
Bölümü beğenmeyi unutmayın lütfen. Yorumlarınızı bekliyorum
2.Bölüm: "Savaş'ın Peşinde"
***
"Merhaba, acaba Alp Komiser’in yerini söyleyebilir misiniz?" Sesim beklediğimden daha tiz ve aceleci çıkmıştı. İçimdeki huzursuzluk, kelimelere bile yansımıştı.
"Şuradaki oda onun odası." Kadın başını hafifçe eğip koridorun sonundaki ikinci kapıyı eliyle işaret etti. Gözleri üzerimde bir an fazla oyalanınca teşekkür ederken sesimi biraz daha sertleştirdim.
"Teşekkür ederim." Ayaklarım kendi kendine harekete geçti. Kadının yanından hızla uzaklaştım. Kalbim göğsümde yankılanırken, o dar ve sessiz koridorda yankılanan topuk seslerim, sabırsızlığımı dışa vuruyordu.
Geceden kalma yorgunluk vücuduma çökmüştü ama zihnim dinlenmeyi reddetmişti. Uyuyamamıştım. Sabaha kadar gözüme uyku girmemişti. Tabağımdaki kahvaltı dokunulmamış kalmıştı. Çatal elimde duruyor, ama ağzıma ne koyduğumu bile fark etmiyordum. Gece yarısı gelen mesaj, içime oturmuş bir taş gibiydi. Soğuk, ağır ve uğursuz. Odanın kapısına geldiğimde tereddüt etmeden iki kez tıklattım. Beklemeye bile gerek görmeden, bir adım atıp kapıyı açtım.
Alp Komiser'in odası loş bir ışıkla aydınlanmıştı. Masasının üzeri düzensizdi, birkaç dosya yarı açık duruyordu. Beni görünce yerinden fırladı.
"Defne Hanım?" Gözleri büyümüştü, şaşkınlıkla kaşları çatıldı. O an, odadaki hava birden gerildi. Gecenin yükü hâlâ omuzlarımdaydı ve o an sanki her şeyin cevabını burada, bu odada alacakmışım gibi hissediyordum.
"Sizinle konuşmam gereken bir şey var." Gözlerim korkuyla kocaman açılmıştı. Kalbim hızlı hızlı atarken nefes alış verişlerim düzensizdi. Kendim için değil, Serap için korkuyordum. "Buyurun, geçin." Gösterdiği yere geçmeden direk yanına gittim. Telefonumdaki mesajı ona gösterdiğimde gözlerini kısıp mesajı okumaya başladı. Mesajı okur okumaz şaşkınlıkla gözlerini açıp bana döndü. "Savaş Karakurt mu?" Başımı hafifçe salladım. "Serap'a bir şey olacak diye korkuyorum." Siyah gözlerini gözlerime sabitleyip, dudaklarını araladı. "Bence sen kendin için kork. Serap en güvenilir yerde ama sen?!"
"Bir şey olmaz değil mi?" dedim tane tane. İçimdeki korkuya engel olmaya çalışsam da bu konuda yetersizdim.
Alp Komiser telefonumu geri verip omuz silkti. "Bilmiyorum, sana ne yapacaklarıyla ilgili hiçbir fikrim yok. Ama şunu söyleye bilirim, bu adamlar fazlasıyla tehlikeli." Gözleriyle uyarır gibi baktığında içimde bir ürperti hissettim. "Seni korkutmak istemiyorum ama biz bu olayları daha önce de defalarca yaşadık." Emin olmak adına tekrar korkuyla gözlerine bakarak "bana bir şey yaparlar mı?" diye sordum. Alp Komiser başını iki yana salladı. "Karşılarına çıkan herkesi kaldıran adamlar bunlar. Biz bile engel olamıyoruz. Mesela başkomiser Sarp defalarca onları tam yakaladı, hapise atacakken yeni bir oyun kurup serbest bırakılıyorlar. Artık kimse onlarla uğraşmıyor. Bize bulaşmadıkları sürece biz de onlara bulamıyoruz. Kaderimize artık razı geldik. "
Kulaklarıma inanamıyordum. Bir polis nasıl böyle rahat konuşa biliyordu?
"Siz nasıl bu kadar rahat olabilirsiniz?! Dışarıda binlerce masum öldürülüyor ve siz bunun için hiçbir şey yapmıyor musunuz?" Kulaklarıma inanamayarak kaşlarımı çattım. Karşımdaki adam alay eder gibi güldüğünde gözlerimi sinirden kısmıştım.
"Masum mu?" dedi beni tekrarlayarak. "Öldürdükleri adamların müebbet yiyecek kadar suçları vardı Defne hanım!"
"Ne?!" Olaylar gitgide karışıyor, beni çıkmaz bir sokağa götürüyordu. O sokağın sonunda beni bekleyen Savaş Karakurt'la karşılamaktan korkuyordum. "Masumları değil, suçluları öldürüyorlar. Ancak şimdiye kadar hiç masum öldürmekdiklerini söyleyemem."
"Ne yani?! Benim aradan çekilmem gerektiğini mi söylüyorsunuz?!" Alp bakışlarıyla telefonumu gösterdi.
"Ben değil, o söylüyor. Ben hiçbir şey demiyorum." Eline masasının üzerine bıraktığı dosyayı alıp umursamadan dosyayla ilgilendiğinde sinirle solumuştum. Tüm bunlar ne demek oluyordu?! Bunlar hepsi Savaş'ın adamı mı yoksa?! Artık herkesten şüphelenmeye başlamıştım. Arkamı dönüp gidecekken "siz bir de Sarp Başkomiserle konuşun," dediğinde ona döndüm. Başını kaldırmadan dosyayla ilgilenmeye devam ediyordu. "Belki o size yardımcı olur."
Kaşlarımı çatarak tam sorumu soracakken "Sarp daha önce Savaş'la karşılaştı. Onu en iyi tanıyan o." dedi açıklama yaparak. Artık soracak bir sorum kalmadı. Tüm yollar yine Sarp'a gidip çıkıyordu. Bu adamla yine mi yüzyüze kalacaktım?!
Sinirli olduğumu anlaması için kapıyı sertçe kapatıp dışarı çıktım. Evet, aradığım adam oradaydı. Odasına giriyordu. Üzerinde siyah boğazlı kazak ve üzerine askılı silah kılıfı takmıştı. Siyah kot pantolon altına siyah botlar. Yalnız onunla ilgili değil.
