39. Bölüm

36.bölüm: "1.Gün-Şeytanın Pençesinde"

Adelina
adelinashwriterr

 

 

 

 

 

 

 

36.bölüm: "1.Gün-Şeytanın Pençesinde"

 

 

 

"Acı, insanın en sadık yol arkadaşıdır; ne zaman unuttuğunu sansan, sana kim olduğunu hatırlatır."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Göz kapaklarım ağır, sanki üzerlerine tonlarca yük binmiş gibiydi. Açmak istiyorum ama vücudum itaat etmiyordu. Başım zonkluyor midem bulanıyordu. Sonunda büyük bir çabayla kirpiklerimi araladım. Oda aydınlıktı.

 

Kaslarım uyuşmuş, sanki günlerdir hareket etmemişim gibiydi. Nefes almam bile garip geliyordu. Ciğerlerime çektiğim hava yabancı, kokusu bile tanıdık değildi. Burası neresi?

 

Elimi kaldırmaya çalıştım, bileklerimde sızlayan bir acı... Bedenimi saran garip bir halsizlik vardı. Hatırlamaya çalıştım ama zihnim sisliydi. Son gördüğüm şey... Ne zaman? Ne oldu bana?

 

Boğazım kurumuş, yutkunmak bile acı veriyordu. Ağzımı açıyordum ama kelimeler çıkmıyordu. Panik yükseliyordu içimde. Kaç gündür buradayım? Beni neden bıraktılar? Yoksa... Unutuldum mu?

 

Kendi soluk sesimi duyuyordum. Bir fısıltı gibiydi... Kendi kendime mi konuşuyorduç? Hayır. Ben buradan çıkmalıyım. Ama nasıl?

 

Başım hâlâ zonklarken derin bir nefes aldım. Bedenim ağır, kaslarım sertleşmişti... Ama burada öylece yatamazdım. Büyük bir çabayla avuçlarımı yatağın yüzeyine bastırıp doğrulmaya çalıştım. Kollarım titriyor ama pes etmedim.

 

Sonunda oturur pozisyona geldiğimde, odanın tamamını görebiliyordum. Burası... beklediğim gibi değildi. Tozlu, küf kokan bir yer olacağını sanmıştım ama tam tersine, burası fazla temizdi. Gözlerim ahşap zemini tarıyordu, pürüzsüz ve parlaktı. Yan tarafta şık bir halı seriliydi. Geniş bir pencere vardı ama kalın perdeler yüzünden dışarısı görünmüyordu.

 

Bu bir tutsak odası gibi değildi. Bu bir malikânenin misafir odasına benziyordu. Ama neden? Neden böyle bir yerdeydim?

 

Başımı çevirip mobilyalara baktım. Büyük bir gardırop, yanında işlemeli bir şifonyer... Duvarlarda eski ama zarif tablolar asılıydı. Her şey fazla düzenli, fazla mükemmeldi. İçimde bir huzursuzluk dalgası yükseliyordu.

 

Başımın içindeki sis yavaş yavaş dağılırken anılar parçalar halinde zihnime dolmaya başladı. Kalbim hızlanıyor, nefesim düzensizleşiyordu. Hatırlıyorum...

 

En son kızlarlaydık. Arabadaydık.

 

Kapılar hızla açıldı. Simsiyah giyinmiş adamlar belirdi. Hepsi kararlı ve güçlüydü. Kaçmaya çalıştım, kapıyı açıp dışarı fırlamak istedim ama biri benden hızlı davrandı.

 

Bileğim yakalandığında refleksle geri çekildim ama gücüm yetmedi. Bağırmaya çalıştım, ama o an başıma inen sert bir darbe her şeyi silikleştirdi.

 

Duyduğum son şey, Hayal'in çığlığı oldu.

 

Ve sonra... karanlık.

 

Anıları hatırlayınca daha çok panik olmaya başlamıştım. Biz kaçırılmıştık. Ama bir dakika! Kızlar nerede?

 

Nefesim düzensiz, kalbim göğsüme sığmayacak gibi atıyordu. Hatırlıyorum her şeyi. Arabayı ben kullanıyordum. Bizi durdurdular. Bizi zorla aldılar. Ve şimdi buradayım... Ama ya diğerleri?

 

Bilinmezliğin içinde daha fazla kalamam. Titreyen ellerimi yatağın kenarına koyarak güç aldım ve yavaşça ayağa kalktım. Bacaklarım hâlâ halsiz, sanki günlerdir yürümemişim gibi. Bir an sendeleyip duvara yaslanıyorum, ama pes etmeyeceğim.

 

Gözlerim hızla odanın içinde dolaşmaya başladı. Büyük, temiz, lüks... Ama bu bir hapishane. Çünkü buradan çıkamıyorsam, nerede olduğumun hiçbir önemi yoktu.

 

Derin bir nefes alarak kapıya yöneldim. Ağır, koyu renkli ahşap bir kapı. Elim ter içindeydi ama yine de tokmağı kavrayıp çevirdim. Hiçbir şey olmuyor. Tekrar deniyorum, bu sefer daha sert. Kilitli.

 

Bir an içimi dinlemek için duraksadım. Beni buraya kilitlemişlerdi. Kimdi? Beni kaçıran kimdi?

 

Dişlerimi sıkıp yumruğumu kapıya vurmaya başladım. "Hey! Kim var orada?" Birinin olduğunu umut ettim. Ama sessizlikti.

 

Tekrar vurdum, bu sefer daha sert. Öfkem korkuma karışıyordu. Beni buraya kapatan her kimse, neden hâlâ bir şey yapmadı? Planları ne? Ve diğerleri... Onlara ne oldu?

 

Nefesimi düzenlemeye çalıştım. Panik yaparsam kaybederim.

 

Buradan çıkmalıydım. Bir şekilde.

 

Kapının önünde durup kilidi sarsmaya çalışırken, içimdeki korku dalgaları giderek büyüyordu. O an, yalnız olmadığım gerçeği beni daha da korkutuyordu. Panik, ciğerlerimi saran bir ateş gibi yükseliyordu.

 

"Kimse yok mu?!" diye bağırıyorum, ama sesim titriyor. Kendimi yetersiz hissediyordum. Bu odada hapsolmuşken, dışarıda olup biten her şeyden tamamen kopmuştum.

 

Gözlerim kapının etrafında geziniyor, hiçbir yerde bir çıkış yok gibi görünüyordu. Hızla geri çekilip , bir duvara yaslandım ama bu beni rahatlatmıyordu. Başım dönüyor, kalbim güm güm atıyordu. Beni neden buraya kapattılar?

 

Düşüncelerim kaosa dönüştü. Beni unuttular mı? Hayal, Hira ve Seren... Onlar nerede? Başka bir yere mi götürüldüler? Yoksa onlara bir şey mi oldu?

 

"Hayır, hayır!" diye fısıldadım kendime, ama gözlerim dolmaya başlamıştı. Korkunun beni yutmasına izin veremezdim. Yavaşça içimdeki öfkeyi toplamaya çalıştım, ama nefesim düzensiz, ellerim titriyordu.

 

Kapıyı tekrar tekmeleyip çığlık attım. "Beni buradan çıkarın!"

 

Ama yanıt yoktu. Oda yine sessizleşiyordu, karanlık düşünceler kafamda dönüp duruyordu. Boğuluyordum!

 

Kendimi kaybetmek üzereydim. Şimdi, burada, bu odada yalnız kaldığımda, her şeyden daha çok bir çıkış yolu aradım. Her şeyin benim kontrolüm dışında olduğunu hissettim ve bu düşünce içimdeki korkuyu daha da artırıyordu. Beni burada unutamazsınız!

 

Dışarıda bir şeylerin olmasını bekliyordum, bir umut... Ama yine sessizlikti.

 

"Savaş" dedim sonunda. Savaş beni bulurdu. "Savaş neredesin?" Nerede olursam olayım beni bulacaktı. Hep olduğu gibi. Buna inanmak istiyordum. Çünkü tutunacak bir dalım kalmamıştı. Göz pınarlarımda dolan gözyaşlarıma engel olmaya çalıştım. Ama mümkün değildi. Çünkü korkuyordum. Ailemi, Savaş'ı istiyordum. En çok da Savaş'ı. Onların bir an önce beni bulmalarını istiyordum. Korku tüm bedenimi esir almıştı. Hiç olmadığı kadar korkuyordum. Sırtımı kapıya yaslayıp dizlerimi karnıma doğru çektim. Çenemi dizlerimin üstüne koyup gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. Ama nefes boğazımda takılı kalmıştı. Gözlerimi açtım. "Nerede olursan ol Savaş seni bulacak."

 

Bakışlarım bir anda cama kaydı. Koyu renkli perdeler camı kapatmıştı. Hızla doğrulup cama doğru koştum. Perdeleri iki yana kaydırıp camı açınca gördüğüm güneşle içime umut tohumları ekilmişti. Fakat umut ışığım yüksekliği görünce anında sönmüştü. Buradan atlarsam ölümden kurtulmam imkansızdı.

 

Camı kapatıp tekrar odanın içinde dolanmaya başladım. Ne kadar süredir buradayım? Ne zamandır buradayım? Hızlı adımlarla kapıya doğru sert bir tekme attım.

 

"İmdat! Kimse yok mu?!" Daha güçlü bağırmaya başladım.

 

Kapıyı yumruklarken nefes nefese kalmıştım. Parmaklarım acıyordu ama umurumda bile değildi. Buradan çıkmalıydım. Tam o sırada, odanın bir köşesinden gelen mekanik bir tıkırtıyla irkildim. Dondum kaldım. Ses, duvarın içinden mi geliyordu?

 

Sonra bir cızırtı duyuldu ve derin, tok bir ses yankılandı.

 

"Yeterince denedin, Defne."

 

Kanım dondu. Bu sesi tanıyordum.

 

Halil Kantar.

 

Boğazım düğümlendi. Gözlerimi odanın her köşesine gezdirdim. Nereden geliyordu bu ses? Sonra fark ettim. Tavandaki küçük, yuvarlak bir nokta-kamera lensi. Hemen yanında bir mikrofon.

 

Beni izliyorlardı. Beni dinliyorlardı.

 

Ellerimi yumruk yaptım, dişlerimi sıktım. Beni kaçıran Halil Kantar'mış. Allah kahretsin! Kalbim sıkışınca ellerimi göğsüme götürdüm. Şimdi değil Defne. Şimdi değil.

 

Dişlerimi sıktım, gözlerimi kameraya diktim. "Kızlar nerede?"

 

Halil kısa bir süre sessiz kaldı. Sonra hoparlörden sesi yankılandı "Onlar iyi."

 

Yalan.

 

İçimdeki huzursuzluk bir an bile azalmadı. Onlara zarar vereceğini biliyordum. Halil Kantar hiçbir şeyi olduğu gibi bırakmazdı. Kendi elleriyle yok etmeden, paramparça etmeden asla rahat etmezdi.

