40. Bölüm

37.Bölüm: "2.gün Kayboluş ya da yok oluş"

Adelina
adelinashwriterr

 

37.Bölüm: "Kayboluş ya da yok oluş"

"Bazı sırlar mezara kadar gider, bazıları ise mezarını kazar."

 

Yıldızlar her zaman parlamaz... Bazen karanlığa gömülürler... Bazen ise gökyüzünden kayıp, sonsuz bir bilinmezliğe giderler...

 

✨✨✨

 

 

 

Karanlık bir kuyunun dibindeyken yukarıdan sızan incecik bir ışık huzmesiydi umut. Küçüktü ama içindeki sonsuzluğa dokunuyordu.

 

Soğuk rüzgârın yüzüne çarpmasına aldırmadan ellerini montunun ceplerine sıkıca sokmuş, bahçeye dalgın gözlerle bakıyordu. Bahçedeki solmuş çiçekler, köklerinden kopmuş sararmış yapraklar, çimenlerin üzerinde ince bir örtü gibi yayılmıştı. Gökyüzü gri bir örtüyle kaplanmış, güneş ışığı bulutların arkasına saklanmıştı. Havada nemli bir ağırlık vardı. Sanki yağmur yağacakmış gibi, ama bir türlü başlamıyordu. Kuzey’in nefesi, soğuk havada ince bir buhar gibi yükselip kayboluyordu.

 

Kalbinin ağır atışlarını kulaklarında duyabiliyordu. Geçmiş, düşüncelerinde yankılanan bir çığlık gibi beyninin içinde dönüp duruyordu. Göğsünde bir boşluk vardı. Nefes alıyor ama ciğerlerine dolan hava onu rahatlatmıyordu.

 

Gözlerini bahçenin köşesindeki solmuş güllere dikti. Bir zamanlar kırmızı olan yapraklar, şimdi solgun ve buruşmuştu. Tıpkı içindeki hisler gibi… Defne’nin yokluğu, bu güllerin çürümesi kadar kaçınılmaz ve acı vericiydi. Elleri cebinde sıkılıyken çenesini hafifçe kaldırdı. Yüzü soğuktan yanıyordu ama o, bu yanmayı hissetmiyordu bile. Kalbinin içindeki sızı, dışarıdaki soğuğu bastırıyordu.İçinden haykırmak, bağırmak, herkese öfkesini kusmak istiyordu ama yapamıyordu. Dışarıdan bakıldığında Kuzey, her zamanki gibi soğukkanlı ve suskundu. Acısını göstermek istemiyordu. Çünkü ne kadar incindiğini bilirlerse, zayıf olduğunu düşüneceklerdi. Çok fazla serin havada durmak istemedi. Kapıyı açıp içerir girdi ve tekrar kapıyı kapattı. Fakat cam kapının önünde durup izlemeye devam etti. Bahçeyi değil, önünden film şeridi gibi geçen hayatını...

 

Tam o sırada kapı yavaşça açıldı. Menteşelerin çıkardığı ince ses, odadaki sessizliği bozdu. Kuzey, gözlerini bahçeden ayırmadan durmaya devam etti. Bahçedeki solmuş güllere bakarken, içeriden gelen adım seslerini duydu ama tepki vermedi. İnce topuklarının ahşap zeminde çıkardığı tıkırtılar, Kuzey’in kulaklarına ulaştı ama o, tepki vermedi.

 

"Merhaba?" dedi Nil ona arkasını dönen adama karşı. Kuzey ona hiçbir cevap vermedi. "Havalı olmaya mı çalışıyorsun, yoksa konuşamıyor musun?" Nil yavaş adımlarla Kuzey'e yaklaştı. Tam yanında yerini aldı. Kuzey hâlâ ona bakmıyordu. Yüzünde ciddi bir ifade vardı.

 

"İkisi de değil." dedi Kuzey sert bir tonla. "Vuav!" dedi Nil etkilenmiş gibi. "Sesin çok iyiymiş. Konuşmayı da biliyormuşsun." Kuzey duyduklarına anlam verememiş ve başını Nil'e çevirdi. "Acaba Savaş'ın odasından ne aradığını sorabilir miyim?"

 

"Savaş'ı bekliyorum. Onunla konuşacaklarım var." Nil dudaklarını büzdü. "Hmm yalnız o şimdi buraya geleceğini sanmıyorum. Sevgilisini kaçırdılar."

 

"Biliyorum" dedi Kuzey ciddiyetini koruyarak. Ve tekrar başını çevirdi. "Onu nerede bulabilirim?" Nil onun yüzüne bakmayan adama karşı istemsizce gıcık olmaya başlamıştı. Fakat bir şey vardı. Simasi oldukça tanıdık geliyordu. Gözlerini kısıp dikkatlice bakınca büyük bir aydınlanma yaşadı.

 

"Bir dakika, bir dakika sen şey değil misin? Kuzey Çelik?" Nil kaşlarını çatarak adamın gözlerine bakınca Kuzey soğuk duvarlarının arkasından bakmaya devam etti. Susuyordu, fakat Nil onun suskunluğunu anlayabiliyordu. "Evet, o'sun. O zaman sen de neden aramalara katılmadın? Defne senin kuzenin değil mi?"

 

"Defne benim hiçbir şeyim değil." dedi dişlerinin arasından tıslayarak. Öfkesini gören Nil tek kaşını havaya kaldırdı. "Hiçbir şeyin olmayan bir insan için bu kadar sinir sence de fazla değil mi?" Kuzey Nil'le hiçbir şekilde konuşmak istemiyordu. Gözlerini devirip yanından geçerken Nil kolundan tutarak gitmesini engelledi. "Niye kızgınsın ona? Kavga mı ettiniz?" Sorularına bezgin bir şekilde cevap verdi.

 

"Sana ne? Ayrıca şu elini çek. Kırarım." Fakat Nil'in umrunda bile değildi. Korkmuyordu. İmayla güldü. "Hadi kır tatlım. Ama Karakurt'ların kuzeni olduğumu unutma. Yer yüzünden silerler seni oğlum."

 

Tiksinerek karşısındaki yürüyen özgüvene baktı. Defne'yi anımsadı aniden.

"Sen de tıpkı Defne gibisin. Defne gibi gereksiz özgüvenin var. Nefret ediyorum böyle kadınlardan."

 

Kuzey kolunu ondan kurtarıp kapıya doğru giderken Nil ondan hızlı davranıp kapıya ulaştı. Kapıyı kitleyip anahtarı sütyenin içine bırakıp Kuzey'in gözlerine baktı. "Ne yapıyorsun manyak?!"

 

"Gereksiz özgüven mi? Bizim gibi kadınların özgüveni asla gereksiz değil tatlım." Kollarını göğsünde bağlayıp meydan okurcasına bakışlarını gözlerine dikti. "Sizin gibi erkeklerin egolarıyla çatışmaya girer o egonuzu bir yerlerinize sokarız."

 

Gözleriyle anahtarı gösterdi."Çıkar şu anahtarı. Benim tepemin tasını attırma!"

 

"Çıkarmayacağım" dedi Nil kararlıkla. Kuzey ona doğru bir adım atmak istediğinde eliyle dur işareti yaptı.. "Bana dokunursan ortalığı ayağa kaldırır, bana tecavüz etmek istedi diye rezil ederim seni."

 

Kuzey şok içinde gözlerini açtı. "Manyak mısın sen?!" Şaşkınlığı sesinden belliydi. "Hayır, bana ne olduğunu anlat. Anahtarını kendi ellerimle vereyim sana."

 

"Saçmalama ver şu anahtarı!"

 

"Niye yoksun arama ekibinde?! Neden kuzenini aramıyorsun?!" Nil Kuzey'le ilgili gerçeği merak ediyordu.

 

"Seni ilgilendirmez!"

 

"İlgilendirir. Çabuk anlat her şeyi. Yoksa Defne'yi kaçıranlarla bağlantın mı var?" Nil gözlerini dedektif edasıyla kıstı. "Bu yüzden mi aramıyorsun?" dedi hayret dolu sesle. Beyninde kurduğu senaryo tüm taşları yerine oturtmuştu. Ve kurduğu senaryoya hemen inandı. Kuzey kaşlarını çatarak "saçmalama. Yok artık." deyince Nil itiraz etti.

 

"Bunun başka bir açıklaması olamaz

Ben Savaş'ı arıyorum."

 

"Hayır öyle bir şey yok" Nil onu dinlemedi. Telefonu çıkarıp aramak isteyince Kuzey üzerine doğru yürüyüp telefonu almaya çalıştı. Fakat Nil sürekli telefonu daha yukarıya kaldırıp ondan kurtulmaya çalışırken Kuzey'in boyunda olduğunu hesaba katmamıştı. "Ver şunu!"

 

"Bırak!"

 

"Ver dedim" Tam o sırada Nil'in ayağındaki topuklu burkuldu ve tam yere düşecekken Kuzey belinden tutup düşmesini engelledi ve kendine doğru çekti. Kuzey’in elleri belini kavradığında, Nil’in bedenine yayılan sıcaklık, her bir hücresine dokunmuştu

Gözleri, Kuzey’in yüzüne odaklandı. Onun derin bakışlarında bir anlığına kayboldu. O anın içindeki her şey, sanki sadece ikisinin etrafında dönüyordu. Nil’in yavaşça kendisine doğru çekildiği an, her şey yumuşacık, sarsılmaz bir güvenle dolmuştu. Kuzey’in vücudu, Nil’in vücuduna yaklaşıyordu. Nil’in kalbi, onun nefesini duydukça hızla çarpmaya başladı.

 

Kuzey, onu kollarında tutarken, aralarındaki mesafe bir anda yok oldu. Ellerinin sıcaklığı, Nil’in tenine yayıldı. Nil’in gözleri, Kuzey’in gözlerine kilitlenmişti. Sanki tüm dünya dışarıda kalmıştı ve ikisi, o anın içinde kaybolmuştu.