Erkeklerin giyim tarzına fazlasıyla dikkat eden birisiyim. Mesela her erkek kendine yakışanı giyer mi? Yoksa öylesine falan giyinir mi diye bakarım. Ve tabii ki Sarp Baysoy tam da ona yakışanı giyerdi. Sanki giyindiği her şey onun için tasarlanmıştı. Geniş kaslı omuzları, dik duruşuyla tüm kadınların dikkatini üzerine çeke bilirdi. Saçlarını arkaya doğru özenle taramıştı. Yüzü yeni tıraş olduğu için tertemizdi.
Evet, kabul ediyorum fazlasıyla yakışıklı.
Ama şöyle bir şey var. Ben bu adamı hayatımda iki kez gördüm. Ve ikisinde de ona sinirlendim. Şimdi ise biraz farklı olsun diye sinirlenmemeye karar vermiştim. En azından yardım etmese güzel dille teşekkür edip çıkacaktım.
Zehirli olma Defne!
Odasına girer girmez arkasından hızlıca ilerledim. Kapısını çalıp içeri girdiğimde daha koltuğuna geçmemiş, tam oturacakken onu yakalamıştım. Beni gördüğünde her zamanki gibi şaşırdı.
"Defne?!"
"Gelebilir miyim?" diye kibarca sordum. Evet, sadece kibarca sordum. Şaşırmakla beraber sanki mutlu olmuştu. "Gel, geç otur da. Yine hangi rüzgarların etkisiyle benim kapıma geldin acaba?"
Benim kapıma? Fazla egolu. Sakin ol Defne. Zehirli olma.
Güldüm. "Bence sen o rüzgarlara teşekkür etmelisin, benim gibi bir kızı senin kapına getirdiği için." Tam karşısındaki koltuğa geçtiğimde kaşlarını havaya kaldırıp dudaklarını memnun olmuş bir ifadeyle büzdü.
İyiki zehirli ol dedim Defne.
"Peki, o zaman neden tekrar beni görmek için geldiğini sorayım? Nasıl soru?" Tek kaşını havaya kaldırıp kendinden emin havayla bana bakınca "fazla egolu olduğunu söylemek için gelmiş olabilir miyim?" dedim gülerek.
Tavrım fazlasıyla hoşuna gitmişti. Net. Fakat şu an şakalaşmanın sırası değildi. Duruşumu dikleştirip, yüzümdeki gülüşü aniden sildim.
"Bana yardım etmeni istiyorum," dedim tüm kararlığımla. Bakışları aniden değişti. Artık onun yüzünde de ciddi bir ifade vardı. "Savaş Karakurt'la ilgili her şeyi öğrenmek istiyorum. Tüm bildiğin her şeyi bana anlatmanı istiyorum." Şok olmuştu. Bu kadar iddialı olacağımı düşünmüyordu herhalde. Alayla gülerek "çok komik şaka, bir dahaki sefere yapma," dediğinde yüzümde ifadeyi değiştirmeden ona baktım. Şaka değildi, gerçekti. Yüzümdeki ifadenin değişmediğini görünce dudaklarını sinirle birbirine bastırdı.
"Neden onu soruyorsun?"
Tavana bakarak sorusunu ciddiye almayarak "hiç gelecekteki çocuklarımın babası, evimin direği yapacağım da" dediğimde birkaç saniyelik sessizlikten sonra elini sertçe masaya vurdu. İrkilerek ona döndüm. "Sana bir soru sordum." Korkuyla yutkundum. Durduk yere bana neden bağırdı ki?! Sabrı bu kadar az mıydı?! Ben sadece şaka yapmıştım oysa.
Eğer öyleyse ben onunla asla işbirliği yapamazdım. Sustum, öylece gözlerine baktığımda gözlerini gözlerimden çekip eliyle alnına masaj uyguladı. İleri gittiğini anlamıştı galiba. Aval aval gözlerine bakmaya devam ederken bunalarak nefesini verdi.
"Buraya gelirken moralimi bozacak bir olay oldu da. Ona biraz sinirlendim. Özür dilerim bağırdığım için." Ayaklanarak camın önüne geçti. Siniri hala geçmemişti, kendini zor tutuyordu. Arkası bana dönüktü. Kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. Masasının üzerindeki suyu alıp bardağa süzdüm. Eminsiz adımlarla ona doğru yaklaşıp suyu ona uzattım.
"Bence biraz dinlenmeye ihtiyacın var. Biraz ara mı versen?" Bana döndüğünde elimdeki suyla bakıştı. "İstesem de ara veremem," dedi imayla. Anlaşılan işine bağlı birisiydi, ve işi de tabii ki çok zordu. "Niye?" Elimdeki bardağı alıp suyu yudumlamaya başladı. Ben ise sadece onu izliyordum. "Bazen çıktığımız yolda durmamamız gerekiyor. Ne kadar yorucu olsa bile." Başımı ağır ağır salladım. "İstersen bu konuda sana yardımcı olurum," dediğimde gözleri gözlerimde takılı kaldı. Ne yapmak istediğimi sorgular gibi tek kaşını havaya kaldırdı. "Ama farklı yöntemlerler daha doğrusu biraz garip."
"Nasıl?"
"Ben akşamları, saat yaklaşık dokuzdan sonra, bizim mahallenin sonundaki tepeye yıldızları izlemeye giderim," dedim sessizce, gözlerimi yere indirerek. Sesimde belli belirsiz bir mahcubiyet vardı, ama bu itirafı yapmam gerektiğini hissediyordum. "Başımı toprağa, çimenlerin üzerine koyup gökyüzüne baktığımda gün içinde biriken tüm stresim, öfkem hepsi uçar gider."
Bunu söylerken, gözümde o tepe canlanmıştı...
Yaz akşamlarının serinliği, çiğ damlalarıyla ıslanan yapraklar, rüzgârın hafifçe savurduğu otlar… Uzakta köpeklerin havlaması, arada bir geçen bir arabanın sesi... Ama o tepede yalnızken dünya susardı. Sanki sadece ben ve gökyüzü kalırdık. Yıldızlar göz kırpar, ben içimdeki ağırlıkları tek tek onlara fısıldardım. Ve onlar beni anlarmış gibi daha da parıldardı.
Ama karşımdaki kişi, gözlerinde biriken o küçümseyici ifadeyi saklamaya tenezzül bile etmedi. Dudak kenarında beliren alaycı bir gülümsemeyle başını iki yana sallayıp güldü. Soğuk, içten uzak, hatta biraz küçümseyici bir kahkahaydı bu.
"Yapma," dedi, yüzünü buruşturarak. "Çocukça şeyler bunlar. Ben de bir şey söyleyeceksin sandım."
Gülüşü havaya karışırken içimde bir şey çekildi sanki. Suratım istemsizce düştü, dudaklarımda yarım kalmış bir tebessüm kuruyup kaldı. O an söyleyecek bir şey bulamadım.