 

Bunu ona söylemeyecektim. Zayıf olduğumu düşünmesine izin veremezdim. Derin bir nefes alıp sesimi olabildiğince sakin tutmaya çalıştım.

 

"Onları ne yaptın?"

 

"Onlar iyi dedim ya gerizekalı! Üç gün uyumak sana yaramamış galiba."

 

Nefesim boğazımda düğümlendi. Üç gün mü? Üç koca gün ben burada mıymışım? Kimse bulamamış mı beni?

 

Kelimeler kafamda yankılandı ama anlam veremiyordum. Nasıl olurdu? Sadece birkaç saat geçtiğini sanıyordum. Beni bayıltmış mıydı? İlaç mı vermişti? O kadar uzun süre bilincimin kapalı olması... Bu, her şeyin sandığımdan daha kötü olduğunu gösteriyordu.

 

Ellerimi yumruk yaptım, panik hissimi bastırmaya çalıştım. Üç gün boyunca tamamen savunmasızdım. Bu sırada kim bilir neler yapmıştı? Ya kızlar?

 

Derin bir nefes aldım, gözlerimi sıktım. Şimdi paniğe kapılmanın sırası değildi. Bir çıkış yolu bulmalıydım.

 

O anda aklıma Savaş geldi. O ve ailem... Beni merak etmiş olmalıydılar. Üç gündür haber alamıyorlarsa kesinlikle bir şeylerin ters gittiğini anlamışlardır, değil mi? Beni arıyor olabilirlerdi. Belki de çoktan izimi bulmuşlardı.

 

Bu düşünceye tutundum. Eğer birileri beni bulabilecekse, o kesinlikle Savaş'tı. Gözlerimi kameraya diktim, içimdeki korkuyu bastırıp Halil'e meydan okuyan bir sesle konuştum.

 

"Sence bu kadar kolay mı kurtulacaksın? Savaş ve ailem beni arıyordur. Beni bulacaklar."

 

Halil'den bir kahkaha yükseldi. Sakin, kendinden emin ve tüyler ürpertici bir kahkaha.

 

"Oh, Defne," dedi eğlenir gibi. "Beni gerçekten hafife alıyorsun."

 

"Benden ne istiyorsun?" diye sorunca güldü. Gülüşü midemi bulandırıyordu.

 

Halil'in sesi hoparlörden bir kez daha yükseldi, bu sefer daha alaycı ve sakin bir tondaydı.

 

"Biliyorum, Defne," dedi. "Daha önce sana yaptıklarımı unutmadın. Ama merak etme, artık öyle şeyler yapmayacağım."

 

Sırtımdan soğuk bir ter süzüldü. O an ne diyeceğimi bilemedim. İçimdeki korkuyu bastırmaya çalışıyordum ama sözleri beynimin içine kazınıyordu. Ona asla güvenemezdim.

 

Hoparlörden gelen cızırtı sustu, birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Sonra Halil tekrar konuştu.

 

"Bu sefer farklı olacak," dedi ve sesi ürkütücü bir keyif barındırıyordu. "Bu sefer eğleneceğiz. Sen, arkadaşların ve ben. Küçük bir oyun oynayacağız."

 

Boğazım düğümlendi.

 

"Oyun mu?" diye tekrar ettim, sesim istemsizce titredi.

 

Halil hafifçe güldü.

 

"Tabii ki. Ama sıradan oyunlar değil. Tehlikeli olanlardan. Hayatta kalmanın hiç de kolay olmadığı türden."

 

Kalbim mideme inmişti. Ne yaparsa yapsın, ona korktuğumu belli etmemeliydim. Ama vücudum beni ele veriyordu. Ellerim titriyordu, nefesim hızlanmıştı. Bu adam ne planlıyordu? Beni, bizi, neyin içine sürüklüyordu?

 

Kızları düşündüm. Eğer Halil'in dediği gibi bir oyun başlayacaksa, bu oyunun sonunda bir kazanan olmayacaktı. Sadece ölenler ve hayatta kalanlar olacaktı. Ve biz... muhtemelen ölenler olacaktık.

 

Yazarın anlatımıyla.

 

Savaş, üç gündür gözünü kırpmadan Defne'yi arıyordu. Göz altındaki morluklar, yüzündeki hüsran ve çaresizlikle birleşince ona olduğundan daha yaşlı bir görünüm veriyordu. Saçları dağınık, yüzü ise solgun bir hal almıştı. Yediği bir avuç kuru gıda ve içtiği birkaç yudum su dışında hiçbir şey tüketmemişti. Düşünceleri sadece Defne üzerindeydi. Bir an bile aklından çıkmıyordu.

 

Mobese kayıtlarını incelemeye devam ederken, her bir görüntüde onun varlığına dair daha fazla kanıt bulmak için çabalıyordu. Zaman geçtikçe, onun için her an daha da zorlayıcı hale geliyordu. Halil Kantar'ın yaptıkları aklını kemiriyor, içindeki öfke ve çaresizlik duyguları arasındaki dengeyi bozulmuş bir zihinle savaşıyordu.

 

Savaş, çığlık atmak, etrafındaki her şeyi yıkmak istiyordu. Ama o, tüm bunlar yaşanırken nasıl bir şey yapacağını bilmiyordu. Sevdiği kadını bulmak için son bir umutla çaresizce etrafa bakarken, onun yokluğunun verdiği ağırlık, omuzlarını eziyor ve gözlerinde bir çöl kuraklığı yaratıyordu. Her geçen an, Defne'ye olan sevgisini daha da güçlendirirken, onu kurtarma arzusu da büyüyordu.

 

Her an, bir bıçak gibi içine saplanıyor ve onu yavaşça parçalıyordu. Gözleri, ondan gelen bir mesajı veya bir ipucu bulma umuduyla sürekli ekranlara odaklanmıştı, ama her geçen saniye, ona sadece daha fazla karamsarlık getiriyordu.

 

Tüm emniyeti seferber etmesine rağmen aynı zamanda da özel harekata haber vermiş onları da bu olaya seferber etmişti. Artık Defne'yi ve kızları bir yerde değil Türkiye'nin dört bir yanında arıyordular.

 

Tam o sırada kapı açıldı, içeri Harun amir girdi. Onun da Savaş'tan bir farkı yoktu. Günlerce uykusuz kalması sonucunda gözleri uykusuzluktan dolayı kıpkırmızı olmuş, dudakları kurumuştu. "Bir şey buldun mu?" Sesi yorgun umutsuz çıkıyordu.

 

"Arıyoruz" dedi Savaş başını kaldırıp amire bakarak.

 

Adam, gözleri altındaki mor halkalarla, derin bir yorgunluğun izlerini taşıyordu. Yüzü solgun, adımları ağırdı.

 

"Savaş," dedi Harun, sesi çatallaşmış, yorgun bir şekilde. "Bir iz var mı?"

 

Savaş, aniden içindeki acıyı hissetti. Harun'un bu halde burada olmasının tek nedeni, kızı için duyduğu derin endişeydi. "Amirim, lütfen biraz dinlenin. İhtiyacınız var. Defne'ye yardım edebilmek için önce kendinize bakmalısınız."

 

Harun başını salladı, ama yüzündeki kararlılık hâlâ yüksekti. "Hayır, onu bulmamız lazım. Her dakika kıymetli." Eğilip kamera görüntülerine bakmaya çalıştı. Fakat uykusuzluk artık tüm gücünü tüketiyordu. Başı döndü bir anda. Elini masaya dayayıp dengesini sağlamaya çalıştı. Savaş panikle ayağa kalkıp Harun'u yerinde oturttu." Şöyle geçin."

 

Harun hastalığıyla ilgili ilaç kullanıyordu. Ancak birkaç gündür ne normal ilaçlarını içiyordu ne de tek bir lokma yiyordu. Kalbi yine kasılmaya başlamıştı. "Sizin dinlenmeye ihtiyacınız var. Bu halde arayamazsınız." Ancak Harun kendini umursamıyordu.

 

O an, kafasında yankılanan düşünceler, kızı Defne'yi koruyamamış olmanın ağırlığıydı. Kalbi, her bir atışında, geçmişteki hatalarını yankılıyor gibiydi.

 

Kendi yetersizliğini hissediyordu. "Nasıl koruyamadım?" diye düşündü. Defne, hayatının en parlak ışığıydı ve o, onu bu karanlık dünyadan koruyamadığı için kendini lanetli hissediyordu.

 

Gözleri, odadaki monitörlerin titrek ışıklarında kaybolmuşken, hayalinde kızıyla geçirdiği mutlu anlar belirmeye başladı. Bu anılar onun canını daha çok yakıyordu. "Koruyamadım, kızımı koruyamadım." İçindeki ağır taş kalbini ezerken Harun'u daha çok güçsüzleştiriyordu.

 

Savaş elini Harun'un omzuna koyup gözlerine baktı. "Bulacağım, ne olursa olsun onları bulacağım. Bana güvenin. Defne'yi bulduğumuzda size ihtiyacı olacak. Ona güçsüz birisi değil, ayakta durabilecek birisi lazım."

 

"Ya ona zarar gelirse? Ben yaşayamam Savaş."

 

Bu ihtimali düşünerek zaman kaybetmek istemiyordu. Son umudunu bitiremezdi. Umudu biterse Defne'yi bulamazdı.

 

"Defne güçlü. Hem de çok güçlü. Ayrıca çok zeki. Halil ona bir şey yapamaz. Merak etmeyin. Kızınız her şeyin üstesinden gelecek." Söylediği cümlelere Harun'u inandırmakla beraber kendi de inanmak istiyordu. Kalbinde Defne'nin gerçekten güçlü olduğunu hissediyordu.

Çünkü artık Halil'in karşısında küçük Defne değil yetişkin ve güçlü bir kadın vardı. Ama yine de her ihtimali düşünmek onu çıldırtıyordu.

 

"Defne'nin size ihtiyacı olacak. Onun yanında olmanız gerekecek. Bunun için sizin dinlemeye ihtiyacınız var. Bu halde arayamazsınız zaten. Ben buradayım. Her detayı size haber veririm merak etmeyin. Ayrıca benim gibi birisine meydan okuduysa bence Halil'in haline acıyalım. Adamı tek parça halinde de bulamaya biliriz. Ayrıca kızlarla beraberler. Yani büyük ihtimalle Halil şu an ölmüştür ya da işkence yapıyorlardır." Savaş ortamı yumuşatmak adına söylediği şakayla karışık cümle Harun'u uzun süre sonra tekrar güldürmüştü.

 

Harun, Savaş'ın gözlerine baktı. "Yapar değil mi?"

 

"Kesinlikle!" dedi Savaş hafifçe gülümseyerek. "Her şey iyi olacak. Size söz veriyorum, Defne'yi sapasağlam karşınıza getireceğim. Bana inanın."