 

Kuzey’in kokusu, Nil’in burnuna dolarken, içindeki tüm boşluk doldu. "Teşekkür ederim," dedi fısıltıyla karışık sesle. "Beni tuttuğun için." Fakat söylediği cümle nefes gibi Kuzey'in yüzüne çarpmıştı. Bu onun kalbini titretmeye yetmişti. Hayatında garip bir anı yaşıyordu Kuzey. Koyu kahverengi gözlere yanlışlıkla dalmış ve oradan çıkamıyordu. Nil'in kokusuyla sarhoş olmuş gibiydi. Ve hiç tatmadığı bir andı. Özel ve çok güzel hissettiren.

 

Ama daha fazla kaptırmak istemedi ve geri çekildi. Geri çekilmesine rağmen Nil'in sıcaklığı hâlâ üzerindeydi. "Uzatma da ver, defolup gideyim."

 

"Hayır, dedim anlat bana her şeyi!"

 

Biraz önce yaşanan olaydan sonra Kuzey nefes alış verişleri bile düzensizleşmişti. Nil'in gözlerine uzaktan bile baksa büyüsüne tutuluyor gibiydi. Aynısı Nil için de geçerliydi.

 

Kuzey bu kızdan kurtulamayacağını anlayınca öfkeyle önünde duran sandalyeye sert bir tekme attı. "Sikeyim ulan böyle işin içine!"

 

"Yanında kadın var. Küfür etme. Adam gibi otur anlat."

 

"Anlatacak bir şey yok." Kuzey'in gitgide nefesi tıkanıyordu. Geçmişini oturup tanımadığı yabancı birine anlatana kadar aptal değildi. "Niye inat ediyorsun, anlat işte. Belli ki sen de yoruluyorsun içinde taşımaktan."

 

"Sus!"

 

"Beni sustursan bile içindeki sesi susturamazsın. Defne sana ne yaptı?" Kuzey öfkeyle gözlerini kapattı. Belki de artık içindekileri kusması gerekiyordu. Bu yükü fazla taşıyamıyordu. Yıllarca yaşından büyük yükleri omuzları taşıdı, fakat şimdi bir çift göze tüm bunları anlatmak ve rahatlamak istiyordu. Kalbi her geçen gün geçmişinin yükleriyle eziliyordu. Kendi kendine buna son vermesi gerektiğini anlamıştı.

 

"Ben Çelik ailesinden nefret ediyorum" dedi sinirle. Ama Nil'e değil, kendine, hayatına, ailesine sinirliydi. "Beni görmeyen, beni yadırgayan, bana iğrenç bir varlıkmışım gibi bakan o lanet olası aileden nefret ediyorum. Beni görmeyen babamdan nefret ediyorum!" diye haykırdı öfkeyle. "Oldu mu?"

 

Uzun baktı gözlerine. Gözlerindeki kırgınlığı görünce kalbi sızlamıştı. Karşısındaki yetişkin birisiydi. Ama içinde hayalleri paramparça olan küçük bir çocuk vardı. Nil hiçbir şey demeden ona sarıldı. Sıkıca sardı kollarını boynuna. Kuzey’i ilk kez birisi dinlemişti, ilk kez onu birisi anlamıştı, en acısı da ilk kez ona birisi sarılmıştı.

 

"Seni anlıyorum."

 

"Beni anlayamazsın."

 

"Defne öyle birisi değil." dedi acıyarak Nil. Kuzey biliyordu gerçeği. Ama çocukluktan beri onlara karşı duyduğu nefret herkese karşıydı. En çok da Defne'ye karşı. Çünkü ailede en çok sevilen torun oydu. Tüm aile Defne'nin etrafında pervane olurken Kuzey'e vermedikleri hatta çok gördükleri sevgiyi ona vermişlerdi.

 

"Defne'nin hiçbir suçu yok. Defne bunları hakketmiyor.

 

Göğsü hızla inip kalkarken dudakları titredi, sanki içindeki kelimeler boğazına düğümlenmişti. Nefes almak istiyor ama ciğerleri ona ihanet ediyordu. Elini göğsüne bastırdı, nefesi kesik kesik çıkarken yüzü soldu. Gözlerinde biriken yaşlar görüşünü bulanıklaştırırken sesi, bir fısıltı kadar zayıf ve titrek çıktı.

"Defne ona zamanında tecavüz girişiminde bulunan adam tarafından kaçırıldı." Nil gözyaşlarına engel olamamıştı. Boğuluyor gibiydi. "Yarım kalmış işini bitirecekmiş. Kuzey… Defne… onu kaçıran adam…" dediğinde, Kuzey’in içini keskin bir bıçak gibi bir korku sarmıştı. Kalbi önce hızla çarpmış, sonra bir an duracakmış gibi olmuştu. Nefesi kesilmiş, göğsüne görünmez bir ağırlık çökmüştü. Nil’in söyledikleri beyninde yankılanırken, duyduklarına inanmak istememişti. Boğazında kocaman bir düğüm oluşmuştu. Kalbi, kaburgalarını parçalayacak kadar sert atarken, içini bir sıcaklık ve soğukluk aynı anda kaplamıştı.

 

Gözleri büyümüştü, Nil’in titreyen yüzüne bakarken bedeni taş kesilmişti. Defne’nin korku dolu gözlerini, yardım isteyen bakışlarını hayal ettiğinde içine bir kurşun gibi saplanan acı, damarlarında dolaşmıştı. Elleri yumruk olmuş, tırnakları avuç içine geçmişti. Dişlerini sıktığında çenesinde bir ağrı hissetmişti. Kalbi hızla atıyordu ama o atışlar, göğsünü yakan birer darbe gibi hissettiriyordu.

 

"Ne?!"

 

Kuzey’in gözleri Nil’in yaşlarla dolu gözlerine kilitlenmişti. "Kim… kim yaptı bunu?" diye sorduğunda, sesi boğuk ve kısık çıkmıştı. Boğazı yanıyordu, nefes alırken ciğerlerine bıçaklar saplanıyormuş gibi hissetmişti. Kalbindeki öfke, korku ve acı birbirine karışırken dizlerinin bağı çözülmüştü. Nil’in başını eğip ağlaması, Kuzey’in içine daha da büyük bir yangın düşürmüştü. Göğsündeki sancı, kalbini sıkıştırıyor, sanki kalbi paramparça oluyordu.

 

Kafasının içinde yankılanan Defne’nin çığlıklarını duyuyormuş gibi hissetmişti. O an Defne’nin başına gelenleri düşündükçe içindeki korku ve çaresizlik, damarlarını zehir gibi doldurmuştu. Elleri titrerken başını ellerinin arasına almıştı. Acısı artık sadece kalbinde değil, ruhunun en derin köşesinde yankılanıyordu. "Halil Kantar!" dedi Nil gözlerini acıyla kapatarak. "Halil Kantar!"

 

"Halil… Kantar mı?" diye fısıldadı Kuzey, sesi o kadar kısılmıştı ki kendi bile duyup duymadığından emin olamamıştı. Nil’in başını yavaşça salladığını gördüğünde tüm dünyası başına yıkıldı. Göğsüne bir bıçak saplanmış gibi hissetti. Dizlerinin bağı çözülmüş, bedeni kontrolsüzce titremeye başlamıştı. Kalbi, sanki kaburgalarının arasından çıkmaya çalışıyormuş gibi çarpıyordu. Boğazına kocaman bir yumru oturmuştu, nefes almak imkansız hale gelmişti.

 

Halil Kantar… O isim zihninde yankılanırken Kuzey’in içini bir öfke ve çaresizlik dalgası sardı.

 

Göğsü bir körük gibi inip kalkarken içinde büyüyen öfke tüm damarlarına yayılıyordu.

 

Bir adım geri attı, kalbindeki acı nefesini kesiyordu. "Hayır…" dedi, sesi titremişti. "Bu… bu olamaz…" Ellerini saçlarının arasına götürdü, parmakları titriyordu. Göğsüne saplanan acı öyle büyüktü ki nefes almak canını yakıyordu. Nil’in gözlerindeki korkuyu gördüğünde içindeki öfke daha da harlandı. "Nasıl olur? Onun… onun dışarıda olmaması gerekiyordu!" diye haykırdı, sesi odanın duvarlarında yankılandı.

 

Nefesi hızlanmış, göğsü hızla inip kalkıyordu. Acısı ve öfkesi iç içe geçmiş, damarlarında dolaşıyordu. Defne’nin korku dolu yüzü gözlerinin önüne geldiğinde, kalbindeki yangın tüm bedenine yayılmıştı.

 

"Defne'yi bulmamız için yardım et. Yoksa kötü şeyler olacak. Çok kötü."

 

****

 

Cihangir Cesur ve Miran'la birlikte adamları es geçip adamın odasına kapıyı çalmadan daldı. "Yaman!" Adamın kucağında oturan kadın aniden irkilerek ayağa kalktı ve kısa eteğini aşağı çekmeye başladı. Cihangir onları uygunsuz bir zamanda yakalamasını umursamadan gözlerini adama dikti. Adam Cihangir'in öfkesini görünce kadına başıyla çık işareti yaparak ayağa kalktı.

 

"Odama mekanıma böyle dalamazsın Cihangir! Her şeyin bir raconu var."

 

"Ulan sikerim raconuna! Bana Halil'in yerini öyreneceksin!" Adam güldü. "Esprin çok iyiydi."

 

"Ne esprisi ulan! Ben seni tanımıyor muyum? Nerede it kurt kuş var onların yerini ananın ismi gibi ezbere biliyorsun."

 

"Halil dışında!"

 

Cihangir gitgide sinirleniyordu. "Bana bak, benim zamanım yok. Silahımı çıkarıp alnının ortasında büyük bir delik açmayayım. Anladın mı?" Öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzünü gören adam ayağa kalkarak elleriyle dur diye işaret etti.

 

"Cihangir, önce sakinleş. Böyle sinirle bir şey yapamayız. Ayrıca ben neden sana yardım edeyim?" Yaman tehlikeli sularda yüzdüğünün farkında değildi.