Değildi. En azından benim için değildi.
Ben hep böyle kendimi sakinleştirirdim. Dünyadan kaçtığım, nefes alabildiğim tek yerdi orası. Birinin bunu basit bir çocuk oyunu gibi görmesi içimi acıttı. Ama belli etmedim. "Bazı yerler vardır, insanın içini kimse anlamasa da, oraya baktığında kendini bulduğu yerler. Benimkisi o tepe. Belki bir gün senin de olur."
Elimdeki bardağı aldığında masanın üzerinde bırakıp, çantamı alıp kapıya yöneldim. "Tamam o zaman. Daha sonra sinirlerin yatışınca konuşuruz." Yüzüne bakmadan kapıdan çıkarak kapıyı kapattım.
Karakoldan çıktığımda saat öğlene geliyordu. Aklıma gelen ani fikirle hemen arabaya atladım. Dedemin yanına yani Cevdet Çelik'in yanına gidecektim.
Benim dedem Cevdet Çelik yeraltı dünyasının tanınan isimlerinden biriydi. Uzun yıllardır yasadışı işlerle uğraşan dedem hala ufak tefek işler olduğunda yaşına bakmadan korkusuzca ona verilen görevi yapıyordu. Benim babam Harun Aksoy emniyet amiri. Ve annemle tanıştıklarında dedemin karanlık tarafından haberi yoktu. Annemle babam bir alışveriş merkezinde operasyonun tam ortasında tanışmışlardı.
Annem o zamanlar üniversite öğrencisiydi. Ve ilk görüşte o zamanlar başkomiser olan babama aşık olmuştu. Fakat babam annem yaşı küçük olduğu için ona yüz vermemiş. Fakat zaman geçtikçe annem babamın karşısına sürekli çıkmaya başlamış ve hatta ilk teklifi annem etmişti. Ancak uzun zaman sonra annemi kabul etmiş ve onunla evlenmek kararı almıştı. Ailelerin istememesi olayı zorlaştırmıştı. Ama her şeye rağmen Aşk kazanmıştı.
Her neyse, konumuz o değil şu an...
Dedemin Savaş'ı tanıyacağını umut ediyordum. Çünkü o karanlık insanların hepsini tanır. Bu yüzden ilk olarak onun yanına gidecektim. Evine vardığımda kocaman villanın kapıları sonuna kadar açılmış, kapıda duran korumalar "hoş geldiniz Defne hanım," diyerek sıcakkanlılıkla karşılamıştılar.
Başımla selam verdikten sonra içeri geçtim. Dedem bahçede oturmuş, kahve keyfi yapıyordu. Beni görünce ayağa kalkarak sevinçle yanıma geldi.
"Miniğim, gelmiş. Hoş gelmiş. Nasılsın benim güzel prensesim?" Kollarını açarak bana sarıldığında kaç aydır görüşmediğimiz için açıkçası birazcık özlemiştim. Babamla dedem arasındaki soğukluk asla bana yansımadı. Babam benim yanımda hep dedemle güzel konuşuyordu, dedem de aynı şekilde ona cevap veriyordu.
"Sağ ol benim tontoşum. Sen nasılsın?" Dedeme küçüklükten beri tontoş derdim. Çünkü yanakları ton ton, gözleri kısıktı. Açıkçası onun suratı bana çok tatlı geliyordu.
"Babanlar nasıl? Ara sıra gelin ya. Özledim torunumu." Yanağımdan öperek geri çekildi. Yanına geçip koltuğa oturduğumda "kızım, prensesime sütünü getirin," diye İçeridekileri hizmetçilere seslendi. Yüzümü buruşturdum. Her defasında böyle yapıyor. Beni görünce direkt süt getirtiyor. Tamam seviyorum da yani hep içecek kadar değil be dedem.
"Ya dede, hâlâ mı? Çocuk muyum ben?" diye çıkıştığımda, gözlerinin içiyle güldü önce. Sonra yavaşça bana doğru eğildi, burnunun ucuyla burnuma dokunacak kadar yaklaştı ve yanağımdan sevgiyle bir makas aldı. Gözlerindeki parıltı, geçmişten gelen sıcak bir anı gibi içimi ısıttı.
“Sen benim minicik…” dedi, işaret parmağıyla başparmağını aralayıp havada küçücük bir mesafe gösterdi. “Mini minnacık prensesimsin,” diye ekledi, göz kenarlarında yılların biriktirdiği çizgilerle birlikte kocaman gülümseyerek.
Kıkırdadığımı duyunca dayanamadı, kollarını yeniden açtı ve beni sımsıkı sarıldı. Parmak uçlarıyla sırtımı usulca okşarken, bedeninden yayılan o eski kolonyalı sabun kokusu burnuma karıştı. Sanki çocukluğumun yaz sabahlarına dönmüştüm. Çok özlediği her halinden, sarılışındaki titrek sıkılıktan, gözlerini kaçırmasından belliydi.
Ben de onun sıcaklığına birkaç saniye daha tutunmak istedim, sonra sabırsızca hafifçe uzaklaşıp dizlerinin dibine oturdum. “Tontoş,” dedim, çocukken taktığım bu lakabı hâlâ kullanıyor olmak biraz utandırsa da, dudaklarımda bir gülümseme vardı. “Sana bir şey soracağım.”
Artık dolanmadan direkt konuya girmek istiyordum. İçimde deli gibi çarpan bir merak vardı, yerimde duramıyordum.
“Sor miniğim,” dedi sakince. Gözlüğünü biraz yukarı itti, önündeki ince porselen fincana uzandı. Kahve, hâlâ hafifçe duman çıkarıyordu. Fincanı zarifçe kavradı, parmaklarındaki yaşlılık lekeleri dikkatimi çekti. Ağzına götürüp bir yudum aldı. Dudaklarını hafifçe büzüp keyifle içti, ardından fincanı küçük tabağına özenle yerleştirdi.
“Savaş Karakurt’u tanıyor musun?” dediğim an, dedemin yüzündeki ifade değişti. Az önce yumuşaklıkla kıvrılan o çizgiler birden sertleşti. Gözbebekleri büyüdü, çenesindeki kaslar belli belirsiz kasıldı. Dudakları arasından bir nefes verdi ama o nefes sanki içini acıtarak geçmiş gibiydi.
Bir an, içeriye gölgeler dolmuş gibi geldi bana.
Kahve fincanını ağır bir sessizlikle masaya bıraktı. Serçe parmağının fincan tabağına hafifçe çarpmasıyla çıkan çın sesi odada yankılandı. Ardından gömleğinin boğazını sıkan düğmelere uzandı ve ilk iki düğmeyi açtı. Bu, dedem için bir tür iç savaş sinyaliydi. Canı sıkılmıştı. Rahatsız olmuştu. Ve içindeki karmaşayı bastırmaya çalışıyordu.