 

Harun'un gözleri hüzünle güldü. İçindeki kaygı ve yorgunluk savaş halindeydi. "Sen baban gibi değilsin." dedi tek nefeste. "Belki de sana haksızlık yaptık. Kaç gündür benden beter halde dolaşıyorsun. Bir saat bile uyumadın."

 

Savaş gözlerini kaçırdı. Bir noktaya sabitleyip geçmişi hatırladı. "Hatırlıyor musunuz, isteme gününü." Harun hafifçe gözlerini kısarak gülümsedi. "Evet."

 

"Beni tehdit eder gibi konuşmuştunuz." Geçmişteki anıları hatırlayınca istemsizce sırıttı. "Gerçekten korkmuştum," Harun başını çevirip Savaş'a döndü. "Ama diğer taraftan da size karşı hayranlık duyuyordum. Çünkü kızınıza karşı olan sevginiz çok güzeldi. Defne'yi üzdüm, onu defalarca kırdım. Nedeni ise ona zarar vermek istemiyordum. Aslında ben Defne'yi kendimden korumaya çalıştım. Benim peşime takılmasın, benim karanlığımda hapsolmasın."

 

"Ama Defne seni bırakmadı. O karanlıktan seni çıkartmaya çalıştı öyle değil mi?"

 

Başını salladı. "Beni kendine hapsetti. Şimdi de onsuz bir hayat düşünemiyorum."

 

Harun, gözlerini Savaş'ın yüzüne dikerek ciddi bir ses tonuyla

"kızımı seviyorsun" dediğinde Savaş yavaşça gözlerini kaldırıp Harun'a baktı. Gözleri dolmuştu. Özlem göğsünde yara açmamaya devam ediyordu. "Kızınızı çok seviyorum."

Harun, damadıyla göz göze geldiğinde, onun sözlerinde yatan ağırlığı ve samimiyeti hissetti. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. "Herneyse, dediğim gibi sizin dinlenmeniz gerek.

 

Bir an duraksadı ve sonra başını eğerek, "Tamam," dedi. "Ama sadece kısa bir süre." Ayağa kalkıp kapıya doğru gitmeye başladı. Savaş, Harun'un gidişini izlerken içindeki üzüntü bir kat daha arttı. Defne'yi bulmak için verdikleri mücadelede, herkesin gücünü ve dayanıklılığını koruması gerekiyordu. "Bulacağım seni sevgilim. Bulacağım."

 

"Başkomiserim, burada bir şey çıkmadı." Savaş pes etmek istemiyordu. "Bana hastanenin sokağını çeken mobese kayıtlarını gönderin."

 

"Efendim, baktık ona-"

 

"Ben tekrar bakacağım. Oldu mu?!" Öfkeyle polis memuruna bağırınca memur başını salladı. "Hemen gönderin!"

 

"Tabii efendim."

 

Savaş ayağa kalkıp odadan çıkınca kapıda Ahu'yla karşılaştı. Ahu abisini görünce içi acımıştı. Yüzünden bir şey bulamadığını anlamıştı. "Abi?"

 

Çaresizce başını eğip iki yana salladı. "Hiçbir şey yok. Hiçbir delil yok. Hiçbir şey bulamıyorum."

 

Savaş, yorgun bir nefes vererek ellerini yüzünde gezdirdi. Parmak uçları kaşlarının üzerinden geçtiğinde kaşlarını çatıp gözlerini sıktı, sanki böyle yaparsa zihnindeki karmaşayı silebilecekmiş gibi... Avuçları yanaklarını kavradığında çenesinin kasları gerildi, dudakları ise istemsizce büküldü. Yüzünü ovuştururken parmakları hafifçe titriyor, hareketlerinden sabırsızlık ve çaresizlik aynı anda okunuyordu.

 

Ahu Savaşa sarılarak onu sakinleştirmeye çalıştı. "Kendini suçlama lütfen. Bulacağız. Ekipler gece gündüz demeden arıyorlar."

 

Savaş geri çekilip yorgun göz kapaklarını sertçe ovuşturdu. "Sadece tek bir delil. Yaşadıklarına dair tek bir delil bulursam..." Devamını getiremedi. Nefesi tıkanmıştı. "Güçlü duramıyorum. Yanımda olmayınca güçlü durmak zor geliyor."

 

"Ama onun için güçlü olman gerek. Defne'yi sen bulabilirsin. Biraz beynini kullan. Halil sence nereye götürmüş olabilir? Kimsenin aklına gelmeyeceği yer neresi?"

 

"Bilmiyorum, düşünmedim mi sanıyorsun? Saatlerce düşündüm. Bakmadığımız yer kalmadı."

 

"Sarp!" diye arkadan Nil bağırarak yanlarına geldi. "Amcam, seni görmek istiyor. Defne'yi öğrenmiş. Hemen konuşmak istiyor." Ahu ve Savaş göz göze geldiler.

 

***

 

Dilara koltukta baygın bir şekilde oturmuş etrafında Sevim ve çalışanlar kolonyayla onu kendine getirmeye çalışıyordular. Kendine henüz gelememişti. Her yere haber salmalarına rağmen hiçbir delil yoktu. Her dakika onların aleyhine işliyordu. Üç gündür aramadığı yer kalmamıştı. Canan zorla onu eve göndermiş dinlemesini istemişti. Ancak tansiyon sürekli kalkıyor ve onu baş ağrısı rahat ettirmiyordu. "Kızım yok. Kızımı götürdüler. Kızım yok, Sevim." diye içi acıyarak ağlıyordu. Ama ne ağlaması ne de arayış hiçbir sonuç vermemişti. İçinde yanan kor ateş tüm iliklerine kadar işliyordu.

 

Bir anda kapı zili çalındı. Dilara heyecanla ayaklanıp kapıya doğru koşup kapıyı açtı. Defne'nin geleceğini ya da ondan bir haber olacağını düşündü. Ama değildi. Gelen Canan'dı. "Sen miydin?" Bunalarak tekrar salona geri dönmüştü. Canan içeri girip kapıyı kapattı. Üç gündür gözüne uyku girmiyordu. Gözaltları mosmor olmuştu. Simsiyah saçları dağılmıştı.

 

"Haber yok mu?" dedi üzgün sesle. "Hayır, hiçbir şey bulamıyorlar." Dilara dirseklerini dizlerinin üstüne dayayıp kafasını ellerinin arasına aldı.

 

"Sanki yer yarıldı içine girdiler. Hiçbir yerde yoklar."

 

"Dilara, lütfen kendini bırakma. Bulacağız. Ben bugün haber kanalına çıktım. Sonra birkaç adamı köylere gönderdim. Köylere saklanma gibi durumları da var. Artık dört bir yanda arıyoruz. Kısa zamanda bulacağız. Sadece Allahtan tek istediğim onlara hiçbir şey olmaması. "

 

"Ekipler tüm illere haber vermiş jandarma özel kuvvetler herkes onları arıyor. Ama sence bir delili bulmamaları garip değil mi?"

 

"Halil hep çok titizlikle çalışır. Ama ne kadar titiz olursa olsun onu bulup kendi ellerimle geberteceğim." Canan öfkeyle gözlerini kapatıp başını ellerinin arasına aldı. Kalbi sıkışmaya başlamıştı. Nefesi düzensizleşiyordu. Sevim bunu fark ettiği and mutfaktan bir bardak su getirip Canan'a uzattı." Buyurun Canan hanım. Lütfen siz de kendinizi bırakmayın. Bulunacaklar merak etmeyin. Dualarımız onlarla." Canan başını kaldırıp suyu aldı. "Teşekkür ederim. İnşallah."

 

Tam o sırada tekrar kapı çaldı. Bu kez Sevim koşarak kapıya doğru giderken Dilara ve Canan heyecanla ayaklandılar. Gelen Harun'du. Yıkılmış vaziyette içeri girdiğinde Dilara koşarak boynuna sarıldı. "Ne olur bir şey bulduğunu söyle. Ne olur." Harun'un ayakta kalacak gücü yoktu. "Yok, hiçbir şey yok." Söylediği cümleyle Dilara'nın yeşil gözleri anında dolmuştu. "Sen iyi misin?"

 

"Beni Savaş gönderdi. Eve gidip dinlenmemi söyledi. Ama hiç istemiyorum. Zaman kaybediyoruz gibi geliyor bana."

 

"Savaş haklı. Ayakta kalacak gücü yok senin. Defne'nin, bizim sana ihtiyacımız var Harun. Hadi git, biraz uyu. Ne olur."

 

"Ben uyumak istemiyorum."

 

"Harun, yapma böyle. Sonra hastanelik olacaksın. İster istemez yine uyutacaklar seni. Hadi, git dinlen. Eğer haber gelse sana haber veririz."

 

"Harun, kaç gündür çok yoruldun. Bizim şu an güçlü olmamız gerekiyor. Lütfen. Hadi git dinlen."

 

Harun istemsizce başını salladı. "Tamam, ama nasıl uyuyacağımı bilmiyorum. Ben Defne'yi düşünmeden duramıyorum."

 

"Lütfen hayatım. Lütfen."

 

****

 

Savaş kapıyı açıp sorgu odasına geçince Cengiz Savaş'ın geldiğini görüp panikle ayağa kalktı. "Defne nerede?" Olayları duymuş ve gerçekten merak etmişti. Defne'nin kaçırılmasında kendini bile suçluyordu.

 

Savaş kapıyı çarpıp masaya geçti. Öfkesi hem kendine hem de babasınaydı. Yorgun düşmüş yüzünü avuçlarının arasına alıp dirseklerini masaya dayadı. "Halil kaçırdı." Söylediği cümle kendi beyninde kurşun etkisi yaratırken, Cengiz öfkeyle volta atmaya başladı.

 

"Allah kahretsin!"

 

"Gerçekten umurundaymış gibi yapmana gerek yok. Defne'yi Halil'in eline kendi ellerimle vermem için beni zorladığın günleri daha unutmadım."

 

"O planın bir parçasıydı. Halil'i öldürmek için -"

 

"Sus artık!" diye elini sertçe masaya vurdu. "Hep bir plan peşindesin. Söylesene, ne zaman gerçekten bizi düşündün? Ne zaman benim çocuklarım ne ister diye düşündün?"

 

Cengiz'in içinde yankılanan pişmanlık, geçmişinin gölgesinde büyüyen, iliklerine kadar işleyen bir sancı gibiydi. Yıllar boyunca inşa ettiği sert duruşu, şimdi yerini derin çizgilerle dolu yorgun bir yüze bırakmıştı. Yüzüne oturan keder, sadece yaşlanmanın değil, ardında bıraktığı yanlışların da izlerini taşıyordu. Ellerini nereye koyacağını bilemeyen bir adamın tedirginliğiyle parmaklarını birbirine kenetliyor, sonra aniden çözüp dizlerine koyuyordu. Kıpırdamayan gözleri boş bir noktaya sabitlenmiş, düşüncelerine hapsolmuş gibiydi.