 

"Daha fazla yaşamak için." Güldü, ama bu kez Cihangir de güldü. Başıyla Cesur'a işaret ettiğinde Cesur kapıları kitledi. O sırada Yaman'ın gülüşü hemen solmuştu. Şimdiyedek hiçbir zaman hiçbir Karakurt'la karşı karşıya durmamıştı. Duramazdı da. Ama şimdi durum farklıydı.

 

Cesur elindeki çantayı açıp elektroşok cihazını çıkarttı. Miran adama doğru gidip adamın omuzlarından tutup sandalyeye oturtuğunda Yaman gözlerini şaşkınlıkla açmıştı. Çünkü öldürmüyorlardı. Başka bir şeydi. Cihangir acımasız yüzünü göstermişti ona. Cesur elektroşoku Cihangir'e verince Miran adamın zorla ellerini ve ayaklarını bağladı.

 

"Ne yapıyorsunuz? Böyle olmaz Cihangir. Racona ters!" Fakat adam ne söylese Cihangir'i fikrinden dönderemezdi. Cihangir'in katır inadı olduğunu herkes bilirdi.

 

Adama yaklaşıp sandalyesine bir elini dayadı, diğer elini ise masaya. "Şimdi sana son şans. Ya bana Halil'i bulursun ya da işkence aletimi ilk kez senin üzerinde denerim."

 

"Seni öldürürler."

 

"Ölümden korkan birine benziyor muyum ihtiyar?" dedi eğilerek adamın yüzüne doğru. "Şeytanın ta kendisi karşında."

 

"Cihangir, bu iş çocuk oyuncağı değil. O herifin ne kadar adamı var haberin var mı?"

 

"Karakurt'lardan fazla mı?" Yaman sustu. "Sana bir soru sordum Yaman."

 

"Değil." Cihangir'in gözündeki öfke adamı korkutuyordu.

 

"O zaman?" Yutkunarak diliyle dudağını yaladı. "Bana selam verdiği her adamı, etrafında dolandığı her adamı bulacaksın. Bana onun yerini bulacaksın. Yoksa seni kurtlara yediririm Yaman!"

 

Adam hızlıca başını salladı. Yapardı, gözünü kırpmadan hem de. "Tamam tamam. Bulacağım. Tamam, bırakın beni. Ne isterseniz yapacağım."

 

Cihangir emin olmak adamın gözlerine bakınca adam tekrarladı. "Merak etme, her şeyi bulup sana haber veririm. Ne olur bırak beni." Cihangir başını ağır ağır aşağı yukarı salladı ve ardından odadan çıktı. Peşinden de adamları geliyordu. "Sence yapacak mı?" diye sorunca Cesur Cihangir kaşlarını çattı. "Başka yolu olmadığını biliyor." Miran Cihangir'in telefonunu ona uzattı. "Doktor aramıştı."

 

Cihangir telaşla telefonu alıp tekrar doktoru aradı.

"Alo, bir sorun mu var?"

 

"Uyandılar efendim."

 

****

 

"Baba?" dedim ince çıkan sesimle. Masada tek başına oturmuş boş duvarı izliyordu. İçeri girince başını kaldırıp bana baktı. Beni görmeyi beklemiyor gibi şaşırmıştı. "Kızım?" Hemen ayağa kalkıp yanıma geldi. Ve hiç beklemediğim gibi aniden bana sarıldı. Çok uzun süre olmuştu babama sarılmamak. Özlemiş miydim? Çok. Babam uzun süre sonra tekrar bana sarılmıştı. Kollarının arasındaki sıcaklığa muhtaçtım. Ve bu sıcaklığı kimse veremezdi. Kalbim bir anda teklemişti. Sarıldığı anda kendimi durduramadım. Gözyaşlarım teker teker yanağımdan süzülürken burnumu çekerek ağlamamı geciktirmeye çalıştım. Ama olmuyordu. Hani babanın kokusu diye bir şey var ya işte o burnuma dolarken ağlamam için beni zorluyordu. "Kızım" dedi tüm içten gelen şefkatiyle. Uzun zamandır bunu bekliyordum. Bu anı yaşamak için neleri vermezdim. Ama şimdi yaşıyordum. Babam bana sarılıyordu...

 

Kollarımı sıkıca sardım boynuna. Rüya mıydı? Hayır değildi. Rüya olsa bile o kadar güzeldi ki... İçimdeki çocuk kendini dışarı atmıştı o an ve bir çocuk gibi babamın kollarının arasında ağlamaya başladım. "Özür dilerim, size yaşattığım her şey için özür dilerim. Benden çalınan sevgiyi size çok gördüm. Özür dilerim, sana bu zamana kadar seni seviyorum demediğim için, sana sarılmadığım için, seni öpmediğim için, hakkın olduğun sevgiyi senden aldığım için özür dilerim. "

 

"Babam" dedim hıçkırarak. Tutmadım, bıraktık ikimiz de kendimizi. "Baba seni çok seviyorum."

 

"Ben de seni çok seviyorum." Özlem göğsümün üzerinde yerini almıştı. Ama şimdi hasret bitmişti.

 

Yüzümü avuçlarımın arasına alıp gözlerime baktı. Mavi gözleri hiçbir zaman böyle üzgün böyle şefkat dolu bakmamıştı. Ben şimdi babamın olduğunu hissediyordum. "Sizi çok özledim. Hepinizi çok özledim. Annen nerede? O neden gelmedi."

 

"O hâlâ sana dargın." Hayal kırıklığıyla suratı düştü. "Biliyorum. Sizi mahvettim ben. Ne yapsanız az. Ama pişmanım. Çok pişmanım." Başka zaman söyleseydi asla inanmazdım. Ama şimdi söylemeseydi bile gözlerinden yüzünden ne kadar pişman olduğunu görüyordum. "Beni affet diyemiyorum. Ama izin verin yeniden başlayayım."

 

Tuttuğu ellerimi kaldırıp dudaklarını bastırdı. Kokusunu içine çekti. "Her şey daha farklı olacak." Hasret duyduğum sevgi buydu. Bir şey diyemedim. Ne diyebilirdim ki, ben babama şans vermek istiyordum. Çünkü ben babamı geri istiyordum. "Baba, sana inanmak çok zor. Çünkü çok hata yaptın."

 

Kalbim dört nala çarparken nefesim düzensizleşmişti. Ağır özlem duygusu göğsümde yıllarca birikmişti. Onun verdiği ağırlık canımı yakıyordu. Ama babamın her dokunuşu, her öpüşü yaralı kalbime ilaç gibi geliyordu. "Biliyorum, bitanem. Çok zor. Ama size söz veriyorum bundan sonra her şey çok güzel olacak. Tamam mı?"

 

Çocuk gibi inandım babamın sözüne. Hızlıca kafamı aşağı yukarı salladım ve hiç beklemeden sarıldım tekrar ona. Baba sevgisi, babanın seni sıkıca saran kolları meğerse yaralara melhemmiş. Tüm yüklerim acılarım hafiflemişti onun kollarının arasında. Ve ben hayatımda uzun süre sonra tekrar mutluydum. Hem de çok... Her şey bir anda değişmişti. Tüm siyahlar beyaz, tüm griler pembe olmuştu benim için. Karanlık hayatım bir anda aydınlanmıştı...

 

Babamla uzun uzun sarıldıktan sonra beni neden buraya kadar çağırdığını anlamıştım. Her şeyi konuşmak için... Bu zamana kadar yaptığı her şeyi çıplaklığıyla bana anlattı. Babamın bizden habersiz yaptığı tüm işler her şeyi anlattı. Ama onu endişelendiren bir konu daha vardı. Savaş ve Defne...

 

"Ahu, beni iyi dinle. Savaş, yardım etmemi istemiyor. Ama eli kolu bağlı duramam." Babam endişe dolu sesle gözlerime baktı. "Benim bir şey yapmam gerek. O şerefsizin ne yapacağı belli değil."

 

"Ne yapacaksın?" Fakat düşünmedi. Çünkü planı çoktan hazırdı. Her zaman olduğu gibi...

 

Bana doğru iyice eğilip dirseklerini masaya yerleştirdi. Kimsenin duyamayacağı şekilde fısıltıyla

"Halil'in eski bir ahbabı vardı. Yasin hoca. Çok eskiden arkadaşlardı" four konuya başladı. Meraklı gözlerimi ona diktim. "Fakat bir süre sonra araları ciddi şekilde bozuldu. Ancak Halil'i en iyi tanıyan o. Nereye gider kiminle görüşür, hepsini bilir o." Gözlerimi kocaman açmış babamı dikkatlice dinliyordum. Fakat merak ettiğim bir şey vardı. Acaba neden araları bozulmuştu?

 

"Peki o adam nerede şimdi?"

 

Babam elimi tutup avucumun içine kağıt yerleştirdi. "Adres burada yazılı. Çok dikkatli olun. Adam tehlikeli."

 

"Tamam ama neden araları bozuk peki?" diye sorunca babam geri çekilip dudaklarını öfkeyle birbirine bastırdı. Anlaşılan bu işin içinde bir iş vardı.

 

***

 

"Ya Ahu, saçma sapan yere niye geldik?" Nil'in bana sorduğu soruyla eş zamanda etrafına bakınıyordu. Çünkü tam da dağın başına gelmiştik. "Savaş'a da haber vermedik. Başımıza bir iş gelmesin burada?" Köye adımımızı attığımızda, ilk hissettiğim şey sessizlik olmuştu. Rüzgârın getirdiği ince kum taneleri, ayakkabılarımın içine sızarken tüylerimi diken diken etmişti. Gözlerimi kısıp etrafa bakmıştım. Sarı kumlar, güneşin altında parlayan taşlarla karışmıştı. Kum, altın tozu gibi incecik ve sıcaktı. Ayaklarımızın altında çıtırdayan taşlar, güneşin sert ışığı altında belli belirsiz parlıyordu. Havadaki toprak kokusu burnuma dolmuştu. Uzaklardan bir çocuk ağlaması gibi ince bir ses işitmiştim ama sonra ses rüzgârın içinde kaybolmuştu.