Kaşlarımı çatıp dikkatle izliyordum onu. Elleriyle alnını ovuşturdu, bir süre sessizce yere baktı.
"Nereden çıktı şimdi bu?" diye sordu sonunda, sesi hem yorgun hem uyarıcıydı.
Serap olayını anlatmam mümkün değildi. Eğer duysa, o kızla görüşmeme katiyen izin vermezdi. Belki Serap’ın adını bile duymak istemezdi. O yüzden saklamalıydım. Ama asıl sorun, dedemden bir şey saklamanın, denize taş atıp iz bırakmadan kaçmaya benzemesiydi. O benim ne zaman yalan söylediğimi anında anlardı. Gözümün ucuna, nefesimin ritmine, dudaklarımın titremesine kadar… Hepsini bilirdi. Yakalanırsam, bu sefer affetmeyeceğini biliyordum.
Derin bir nefes aldım. Cümleleri dikkatle seçmem gerekiyordu. Masanın kenarına parmak uçlarımı yasladım.
“Benim bir arkadaşım biriyle ilgili bir suçlamayla karşı karşıya.” dedim. Sesim normalden daha düşük bir tondaydı. Gözlerim yere kaymıştı ama sonra toparlandım. Dedem gibi bir adamın karşısında, zayıf görünmek her şeyi daha kötü hale getirebilirdi.
Göz ucumla dedem Cevdet Çelik’in yüzüne baktım. Hâlâ sessizdi. O sessizlik... her kelimeden daha çok şey anlatıyordu. Gözleri artık bana değil, sanki uzak bir anıya kilitlenmişti. Belki de adı anılan o adamla yaşanmış karanlık bir geçmişin kapısını aralıyordu.
“Açıkçası dürüst olacağım. Arkadaşım hapiste. Ben de avukatları tuttum. Fakat dün Savaş Karakurt’tan mesaj geldi. Serap’ın peşini bırak, yoksa senin için kötü olur, diye yazmış.”
Cümlem daha bitmemişti ki dedem, ani ve keskin bir el hareketiyle dur işareti yaptı. Kaşlarımı kaldırıp ona şaşkınca baktım. Dudakları kapalıydı, gözleri bir noktaya sabitlenmişti. Önce neden susturduğunu anlayamadım… ama sonra fark ettim.
Koridorun ucundaki kapı yavaşça aralanmıştı. Kapının ardında, hizmetçimiz elinde küçük bir tepsiyle beliriyordu. Tepside cam bir bardağa doldurulmuş süt vardı. Adımlarını neredeyse duyamayacak kadar sessiz atıyor, yüzünde alışıldık, kibar bir tebessüm taşıyordu.
Daha kadın kapıdan çıkmadan, dedem onun gelişini sezmişti. Onun böyle şeyleri nasıl önceden bildiğini bir türlü anlayamıyordum. Belki de yılların getirdiği içgüdü, belki de hepimizi birkaç hamle önceden çözebilme yeteneğiydi bu.
Kadın sessizce yaklaştı, sütü dedemin yanındaki küçük ahşap masaya bıraktı. Başını hafifçe sallayarak odadan çıkarken, dedemin bakışları kapıdan ayrılmadı. Kadının ayak sesleri uzaklaşıp yok olduğunda, nihayet yüzünü bana çevirdi.
Sesi bu kez daha düşük, ama bir o kadar net ve buyurgandı:
“Anladım. Daha fazlasına gerek yok.”
Gözlerini gözlerime kilitledi, sonra işaret parmağını yavaşça bana doğrulttu. “Sen arkadaşına yardım etmek istiyorsun, öyle mi?”
Yutkundum ama cevap veremedim. Çünkü o çoktan cevabımı almış gibiydi. “Ve karşına Savaş Karakurt çıktı.” Birkaç saniye sessiz kaldı. Ardından, yıllardır karar veren, hüküm koyan, duvarları aşan adam edasıyla net bir şekilde konuştu. “Öyleyse senin yapacağın tek şey onun önünden geri çekilmek olacak, küçük hanım.”
"Neden?" diye sordum merakla. Dedem alaylı bakışlarını üzerimde dolaştırdıktan sonra kırışmış göz kapaklarını daha çok açarak beni korkutmaya çalıştı. "Çünkü eğer sen önünden çekilmezsen seni ezip geçer."
Öfkelenmiştim. Bu kadar korkutucu olduğunu düşünmüyordum, ayrıca madem bu kadar korkutucu birisi. O zaman neden yakalamıyorlar ya da öldürmüyorlar?
Kollarımı itiraz ederek iki yana açıp "Herkes öyle diyor. Ya bu adamda ne var bu kadar korkutucu?" dediğimde dedem gözlerimin içine bakarak "çünkü bu adam kanla besleniyor," dedi dişlerinin arasından tıslayarak. "Bu adam katil. Hem de hiç görülmemiş bir katil. Suçluları öldürmüyor, onlara işkence veriyor, onların kanlarını kendilerine içirdikten sonra öldürüyor."
İçimde aniden bir ürperti olmuştu. Kalbim titremişti sanki. "Eğer sana sadece uyarıda bulunduysa şanslısın demek ki. Çünkü önüne çıkanları uyarıda bulunmadan öldürüyor. Aradan çekilsen iyi olur."
Korkmuştum, hem de hiç olmadığı kadar. Fakat dönüp dolan bir soru daha vardı. Bu adam madem suçluları öldürüyor o zaman neden Serap'ın peşinde? Yani Serap yoksa gerçekten suçlu mu?
Bu sorunun cevabını dedeme sormayacaktım. Bu sorunun kendim bulacaktım. Fakat bunu kimse bilmeyecekti... Hatta Savaş Karakurt bile.
✨✨✨✨
Dedemden ayrıldığımda artık hava yavaş yavaş kararıyordu. Bu yüzden her zaman olduğu gibi bu gün o tepeye gidip bu gün olanları gözden geçirecektim. O tepe benim için çok özeldi. Çünkü ters bir şeyler olduğunda hep oraya gidip kendi kendimle konuşurdum. Bu delice gelebilir bazılarına. Ama aslında insanın kendini dinlemesi, kendiyle konuşması çok önemlidir.
Arabamı apartmanın önüne bırakarak tepeye doğru yürümeye başladım. Yaklaşık evden beş dakikalık uzaklıktaydı. Yürürken düşüncelerim zihnimi rahat bırakmıyordu. Acaba gerçekten Serap suçlu muydu? Eğer gerçekten suçluysa nasıl olur da bu zamana kadar fark etmedim?
