyorsun?" Ne?! Bu adam ne diyordu?!

"Beni neden böyle dikkatlice izliyorsun?!"

Tek kaşını kaldırıp dudağının kenarıyla güldü. "Çünkü dikkatimi çekiyorsun." Çiğnediğim tostu yutmak isterken aniden söylediği cümleyle öksürmeye başladım.

"Yavaş yavaş!" Lokma hala ağzımdaydı, ağzım resmen dolu dolu konuşuyordum. "Asıl sana yavaş!" Bir hışımla ayağa kalkıp öfkeyle kapıya doğru ilerledim. "Ne oldu yine?" Bana yetişerek kolumdan tutup kendine çektiğinde öfkeyle gözlerine baktım. "Senin amacın ne?!"

"Deli misin sen? Ben ne yaptım yine? Her defasında neden ben haksız oluyorum acaba?" Kolumu ondan kurtararak kapıyı açtım. "Bana yürüyorsun!"

"Delirdin mi sen? Bu nereden çıktı?" Kulaklarına inanamıyormuş gibi yapıyordu. Ya iyi rol yapıyordu ya da gerçekten niyeti o değildi.

"Dikkatimi çekiyorsun niye dedin o zaman?" Başını yukarı kaldırıp sabır çekerek bana döndü. Sinirlenmiş miydi o? "Kızım, sen şaka mısın? Ben sana neden yürüyeyim? Eğer yürürsem böyle mi yürürüm?! Geç otur yerine! Hem tipim değilsin korkma!"
Emir verircesine söylediği cümleyle çatılmış kaşlarım havaya kalktı.

Tipim değilsin ne demek ya?! Böyle cümlemi kullanılır? Ayrıca bu bana neden emir veriyordu? Kim izin vermişti?! Ben izin verdiğimi hatırlamıyorum!

"Bana emir veremezsin!" dedim itiraz ederek.

"Sana emir vermiyorum ben! Sana yardımcı olmaya çalışıyorum. Tansiyonu düşen sensin, ben değil. Geç otur, ayakta fazla kalamazsın!"

Sinirden ne yaptığımı biliyor muydum ben? Adam fazlasıyla haklıydı. Ne kadar anlamsız tepki verdiğimi anlamıyordum. Özellikle sadece bu adama karşı böyleydim. Aramızda garip bir enerji vardı. "Evime gitmek istiyorum," dedim çocuk gibi. "Gidip evde dinleneceğim."

Kapının kolunu aşağı indirip kapıyı açtım. Hiçbir şey demeden beni izliyordu. Yorgun halimle kendi dairemin önüne gelip kapıyı açtım. Kapıyı kapatmam için arkamı çevirdiğimde hala beni izliyordu. Kapıyı kapatıp içeri geçtim.

Hemen mutfağa geçip telefonumla birlikte marketten aldığım tatlı atıştırmalıklardan birkaçını alıp odama doğru yöneldim. Kendimi fazlasıyla yorgun hissediyordum. Yatağıma geçip yavaş yavaş atıştırmalıkları açarak yemeye başladım. Telefondaki mesajları gözden geçirdikten sonra komodinin üzerine bırakıp, kendimi uykunun kollarına attım. İki gündür doğru düzgün uyuyamıyordum.

Ne kadar uyuduğumu bilmiyordum. Ama uyandığımda hala geceydi. Uyanmamın nedeni ise gece yarısı ard arda gelen mesajlardı.

Göz kapaklarımı açıp telefonun ekranına aval aval bakıyordum. O kadar uykuluydum ki neden uyuduğumu bilmiyordum. "Mesaj!" dedim bir anda. Hemen sayfaya girdiğimde yabancı numaradan ard arda mesajlar geldiğini gördüm. Kaşlarımı çatarak bu olaya anlam vermeye çalışıyordum.

"Serap'tan uzak dur!"

"Yoksa senin de başın yanar!"

"Canın yanmasını istemiyorsan onun peşini bırak!"

"Yoksa senin canını daha çok yakarım Defne Yıldız Aksoy!"

Savaş Karakurt 🐺


Herkese tekrardan merhabalar. Yukarıda fazlasıyla konuştuğum için burada sizi çok yormayacağım. Hemen bölümle ilgili fikirlerinizi yazın. Oy vermeyi unutmayın lütfen. Diğer bölümü önümüzdeki hafta yayınlarım. İnstagramdan size bilgi vereceğim. Adelinashwriterrr hesabını takip edin.

 

 

Bölüm : 17.12.2024 07:13 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Adelina / Savaş'ın Yıldız'ı / 1.Bölüm: 'İçimizdeki Kötülük'
Adelina
Savaş'ın Yıldız'ı

7.04k Okunma

500 Oy

0 Takip
49
Bölümlü Kitap
Giriş1.Bölüm: "İçimizdeki Kötülük"2.Bölüm: "Savaş'ın Peşinde"3.Bölüm: "Tesadüf Değil Plan"4.Bölüm: "Kırılmış Kabulleniş"5.Bölüm: "Arkadaş Olalım mı?"6.Bölüm: "Geri Dönüş"7.Bölüm: "Bilinmeyen Hata"8.Bölüm: "Kaçırılma Krizi"9.Bölüm: "Dağ evinde dağ ayısıyla"10.Bölüm: "İlk Mühür"11.Bölüm: "Kıskançlık Savaşı"12.Bölüm: "Şeytanın Tohumu"13.Bölüm: "İhanet Hançerinin Ateşi"14.Bölüm: "Gerçeklerden Uzak Hayallere Yakın"15.Bölüm: "Korkusuz Yürek"16. Bölüm: "Rüya Gibi Kabus"17.Bölüm: "Aile Olmaya Hazır mısın?"18.Bölüm: "Bir Yıldız İntikamı Düşünün"19.Bölüm: "Topuklu Belalar"20.Bölüm: "Acı Gerçeklerin Rüzgarı"21.Bölüm: "Karanlığı ışığımdan daha güçlü."22.Bölüm: "Kraliçe Geri Dönüyor"23.Bölüm: "Büyük Buluşma"24.Bölüm: "Yıldız Kayması"25.Bölüm: "Yüzleşme"26.Bölüm: "Anne sana ihtiyacım var."27.Bölüm: "Şimdi Sıra Bende"28.Bölüm: "Ben Defne Yıldız Karakurt"29.Bölüm: "Herkesin Kendi Acısı Kendine Yeter"30.Bölüm: "Mahşerin Karanlık Perdesi (Sezon Finali)24.Bölüm: "Özel Bölüm"Özel Bölüm: "Akşam Yemeği(Savaş ve Defne)"(İkinci Kitap) 31.Bölüm: "Dönüyoruz"(2.Sezon)32.bölüm: "İki Ateşin Aşkı"33.Bölüm "Karanlığında Işığımı Kaybettim"34.Bölüm: "İçimizdeki çocuk"35.Bölüm: "Cehenneme Bir Adım Kala"36.bölüm: "1.Gün-Şeytanın Pençesinde"37.Bölüm: "2.gün Kayboluş ya da yok oluş"38.Bölüm: "Savaşın Ortasında Sen ve Ben"39.Bölüm: "Oyunun Gerçek Piyonları"40.Bölüm: "Tutsak Zihinlerin Zincirli Kalpleri"41.Bölüm: "Siyahın Beyaz Lekesi"42.Bölüm: "Karanlığın Sonu"43.Bölüm: "Sahte Sevgi Çemberi"44.Bölüm: "Çizginin Ucunda"45.Bölüm: "Son Seçim"46.Bölüm: "Bozulmuş Düzen"
Hikayeyi Paylaş
Loading...