 

"Sakin ol. Defne için geldik zaten."

 

"Defne mi? Defne burada mı?"

 

"Hayır." Köyde tuhaf bir boşluk vardı. Sokaklar neredeyse bomboştu. Birkaç yaşlı kadın, kapı eşiklerinde oturmuş, ellerini dizlerine dayayarak bizi süzüyordu. Ama ortalıkta tek tük yaşlı adam dışında erkek görememiştik. Nil’le göz göze gelmiştik, o da fark etmişti. "Babam Halil'in en yakın arkadaşı olan Yasin hocayı bulmamı istedi. O Halil'i çok iyi tanıyormuş."

 

"Sence de fazla sessiz değil mi?" diye fısıldamıştı Nil.

 

Başımı hafifçe sallamıştım. İçimde bir huzursuzluk vardı. Cengiz'in bahsettiği Yasin Hoca’yı bulmak için buraya gelmiştik ama nereye bakmamız gerektiğini bile bilmiyorduk. Başımı kaldırıp gözlerimi kısarak etrafa bakmıştım. Birkaç evin bacasından ince ince dumanlar yükseliyordu ama sokaklarda hiç hareket yoktu. Sadece rüzgâr, sarı kumları önüne katıp taşların arasına savuruyordu.

 

"Kime soracağız?" diye mırıldanmıştı Nil.

 

Omuzlarımı silkip bir kadına yaklaşmıştım. Sesimi nazikçe yükseltip, "afedersiniz, Yasin Hoca’nın nerede olduğunu biliyor musunuz?" diye sormuştum.

 

Kadın, çatlamış dudaklarını aralayıp boş bakışlarla bize bakmıştı. "Yasin hoca şuradaki evde kalıyor."

 

"Teşekkür ederiz." deyip kadının yanından ayrıldık.

Kadının gösterdiği eve doğru yürürken, köyün dar sokaklarında yankılanan adımlarımızın sesi kulaklarımı tırmalıyordu. Kum taneleri ayakkabılarımızın altında ezilirken çıkan o ince çıtırtı, sessizliğin içinde fazlasıyla belirginleşmişti. Nil’in koluna hafifçe dokundum, o da farkındaydı.

 

"Neden Savaş'a haber vermedik?" diye Nil koluma girdi. Hiç olmazsa Cihangir'le gelseydik. "Abim Halil'in eski ahbaplarına uğramaya gitti. Cihangir de hastanede. Kızların yanında. Kendi başımıza halletmemiz gerekiyor."

 

Pencerelerin arkasından gölgeler belirmişti. Perdelerin ardından süzülen bakışları hissediyordum. Yaşlı bir adam, kapısının önünde oturmuş, başını yavaşça bize çevirmişti. Gözleri donuk ve ifadesizdi. Bir kadın, elindeki boş bakır kabı yere bırakıp bize bakarken dudaklarını ince bir çizgiye dönüştürmüştü. Bir çocuğun, köşedeki duvarın arkasına saklanıp merakla bizi izlediğini fark ettim. Nil’le göz göze geldik. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı.

 

Bir adam, sırtını bir duvara yaslamış, sigarasından derin bir nefes çektikten sonra gözlerini kısarak bizi süzmüştü. Sanki her hareketimizi tartıyor, yanlış bir şey yapmamızı bekliyordu. Boğazım kurumuştu. "Bizim başımıza bir şey gelirse ne olacak peki?"

 

"İyi düşün. Evrene kötü mesaj gönderme!"

 

"Ne evreni saçmalama. Evren şu an bizi duymayacak kadar uzakta. Farkında mısın bilmiyorum ama biz şehrin göbeğinde değil, ürkütücü bir köydeyiz."

 

Bir adam, sırtını bir duvara yaslamış, sigarasından derin bir nefes çektikten sonra gözlerini kısarak bizi süzmüştü. Sanki her hareketimizi tartıyor, yanlış bir şey yapmamızı bekliyordu. Boğazım kurumuştu.

 

Nil, kolumu sıktı." Ahu, bu bakışlar…" diye fısıldadı.

 

"Biliyorum," dedim, dudaklarımın arasından zorla çıkan bir sesle.

 

Gösterilen eve doğru yaklaşırken, pencerenin arkasından bir elin perdeyi hızla çekişini gördüm. Bir kapının gıcırtıyla açıldığını duydum ama kimse dışarı çıkmamıştı. Sanki tüm köy, nefesini tutmuş bizi izliyordu.

 

Adımlarımızı hızlandırdım. Nil peşimden geliyordu. Eve yaklaştığımızda, kapının önünde durduk. Ahşap kapı, güneşten solmuştu. Elimi kaldırıp kapıyı çalarken kalbimin boğazımda attığını hissediyordum.

 

Bir an sessizlik oldu. Sonra içeriden ağır adımların sesi duyuldu. Nil’le göz göze geldik. Kapı yavaşça açıldı…

 

Kapı yavaşça açıldığında, içimde beliren o ağırlığı tarif etmek zordu. Kalbim, göğsümün içinde düzensizce çarpıyordu. Gözlerim, kapının ardında beliren adama odaklanmıştı ama zihnimde garip bir sis vardı. Yüzü sertti, bakışları donuktu. Uzun boyu, kemikli yüzü ve yorgun gözleri, yılların yükünü sırtlamış gibiydi. İçimde bir ürperti belirdi. Boğazım kurudu. Nil’in yanında olduğunu bilmek biraz olsun rahatlatıyordu ama içimdeki o sıkıntı, kaburgalarımın arasına saplanan ince bir bıçak gibiydi.

 

"Yasin Hoca?" diye sorduğumda, sesim neredeyse çıkmamıştı. Boğazımdan ince, kırılgan bir ses yükselmişti. Yasin Hoca'nın gözleri üzerime kilitlenince içimden bir şeyler çekilir gibi oldu. Gözlerimi kaçırmak istedim ama yapamadım. O bakışlarda bir şey vardı… Tanıdık değil ama tehditkâr da değil. Sanki geçmişin izlerini taşıyan bir acıyı saklıyordu.

 

Bir anda gözlerim boynundaki dövmeye takıldı. Bu Tara'nın işaretiydi. Karga ve güvercin motifi.

 

O da bizdendi. Kalbim şimdi daha hızlı çarpmaya başlamıştı. "Ben Ahu Karakurt. Cengiz Karakurt'un kızıyım. Halil Kantar"

 

"Girin," dediğinde, Nil’in koluma dokunduğunu hissettim. Birlikte içeri adım attık. Ayakkabılarımızın altındaki tahta zeminin gıcırdayan sesi, odanın derin sessizliğinde yankılandı. İçerideki hava ağır ve kasvetliydi. Nemli toprak kokusu, boğazıma yapışmıştı. Kalbim sanki mideme doğru çöküyordu. Ellerimi avuçlarımda sıktım, parmaklarım terlemişti.

 

Yasin Hoca’nın oturup bizi izleyişini seyrederken, içimde bir huzursuzluk büyüyordu. Sanki oda daralıyordu. Nil’in yanında oturmuş olsam da içimdeki o soğuk boşluk gitmiyordu. Kalbim atıyordu ama nabzım sanki damarlarıma değil, doğrudan zihnime vuruyordu.

 

"Babam gönderdi bizi buraya," dediğimde, sesim soğuk ve yabancı geldi kulağıma. Yasin Hoca’nın yüzü gerildiğinde içimdeki korku büyüdü. Nil’in nefesini tuttuğunu hissettim.

 

"Halil, arkadaşımızı kaçırdı." Başını iki yana salladı. "Pek iyiye işaret değil. Arkadaşınız kim?"

 

Bir an için içimdeki endişe, keskin bir korkuya dönüştü. Göğsüm daraldı. Nil’in elini kolumda hissettim. Teni soğuktu ama sıcaklığını arıyordum. Sanki birine tutunmazsam, bu odanın duvarları üzerime kapanacaktı.

 

"Defne Yıldız Aksoy. Har-"

 

"Harun Aksoy'un biricik kızı. Tanıyorum. Benden ne istiyorsunuz?" diye sorduğunda, içimdeki korkuyla yüzleşmek zorunda olduğumu anladım. Kaçamazdım. Nil’in gözlerindeki kararlılığı görünce, içimdeki korkuyu bastırmaya çalıştım.

 

"Siz Halil'in eskiden arkadaşıymışsınız" dedim, sesim titremişti ama gözlerim Yasin Hoca’nın gözlerinden kaçmamıştı. "Halil'le ilgili bilgi verebilir misiniz? Onun sığındığı bir ev ya da başka bir yer var mı?"

 

O anda içimde bir şeyler değişti. Korku, yerini ağır ama soğuk bir kararlılığa bıraktı. Öğrenmek zorundaydık. Başka çaremiz yoktu.

 

Yasin hoca gülümsedi. "Eskiden arkadaşımdı evet. Ama yerini bilmiyorum."

 

"Bana öyle geliyor ki siz biliyorsunuz," dedim, sesim beklediğimden daha sert çıkmıştı. Yasin Hoca’nın gözleri daraldı. Bakışlarındaki gölge derinleşti. "Ama sanki korktuğunuz bir şey var."

 

O anda Yasin Hoca’nın gözlerinde bir şey parladı. Öfke değil, korku da değil… Daha çok bir kabul, bir boyun eğiş gibi. Gözlerini bir an için kapattı. Dövme hâlâ boynunda, gölgelerin arasından net bir şekilde görünüyordu. Kalbim hızla atıyordu ama bu sefer korkudan değil, öfkenin ve belirsizliğin keskin baskısından.

 

Bir adım öne çıktım. Nil’in koluma yapıştığını hissettim ama geri çekilmedim. "O dövme…" Gözlerim doğrudan boynundaki işarete kilitlenmişti. "Tara’nın işareti."

 

Yasin Hoca’nın kasları gerildi. Elini yavaşça boynuna götürüp dövmeyi kapattı ama artık çok geçti. Görmüştüm. Nil’in de gördüğünü biliyordum.