Artık Serap'a karşı şüphelerim uyanmıştı. Çünkü herkes sanki Savaş'ı çok iyi tanıyormuş gibi konuşuyordu. Acaba bu Savaş Karakurt kimdi? Nasıl biriydi? Filmlerde hep böyle adamlar yakışıklı olurdu. Acaba gerçekten de yakışıklı mı? Bir dakika! Ya yaşlı olursa?! Yaşlılarla anlaşmak daha zor. Umarım yaşlı değildir.
Telefonumu çıkarıp bana yazan Savaş Karakurt'a mesaj yazdım. Okur muydu bilmiyorum. Sadece yazmak istedim.
"Merhaba Savaş Karakurt. Tamam, dediğini yapıp aradan çekileceğim. Uyarı yaptığın için de teşekkür
ederim..."
Son cümleyi bilerekten yazdım. Eminim ki ona teşekkür etmem ona garip gelecekti. Eğer bana yazan gerçekten kendisi ise o zaman tekrar cevap yazacak. Eğer adamı yazıyorsa o zaman görüldü atacaktı büyük ihtimalle. Aptalca şeyler yaparak karşı tarafın sadece dikkatini çekiyordum. Oyunum ise bundan sonra başlayacaktı.
Ekranla bakışarak yürümeye devam ederken aniden Savaş Karakurt onlayn olmuştu. Evet, mesajım mavi tık oldu. Şimdi onu mesajım karşısında yüzünü hayal etmeye çalışıyordum. Kesinlikle kaşlarını çatarak izlediğine yemin ede bilirim.
Kalbim heyecandan saniyede yüz attığına emindim. Hiçbir şey yazmıyordu. Ben tepeye vardığımda hala mesaj sayfasından çıkmıyordu. Büyük ihtimalle şok yaşıyordu. Ya da adamı şok yaşıyordu. Tam telefonu kapatacakken aniden Savaş'tan mesaj gelmişti.
"Fazla mı aptalsın? Yoksa kendini aptal yerine mi koyuyorsun?"
Evet, birinci adım başarıyla tamamlandı. Şimdi sıra diğer adımda. Herkesin korktuğu Savaş Karakurt'un dikkatini az da olsa üzerime çekmeyi başardım. "Neden öyle bir şey dedin ki?"
Onun yazmasını beklerken çimlerin üzerine oturdum. Kalbim heyecandan hızlı hızlı atarken sanki kalp krizi geçireceğim gibi hissetmiştim. Karşımda yazan resmen katildi. Ve şu an katille yazışıyordum. Gerçekten muhteşem özgüven vardı bende.
Ve işte o an. Tekrar yazmaya başladı.
"Ben cevabımı aldım. Bir daha tekrar karşıma çıkarsan bu kez uyarımı yapmam APTAL KIZ!"
Aptal olduğuna inanmıştı. Fakat Söylediği cümlede tehdit vardı. Yani beni bu kez gerçekten öldüre bilirdi.
"Teşekkür ettiğim için aptal değilim. Ayrıca ben senin değil, sen benim karşıma çıkma."
Evet, aptal kızın aptal özgüveni...
Mesajımı görünce hemen mesaj sayfasından çıkmıştı. Sanırım yazışmamız burada sonlandı. Ve onun tekrar karşısına çıkacağımdan haberi yoktu...
Telefonu kapatıp çimlerin üzerine uzandım. "Savaş Karakurt" dedim mırıldanarak. "Kimsin sen?" Gökyüzüne bakarak yıldızları seyrediyordum.
Çimenlerin üzerinde uzanmış, gökyüzüne dalmış, yıldızların parıltısını izliyordum. Saçlarım, çimenlerin üzerinde dağılmış, hafif bir rüzgarla dans ediyordu. Gözlerim, yıldızların ışığında parlıyor. Yüzümde huzurlu bir ifade vardı, dudaklarımda hafif bir gülümseme. Gökyüzü, sonsuz bir karanlık denizi gibi, yıldızlar ise bu denizde parlayan inci taneleriydi... Etrafımda, geceye özgü sessizlik hakim, sadece rüzgarın hafif uğultusu ve uzaktan gelen cırcır böceklerinin sesi duyuluyordu. Bu an, sanki zamanın durduğu, sadece benim ve yıldızların var olduğu bir an gibiydi.
Tam o sırada başımın üzerinde beliren karanlıkla irkilerek doğruldum.
Gördüğüm manzarayla gözlerim şaşkınlıkla açıldı. "Sen?!"
"Korkuttum mu?" Gelen Sarp'tı. Resmen şok içinde onu izliyordum.
Resmen oracıkta donakaldım. Sadece bakabildim. Şaşkın, hazırlıksız, tuhaf bir şekilde yakalanmış gibi.
"Hayır, ama… beklemiyordum," dedim, sesim farkında olmadan biraz titredi.
O her zamanki gibi kendinden emin bir gülümsemeyle geldi, hiçbir şey olmamış gibi yanıma, çimlerin üzerine oturdu.
"Ben de beklemiyordum… ama bacaklarım beni buraya getirdi," dedi.
Bakışlarımı ondan kaçırdım, tekrar gökyüzüne çevirdim.
"Yani… çocukça bir şey yapmak istedin, öyle mi?" dedim hafif bir imayla. Dizlerimi kendime çektim, kollarımla sardım. Çenemi kolumun üzerine koyup derin bir nefes aldım.
"Belki de çocukça şeylere ihtiyacım vardır." Bakışlarımı gözlerine kaydı. Tek kaşını havaya kaldırmış parlayan bal rengi gözleriyle gözlerimin içine bakıyordu. Yine aynı şeyi yapıyordu. Ruhuma giriyordu. Ve garibi de şu ki şu an asla rahatsız olmuyordum...
"Neden o lanet olası güzel gözlerinle beni etkilemeye çalışıyorsun?"
Kurduğum cümleyle aniden sırıttı. "Bu bir iltifat mı?" Donakaldım. Şu an ben adama iltifat mı ettim? Hem de iki gündür tanıdığım adama? Hayır ya sesli düşünmüş olamam değil mi? Kahretsin! Omuz silkerek bakışlarımı kaçırdım. "Hayır!"
Ne yaptım ben ya?!
Bir kere de diline sahip çık Defne! Aptal Defne! Oldu olacak aşk itirafında bulunsaydın, ergen misin sen?!
Kıkırdayıp dururken sinirle ona döndüm. "Neye gülüyorsun? Komik olan ne?!"
Önce iltifat et, sonra sinirlen. Ayarsız Defne!
Sinirlendiğimi görünce gülmesini kesti. Gözlerine baktığım sırada yanıma yaklaşarak bana doğru eğildi. Dudağında hafif tebessüm vardı.