 

Oğluna verdiği acının izleri, kendi yüreğine de kazınmıştı. İçindeki yangını bastırmak için ne kadar çabalasa da, hiçbir şeyin yaşananları silemeyeceğini biliyordu. Sözlerinin eskisi kadar etkili olmayacağını, pişmanlığın telafi için yeterli olmadığını... Ama yine de denemeliydi. Oğlunun ona yeniden güvenmesini istiyordu. Bunu hak edip etmediğini bile bilmiyordu ama her şeye rağmen, oğluna bir kez daha baba olabilmenin bir yolunu arıyordu.

 

Derin bir nefes aldı, göğsü hafifçe inip kalktı. Ama nefesi bile ağırdı, içinde taşıdığı yükü her solukta daha da derin hissetti. Avuç içleri terliyor, dudakları kuruyordu. Oğluna ne söyleyeceğini bilememenin çaresizliği, omuzlarına binen görünmez bir ağırlık gibiydi. Onu kaybetmişti. Belki de geri dönüşü olmayan bir şekilde. Ama Cengiz vazgeçmeyecekti. Bir baba olarak, elinde kalan son umuda sıkı sıkıya sarılacaktı.

 

"Ben yanlış kararlar vermiş olabilirim. Ama ben sizin babanızım. Hep sizin iyiliğinizi düşündüm. Benden nefret etseniz bile ben sizi çok seviyorum."

 

"Böyle sevilmez baba. O nefret ettiğin Harun'a dön bir bak. Babalık nasıl olur ondan öğren."

Cengiz'in yüzü bir an için kaskatı kesildi. Göz kapakları istemsizce titredi, boğazına düğümlenen öfke ve çaresizlik arasında sıkışıp kaldı. Oğlunun sözleri, keskin bir bıçak gibi yüreğine saplanmıştı. "O nefret ettiğin Harun senden iyi babalık yapıyor." Cümle kafasında yankılanıp duruyordu.

 

Nefes almakta zorlandı. Harun... Ona dair duyduğu her şey içini yakarken, şimdi bir de oğlunun dilinden böylesine ağır bir cümleyle karşılaşmak... Savaş'ın gözlerinde gördüğü öfke, Cengiz'in içindeki pişmanlığı daha da derinleştiriyordu. Harun'un, kızına gösterdiği sevgi, onun asla beceremediği bir şeydi. Bu gerçeği duymak, gururunu incittiği kadar canını da yakıyordu.

 

"Defne'ye prensesler gibi davranıyor. Sevgisini sonuna kadar hissettiriyordu. Ya sen? Sen şimdiye kadar Ahu'nun saçını okşadın mı? Kızım seni seviyorum dedin mi? Ya da bana bugüne kadar seni çok seviyorum dedin mi? Erkek olmam bunları duymamam anlamına gelmiyor. Benim sana ihtiyacım olduğumda yanımda değil hep karşımda durdun. Bir kere gerçekten ne istediğimi sormadın. "

 

Parmaklarını yumruk yapıp dizlerine bastırdı. Savaş'ın yüzüne baktı ama oğlunun içinde yılların biriktirdiği kırgınlığı gördü. "Bilmiyorsun..." demek istedi. "Bunu hak etmedim," demek istedi. Ama hangi kelime geçmişi silebilirdi ki? Hangi söz, oğlunun içindeki nefreti söndürebilirdi?

 

Gözleri bir an yere kaydı, dudaklarını ısırdı. Cengiz, hayatında ilk defa kendini tamamen kaybolmuş hissediyordu. Oğlunun gözünde hiçbir değerinin kalmadığını görmek, yılların yükünü bir kat daha ağırlaştırıyordu. Ama ne yaparsa yapsın, Savaş'ın kalbine ulaşamıyordu. Babasının sesi hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. "Güçlü ol! Ağlama! Zayıflık affedilmez!" O sözleri kaç kez duymuştu, kaç kez kanayan dizleriyle, morarmış kollarıyla kendini suçlamıştı... Çocukken öğrendiği tek şey güçlü olmanın sevilmenin yerine geçtiğiydi. Ama şimdi, kendi çocuklarının gözlerine baktığında orada başka bir şey görüyordu: Kırgınlık. Yorgunluk. Sevgiye açlık.

 

"Ben nasıl göstereceğimi bilemedim."Çocuklarını korumak için sert olmalıydı, bunu biliyordu... Ama onları da babası gibi mi yapıyordu? Sevgisiz, kırık ve yalnız?

 

Elleri yumruk oldu, ama bu kez öfkeden değil. Kendi içinde bir savaş veriyordu. Sevmeyi bilmiyordu. Nasıl yapılırdı? Sarılmak, güzel sözler söylemek, anlayış göstermek... Bunlar ona öğretilmemişti. Ama çocuklarının sevgiye ihtiyacı vardı. Söylenecek çok şey vardı. Ama söylememeyi tercih etmişti.

 

"Senin gerçekten senin Defne'yi sevdiğine inanmıyordum. Küçücük bir heves olduğunu düşündüm. Uğruna babanı feda edecek kadın olduğunu düşünmedim."

 

Savaş imayla güldü. "Sen zaten kendinden başka kimseyi düşünmezsin. Bırak bu lafları. Ne istiyorsun? Benim zamanım yok!"

 

Cengiz'in sesi titremedi ama içinde bir şeylerin kırıldığını hissetti. Gözlerini Savaş'tan ayırmadı. "İzin ver, yardım edeyim. Her şeyi telafi etmek istiyorum."

 

Savaş, derin bir nefes aldı. Babasının bu kadar alçakgönüllü bir şekilde konuştuğunu daha önce hiç duymamıştı. Hep emirler, hep baskılar, hep "güçlü olmalısın" diye yankılanan soğuk sözler... Ama şimdi karşısında duran adam, sanki o eski Cengiz değildi.

 

"Bunu neden şimdi söylüyorsun?" Sesi sertti ama içinde beliren tereddüt saklanamıyordu.

 

Cengiz, oğlunun elindeki kelepçelere baktı. "Çünkü hatamı anladım. Seni korumak isterken seni kaybettim. Baban olmaktan çok, seni sert biri yapmaya çalıştım. Ama senin güçlü olman değil, mutlu olman gerekiyordu. Özür dilerim. Yaptığım her şey için özür dilerim."

 

Savaş, gözlerini kaçırdı. Yumruklarını sıktı, içinde fırtınalar kopuyordu. Babasına inanmak istiyordu, ama aynı zamanda yılların verdiği acı ve öfke hala içindeydi.

 

"Bu kadar kolay mı sanıyorsun? Sen hiçbir şey yapamazsın. Özür dilemekle her şey biter mi?"

 

Cengiz başını iki yana salladı. "Hayır. Ama nereden başlayacağımı bilmiyorum. O yüzden izin ver, en azından birlikte deneyelim."

 

Odadaki hava ağırlaştı. Savaş'ın göğsü inip kalkıyordu. Kalbi, babasının sözlerine inanmak ile onu geri itmek arasında gidip geliyordu. Ama bir şey vardı... Babasının gözlerindeki samimiyet, ilk defa sadece bir otorite figürü gibi değil, gerçekten baba gibi konuşması...

 

Cengiz, oğlunun sözleriyle derin bir yara almış gibi irkildi. Ama gözlerini kaçırmadı, Savaş'ın yüzüne baktı. Gözlerinde yılların birikmiş öfkesi ve hayal kırıklığı vardı.

 

"Yardımını da, seni de hayatımda istemiyorum."

 

Savaş'ın sesi soğuktu, içinde ne bir duygu ne de bir umut kırıntısı vardı. Cengiz'in yıllarca öğrettiği sertlik, şimdi ona karşı bir duvar gibi yükselmişti.

 

"Savaş, ben-"

 

"Hayır!" diye kesti sözünü Savaş. Öfkeyle ayağa kalktı, bileklerindeki kelepçeler hafifçe şıngırdadı. "Sen benim hayatıma yalnızca zarar verdin. Sen bizi mahvettin. Artık hiçbir şeye karışmana izin vermem."

Odanın içinde ağır bir sessizlik çöktü. Cengiz'in yüreği sıkıştı ama zorlamayacaktı. Oğlunun duvarlarını biliyordu, yıllar önce kendi elleriyle ördüğü duvarlardı bunlar. Ama en azından bir adım atmıştı. Ve bir gün, Savaş'ın da buna ihtiyacı olduğunu anlayacağına inanıyordu.

 

Savaş bir anda olduğu durup kaşlarını çattı. Aklına garip bir şekilde soru gelmişti. "Sen neden Defne'yi kurtarmak istiyorsun? Aklında yine ne var?"

Şüphe dolu gözlerle babasına döndüğünde Cengiz başını iki yana salladı. "Hayır, ben size yardım etmek istiyorum dedim ya."

 

"Niye? Defne'yi kendin mi öldüreceksin?"

 

"Hayır, ben Defne'ye dokunmam. Ayrıca hatırlatırım o benim gelinim. Niye böyle bir şey yapayım?"

 

"Ne gelini ya? Neden bahsediyorsun? Biz Defne'yle boşandık."

 

Cengiz bakışlarını bileklerindeki kelepçelere çevirdi. "Sen öyle san. Hala evlisiniz."

 

"Nasıl yani?" Savaş tekrar yerine geçti. Duyduklarına inanmamıyordu.

 

"Sizi boşamak o kadar kolay mı sence? Ben sadece ayrılmanız için oyun oynadım. Tabii kendi kazdığım kuyuya da kendim düştüm. Yani hala evlisiniz ve Defne benim gelinim."

 

Savaş'ın gözbebekleri büyüdü, kalbi göğüs kafesinde çırpınan bir kuş gibi hızla atmaya başladı. Boğazına görünmez bir düğüm oturdu, nefesi daraldı. Babasının sözleri zihninde yankılanırken odadaki her şey bulanıklaşmıştı. "Defne'yle hâlâ evlisin."

 

Zemin ayaklarının altından kayıyormuş gibi hissetti. Ellerini farkında olmadan yumruk yapmış, tırnakları avuçlarına batıyordu ama hissetmiyordu bile. Damarlarındaki kan, tersine akıyormuşçasına buz kesmişti. Üç aydır inandığı gerçek, bir anda yerle bir olmuştu. Olanları anlamlandırmaya çalışırken bir uğultu sardı kulaklarını, zaman durmuş gibiydi.

 

Gözleri, babasının yüzüne kilitlenmişti ama onu görmüyordu artık. Nasıl?

 

"Bana neden yalan söyledin? Neden hayatımı mahvetmeye kalktın?!" İşte şimdi gerçek hesaplaşma zamanıydı. "Niye engel oldun bize?"