 

"Bu işareti neden taşıyorsunuz?" diye sordum. Sesim titrememişti ama içimdeki baskıyı hissedebiliyordum.

 

Yasin Hoca, gözlerini duvara dikti. Çenesindeki kaslar gerildi. Birkaç saniye boyunca sessizlik içinde nefes alıp verdi. Odanın içindeki ağır hava, üstüme çöküyordu. Nil’in nefesi kesik kesikti.

 

"Bazı şeyler vardır," dedi sonunda, sesi neredeyse bir fısıltı kadar kısık çıkmıştı. "Bilmek istemezsiniz."

 

Gözlerimi kısmıştım. "Ama siz biliyorsunuz." Nil araya girince Yasin hocanın gözleri bu kez ona döndü.

 

İçinde bir şey kırılıyormuş gibi görünüyordu. "Bilmek bir lanettir," dedi sessizce. "Ve bu laneti taşımanın bedeli ağırdır."

 

Nil’in eli, kolumu daha sıkı kavradı. İçimde bir korku yükseldi ama geri çekilmedim.

 

"O dövme…" dedim. Sözlerim keskin ve netti. "Sizin Tara’nın bir parçası olduğunuzu gösteriyor. Ama Tara’dan kimse hayatta kalmaz, değil mi?"

 

Yasin Hoca’nın gözleri derinleşti. Gölgeler yüzüne oturduğunda odadaki hava daha da soğudu. "Hayatta kalmak, bazen en büyük ceza olur," dedi.

 

Kalbim hızlandı. Nefesim kesildi. Nil’in korku dolu bakışlarını hissettim ama gözlerimi Yasin Hoca’nın bakışlarından ayırmadım.

 

"Bize gerçeği anlatın," dedim, sesim kararlıydı. "Halil'le ilgili her şeyi bilmek istiyoruz. Ben de Taradanım."

 

Yasin Hoca derin bir nefes aldı. Birkaç saniye boyunca sustu. Sonra gözlerini doğrudan gözlerime dikti. "Hayır. Şimdi hemen evimden defolun!"

 

"Bakın-" Ama bizi dinlemedi.

 

"Hemen defolun!" Yasin Hoca’nın gözleri daraldı. Dudaklarının kenarındaki kaslar gerildi. Nil’in nefesinin hızlandığını hissedebiliyordum ama bu kez onu dinlemedim.

 

Tam o anda ağzımdan çıkan sözler, odadaki havayı tamamen değiştirdi.

 

"Halil’in yıllar önce Defne’ye tecavüz etmeye çalıştığını biliyor musunuz?"

 

Oda bir anda buz kesti.

 

Yasin Hoca’nın bakışları dondu. Gözlerindeki o tehditkâr soğukluk, yerini bambaşka bir ifadeye bıraktı. Şaşkınlık, öfke ve derin bir acı birbirine karıştı. Birkaç saniye boyunca gözlerimin içine baktı. Kalbim göğsümün içinde hızla atarken onun sessizliği beni daha da geriyordu.

 

"Ne… dedin?" diye fısıldadı Yasin Hoca, sesi neredeyse duyulamayacak kadar kısıktı ama içindeki ağırlık o kadar güçlüydü ki odanın duvarlarını sarstı.

 

Nefesimi tuttum. Bakışlarımı doğrudan onunkine kilitledim. "Halil, Defne’ye işkenceler vermiş. Ona dokunmaya çalışmış. "dedim yüzümü buruşturarak.

 

Yasin Hoca’nın yüzü gerildi. Elleri yumruk oldu. Dövmenin altındaki damarları belirginleşti. Gözlerindeki o kırılma anını gördüm. Göz bebekleri büyüdü, nefesi hızlandı.

 

Bir adım bana yaklaştı. Nil’in elinin daha da sıkılaştığını hissettim ama geri çekilmedim. "Sizin kızınız varmış." Bir adım geri çekildi. Yüzündeki sertlik yerini derin bir yorgunluğa bırakırken başını hafifçe eğdi. Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. "Halil'in koruması kızınıza tecavüz ettikten sonra kızınız intihar etmiş. Bakın burada bir kadının kaderi sizin elinizde. Lütfen, Defne'nin babası perişan halde. Çünkü kızı iğrenç bir herifin elinde. Ona ne yaptı şimdiye kadar hiçbirimiz bilmiyoruz ve bilmedikçe daha çok deliriyoruz. Onu en iyi siz anlarsınız. Lütfen bize yardım edin."

 

Yasin Hoca'nın gözleri hâlâ doluydu ama bu sefer içindeki kırılganlıkla birlikte, kararını vermiş bir adamın derin bir sessizliğine bürünmüştü. Bir an için gözlerime bakıp derin bir nefes aldı.

 

"Tamam," dedi sonunda, sesi soğuk ama bir o kadar da kararlıydı. "Çiftlikköy tarafında iki evi var. Ama tam nerede bilmiyorum. Oraya bakmanızı tavsiye ederim. Orası ona babasından kalma."

 

"Çok teşekkür ederiz."

 

"Umarım kızı sağ salim bulursunuz."

 

Nil ile birlikte hızlıca evden çıktık. Evden çıktığımızda, hava çoktan kararmıştı. Gözlerim karanlıkta ilerlemekte zorlanıyordu ama içimde bir şey beni hızla ilerlemeye zorluyordu. Araba, birkaç adım ileride duruyordu ve adımlarımız hızlanmıştı. Sanki zaman daralıyordu, sanki her şeyin farkına varan bir şey vardı. Hemen telefonumu cebimden çıkardım. "Ne yapıyoruz? Oraya mı gidiyoruz şimdi?"

 

"Hayır, Savaş'a haber veriyorum." Fakat telefon çekmiyordu. Ve şarjım çok az kalmıştı. "Hay aksi!" Hemen arabaya doğru koştuk. Hava kararmıştı. Tam o sırada arkadan bir ses duyduk.

 

"Ne oldu?" diye fısıldadı Nil, hemen yanı başımda. Ama ben ona cevap vermek yerine, kulaklarım her şeyin ötesinde olan o sesten daha fazla rahatsız oldu.

 

Adımlarımızı hızlandırdık, ama o ses yine geldi. Bu sefer daha yakın, daha derinden. Arkamıza döndüm, karanlık bir boşluk vardı sadece. Her şey susmuştu ama kalbimde bir şeyler atmaya başlamıştı. İçimi bir korku dalgası sardı.

 

“Bir şey var,” dedim, sesim titreyerek. Nil’in yüzündeki endişe hemen fark ettiğim şey oldu. "Arabaya çabuk!" dedim bağırarak. Arabaya doğru koşarken aniden birine sert bir şekilde çarparak yere düştüm. Başımı korkuyla kaldırınca karşımdaki şaşkın suratı gördüm. Bu oydu. Bu Tolga'ydı. "Ahu?"

 

"Tolga?"

 

Hemen kalkıp ona sarıldım, her şeyin bu kadar karmaşık olduğu bir anda, bir tek o bana güvenli bir liman gibi hissettirmişti.

 

Tolga da şaşkındı. Beni saran kollarının ne kadar sert olduğunu fark ettiğimde, bir anda benim de sarılmaktan fazlasını yapmak istediğini anladım. Ama o da benim gibi şoktaydı. "Ahu, iyi misin? Senin burada ne işin var?" diye sordu, sesindeki belirsizlik netti.

 

"Defne'yi kaçırdı Halil. Onu bulmak için buraya geldik." diye açıklama yaparken, hala şaşkınlığımı atamamıştım.

 

"Ne?! Nasıl? Benim hiçbir şeyden haberim yok. Hayal nerede? Bana neden haber vermedi?"

 

"Hayal de kaçırıldı."

 

"Ne?!"

 

****

 

Seren'in anlatımıyla.

 

Gözlerimi yavaşça araladım. Başımda yoğun bir ağrı vardı, bedenimde ise sanki bir ton yük taşımış gibiydim. Bulanık bir şekilde etrafıma bakındım. Derin bir nefes alıp kendimi toparlamaya çalıştım. Bir an için her şey belirsizdi, ama sonra yanımdaki siluete gözlerim kaydı. İlk başta netleşmeyen bir gölge gibiydi, ama yavaşça fark ettim ki…

 

Cihangir.

 

Bunu anlamam birkaç saniye aldı. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı, yüzümdeki kaslar gerildi. Kalbim sanki kafama kadar tırmanmıştı, bir anda nefesim kesildi. Gözlerim büyüdü, bedeni bir an geriye doğru atmaya çalıştım ama olmadı. Kafamda binlerce düşünce birikti.

 

"Cihangir, neredeyim ben?" diye fısıldadım, ağzımda kurumuş bir hisle. Sadece dudaklarımın arasından zorla dökülen bir sözcük gibiydi. Başımı yavaşça çevirdim, odanın solgun ışıkları ve beyaz duvarları arasındaki yalnızlık beni daha da sarstı. "Hastanedesin yavrum. Kendini nasıl hissediyorsun?"

 

"Çok yorgun. Kaslarım çok ağrıyor. Niye buradayım?"

 

"Şimdi bunu düşünme. Sonra konuşuruz kendini yorma." Bana doğru eğilip saçlarımdan öptüğünde içimi huzur kaplamıştı.

 

Hiçbir şey söylemeden, elleri yavaşça başımın yanına doğru kaydı. Bir an için her şey durmuş gibiydi, zaman bile kendi akışını unutmuştu. Ardından, parmakları saçlarımda gezindi, bir an bile zorlamadan, zarifçe dokundu. "Sana bir şey olacak diye çok korktum. Delirdim." Sesi fısıltıyla çıkmasına rağmen kulaklarımda yankılanıyordu ve galiba o ses bana huzur veriyordu.

 

Yavaşça saçlarımın ucunu okşadı ve sonra dudakları, her şeyin üzerine bir damla huzur gibi, bir anda saçlarımın kenarına, kulağımın yanına değdi. O sıcak dokunuş, bir anlığına içimi yumuşatmıştı. "Ben iyiyim."