"Gözlerim çok mu güzel?"
Değil, değil değil!
"Hayır, değil."
"Ama biraz önce güzel dedin?!"
"Hayır, öyle bir şey demedim!"
Başımı anında çevirdim. Neden biraz önce kendimi kaybettim ki?! Şimdi gel cevap ver. Bir dakika! Benim suçum değil! Gözlerime öyle bakıyor ki iltifat edesim geldi. "Ağzımdan yanlışlıkla çıkıverdi. Sesli düşündüm diyelim," dedim açıklama yaparak.
"Sen beni mi düşündün?" dediğinde büyük bir kahkaha attı. Düzelteyim derken daha da kötü oluyor. "Hayır, ya Sarp, lütfen konuyu kapatır mısın?" Gülmeye devam ettiğinde gördüğümde bunalarak ayağa kalktım. Gözlerim dolmuştu, istemeden kendimi yanlış ifade etmiştim. Şimdi benim hakkımda neler düşünecekti?!
Ayağa kalkıp arkamı döndüğümde kolumdan sertçe tutarak gitmemi engelledi. "Dur, tamam. Gitme. Şaka yapıyorum." Kolumu kurtarmaya çalıştım. Sarp yerde oturmasına rağmen beni kolaylıkla durdura bilmişdi. İnanılmaz gücü olduğunu şimdi anlamıştım. Yani şu an beni kendine çekse kesinlikle yere yığılacaktım.
"Defne, şaka yaptım diyorum. Neden inat ediyorsun?" dedi merakla.
"Yok hayır. Gitmek istiyorum." Dolan gözlerimi gözlerinden kaçırıyordum. Aniden kolumu bırakmadan ayağa kalkarak önümde durdu. Gözlerimi aşağı diktiğim sırada işaret parmağıyla çenemi yukarı kaldırdı. "Bu kadar duygusal olduğunu bilmiyordum. Kırdıysam özür dilerim." Sakin ses tonuyla söylediği cümleler beni sakinleştiriyordu.
"Yok hayır kırmadın. Sadece ben kendimi ifade edemiyorum genelde. Edemeğince de ağlıyorum. Hep böyleyim." Küçük bir çocuk gibi konuşuyordum. Kocaman adamın önünde küçük bir kız çocuğuydum sanki.
Güldü, ama bu kez alayla değil. Hayranlıkla. "Tamam, o zaman konuyu kapatalım. Ve asıl konumuza gelelim. Savaş Karakurt'a yani."
Kaşlarım çatılmıştı. Dolan gözlerimi kırpıştırarak elimin tersiyle göz pınarımdaki ıslaklığı yok ettim. Tekrar biraz önceki yerime geçtiğimde o da yanıma geldi. Savaş Karakurt olunca nedense duygusallığım aniden bitmişti.
Susuyordum, ben soru sormayacaktım. Her şeyi kendi anlatacaktı. Bunun için buraya gelmişti öyle değil mi?
Savaş Karakurt’un adı geçtiğinde etrafı görünmez bir gölge kaplamış gibi hissettim. Onun karanlık dünyanın en bilinen liderlerinden biri olduğu söylenince, içimde ince bir ürperti belirdi. Adam gözlerini gökyüzüne kaldırdı. Gözbebeklerine yansıyan bulutların solgunluğu yüzüne de dağılmıştı. Gökyüzü o anda ağır, gri bir tül gibi üzerimize inmişti. Kuşlar bile susmuştu sanki, rüzgâr hafifçe dalların arasından geçiyor, sessizliği fısıltılarla örüyordu.
"Karanlık dünya hakkında bilgin var mı?" diye sordu, sesi alçak ama kesin bir tonda.
O an bana baktı. Gözleri sanki gözlerimin içinden geçerek zihnimi okumaya çalışıyordu. Başımı yavaşça iki yana salladım, hayır anlamında. Sessizlik yeniden çöktü.
Başını eğdi. Parmaklarını birbirine kenetledi, dudakları kıpırdadı.
"Karanlık dünya bizim yaşadığımızdan çok farklı," dedi, sesi bu kez daha derin, daha düşünceliydi. "Orada birçok grup yaşıyor. Her birinin kendine ait kuralları, sınırları, kurbanları var. Kara para aklayanlar, çocuk kaçıranlar, organ ticareti yapanlar... Birbirlerini besleyen, korku ve çıkarla ayakta duran bir sistem."
Sözleri ağır ağır döküldü dudaklarından, her biri içimi kazıdı. Anlattıkları, bir kitap sayfası gibi gözümde canlanıyordu. Loş sokaklar, siyah arabalar, susturuculu silahlar, metal masalarda satılan hayatlar...
"Fakat dört yıl önce..." Gözleri yeniden gökyüzüne kaydı. "Savaş Karakurt geldiğinde her şey değişti. O sistemdeki çürükleri tek tek kesip attı. Kara işleri yapanları cezalandırmaya başladı. Bazılarını ortadan kaldırdı. Artık o dünyanın kurallarını o yazıyor. Ve onun kurallarına uymayan yaşayamıyor."
Kelimeleri havada asılı kaldı. Sanki gökyüzü bile bu gerçeği sindirmeye çalışıyordu. Göz göze geldiğimizde, onun sözlerinden çok gözlerindeki ağırlık anlattı her şeyi.
Kafam karışıktı. Madem öldürüyorlar neden hala suçlu insanlar var? Hala kara para, kaçakçık ortada civit atıyor.
"Madem öyle peki neden hala suçlar işleniyor? Azalması gerekmiyor mu?" sordum merakla. Sarp bakışlarını bana sabitledi. "Cihangir Karakurt. Savaş Karakurt'un kuzeni. O işlere o bakıyor. Savaş Karakurt ve Cihangir Karakurt barış imzalamışlar."
"Ne barışı?" dedim alayla. "Böyle bir şeyin barışı mı olur?"
Gözleri kısıldı. "Barışın ne olduğunu bilmiyorum. Ama artık kimse kimsenin işine karışmıyor. Herkes kendi işini yapıyor."
Eksik bir şeyler vardı. Bu bilgiler tam değildi. Sakladığı ya da bilmediği bir şeyler vardı...
"O zaman Savaş Karakurt iyi birisi öyle değil mi?" Tek kaşımı havaya kaldırıp sorgulayıcı gözlerle ona döndüm.
"Nereden çıkardın onu?" dedi şaşırarak.
"Kötü insanları öldürüyor."
"İnsan öldürüyor Defne!"
"Ama kötü olanları."