 

"Bilemedim" dedi Cengiz pişmanlık içinde. "Gerçekten sevdiğini anlamadım. Geçici bir heves yüzünden hayatını mahvetmene izin veremedim. Ama yanılmışım. Sen gerçekten o kızı çok seviyorsun. Onun için neler yapabileceğini biliyorum artık."

 

"Hayatım senin ellerinin arasında geçmiş. Benim hayatım senin yüzünden mahvoldu zaten! İşim vardı, kendi hayatım vardı. Neden beni katil yaptın? Neden katil oldum baba?"

 

"Çünkü şu lanet olası hayatta masumlar ölüyor Savaş!" diye bağırdı Cengiz sonunda. Gözyaşlarının arasında tıkılıp kalmıştı. "Barış da masumdu, öldü. Masumlar yaşamıyor, güçlüler onlar öldürüyor. Ben bir oğlumu daha kaybedemezdim."

 

Savaş, öfkesini kontrol etmekte zorlanarak babasına bakarken, gözleri adeta ateş saçıyordu. Dudakları titriyor, nefesi hızlanıyordu. Derin bir nefes alıp, parmaklarını sıkıca sıkarak, her kelimeyi dişlerinin arasından geçirerek söyledi. "Barış senin hırsın yüzünden öldü!" Sesindeki öfke, sanki her bir harfi kesip biçiyordu, kalbinin hızla çarpan sesini bastıran bir çığlık gibiydi.

 

"Benim hırsımın nedeni sizin güçlü yetişmenizdi. Çünkü benim gibi olmanızı istemedim. Benim abim Cihangir'in babası gibi olmanızı istemedim. Güçsüz olmanızı istemedim. Siz güçlü olun, siz ezin onları. Canınız yanacaktı."

 

"Ama canımızı en çok sen yaktın! Bizim canımızı sen yaktın baba."

 

Cümlesi havada asılı kaldı, titrek bir fısıldama gibi. Vücudu, öfkesini taşıyamayacak kadar yorgundu, ama sözleri, kırılan bir cam gibi içini parçaladı. O an, her damla gözyaşı, yıllardır içinde biriken öfkenin yükünü taşırken, babasına duyduğu kırgınlık ve hayal kırıklığı sanki her an daha da büyüyordu. Ellerini başına götürdü, parmaklarıyla gözyaşlarını silmeye çalıştı, ama her silme hareketi, daha fazla ağlamasına neden oldu.

 

"İzin ver yardım edeyim Savaş. İzin ver lütfen." Gözleri, pişmanlık ve çaresizlikle dolmuştu, her bakışı sanki bir kaybı, bir hatayı daha anımsatıyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar, ona yaşadığı yılların yükünü her an hatırlatıyor, ağlaması adeta bir duvarın önünde sıkışmış bir çocuğun çaresizliğini taşıyordu.

 

Savaş öfkeyle ayaklanıp odadan çıktı.

 

***

 

Alp, kapıyı araladığında, merdivenlerde oturan Savaş'ı görünce şaşırdı. Savaş'ın yerden kalkmaya çalışırken, tüm vücudunun ve ruhunun yıkıldığını görebiliyordu. Savaş, elleriyle kafasını tutarak, bir anda düşen bir kayayı andırıyordu. Her hareketi yavaş, her nefesi kesik ve zorlanıyordu. Gözleri, içerideki boşlukla dolmuş, dışarıdan gelen her şeyin ağır yüküyle tükenmişti. Uzun yıllardır birlikteydiler. Dostlukları sıradan bir dostluk değildi. Onlar yılların kardeşleriydi. Acıyı tatlıyı birlikte atlatmıştılar. Ama şimdiye kadar Savaş'ı hiç böyle görmemişti. Savaş'ın gözlerindeki hayal kırıklığı onun kalbini paramparça etmeye yetmişti...

 

Bir adım atıp merdivenden bir basamak indi. Tüm dünyanın yükleri omuzlarındaydı. Ve bir adım daha. Birkaç basamak indikten sonra tam karşısına geçip çömeldi. Bir elini onun omzuna koyunca Savaş başını kaldırıp Alp'e baktı. Alp hiç beklemeden onu kendine çekip sarıldı. Savaş, yavaşça başını Alp'in omzuna yasladı, gözlerinden süzülen yaşlar, o kadar derindi ki, sanki yıllardır biriken tüm yüklerden arınıyordu. Her bir damla, dostluğun, anlayışın ve bir arada olmanın yansımasıydı. Bu an, kelimelerden daha fazlasını anlatıyordu; iki ruhun birbirine en derininden bağlandığı, zamanın durduğu ve yalnızca var olmanın yeterli olduğu bir an. Alp Savaş'ın omuzlarından tutarak ayağa kalkmasına yardım etti. Birlikte yukarıya doğru çıkmaya başladılar.

 

Yukarı çıkınca Alp gözlerini Savaş'a dikti. İçinde yankılanan endişe, göğsünü sıkan bir el gibi hissettiriyordu. Boğazı kuruydu, sanki konuşursa kelimeler değil, çatlamış bir feryat dökülecekti dudaklarından. Yine de sordu. "Bir haber var mı?"

 

Savaş derin bir nefes aldı, bakışlarını kaçırdı. Gözlerindeki kızarıklık, uykusuz geçen gecelerin izini taşıyordu. Omuzları çökmüştü, ağır bir yükün altında eziliyormuş gibi. Başını iki yana salladı, sesi kısık ve yorgundu. "Hayır, maalesef."

 

O an, Alp'in içindeki son umut kırıntısı da tuzla buz oldu. Üç gündür bir gölge gibi yaşıyorlardı. Ne uyku yüzü görmüşlerdi ne de yemek boğazlarından geçmişti. Açlık, yorgunluk, halsizlik... Bunların hiçbiri, içlerinde büyüyen korkunun yanında bir hiçti. Zihinlerinde dönüp duran tek şey, sevdikleri kadınların nerede olduğu ve başlarına neler geldiğiydi.

 

Alp'in içi kaynayan bir kazan gibiydi. Çaresizlik damarlarında dolaşıyor, beynini uyuşturuyordu. Başını ellerinin arasına aldı, parmakları saçlarını sıkıca kavradı. Gözleri bir noktaya sabitlenmişti ama hiçbir şey görmüyordu. Hayal'in gülümseyen yüzü, kahkahaları, gözlerindeki sıcaklık... Hepsi zihninde bir hayalet gibi dolaşıyordu.

 

Savaş da ondan farklı değildi. Elleri yumruk olmuş, dişleri kenetlenmişti. Göz kapaklarını sımsıkı kapadı ama karanlığın içinde bile Defne'nin yüzü gitmiyordu gözlerinin önünden. Onun narin ellerini tuttuğu anları, saçlarının arasına karışan mis gibi kokusunu hatırladı. O şimdi nerede? Korkuyor muydu? Yardım istiyor muydu?

 

Bu belirsizlik onları kemiriyordu. Saatler, günler birbirine karışmış, zaman acıyla donmuştu. Sevdikleri kadınlara ne olduğunu bilmemek, akıllarını yavaş yavaş tüketiyordu. Ve her geçen saniye, içlerindeki umudu biraz daha öldürüyordu.

 

"Sen hiç iyi görünmüyorsun." dedi Savaş başıyla Alp'i işaret ederek. "İlacını içmiyor musun?"

 

Alp başını iki yana salladı. "Ne ilacı? Yemek yediğim mi var sanki?"

 

Savaş hiçbir şey demeden "gel benimle" deyip odasına yöneldi. Alp şaşkınlıkla onu izleyerek takip etti. Savaş odasında masaya geçip hemen telefonu açıp aradı. "İki tost, iki ayran." Aslında yemek yemek hiç istemiyordu, ama gittikçe gücü tükeniyordu. Böyle giderse Defne'yi arayamazdı. Güçlü ve dinç olması lazımdı.

Telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra polis memuru içeri girip siparişleri onların masasının üzerinde bıraktı.

 

Savaş, yorgun bir iç çekerek masanın üzerindeki poşeti aldı. Hareketleri ağır ve isteksizdi, sanki tüm enerjisi tükenmiş gibiydi. Poşetin hışırtısı sessizliğin içinde yankılanırken, içinden iki tost ve iki ayran çıkardı. Elleri titriyordu, açlıktan mı yoksa gerginlikten mi, kendisi bile bilmiyordu artık.

 

Bir tost ve ayranı Alp'e uzattı. "Al, bir şeyler ye." Sesi kısık ve yorgundu, ama içinde bir ısrar barındırıyordu.

 

Alp, önüne uzatılan yiyeceğe kayıtsızca baktı. Aç mıydı, tok mu? Bilmiyordu. Midede bir şeyler eksik gibiydi ama o boşluğu açlık değil, koca bir endişe dolduruyordu.

 

Savaş, Alp'in yiyeceğe dokunmadığını görünce derin bir nefes alıp sandalyeye çöktü. "İkimizin de buna ihtiyacı var," dedi, kendi ayranının kapağını açarken. Sesi, boşluğa fısıldanmış bir gerçek gibiydi.

 

Alp, ağır hareketlerle tostu aldı, ama eline sığmayan bir ağırlık taşıyormuş gibi hissetti. Bir ısırık aldı, ama tadı yoktu. Her lokma, içindeki boşluğu biraz daha büyütüyordu. Savaş da sessizce yemeğine döndü. İkisi de suskundu, ama havada yankılanan bir şey vardı. Bitmek bilmeyen bir endişe ve içten içe büyüyen bir çaresizlik.

 

"O ödül töreninden sonra gerçekten ona karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştım." Tosttan bir ısırık alan Alp Hayal'le tanışma hikayesini bahsetmeye başlamıştı. "İlk hoşlanma oldu."

 

Alp, elini saçlarının arasından geçirip başını geriye yasladı. Gözleri bir noktaya sabitlenmişti, ama aslında çok daha uzaklara bakıyordu. "İlk gördüğümde... Sanki odadaki herkes bir anda arka plana düşmüş gibiydi. O kadar kalabalığın içinde yalnızca onu gördüm," dedi, sesi giderek daha da yumuşuyordu. "O an ne olduğunu anlayamamıştım ama... Hayal'de bir şey vardı. Bir bakışı, bir duruşu, beni çeken bir şey."

 

Savaş, dudaklarının kenarını hafifçe kaldırarak, "Etkilenmişsin," dedi.

 

Alp iç geçirdi, parmaklarını masanın yüzeyinde gezdirirken gözleri düşünceliydi. "Sadece etkilenmek değildi. O bakışı... sanki içimi okur gibiydi. Beni görüyordu, anlıyor gibi bakıyordu. O an bir şeyler hissettiğimi fark ettim ama kendime bile itiraf edemedim. Sonra onu başka yerlerde de gördüm. Her seferinde içimde bir şey kıpırdıyordu. Savaş, ne zaman onu görsem kalbim saçma sapan atmaya başlıyordu."