 

Gözlerindeki o şefkati görünce gülümsedim hafifçe. Siyah gözleri yüzümü göz hapsine almıştı. Çok güzel bakıyordu. "Gözlerin çok güzelmiş." diye mırıldandım.

 

"Seninkiler daha güzel."

 

"Gerçekten benim için çok mu korktun?"

 

"Evet" huzur veren sakin sesiyle. Elimi tutup dudaklarına bastırdı. Kokusunu içine çekiyormuş gibi özlem doluydu öpüşü.

Cihangir’in bana karşı gösterdiği ilgiyi ilk fark ettiğimde, bir an durakladım. Uzun zamandır, kimse bana böyle bakmamıştı. Ailem, bana asla gerçekten değer vermemişti. Hep kendi dünyalarına gömülmüş, beni bir kenara bırakmışlardı. Küçüklüğümden beri hep yalnız hissetmiştim. Onların gözlerinde hiçbir zaman değerim yoktu. Ama Cihangir’in bakışları, sesindeki sıcaklık, içimdeki o boşluğu bir anda doldurmuştu.

 

Yavaşça, içimde kabaran duyguları fark etmeye başladım. Onun gözlerindeki derinlikte kaybolmak, söylediklerinin ardında bir şeyler bulmak, bana bir şeyleri hatırlatıyordu. Beni görüyordu, ama gerçekten… Bu, hissettiğim en farklı duygu oldu. İlk kez, biri beni anlamak istiyor gibiydi. O sıcak ilgiyi hissetmek, içimde bir yerde kıpırdanmaya başlamıştı. Hem korkutucu hem de çekiciydi. Ama en önemlisi, bana yeni bir şeyler hissettirmeye başlamıştı. Bir umut, bir güven belki de… Her şey bir anda değişmişti.

 

"Biliyor musun, benim için hiçkimse endişelenmezdi. Çünkü varlığımı kimse fark etmiyordu." Uzun uzun baktı gözlerime. Bir insan huzuru gözlerde bulabilir miydi? Ben bulmuştum. Ben galiba kendimi çok fena kaptırıyordum. Ama çok güzel bakıyordu, benim suçum yoktu ki...

 

"Artık senin için endişelenen hatta deliye dönen birisi var" Dudaklarını önce yanağıma bastırdı. Kokumu içine çekti. Ardından gözleri dudaklarıma kaydı. "Artık seni bırakmam." Ve bir anda dudakları dudaklarımı bulmuştu.

Cihangir’in dudakları nazikçe benimkine dokunduğunda, içimdeki bütün fırtınalar bir anda dindi. Kalbimin deli gibi atan ritmi yavaşladı, sanki tüm dünya bir anlığına sustu. Nefesi tenimde yankılanırken gözlerimi kapattım, içimi saran o sıcaklık kalbime kadar yayıldı. Parmaklarım istemsizce göğsüne kayarken, hissettiğim o güven duygusu bütün korkularımı, bütün şüphelerimi silip attı. İlk kez bu kadar huzurluydum. İlk kez birinin yanında kendimi bu kadar tamam hissediyordum.

 

 

 

****

 

Defne'nin anlatımıyla.

 

 

Sessizce salonda oturuyorduk, üçümüz de gözlerimizi duvarlara odaklamıştık, çünkü Halil’in bir sonraki hamlesi için hiçbirimizin tahmin yürütebileceği bir şey yoktu. Oysa o, bizim tam karşımızda değildi. Yanımızda olmadan yanımızdaydı, kameralardan bizi izliyordu. Kendisini fazlasıyla hissettiriyor, ama görünmüyordu.

 

Hayal’in gözleri yerlerdeydi, bir türlü göz teması kuramıyordu. Ellerini sıkıca kollarına sararken, bir yandan da vücudundaki kasılmalar her geçen saniye artıyordu. Serap’ın da hali pek farklı değildi. Dudaklarını ısırarak, derin bir nefes alıyordu, ama bu çaba onun korkusunu gizleyemiyordu. Onun korkusunu, odanın her köşesinde hissedebiliyordum.

 

Ben de benzer bir korku içindeydim, ama dışarıya yansıtmamaya çalışıyordum. Ne kadar denesem de, kalbim çılgınca çarpıyordu. Derin derin nefes aldım, ama her nefes, boğazıma takılıyor gibi geldi. Bir hamlesi vardı, bir şey yapmalıydı, ya da hiçbir şey yapmamalıydı. Her ikisi de aynı derecede korkutucuydu.

 

Günler gibi geçen saatler de, sanki zaman durmuş gibiydi. Sessizlik, hiç bu kadar korkutucu olmamıştı.

 

"Ne yapacağız? Böyle oturup sonumuzu mu bekleyeceğiz?" dedi uzun bir sessizliğin ardından Serap. Bakışlarımı kaldırıp onlara baktım. "Bilmiyorum, evin her yerinde kamera var. Buradan çıkmamız neredeyse imkansız."

 

"Teslim mi olacağız yani?" diye Hayal sorunca bıkkınlıkla nefesimi verdim. Dünden beri onca şey denedik. Ama hiçbir şey işe yaramadı. Ve tüm bunlar psikolojimi bozmaya yetiyordu. Açlıktan geberiyordum ama yemek yemeye korkuyordum. Çünkü o şerefsizden her şey beklenirdi. Açlık, psikolojimi yerlebir etmeye yetiyordu. Artık dayanılmaz haldeydim. Her gün içtiğim su bile bana zehir gibi geliyordu. Açlığa dayanırım ama susuzluğa asla dayanamazdım. Ve her geçen gün baş ağrılarım mide bulantılarım artıyordu.

 

"Bilmiyorum! Susun artık!" diye bağırdım öfkeyle.

 

İkisi de şaşkınlıkla bana bakınca artık dolmaya başlamıştım. İçimde bir şeyler kırılıyordu. Küçük küçük, ince çatlaklar hâlinde başlayan o sızı, zamanla derin yarıklara dönüşmüştü. Göğsümün tam ortasında kocaman bir ağırlık vardı, nefes almakta zorlanıyordum. Boğuluyordum… Gerçekten boğuluyordum. Hava ciğerlerime dolmuyor, her nefesimde sanki içimdeki boşluk daha da genişliyordu. Gözlerim yanıyordu, ama ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ama artık dayanamıyordum. Taşmak üzereydim.

 

Ellerim titriyordu, parmaklarım çaresizce dizlerime kenetlenmişti. Tırnaklarım tenime batıyordu ama bu acıyı bile hissedemiyordum. Dişlerimi sıkmıştım, çenem o kadar kasılmıştı ki, bir an sonra kilitlenecek gibiydi. Gözlerim dolmuştu, kirpiklerime kadar gelen o sıcaklık, her an yanaklarıma süzülebilirdi. Ama hayır, ağlamamalıydım. Ağlarsam, tüm duvarlarım çökerdi. Ağlarsam, bu sefer gerçekten parçalanırdım.

 

Ama içimdeki o baskı… Göğsümde büyüyen o kara boşluk… Beni içeriden kemiriyordu. Derin bir nefes almak istemiştim, ama nefesim ciğerlerime ulaşmadan boğazımda düğümlenmişti. Sanki bir el, boğazımı sımsıkı tutmuştu. Sıcaklık yanaklarıma vurmuş, gözlerim kararmıştı. Yavaşça gözlerimi kapatmıştım. İçimde yükselen fırtınayı bastırmak istemiştim, ama nafileydi. Bu duygu… Bu ağırlık… Artık taşıyamıyordum.

 

Gözyaşlarımın yanaklarımdan süzülmesine engel olamamıştım. Bir damla… Sonra bir damla daha… Sessiz, ama derin bir kırılmayla dökülüyorlardı. Her biri, içimdeki acının sessiz bir çığlığı gibiydi. Omuzlarım hafifçe sarsılmıştı, dişlerimi sıkmıştım ama artık tutamıyordum. O an anlamıştım…

 

"Çok yoruldum, çok yıprandım. Bıktım artık bıktım!"

 

En kolayı kendimi suçlamaktı belki de. Serap yanıma gelip tam karşıma sehpanın üzerine oturdu. "Hepsi benim suçum. Yaşadığın her şeyi benim yüzümden. Beni affet demeye bile yüzüm yok." Serap'ın değildi hepsi benim suçumdu.

 

"Hayır, benim tek hatam sonucunda oldu tüm bunlar" dedim burnumu çekerek. "O gün Savaş bana bana asla güvenme dediğinde oyunu bitirmem gerekiyordu. Onu dinlemem gerekiyordu." O gün o karanlık yolumuzu aydınlatacağım diye düşünmüştüm. Ama karanlık beni kendine hapsetmişti.

 

"Defne-" Yüzüme düşen saçları arkaya doğru attı. Yüzümü avuçlarımın arasına aldım. "Hayatımı mahvettim, kendi ellerimle yaptım bunu."

 

Gitgide daha çok kötü olurken Hayal beni sakinleştirmeye çalıştı. "Hayır, böyle düşünme. Kendini daha fazla üzme." Ama artık hiçbir cümle beni sakinleştiremezdi. "Savaş'ı seçmem büyük bir hataydı."

 

Hayal kollarını belime sardı. "Siz birbirinizi çok seviyorsunuz." Artık bunun bir anlamı yoktu. "Sevmek hiç bu kadar acıtmamıştı."

 

"Çünkü artık kalbiniz değil, ruhunuz bile birbirine bağlı. Yapma bunu kendine" dedi Serap üzgün sesle. "Affetmekten başka yolun yok. Çünkü çok yoruluyorsun. Herkes hata yapar Defne."

 

"Affedemiyorum, gözlerine bakınca bana yaptıklarını hatırlıyorum. Unutamıyorum. Canımı yakmasını unutamıyorum."