"Hayır, ayağına dolaşanları, gözüne kestirmeyeni, ona karşı çıkanları. Hatta bazen masumları bile. İnsan öldürmek iyi bir şey mi?" Sustum, başımı iki yana salladım. "Peki kötülerin insanların canını yakmasına izin vermek iyi bir şey mi?" diye sordum, içimdeki öfke dalga dalga yükselirken. "Bence yanılıyorsun. Savaş Karakurt gerçek bir kahraman."
Sarp'ın gözleri kısıldı. Yüzündeki çizgiler gerildi, bakışlarını gözlerime sabitledi. Öyle bir baktı ki, sanki söylediklerim içini acıtmış, hatta ona ihanet etmişim gibi...
"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye fısıldadı. "Adam bir katil!"
Sözleri havada yankılandı. Katil... O kelime, geçmişimin üzerini örten eski bir yara gibi kabuğunu sıyırdı. İçime doğru çöküp bir an sustum. Sonra usulca, neredeyse bir itiraf gibi konuştum.
"Bazen öyle bir an olur ki, kötü kahramanlara bile ihtiyacımız olabilir, Sarp. Hatta bazen bu bir katil bile olabilir."
O an bir şey oldu. Göz bebeklerimde, bir anlığına bir parıltı yandı. Ne öfke ne korkuydu bu sadece geçmişin geri dönüşüydü. Hafıza, acıyı zaman tanımaksızın çağırıyordu.
Zihnim o lanetli geceye çekildi yeniden. Gözlerimi sıkıca kapattım, ama görüntü zihnimin içini delip geçiyordu.
Eğer... eğer o yetişseydi belki de her şey farklı olurdu.
Belki o adam bacaklarımı kırmazdı...
Gözlerimin kenarına bir acı oturdu. Ne fiziksel ne de duygusal olan, başka bir şey... Geçmişle şimdi arasına sıkışmış bir haykırış gibiydi.
Sarp bir süre sessiz kaldı. Gözleri hâlâ üzerimdeydi. Ama bu kez yargılamıyordu. Sadece anlamaya çalışıyordu.
✨✨✨✨
Sabahın aceleci telaşı evin içinde ayakta yapılan bir kahvaltıyla başlamıştı. Mutfakta sandviçimi hazırlayıp iki ısırık alacak kadar zaman bulmuştum sadece. Geri kalanını peçeteye sarıp elime aldım. Çantam çoktan omzuma asılmıştı, göz ucuyla saate baktım: İşe geç kalıyordum. Hem de fazlasıyla.
Ayakkabılarımı telaşla giyerken bir yandan da kapıya yöneldim. Koridorun loş ışığında, bir elimle kapının koluna uzanırken diğer elimdeki sandviçi çabucak ağzıma tıktım. Dudaklarımın arasında sıkıştırdım. Kapıyı hızlıca çekip kilidi çevirdim. Anahtarları çantama attım.
Tam o sırada arkamdan bir kapı sesi duyuldu. Yan dairenin kapısı açılmıştı. Başımı hafifçe çevirince Sarp'ı gördüm. Telefonuyla konuşarak dairesinden çıkıyordu. Beni henüz fark etmemişti. Sandviçi ağzımdan alıp elime geçirdim ve başımı eğerek merdivenlere yöneldim. Adımlarım hızlıydı. Nefesim, koşar gibi indiğim merdivenlerle birlikte hızlanıyordu. Dünkü olay hâlâ zihnimdeydi ve bu sabah bir karşılaşmaya hazır değildim. Hatta unutana kadar hiçbir şekilde karşılaşmak istemiyordum.
Apartman kapısından dışarı çıktığımda sabah serinliği yüzüme çarptı. Havanın temizliği kısa bir an içimi ferahlatsa da bu rahatlık uzun sürmemişti. Gözüm, arabamın yanında dikilmiş iki adama takıldı. Birbirlerine oldukça yakın duruyorlardı, yüz hatları gergin, hareketleri sinirliydi. Kısık sesle ama öfkeyle bir şeyler tartışıyorlardı. Dudakları hızlı hızlı kıpırdıyor, kollarıyla sert jestler yapıyorlardı. O an sadece yabancı iki adamın kavgasına denk geldiğimi sandım.
Adımlarımı yavaşlattım ama arabaya ulaşmam gerekiyordu. Temkinli bir şekilde yanlarına yaklaştım. "Pardon, izin verir misiniz?" dedim kibarca. Arabamın hemen önünde durdukları için aralarından geçmem gerekiyordu. Fakat beklemediğim bir şey oldu.
Biri gözlerini hızla bana çevirdi. Diğeri ise konuşmayı kesti ve bir adım önümde durdu. İkisi de artık sadece birbirlerine değil, bana da odaklanmıştı. Adamlardan biri hafifçe yana kayıp yolumu açmak yerine, doğrudan önümde durarak beni durdurdu. Sanki gelişimi bekliyorlarmış gibiydi.
"Bu araba senin mi?" sorusuyla afalladım. Sesindeki alaycı ton, içimdeki huzursuzluğu büyüttü.
"Evet, benim. Sorun ne?" dedim, kendimden emin görünmeye çalışarak.
Adamlar birbirlerine baktılar. Ardından kısa, sinir bozucu bir şekilde sırıttılar.
"Sorun ne öyle mi?" dedi ilk adam, sesi daha da sertleşmişti. Parmaklarını arabamın önündeki araca yöneltti. “Bu nasıl park etmek? Arabamın tamponunu çizmişsin hanımefendi.”
Gözlerim onun gösterdiği noktaya kaydı. Gerçekten de ön tamponda taze bir çizik vardı. Çamurluk hizasında, gözle görünür bir iz. Ama daha tuhaf olan, ben arabayı dün akşam park ettiğimde burada başka bir araç yoktu. Bomboş bir alandı, bu yüzden de arabamı rahatça koymuştum. Bu nasıl mümkün olabilirdi?
Kaşlarımı çatarak cevap verdim. “Beyefendi, ben buraya park ederken hiçbir araba yoktu ki.” Adamın yüzü aniden sertleşti. Dudakları sinirle gerildi, gözleri kısıldı. “Ne yani, ben yalan mı söylüyorum şimdi?” diye çıkıştı. Sesi bir anda yükselmişti. Apartmanın önündeki sessizlik bozulmuş, sokakta yankılanan kelimeleriyle birlikte ortalık gerilmişti.
O sırada diğer adam araya girdi. Omuzlarını silkip dudaklarını büktü, küçümseyen bir ifadeyle başını salladı. “Hhı! Bırak ya Orçun,” dedi. “Bunlar hep böyle. Kadın şoför işte. Bilindik bir şey. Şaşırmamak gerekir.”
O söz içimdeki her şeyi dondurdu bir anda. Gözlerim istemsizce ona döndü.