 

Savaş, kaşlarını hafifçe kaldırdı, yüzünde alaycı ama sıcak bir ifade vardı. "Yani diyorsun ki, bizim Alp ödül töreninde tutuldu?"

 

Alp, hafifçe gülümseyip başını salladı. "Sanırım evet... ve itiraf edeyim, o gece bir şeylerin değiştiğini hissettim."

Ancak o gülümseme kısa sürdü. Alp'in yüzüne gölge düştü, bakışları dalgınlaştı. Hayal'in şimdi nerede olduğunu bilmiyordu. O geceden sonra her gördüğünde içinde büyüyen o his, şimdi yerini koca bir endişeye bırakmıştı. Savaş bunu fark etti, ama susmayı tercih etti. Çünkü onun da içinde aynı korku vardı.

 

"En azından benim kadar pişmanlığın yok. Beni defalarca pişman ettiler sırf sevdim diye. Tutunduğum tek dalımı elimden almaya çalıştılar."

 

"Baban değil mi?"

 

"Önce sevdiğim kadını sonra da can dostumu elimden aldı."

 

"Ben buradayım Savaş. İstediğin zaman da yanında olacağım. Ben-"

 

"Sen ne olursa bana her şeyi anlatman gerekiyordu. İki ay beklememen gerekiyordu Alp. Babamın her şeyi eline almasına izin vermemen lazımdı."

 

"Ben yapamadım Savaş. Sen bilinçsiz halde komadayken elimden hiçbir şey gelmedi. Ben senin iyileşmeni bekledim. Tamamen iyileşmeni istedim. Çünkü canımdan çok sevdiğim kardeşim vurulmuştu. Acı çekiyordu. O an mantıklı gelmedi bana."

 

Savaş tosttan bir ısırık alıp başını koltuğun başına dayadı. Bakışları tosta kaydı.

Savaş, elindeki tostu ısırırken ekmeğin sıcak, çıtır dokusu damağında hissetti. Ancak daha ikinci çiğnemede, zihninde Defne'nin sesi yankılandı. "Peynir mi? Aman Savaş, nasıl yiyorsun onu ya?" diye burun kıvıran, gözlerini kocaman açan hali gözlerinin önüne geldi.

 

Bir an duraksadı, tostu elinde tuttu, ama artık iştahı kaçmıştı. Defne peynir sevmezdi. Ne kadar ısrar etse de asla ağzına sürmezdi.Savaş'ın içi burkuldu. Tostun kokusu bile ona Defne'yi hatırlatırken, o şimdi nerede, ne haldeydi? Aç mıydı, üşüyor muydu? Kendi sevdiği şeyleri yiyebiliyor muydu, yoksa hiçbir şeye erişimi yok muydu?

 

Özlem boğazına düğümlendi. Tostu masaya yavaşça bıraktı, parmaklarını şakaklarına bastırarak gözlerini sıkıca kapattı. Tüm bu belirsizlik, onu yavaş yavaş tüketiyordu.

 

"Acaba şu an ne yapıyorlar? Aç mı, susuz mu? Canı yanıyor mu?"

 

"İyi olduklarını düşünmekten başka bir şansımız yok."

 

"Ben artık düşünmek istemiyorum. Ben onu istiyorum. Onu çok özledim."

Savaş, ellerini masanın kenarına dayayıp başını hafifçe öne eğdi. Odadaki hava ağırdı, üzerine çöken sessizlik daha da ağır. Gözleri, bir noktaya sabitlenmişti ama aslında çok daha uzağa bakıyordu. Defne'nin olduğu yerlere, onun sesinin yankılandığı anılara.

 

İçinde tarifsiz bir boşluk vardı. Bir şey eksikti, ama bu eksiklik bir masa üzerindeki kayıp eşya gibi küçük değil, içini kemiren devasa bir boşluktu. Defne yoktu. Onun varlığı, sesinin sıcaklığı, kahkahalarının odada bıraktığı o neşeli yankılar artık yoktu. Ve bu yokluk, Savaş'ın içini lime lime ediyordu.

 

Defne'nin gözlerini hatırladı. O kahverengi gözlerde her zaman bir ışık vardı. Bazen inatçılığın kıvılcımı, bazen de Savaş'a bakarken içten içe parlayan o yumuşak sıcaklık. Onu her gördüğünde, içi ister istemez huzurla dolardı. Şimdi ise o bakışlar, sadece hatıralarında yankılanıyordu.

 

Sesini özlemişti. Defne'nin konuşma tarzını, kimi zaman hızlı, heyecanlı kelimelerle dolup taşan cümlelerini, kimi zamansa sessizce ama derin anlamlarla söylediği sözlerini... Hatta onun tatlı tatlı söylenmelerini bile özlediğini fark etti. Önceden hafif bir tebessümle dinlediği o minik serzenişler, şimdi kulaklarında bir yankı gibi çınlıyordu.

 

Ellerini yumruk yapıp gevşetti. Onun kokusunu bile özlemişti. Hafif vanilya ve tarçın kokusu, kıyafetlerine sinen o tanıdık Defne kokusu. Yanındayken sıradan gelen, şimdi ise burnunun direğini sızlatan bir hatıra...

 

Neredeydi şimdi? Güvende miydi? Gözlerini kapadığında, onu yalnız ve korkmuş halde hayal etmek istemiyordu ama zihni ona ihanet ediyordu.

 

Savaş derin bir nefes aldı ama nefes bile yetmiyordu. Boğazı düğümlüydü, içindeki sıkışmış duygular, kontrolsüzce büyüyordu. Defne burada olsaydı, onu sıkıca sarardı. Başını omzuna yaslar, sesini duyar, varlığını hissederdi. Ama şimdi geriye sadece içini yakan bir özlem kalmıştı. Ve Savaş, bu özlemin onu yavaş yavaş tükettiğini hissediyordu.

 

Savaş, derin düşüncelerinden bir anlığına sıyrıldı. İçindeki boşluk, sessizlikle birleşmişti ve her şeyin kötüye gittiği düşüncesi, ona çözüm aramayı bırakmıştı. Ama tam o anda, kapı hızlıca açıldı ve Jale, içeri girdi.

 

Gözleri parlaktı, dudakları hemen bir haberin peşindeydi. "Gelişme var!" dedi, nefesini hızlı alarak. Sözleri o kadar netti ki, her bir kelime, odadaki havayı aniden değiştirdi. Savaş ve Alp, bir an göz göze geldi, heyecanları sessizce gözlerinde patladı. Jale'nin bakışlarında, umutla karışık bir aciliyet vardı.

 

"Beykoz yolunda... İki kadın bulundu," diye devam etti Jale, hızlı adımlarla Savaş'ın yanına doğru ilerlerken. "Yaralılar..."

 

Savaş'ın vücudu bir anda gerildi, kasları gerginleşti. Gözleri büyüdü, kalbi hızlıca atmaya başladı. "Defne?" diye fısıldadı, ama kelimeler ağzından çıkmadan önce, bir başka ses yankılandı odada.

 

Kapı aniden açıldı ve Cesur, diğer odadan fırlayarak içeri girdi. Yüzü kararmış, gözleri keskin bir şekilde doğrulmuştu. "Ne oldu? Nerede?" diye bağırdı, nefesi hızlıydı. Sesindeki tedirginlik, her geçen saniye içinde büyüyordu.

 

Herkes aynı anda bir adım ileri attı. Alp'in kalbi, sanki bir ritm tutarak hızla çarpmaya başladı. Jale'nin söyledikleri, içlerinde bir umut ışığı uyandırmıştı. Onların kaybolduğuna inanan, her geçen gün tükenen bir umut vardı, ama şimdi bu haberle birlikte, o umut yeniden canlanmıştı.

 

Alp, ellerini kavrayarak, "Beykoz yolu... Yaralılar mı?" diye sordu, sesi titreyerek. İçindeki heyecan, neredeyse mantığını kaybettiriyordu. Zihni karışmıştı ama bir yandan da ona odaklanmak, onu bir yere koymak istiyordu.

 

Jale, başını salladı ve biraz daha sakinleşerek, "Evet, ama ne kadar ciddi olduklarını bilmiyoruz. Hemen gitmemiz gerek. Hızlı olmalıyız."

 

Cesur, gözleri sarmalayan bir karanlıkla ilerledi ve hemen kapıdan çıkmak üzereydi. "Hadi!" diye haykırdı.

 

Savaş ve Alp, birbirlerine hızlıca bakarak, ardından aynı anda hareket etmeye başladılar. Her birinin gözlerinde belirgin bir kararlılık vardı. Seslerinin titremesine engel olamıyorlardı, ama tüm bedenleri hızla harekete geçmek üzereydi. Bir an duraksadılar. Gözlerinde umut ve korku birleşmişti. Ama en önemlisi, bir ışık vardı. Sevdikleri kadınların hayatta olduğuna dair o tek gerçek ışık.

 

"Biri kızıl saçlı 1.73 boylu, mavi gözlü diğeri kumral saçlı, mavi gözlü 1.70 boylarında bir kadın. İkisi de yaralı." Sesi duyan Cesur diğer odadan fırlayarak yanlarına geldi. Jale hem merdivenleri hızlıca iniyor hem de bilgileri aktarıyordu.

 

"Bunlar Seren ve Hira'nın tarifi."

Alp ve Savaş göz göze geldiler. Bu bir işaret miydi? Onlara gerçekten yaklaşmışlardı mı? "Hemen adrese ambulans gönderin, çabuk."

 

****

 

 

 

Uzun bir bölüm. Arada mola verin🫡

 

Defne'nin anlatımıyla.

 

 

Gözlerim odanın köşelerini taradı, her yeri inceledim. Gecenin karanlığında fark ettiğim şey, yerde biraz solmuş eski bir halının kenarındaki izdi. O halının altında bir şey vardı, bir şey gizlenmiş gibiydi. Kaşlarım merakla çatıldı. Hafifçe yürüdüm, ellerim titrerken halıyı kenara çekmeye başladım. Gözlerim, yavaşça yüzümdeki endişeyi bastırarak, halının altındaki metal bir nesneye odaklandı. Bir anahtar.

 

"Anahtar..." diye fısıldadım, ama bir şeyler yanlış gibiydi. Gözlerim büyüdü, kalbim birden hızla çarpmaya başladı. Anahtar, bu odadan çıkmanın anahtarıydı. Ama bu kadar kolay olmamalıydı. Halil, böyle bir hata yapmazdı. Bunu vermek için bir amacının olması gerekirdi. Anahtar mı? Ya da bu sadece bir tuzak mıydı?

 

Titreyen ellerimle anahtarı yerinden çıkardım. Metalin soğukluğu parmaklarımda bir anlık bir şok yarattı, ama duracak zamanım yoktu. Bir şeyler kafamı karıştırıyordu. Bu kadar basit bir şey, Halil'in dikkatinden kaçabilir miydi? Gerçekten bana bir çıkış yolu mu veriyordu? Yoksa her şey onun planının bir parçası mıydı?