 

Kısık sesle yavaş yavaş ağlamaya başladım. O an, gözlerimden süzülen ilk damla, içimdeki patlamayı başlatmıştı. Gözyaşlarım, derin bir hıçkırıkla beraber boşalıp geliyordu, ve her yeni damla, içimdeki fırtınayı biraz daha şiddetlendiriyordu. Omuzlarım sarsılmaya, bedenim titremeye başlamıştı. Bir türlü tutamadığım hıçkırıklarım, derin bir boğazımda düğümlenmiş acıyla birleşerek çıkıyordu. İçimdeki o korku, o uzun süre bastırdığım hisler, bir anda tüm bedenimi sarmıştı.

 

Ağladıkça, nefes almak daha da zorlaşıyor, boğazımda bir yumru büyüyordu. Her bir nefeste, içimdeki karanlık daha da yoğunlaşıyor, bir çıkış yolu bulamıyordum. Bir anda her şey, gözlerimden akan yaşlarla bir araya gelip, içimdeki tüm birikmiş acıyı dışarıya fırlatmıştı. Kollarımı sararak dizlerime doğru çekmiş, bir yandan da ağlamaktan çekiniyordum, ama artık durmak imkansızdı.

 

Çene kemiğimdeki gerginlik arttıkça, gözlerim kararmaya, karanlık bir boşluğa düşmeye başlamıştım. Sanki her damla, daha fazla boşluk bırakıyor, her hıçkırık daha büyük bir boşluk açıyordu. Her şey parçalanıyordu, içimdeki tüm o birikmiş duygular, korkular, hayal kırıklıkları, hepsi dışarı çıkmıştı.

 

Tam o sırada bir el omzuma dokundu. "Her şey geçecek." Hayal başını başımın üzerine yasladı. "Güzel şeyler düşün."

 

"Düşünemiyorum, artık düşünmek istemiyorum. Çok yoruldum. Çok yoruldum anlıyor musun?"

 

"Defne…" diye bir ses duydum. Başımı kaldırmaya cesaret edemedim. Serap’ın sesi titriyordu. Adımı söylerkenki o endişe dolu tını, içimi daha da sıkıştırdı.

 

Yanıma diz çöktüğünü hissettim. Elini omzuma koyduğunda irkildim. Hak etmiyordum… Onların şefkatini, desteğini… Hiçbirini hak etmiyordum.

 

"Lütfen böyle yapma, Defne," diye fısıldadı Hayal. Onun da sesi kırılgandı. Gözlerimi onlara kaldırdığımda, ikisinin de gözlerinin dolduğunu gördüm. Serap’ın kaşları endişeyle çatılmıştı, Hayal ise alt dudağını ısırıyordu.

 

"Bu benim suçum…" diye fısıldadım, sesim neredeyse duyulmayacak kadar kısıktı ama onlar duydu.

 

Serap başını iki yana salladı. "Hayır, değil. Bunu söyleme."

 

Gözlerimden yeni bir yaş süzüldü. "Ama öyle… Eğer daha dikkatli olsaydım, eğer her şeyi daha önce fark edebilseydim…" Sözlerim boğazımda düğümlendi.

 

Hayal, ellerimi tuttu. "Hatırlıyor musun, çocukken bizim bir arkadaşımız vardı. Lila. Mavi gözlü bir kızdı." Başımı ağır ağır kaldırıp ıslak gözlerimi gözlerine sabitledim. Evet, çok gıcık bir tipti. Sürekli bizi hocamıza şikayet ediyordu. Hatta onun yüzünden okula gitmek istemiyordum.

 

"Evet, bizim yan komşumuzdu."

 

"O bizi yemek yediğimiz için hocaya şikayet etmişti. Biz de ondan intikam almak için onun odasının camını kırmıştık." İstemsizce yüzümde gülüş oluştu. Çünkü eski anıları hatırlamak şimdiki durumu unutturuyordu. İçimdeki kabarmış duygular yavaş yavaş deniz misali geri çekiliyordu.

 

"Evet, hatırlıyorum. Sonra o şikayet etmeye gelince sen yalancı şahitlik yapmıştın. Defne yapmadı çünkü biz onunla evin içindeydik demiştin." Çocukluğumuzdan bize kalan güzel anılar çok azdı ama o kadar güzeldi ki içimdeki fırtınayı bir nebze olsun rahatlatıyordu.

 

Serap büyük bir kahkaha attı. "Evet, kendimizi gülmemek için zor tutuyorduk. O öfkeden böyle yanaklarını şişirmiş kıpkırmızı olmuştu." Ardından Hayal de kahkaha attı. "Ay, çok eğlenmişsinizdir siz."

 

Serap'ın gülüşü iyice büyüdü. "Evet, sonra zaten asla bize bulaşmadı." Anılar gözümün önünde canlanınca içimde garip bir rahatlama hissi oluştu.

 

"Defne, hatırlıyor musun?" diye bu kez araya girdi Hayal. "Bir keresinde sen omzumda uyuya kalmıştın. Ders zamanı hoca görmesin diye montumu kafanın üzerine atmıştım. Sonra Karolina denen gerizekalı birisi gelip onu aldı ve seni hocaya şikayet etti." Yüzümü buruşturdum. "Evet, hoca çok kızmıştı. Beni dersden kovmuştu."

 

"Eee? Sonra ne oldu peki?" Serap ayaklanıp bir bacağını kırıp altına aldı ve yanımıza koltuğa geçti. Meraklı gözlerini bize dikti. "Sonrasında işte ben de arkadaşı olarak" diye arkadaş kelimesini bastırarak heyecanla anlatmaya başladı. "Onun icabına baktım. Sınav zamanı cebine kopya yerleştirerek hocaya şikayet ettim. Ve böylelikle sınavdan sıfır aldı." Gururla omuzlarını dikleştirdi. "Yaşasın kötülük!"

 

Teker teker yaşadığımız her şey film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. Birlikte çok şey yaşamıştık ve ben galiba o günleri özlemiştim.

 

Fakat tam o sırada garip bir aydınlanma yaşadım. Anlattıklarımız yaşadıklarımızın sadece fragmanıydı. Daha fazla ileri gittiğimiz bile olmuştu. Biz çocuk değilmişiz. Biz resmen şeytanmışız. Kötülük yapıp duruyormuşuz. "Kızlar, siz böyle anlatınca ben şimdi fark ettim. Biz iyi falan değiliz. Biz basbayağı kötüyüz. Dümdüz kötü yani." Önce Hayal'e sonra Serap'a döndüm. Onlar da önce şaşırdılar. Olayı idrak ettikten sonra ikisi de omuz silkti.

 

"Bizi kötü yapanlar utansın" dedi saçlarını savurarak Hayal. "Aynen" diye onayladı Serap. "Onlar bize o kötülüğü yapmasalardı, biz de yapmazdık." Ben ise şaşkın şaşkın onları izliyordum.

 

"Ne demiş ünlü kişi? İntikam sıcak yenen yemektir" dedi kendinden emin tavırla Hayal. Serap tek kaşını havaya kaldırdı. "Pierre Laclos mezarında ters döndü şu an."

 

Kendi aramızda biraz olsun moralimizi yüksek tutmaya çalışırken yine o cızırtı sesi duyuldu.

 

"Yeteri kadar ağladığınıza göre başlayalım kızlar." Üçümüz de aynı anda ayaklanmıştık. "İtiraf et oyunu başladı. Şimdi Defne Yıldız Aksoy, yıllar önce Hayal'den sakladığın bir sırrın var mı?" Duyduğum cümleyle solunum kesildi. Nutkum tutuldu. Gözlerim kocaman açıldı. Hayır hayır bunu bilemezdi. Elim titredi, istemsizce dudaklarımı kapatmaya çalıştım ama parmaklarım bile beni dinlemiyordu. Bir adım geri çekildim, ayaklarım yere mıhlanmış gibi hissettim ama vücudumun kontrolü bende değil gibiydi. Kaşlarım şaşkınlıkla yukarı kalkmış, alnımda ince çizgiler oluştuğunu hissediyordum."Ne Sır?" dedi Hayal titreyen sesiyle.

 

Ona bakamadım. Gözlerine bakamadım. Çünkü bakamazdım...

 

"Hayal bilmiyor musun?" diye Halil sorunca gözyaşım hızlıca yanağımda aşağı doğru kaydı. "Sus!" dedim kısık sesle. Ama susmayacaktı. Biliyordum. Ve bu gerçek benim paramparça olmama yetiyordu.

 

"Herkesin masum diye nitelendirdiği Defne Yıldız Aksoy o kadar masum değil. Ben söyleyeyim Hayal. Şimdi yıllar önce babanın düşmanlarından birisi evinize girmişti. O sırada evde sadece sen ve kardeşin vardı." Gözlerimi acıyla kapattım. Hayır, lütfen. Dur. Hayır.

 

"Kardeşim mi?"

 

"Evet, senin küçük bir kız kardeşin vardı. Ve o adamlar senin gözünün önünde onun boğazını kestiler." Hayal'in yüzü bir anda bembeyaz oldu. Bakışlarını hızlıca bana çevirdiğinde başımı iki yana sallamaktan başka bir şey yapamadım. Halil bizi yalnız fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da parçalamak istiyordu ve bunu başarıyordu.

 

"Ve sen bu sahneyi gördün. Fakat tüm bunları unutman için annen ve baban seni hastaneye yatırıp beynini yıkadılar. Annen ve babanın yaptığı bu oyunu arkadaşın Defne yıllarca senden gizledi. "

 

Hayal’in bakışları üzerime sabitlendiğinde içimde keskin bir sızı hissetmiştim. Gözlerindeki o parlaklık sönmüş, yerini derin bir boşluk almıştı. Beni süzüşü, kelimelerden daha ağırdı. Bana hiç böyle bakmazdı. Kardeşimi kaybediyordum. Hayal ellerimin arasından kayıp gidiyordu. Kaşları hafifçe çatılmıştı ama yüzünde bir öfke yoktu. Bu daha derindi… Hayal kırıklığı, sessiz ama yıkıcıydı.

 

Bir adım atmıştı, sesi çıkmamıştı ama bakışları beni yerle bir etmeye yetmişti. Yutkunmuştum ama boğazımdaki düğüm çözülmemişti. "Hayal…" diye fısıldamıştım ama sesim o kadar kısık ve titrek çıkmıştı ki neredeyse duyulmamıştı.