“Siz ne saçmalıyorsunuz?”
“Saçmalayan biz değil sensin bayan. Park etmeyi beceremiyorsan araba kullanmayacaksın!” Dişlerimi sıkarak bir adım attım, kelimeler ağzımdan ateş gibi döküldü.
“Ben buraya park ederken kimse yoktu diyorum. Beyinden kıt mısınız siz?” dedim öfkeyle. Gözlerinin içine baktım. “Ayrıca bayan değil, kadın!”
İkinci adam kahkaha attı, sonra ilk adamın sesi tekrar patladı.
“Beynine güvenip direksiyona geçen her dangalak gibi işte! Siktir git evinde salatanı doğra! Amına koyduklarım, hepsi mi sorunlu olur ya?!” O an her şey dondu. Öfkeme yenik düşmemek için içimden yüzlerce kez sakin kal dememe rağmen, bir şey koptu. Ellerin titremeye başladı. “Benimle doğru konuşun. Yoksa sizin ağzınızı si-”
“N’oluyor burada?”
Aniden arkamdan gelen tanıdık ve sert ses tüm gerilimi yarıp geçti. Sarp’tı. Sert adımlarla yaklaşıp aramıza girdiğinde bir anda geri çekildim.
Sanki bir anda bütün sahne yer değiştirmişti. Az önce hedefte olan benken, şimdi Sarp’ın varlığıyla rüzgâr yön değiştirmişti. Parmaklarım hâlâ yumruk halindeydi. Nefesim kesikti ama kendimi toparlayarak konuştum.
“Bunlar sorun çıkarıyorlar. Önce yapmadığım bir şeyi üzerime atmaya çalıştılar, sonra da küfür ettiler.”
Sarp, çatılmış kaşlarıyla iki adama döndü. “Hayırdır beyler?” dedi erkeksi ses tonuyla. “Ayıp değil mi yaptığınız? İnsan gibi konuşmayı bilmiyor musunuz?”
“Sen kimsin ulan? Sana ne?!”
Yutkundum. Boğazımda öfke ve endişe birbirine karışmıştı. Adamların Sarp’a doğru yürümeye başlamasıyla birlikte kalbim yerinden fırlayacak gibi attı. Ama Sarp kımıldamadı. Omuzlarını dikleştirdi, bir adım öne çıkıp doğrudan önümde durdu. Bedenini koruyucu bir kalkan gibi yerleştirmişti. Sakin bir hareketle cebine uzandı. Hiç acele etmeden, ama son derece kendinden emin bir tavırla kimliğini çıkardı. Adamların göz hizasına gelecek şekilde açtı ve sustu.
Gözler bir anda büyüdü. Yüzlerdeki o kabalık ifadesi, yerini gergin bir pişmanlığa bıraktı. Sesleri hemen değişti, tonları yumuşadı. “Başkomiserim, bir yanlışlık oldu sadece,” dedi biri gülümsemeye çalışarak. “Biz hanımefendinin arabasını... şey… doğru park etmediğini anlatıyorduk sadece…”
Diğeri başını sallıyordu, ağzı gevşek bir mahcubiyetle kıpırdayıp duruyordu ama gözleri hâlâ kaçamak bakıyordu. Sarp cevap vermedi. Elindeki kimliği yavaşça indirip ceketinin cebine koydu. "Bunu küfür ederek mi anlatıyordunuz?" diye erkeksi sesini biraz daha yükselttiğinde adamlar birbirlerine baktılar. "Yok hayır, bir yanlış anlaşılma olmuş. Neyse biz sizi çok tutmayalım." deyip aradan sıvışmaya çalıştığında Sarp "önce özür dileyin!" dedi keskin sesle. Adamlar oldukları yerde durup bize döndüler. Önce birbirlerine baktılar. Kesinlikle özür dileme niyetinde değillerdi. Sarp başını hafifçe imayla yana eğip, kaşını kaldırdığında olayın karakolda biteceğini anlamışlardı. "Özür dileriz" dediler çocuk gibi ardından hemen arabalarına binip gittiler.
"Bir dahakine daha dikkatli park et." dedi biraz önceki sesini yumşatarak. "Ama ben gerçekten yapmadım. Yapsaydım yaptım derdim. Ben park ettiğimde burada hiçbir araba yoktu."
İnanmıyormuş gibi kaşlarını çattı. "Emin miyiz?" dediğinde masum ifadeyle yüzüne baktım. "Gerçekten diyorum. Ben yapmadım." Yüzünde hafif sırıtış yerini alırken heyheylerim sağdan soldan geliyorlardı. Hiç beklemeden göğsüne vurup onu ittirdim. "İnanmıyorsan ne diye tarafımı tutuyorsun o zaman?" dediğimde önce vurduğum noktaya sonra bana baktı. Yani gerçekten mi? der gibi. Bal gibi gözleri gözlerime odaklandığında heyecan tüm bedenimde rüzgar etkisiyle dolaşıyor gibiydi. Bir an için gerçekten kim olduğunu unutmuştum. Ama sonra o böyle bakınca beynim yerine geçmişti. Fakat hiçbir şey belli etmedim. Öfkeyle arabama geçerken kolumdan tutup engelledi. "Çok alıngan bir yapıya sahipsin. Ben sadece daha dikkatli ol dedim. Ayrıca benim görevim bu. Unuttun mu polisim ya ben?" dedi hatırlatmak ister gibi. İlla ki ağzımdan o özürü alacak. "Özür dilerim, sert tepki verdim. Sinirlendim de biraz" dedim sakince. Memnun olmuş gibi kafasını salladı. "Gidebilir miyim?" dedim hala kolumdaki elini göstererek. Elini çekip bir adım geri çekildi. Arabaya binip arabayı çalıştırdım. "Bu arada bir şey değil" dedi imayla. Teşekkür etmediğimi hatırlattı. Umursamaz tavırla yüzüne baktım.
"Polissin ya? Görevin" deyip gaza bastım. Dikiz aynasından baktığımda hâlâ sırıtıyordu herif. Ama yaptığı hareket hoşuma gitmedi değil.
Herkese merhabalar... Nasılsınız? Evet, bölümleri sevdiğinizi biliyorum. Acaba yorum olarak yazsanız da olur mu???
Evet, artık Savaş Karakurt'u az çok tanıyoruz. Bundan sonraki bölümlerde artık hikayemizin konusu farklı yerlere akacak. Sizce neler olacak hadi yorumlara
Bölümle ilgili fikirlerinizi merak ediyorum. Lütfen okuduysanız bölüme oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.04k Okunma |
500 Oy |
0 Takip |
49 Bölümlü Kitap |