 

İçimde bir his, bu fırsatın gerçek olmadığını söylüyordu. Ama başka hiçbir şansım yoktu. Belki de anahtar sadece umudumu yıkmak için buradaydı, yani belki de hiç bu kapıya ait değildi.

 

Halil belki de beni izliyordu. Ya da çoktan gitmişti. Ama her iki türlü de buradan çıkmam gerekiyordu. Anahtarı deliğe sokup ağırca çevirdim. İşte o ses. Kapı açılmıştı.

 

Bir anlık şokun ardından, derin bir nefes aldım. Karşımdaki uzun koridoru gördüğümde içimdeki şüpheler ikiye katlandı. Duvardan duvara uzanan, dar, soğuk bir koridor. Birkaç metre sonra, koridorun sonunda, zayıf bir ışık sızıyordu. Ama dikkatimi çeken bir şey daha vardı. Koridorun en başında, çok belirgin bir şekilde ikinci kata açılan geniş bir merdiven vardı.

 

Merdivenler... Bu odanın ikinci katta olması... Gerçekten Halil'in böyle basit bir hatayı yapması mümkün müydü? Bir tuzak olmalıydı. Belki de bu, Halil'in bana oyun oynadığı başka bir planın parçasıydı. Ama başka şansım yoktu. Her şekilde bu çıkışı değerlendirmek zorundaydım.

 

Merdivenleri indikten sonra salonun kapısına doğru ilerledim. Ev sessizdi, ve evde kimsenin olmaması beni daha çok tedirgin etmişti. Bir anda kapı açıldı ve içeri siyah adamlar girince hemen duvarın arkasına saklandım. "Bu şerefsiz Halil de yemin ederim bizi bıktırdı ya. Şimdi işin yoksa git kıza yemek al."

 

"Evde kamera var ulan! Biraz dikkatli ol" dedi yanındaki adam. Daha beni fark etmemişlerdi. Onlar salona gelip tezgahta bıraktığı araba anahtarını alıp dışarı çıkarken hemen sessizce arkalarından gidip kapıyı kapatacakları esnada kapıyı tuttum. Onlar kapının kapandığını sanıp arabaya binip giderken ben özgürlüğüme doğru bir adım atıyordum.

 

Özgürlük bu kadar yakın olamazdı değil mi? Bir şey vardı. Kesin. Evden çıkıp bahçeye doğru koşarken aniden bir ses duymamla olduğum yerde durmuştum. Halil'in sesiydi bu. "Nereye Defne? Daha biz başlamadık. Sen nereye gidiyorsun?" Başımı kaldırıp etrafa bakındım. Her yerde kamera vardı. Lanet olsun. O beni her yerde görüyordu. "Yoksa arkadaşlarını kurtarmaya mı gidiyorsun?" Duyduğum cümleyle nutkum tutulmuştu. Ne? Hayal? Serap? Neredeydiler?

 

"Ne yaptın onlara?"

 

"Daha değil. Ama kurtara bilirsin onları. Bak, ileride iki evi görüyor musun? Küçük evler." Söylediği yöne bakınca karşı karşıya iki ev gördüm. "Sağdaki evde Hayal soldaki evde Serap kalıyor. Hadi git oraya. Bakalım onlar ne haldeler?" Hiç beklemeden koşarak oraya gittim. Evlerin camlı kapıları vardı.

 

Gözlerim, karşımdaki manzarayı tam olarak algılayamadı. Hayal... Hayal'i gördüm. Sandalyeye bağlı, elleri ve kolları sıkıca bağlanmıştı. Gözleri korku içinde, ama aynı zamanda umutsuz bir bakışla bana bakıyordu. O an her şey bulanıklaştı, zihnimdeki düşünceler bir araya gelip karıştı. Ne yapmalıyım? Ne yapabilirim?

 

Bir an için sadece bir yerde durakladım. Korkum öylesine büyümüştü ki, nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Her şeyde bir belirsizlik vardı. Gözlerim, bir anda Hayal'in bağlı olduğu sandalyeye kaydı ve kalbim çırpınarak hızlıca atmaya başladı.

Hayır, hayır, hayır hayır hayır. Bu olamaz. Hayır. Bunu yapamaz.

 

Yılan... Uzun, iri, korkutucu... Yavaşça ona doğru ilerliyordu. Her hareketi bana yaklaşan ölüm gibi görünüyordu. Hayal! "Hayal!" diye haykırdım. Boğazım yırtılırcasına umursamadan bağırdım. Ona doğru koşup camları yumruklamaya başladım. Ağlıyordu. "Defne, kurtar beni!" Yapamıyordum. Camları var gücümle kırmaya çalışıyordum. Olmuyordu. Camlar sanki taş gibi sertti. Avuçlarımın acısını umursamadım. Canımı yakan şey Hayal'in ölümle yüz yüze olmasıydı. "Hayal!" Yapmaya çalışıyordum olmuyordu. Taş alıp cama fırlattım. Olmadı. Camlar kırılmıyordu. Bu nasıl olabilirdi? Taş camı kırmamıştı. Yılan gittikçe yaklaşıyordu.

 

"Defne!" diye bir ses daha duydum.

Başımı çevirdim ve arkamda bıraktığım eve döndüm. Hayır, bu olamaz. Hayır. Bu kadar değil. Bunu bana yapamazdı. Halil bu kadar ileri gidemezdi.

 

Sandalyeye bağlı, elleri ve kolları arkasında sıkıca bağlanmıştı. Karşısında ise kuduz bir köpek. O kadar yakın, o kadar korkutucu... Zincirinin kopma ihtimali vardı ve bu sadece bir an meselesiydi. Serap ölümle sadece arasında birkaç santim vardı.

 

Halil bunu bana yapamazdı. Deliriyorum. Kime gideceğim? Ne yapacağım. Allahım yardım et. Hayır!

 

"Ne oldu Defne? Hangi arkadaşını kurtaracaksın? Yoksa ikisi de mi ölecek?" Serap'ın kapısına doğru ilerledim. Gözyaşlarım sel gibi akmaya başladı. Son umut tanesiyle kırmaya çalıştım. Olmadı. Hayal bağırıyordu. "Defne!" Gözyaşlarım sel gibi akarken paniğe kapılmış vaziyetteydim. Kafayı yitireceğim.

 

"Defne, korkuyorum" dedi Serap acı içinde kıvranarak. İlk kimi kurtaracaktım? Ben ne yapacaktım? Deliriyordum. Büyük bir yangının ortasında kalakalmıştım. Diri diri yanıyordum.

 

"Tüm bunları canlı canlı Savaş izliyor haberin olsun. Herkes izliyor hatta. Sen onları duymuyorsun. Ama onlar seni duyuyor. Evet, beyler sizce Defne ne yapacak? Zeki kız göster kendini!"

 

Nefesim boğazımda düğümlendi. Ciğerlerim yanıyordu, sanki içimde koskoca bir boşluk vardı ama o boşluk havayla dolmuyordu. Göğsüme görünmez bir ağırlık oturdu o an. Her saniye daha da bastırıyordu. Nefes almak istedim. Aldım sandım. Ama olmadı.

 

Bacaklarım titremeye başladı bir anda ve dizlerim zayıf bir çatı gibi üst üste çöktü. Yere yığıldım. Soğuktu. Taş gibi sertti. Ama bunu bile zar zor hissediyordum. Sanki bedenim bana ait değildi artık.

 

Ellerim boğazıma gitti. Hayır, zihnimi kontrol etmesine izin vermeyeceğim.

 

"Yeter!" diye bağırdım çığlık atarak. Halil'in planı buydu. "Öldür beni! Canımı al!" diye haykırdım. Ancak beni öldürmeyeceğini biliyordum. Çünkü o acı çektirmeyi seviyordu.

 

Hayal'e döndüm. Canım yanıyordu. Serap'a döndüm. Canım yanıyordu...

 

"Defne," dedi Hayal gülümsemeye çalışarak. "Ben sana güveniyorum Aşk böceğim. Sen her zaman bir yolunu bulursun. Hadi! Yapabilirsin!" Yılan gittikçe ona yaklaşırken sanki bir el boğazımı sıkıyor gibiydi. "Defne, sen güçlüsün." Serap kıpkırmızı olmuş gözlerini gözlerime sabitledi. "Sen bunun da üstesinden gelirsin. Hadi!"

 

Kendimi toparlamaya çalıştım. Güçlü olmam gerekiyordu. Ayakta durmam gerekiyordu. Bana ihtiyaçları vardı. Zaman kaybediyordum. Bir anda bir ses duydum. "Defne," dedi bir ses uzaktan. Başımı kaldırıp çevirdim. Bu... Bu bendim. On beş yaşındaki Defne. Kalbim tekledi. "Tekrar acı çektirmesine izin verme. Bu beden bu kadarını kaldıramaz.Kardeşlerini kurtar." O buradaydı, yanımdaydı. "Yap, hadi." Defne'nin gözlerinin içine bakarak yerden destek aldım. Güçsüz bacaklarıma tekrar güç gelmişti sanki. Kaldıramazdı, ben bunu ona yapamazdım... Ayağa kalkıp derin bir nefes aldım. Zamanım kısıtlıydı.

 

"Defne, Serap'ı kurtar! Ben yılandan korkmuyorum." diye bağırdı Hayal. Ama korkuyordu. Hayal yılandan korkuyordu...

 

Gözleri hüzünle dolmuştu. Gücüm gittikçe tükeniyordu. Bir yumruk sürekli boğazımı eziyordu. Omuzlarımdaki ağır yükün altında her geçen saniye daha çok eziliyordum. Ama yıkılamazdım.

 

"Düşün düşün düşün!" Kafamı ellerimin arasına aldım. Bu camı ya da kapıyı nasıl açabilirim? Zihnimi daha fazla düşünmeye zorladım. Fakat panik işimi zorlaştırıyordu. Yapmam gerekiyordu, bir şey yapmam lazımdı.

 

"Bazen cevaplar çok basittir. Bazen anahtar gözünün önünde olur evlat. Sadece basit düşün."

 

Bir anda dedemin yıllar önce bana söylediği cümleyi hatırlamıştım. Basit düşünmek? Nasıl? Gözlerimle evi taradım. Ön kapı ve cam kilitliydi. Ama... Bir dakika. Göz önünde olmayan yer banyo ve mutfak. O zaman? Ya değilse? Bir dakika ya bu kadar kolay bir cevapsa? Halil onları öldürmek değil bana acı çektirmek istiyordu. Bana oyun oynayacağını söyledi. Yani? O zaman her oyunun anahtarını da bıraktı değil mi? Ve o anahtarı bulana kadar acı çekecektim. Pekala, denemekten başka bir çarem yoktu. Ama birini kurtarsam diğeri ölecekti, zamanım yoktu. Oysa ikisi de benim kardeşimdi... İkisini de kurtarmam gerekiyordu... Ne yapacağım?