 

O bakışta, bana olan güveninin paramparça olduğunu görmüştüm. Hayal’in içindeki acıyı izlemek, ruhumda açılan derin bir yara gibi hissettirdi. Ve o an anlamıştım… Onu bu hale getiren bendim...

 

"Durun, daha bitmedi. Serap sana da güzel haberlerim var. "Hayır, yeter artık. Serap gelecek olan fırtınayı beklerken ayakta duracak gücüm kalmamıştı.

 

"Hani lisedeyken Defne'yle anneni bekliyordun ya onunla görüşebilmek için ve annen gelmemişti." Hayır hayır. Susturun şunu artık!

 

"Çünkü Defne annenle görüşmemen için onu ikna etmişti. Yani seni annenden ayıran Defne'ydi."

 

Ben öyle olsun istememiştim. Ben sadece yardım etmek istemiştim. Ben kötü değilim. Defne kötü değil. İçimdeki çocuğu karanlığa yine mahkum bırakıyordu. Defne kötü değildi. Ne olur susturun şunu.

 

"Sus!" diye bağırarak kulaklarımı kapattım. Olmadı susmadı. "Çok sevdiğiniz arkadaşınız sizin arkanızdan yıllarca iş çevirdi. Ve siz görmediniz."

"Her konuda da sizi suçlu buldu. Çünkü Defne asla iyi birisi değildi..." "İçimde bir yangın vardı."

Kalbimde değil sadece, iliklerime kadar yayılan, nefes aldıkça ciğerlerimi yakan bir ateşti bu. Sönmek bilmeyen, aksine her geçen saniye daha da büyüyen, beni içten içe tüketen bir yangın…

 

Kaçmak istiyorum ama nereye gideceğimi bilmiyordum. Adım attığım her yerde bu yangın peşimden geliyordu. Koşsam da kurtulamıyorum. O kadar sıcak ki…

Ateş amarlarımda dolaşıyor, tenimi yakıyor, zihnimi ele geçiriyordu. Gözlerimi kapattığımda bile o alevlerin dansını görüyordum. Çığlık atmak istedim ama sesim çıkmıyordu. Yalnızca içimde yankılanan bu ateşin sesi vardı, kulaklarımı sağır eden, kalbimi sıkıştıran o yakıcı sessizlik…

Kalbim sıkışıyordu, yangından kurtulmak imkansızdı. Çünkü artık yalnız kalbimde değildi etrafı sarmıştı. Bakışları bana kaydı. İkisinin de gözleri bendeydi. Ama öfkeli değil büyük bir hayal kırıklığı vardı...

 

Defne geldi... O küçük Defne yine buradaydı. Üzerinde beyaz bir elbise, saçları dağınıktı. Duygularımı hissetmiyordum. Sanki birisi kalbimin içine girmiş tüm duygularımı oradan alıp götürmüştü. "Seni öldürüyor, seni öldürüyor, seni öldürüyor..." Sesi tüm beynimde yankılandı. "Tutun, küçük bir ışığa tutun."

 

Tutunacak hiçbir şey bırakmamışlardı. "Yok" dedim "Tutunacak hiçbir şeyim yok." Çaresizce ortada kalakalmıştım.

 

"Sen ölüyorsun."

 

"Ölüyorsun Defne" dedi bir ses. Ama bu küçük Defne değildi. Bu ses kulaklarımda yankılandı. Bu Halil'in sesiydi. "İstediğime ulaştım, artık tamamen bana aitsin."

 

Uykuydu sanki. Bir rüyanın içindeymişim gibiydi ama değildi. Her şey fazlasıyla gerçekti. Bedenini değil beynin, düşüncen, her şey benim elimde artık. Sadece bana itaat edeceksin."

 

İtaat etmek... Ben itaat edecektim. Ben itaat edecektim... Küçük Defne yavaş yavaş uzaklaşıyordu. "Başaramadın, kaybettin. Seni ele geçirdi."

 

Yavaşça, küçük Defne’ye veda ediyordum. O küçük kız, bir zamanlar dünyayı ellerimde tutacak kadar güçlü hissettiğim, her şeyin mümkün olduğu o saf halim... Yavaşça siliniyordu. Hatırlamıyorum ne zaman değiştiğini, ne zaman kaybolduğunu. Birdenbire, bir parça daha kayboluyordum. O ışık, o ışıltı... Ne zaman parlamıştı ki? Şimdi, o ışığın yavaşça sönmeye başladığını hissediyorum. Her adımda, bir şey daha kayboluyor. Bir parçam, bir parça daha siliniyor.

 

Işığa veda ediyordum. O ışıksız, karanlık, korkutucu dünyaya doğru sürükleniyordum. Eskiden her şeyin aydınlık olacağına inanırdım. Ama şimdi, her şey kararmaya başlamıştı. O ışık, o parlak umut, her geçen saniye biraz daha sönüyordu. Zihnimdeki sesler yükseliyor, her şeyi karanlık bir perde gibi örterken, ben yalnızca bir izleyici gibi hissediyordum. Küçük Defne, artık yoktu. O saf, masum halim... Gidiyordu. Ve ben, geriye kalanla kalıyordum. Hiçbir şeyle...

 

Yıldızlar her zaman parlamaz... Bazen karanlığa gömülürler... Bazen ise gökyüzünden kayıp, sonsuz bir bilinmezliğe giderler... Tıpkı benim gibi... Hoşçakal Defne Yıldız Aksoy...

 

 

 

 

 

 

Öncelikle siz sormadan söyleyeyim. Tecavüz etmedi merak etmeyin.

 

Arkadaşlar bu son sahne Defne'nin dilinden yazdığım son sahne. Artık karşımızda başka bir Defne olacak. Yani birkaç bölüm en azından. Çünkü Defne'yi kaybettik... Halil başardı ve onu yok etti. Korkmayın ölmedi... Ama yok oldu... Ben nasıl yazacağımı hiç bilmiyorum. Eski Defne'yi en az sizin kadar ben de çok özledim. Ama inanın hikayeyi ben değil karakterlerim yazıyor. Artık kontrol edilemez hale geldiler...

 

Kötü son olmayacak merak etmeyin. O artık belli oldu. Ama nasıl iyi son yazacağım onu bilmiyorum. Size küçük bir sürpriz spoilerr vereyim rahatlayın. Halil'e veda etmemize çok az kaldı.

 

En azından bu kadarını bilin yeterli 🫣

 

Bölümle ilgili ne düşünüyorsunuz? Diğer bölümü hızlıca yazıp yayınlarım. Ama siz de bol bol yorum yapıp hikayeyi paylaşmayı unutmayın.

 

İg: Adelinashwriterrr

 

Tiktokda : Adelinashwriterr hesabını takip edin lütfen...

 

 

 

 

Bölüm : 23.03.2025 17:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Adelina / Savaş'ın Yıldız'ı / 37.Bölüm: '2.gün Kayboluş ya da yok oluş'
Adelina
Savaş'ın Yıldız'ı

7.04k Okunma

500 Oy

0 Takip
49
Bölümlü Kitap
Giriş1.Bölüm: "İçimizdeki Kötülük"2.Bölüm: "Savaş'ın Peşinde"3.Bölüm: "Tesadüf Değil Plan"4.Bölüm: "Kırılmış Kabulleniş"5.Bölüm: "Arkadaş Olalım mı?"6.Bölüm: "Geri Dönüş"7.Bölüm: "Bilinmeyen Hata"8.Bölüm: "Kaçırılma Krizi"9.Bölüm: "Dağ evinde dağ ayısıyla"10.Bölüm: "İlk Mühür"11.Bölüm: "Kıskançlık Savaşı"12.Bölüm: "Şeytanın Tohumu"13.Bölüm: "İhanet Hançerinin Ateşi"14.Bölüm: "Gerçeklerden Uzak Hayallere Yakın"15.Bölüm: "Korkusuz Yürek"16. Bölüm: "Rüya Gibi Kabus"17.Bölüm: "Aile Olmaya Hazır mısın?"18.Bölüm: "Bir Yıldız İntikamı Düşünün"19.Bölüm: "Topuklu Belalar"20.Bölüm: "Acı Gerçeklerin Rüzgarı"21.Bölüm: "Karanlığı ışığımdan daha güçlü."22.Bölüm: "Kraliçe Geri Dönüyor"23.Bölüm: "Büyük Buluşma"24.Bölüm: "Yıldız Kayması"25.Bölüm: "Yüzleşme"26.Bölüm: "Anne sana ihtiyacım var."27.Bölüm: "Şimdi Sıra Bende"28.Bölüm: "Ben Defne Yıldız Karakurt"29.Bölüm: "Herkesin Kendi Acısı Kendine Yeter"30.Bölüm: "Mahşerin Karanlık Perdesi (Sezon Finali)24.Bölüm: "Özel Bölüm"Özel Bölüm: "Akşam Yemeği(Savaş ve Defne)"(İkinci Kitap) 31.Bölüm: "Dönüyoruz"(2.Sezon)32.bölüm: "İki Ateşin Aşkı"33.Bölüm "Karanlığında Işığımı Kaybettim"34.Bölüm: "İçimizdeki çocuk"35.Bölüm: "Cehenneme Bir Adım Kala"36.bölüm: "1.Gün-Şeytanın Pençesinde"37.Bölüm: "2.gün Kayboluş ya da yok oluş"38.Bölüm: "Savaşın Ortasında Sen ve Ben"39.Bölüm: "Oyunun Gerçek Piyonları"40.Bölüm: "Tutsak Zihinlerin Zincirli Kalpleri"41.Bölüm: "Siyahın Beyaz Lekesi"42.Bölüm: "Karanlığın Sonu"43.Bölüm: "Sahte Sevgi Çemberi"44.Bölüm: "Çizginin Ucunda"45.Bölüm: "Son Seçim"46.Bölüm: "Bozulmuş Düzen"
Hikayeyi Paylaş
Loading...