 

Tam o sırada Hayal ayağıyla masayı devirdi. Ve masa yılanla kendi arasına düştü. Yılan irkilerek geriye süründü. Bu bize sadece birkaç dakika zaman kazandırdı. "Koş, Serap'ı kurtar! Çabuk!"

 

Hızla evin etrafında dolandım. Arkasında banyonun küçük bir penceresi vardı. Yerden büyük bir taş alıp camı kırmak için içeriye fırlattım. Ve işte bu. Kırıldı. Gerçekten kırıldı. Hızla duvara tırmanıp içeriye girdim. Serap'ın evinin içindeydim. Zincirin kırılmasına çok az kalmıştı. Serap artık umudu kesmişti. Ve daha beni fark etmemişti. Gözlerini kapattı.

 

Masada silah vardı. Her şey düşünülmüştü. Silahı alıp köpeğe doğrulttum. Hiç yapmak istemediğim bir şeydi. Bir hayvanı öldürmek asla. Ama yapmak zorundaydım. Çünkü Serap'ı parçalayacaktı. Silahı alırken ellerim titriyordu. Ne kadar odaklanmaya çalışsam da, parmaklarımın arasındaki metalin soğukluğu, her bir kasımı sarmaya başladı. Yavaşça silahı kavradım, ama sanki bir yabancıymış gibi. Bir parça daha, bir adım daha. Ve o korku... o lanet olası korku. Köpek önümdeydi, zincirinden kopmak üzereydi. Gözleri kısık, nefesi hızlanmış, her an üzerine atılacakmış gibi... Zincir gerilmişti. Hayır. Bunu yapmam gerekiyordu. Bunu yapmam gerekiyordu. Zihnimde yankılanan o cümleyi tekrar ettim.

 

Zincir koptu. Köpek aniden atıldığında, kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Anlık bir karar verdim. Hedefim belirgindi. Acımasızca, tek bir nefeste, tetiğe basarak ateş ettim.

 

Ateşin sesi, kulaklarımı delip geçtiğinde, her şey bir anda durdu. Ellerim titremeyi bırakmıştı, ama vücudum hala içindeki soğukluğu hissediyordu. Köpek yere yığılmıştı. Az bir an kaldığını hissedebiliyordum. Ama kalbim... kalbim hâlâ o anda takılıp kalmıştı. Serap beni fark edince gözlerini kocaman açtı. Önce cansız köpeğe sonra bana döndü. "Defne?"

 

Mutluydu, ama korku dolu mutluluktu. Hiç vakit kaybetmeden ona doğru gittim. Beyaz spor ayakkabılarım köpeğin kanına bulanmıştı. Bu da canımı fazlasıyla acıtıyordu. Bir hayvana istemeden kıymak...

 

Hızlıca Serap'ı çözdüm. Sevinecek vakit yoktu. Hızla ikimiz de koşarak dışarı çıktık.

 

Yılan Hayal'in ayaklarının dibindeydi. Çok az kalmıştı. "İmdat!" Gücü tükenmişti. "Ben mutfak sen banyo. Çabuk." Serap banyoya taraf koşarken ben mutfağın camını kırmaya çalıştım. Ve oldu, camı üçüncü denememde kırmıştım. Serap'la aynı anda eve girmiştik. Yılan artık sokmaya hazırlanıyordu. Hızla silahı doğrultup tam kafasını nişan aldım ve hiç beklemeden ateş ettim. Yılan kafası koparılmış halde başka bir tarafa fırlarken kanı Hayal'in beyaz pantolonuna sıçramıştı. Bitmişti. Başarmıştım. Onları kurtarmıştım...

 

Parmaklarım hâlâ uyuşuktu, tetiğe nasıl bastığımı, silahın nasıl ateş aldığını tam olarak hatırlamıyordum. Sadece o anın ağırlığı üzerime çöküyordu. Silahın yankısı hâlâ kulaklarımda çınlıyordu, ama bu ses bile onun nefes alışlarını duymamı engelleyemiyordu.

 

Gözlerim hemen ona kaydı. Gözbebeklerim hızla hareket etti, en küçük bir yara izi aradı. Yaşıyordu. Gözleri açıktı, nefes alıyordu. Ölü değildi. Ölmesine izin vermemiştim.

 

Göğsümde bir düğüm vardı, sanki saatlerdir nefes almamıştım da şimdi ciğerlerime yeni hava doluyordu. Boğazımdaki düğüm çözüldü, sırtımı sert duvara yasladım ve bedenimdeki tüm ağırlığı hissettim. Bacaklarım titriyordu, dizlerimin üstüne çökebilirdim ama yapmadım. Güçlü kalmalıyım.

 

Ama içimdeki fırtına durmuyordu. Korku, endişe, panik-hepsi birbirine karışmıştı. Avuçlarımı açtım, titrediğimi görmek için. Evet, titriyordum. Ama bu korkudan değildi. Rahatlamıştım. Onu kaybetmemiş olmanın verdiği o keskin rahatlama, bütün bedenimi uyuşturuyordu.

 

Titreyen bir nefes verdim, dudaklarımdan neredeyse duyulmayacak bir ses çıktı. "İyi misin?"

 

Cevabı beklerken gözlerini izledim. O kadar yorgun ve sersemlemişti ki belki kendi de nasıl hissettiğini bilmiyordu. Ama önemli değildi. Çünkü en azından nefes alıyordu.

 

Yaşadığım şey hayatımdaki en ağır sınavımdı. Ben kaybetmedim. Bu kez olmadı. Hayal ayaklanıp hızlıca yanıma gelip bana sarılınca Serap da yanımıza geldi.

Bedenimden ağır bir yük kalkmış gibiydi. Az önce damarlarımda dolaşan o yakıcı korku, yerini tarifsiz bir hafifliğe bırakıyordu. Sanki göğsümün üzerine oturan görünmez bir el, nihayet çekilmişti de yeniden nefes almayı hatırlıyordum.

 

Titreyen ellerimi fark ettim, ama bu kez korkudan değil, yaşadığım rahatlamanın sersemletici etkisindendi. Derin bir nefes aldım. Oksijen ciğerlerime dolduğunda başım hafifçe dönmüştü.Korkunun boğucu gölgesi dağıldıkça, vücuduma yayılan sıcak bir huzur hissediyordum. Kurtulduk. Gerçekten de kurtulduk.

 

Tam o sırada yine onun sesi yankılandı evde. "Evet, güzel. Bu aşamamızın ismi şeytanın pençesi. Ve bu görevden başarıyla geçtiniz. Diğer oyunumuzun ismi ise Yüzleşme. Ama size kıyamam ben. Çok korktunuz ve yoruldunuz. Şimdi adamlarım sizi eve götürecek. Yemeklerinizi güzelce yiyin dinlenin. Akşam itiraf zamanı oyununu oynayacağız. Bu oyunda da çok fazla gerileceksiniz. Bu yüzden bolca dinlenin. Hadi byessss!"

 

 

 

 

Merhabalar, nasıl gidiyor hayat? Ölmediler gördünüz mü? Peki bu ölmeyecekleri anlamına geliyor mu? 😶‍🌫️

 

Peki sizin yazarınız ters köşe yapmayı seviyor mu? Güzel o zaman rahatlayın.

 

Her şey olabilir. Her şeye hazırlıklı olun.

 

Bu bölümde Savaş'a sarılmak isteyenler burada mı? Yemin ederim o kadar çok acıdım ki ona. Kıyamam galiba ona ben yaaa...

 

Bölümü beğenmeyi unutmayın. Bol bol yorumlar yapın. Okuyayım. Kimliksiz Gazeteci Manşeti yarın gelecek. Hazır olun. Olaylı bölüm olacak...

 

Sizi seviyorum...

 

 

Bölüm : 07.03.2025 21:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Adelina / Savaş'ın Yıldız'ı / 36.bölüm: '1.Gün-Şeytanın Pençesinde'
Adelina
Savaş'ın Yıldız'ı

7.04k Okunma

500 Oy

0 Takip
49
Bölümlü Kitap
Giriş1.Bölüm: "İçimizdeki Kötülük"2.Bölüm: "Savaş'ın Peşinde"3.Bölüm: "Tesadüf Değil Plan"4.Bölüm: "Kırılmış Kabulleniş"5.Bölüm: "Arkadaş Olalım mı?"6.Bölüm: "Geri Dönüş"7.Bölüm: "Bilinmeyen Hata"8.Bölüm: "Kaçırılma Krizi"9.Bölüm: "Dağ evinde dağ ayısıyla"10.Bölüm: "İlk Mühür"11.Bölüm: "Kıskançlık Savaşı"12.Bölüm: "Şeytanın Tohumu"13.Bölüm: "İhanet Hançerinin Ateşi"14.Bölüm: "Gerçeklerden Uzak Hayallere Yakın"15.Bölüm: "Korkusuz Yürek"16. Bölüm: "Rüya Gibi Kabus"17.Bölüm: "Aile Olmaya Hazır mısın?"18.Bölüm: "Bir Yıldız İntikamı Düşünün"19.Bölüm: "Topuklu Belalar"20.Bölüm: "Acı Gerçeklerin Rüzgarı"21.Bölüm: "Karanlığı ışığımdan daha güçlü."22.Bölüm: "Kraliçe Geri Dönüyor"23.Bölüm: "Büyük Buluşma"24.Bölüm: "Yıldız Kayması"25.Bölüm: "Yüzleşme"26.Bölüm: "Anne sana ihtiyacım var."27.Bölüm: "Şimdi Sıra Bende"28.Bölüm: "Ben Defne Yıldız Karakurt"29.Bölüm: "Herkesin Kendi Acısı Kendine Yeter"30.Bölüm: "Mahşerin Karanlık Perdesi (Sezon Finali)24.Bölüm: "Özel Bölüm"Özel Bölüm: "Akşam Yemeği(Savaş ve Defne)"(İkinci Kitap) 31.Bölüm: "Dönüyoruz"(2.Sezon)32.bölüm: "İki Ateşin Aşkı"33.Bölüm "Karanlığında Işığımı Kaybettim"34.Bölüm: "İçimizdeki çocuk"35.Bölüm: "Cehenneme Bir Adım Kala"36.bölüm: "1.Gün-Şeytanın Pençesinde"37.Bölüm: "2.gün Kayboluş ya da yok oluş"38.Bölüm: "Savaşın Ortasında Sen ve Ben"39.Bölüm: "Oyunun Gerçek Piyonları"40.Bölüm: "Tutsak Zihinlerin Zincirli Kalpleri"41.Bölüm: "Siyahın Beyaz Lekesi"42.Bölüm: "Karanlığın Sonu"43.Bölüm: "Sahte Sevgi Çemberi"44.Bölüm: "Çizginin Ucunda"45.Bölüm: "Son Seçim"46.Bölüm: "Bozulmuş Düzen"
Hikayeyi Paylaş
Loading...