

Oy verip yorum yapan herkese şimdiden çok teşekkür ederim.
39.Bölüm: "Oyunun
Gerçek Piyonları"
Seren'in anlatımıyla devam ediyoruz.
Hastane koridorlarında yankılanan çığlıklar, derimin altına işliyordu. Herkesin nefesi kesilmişti. Zümra hanımın sesi, bir annenin ciğerinden kopan acıyla bütün binayı inletiyordu. Dizlerinin üzerine çökmüş, ellerini başına kapatmıştı. Gözyaşları, taşan bir sel gibi yanaklarından süzülüyordu. "Oğlum... Savaş'ım..." diye inlediğinde, içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Bu ses, insanın içini parçalayacak kadar derindi.
Alp'in sesi ise duvarlarda yankılanıyordu. Yumrukları, hastane duvarına sertçe çarpıyordu. Yerde kan izleri vardı. Ama o devam ediyordu. O acıyı, o çaresizliği duvarlardan çıkarmaya çalışıyordu sanki. Cesur, duvara yaslanmış, başını önüne eğmişti. Göğsü hızla inip kalkıyordu ama gözlerini bile açamıyordu. Sanki bakarsa, gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaktı.
Savaş'ın vurulmasıyla herkes yıkılmıştı.
Bir adım attım. Ayaklarım titriyordu ama geri çekilemezdim. Onlara ihtiyacımız vardı. Defne'ye ihtiyacımız vardı.
"Defne'yi o adamın eline bırakmayacağız değil mi?" diye yavaşça sorunca Alp'in donuk bakışları bana döndü. Cesur gözlerini açıp hayretle bana bakıyordu. "Defne'yi kaybedemeyiz."
Alp'in gözleri karşımda, ama içi bomboştu. Sadece bakıyordu. Gözlerindeki boşluk, bana içini görmem için bir pencere açıyordu ama içeri baktığımda gördüğüm sadece karanlıktı. Cesur ise hiç kıpırdamadı. Cihangir bana döndü, sesi bıçak gibiydi.
"Şimdi sırası değil," dedi. "Savaş'ın hayatı tehlikede."
Tam o anda Ahu'yu gördüm. Gözleri alev gibi parlıyordu. Öfkesi koridordaki havayı yakıyordu adeta. Bana doğru geldi ve kolumdan sertçe tuttu.
"Defne yüzünden!" diye bağırdı. Sesi o kadar keskin ve öfkeliydi ki kulaklarımı tırmaladı. "Defne yüzünden abim içeride can veriyor!"
Gözlerinin içine baktım. O öfkenin ardında ne olduğunu biliyordum. korku. Kaybetme korkusu.
"Defne yapmadı bunu," dedim, sesim titredi ama kararlıydım. "Defne'yi buna zorladılar. Beynini yıkadılar. Defne bizim düşmanımız değil. Onu kaybediyoruz, Ahu!"
Ahu'nun göğsü hızla inip kalkıyordu. Gözlerindeki tereddüt, saniyeler içinde yeniden öfkeye dönüştü. Bir adım attı, gözleri Alp'in gözlerine kilitlendi. Sanki ondan onay bekliyormuş gibi bakıyordu. Alp ise tepkisizdi. Ahu'nun gözlerindeki o öfke, lav gibi patladı.
"Hayır!" diye haykırdı. "Abimi o vurdu! O tetiği çekti! Onun canını kıydı!"
Ahu'nun sesi hastane duvarlarında yankılandı. O an, gözlerindeki öfke yerini çaresizliğe bıraktı. Parmaklarını saçlarına daldırdı, önce çekti, sonra savurdu. Tırnakları başına geçtiğinde bile durmadı. Yere çöktü, avuçlarını yüzüne vurdu, sonra hızla saçlarını çekiştirdi.
"Hepsi onun yüzünden!" diye inledi. "Abim bu haldeyse, Defne'nin suçu! Bir abimi kaybettim. Şimdi diğerini de kaybediyorum!"
Kalbim göğsümde çırpınıyordu. Ahu'nun çöküşünü izlemek... onu bu halde görmek içimdeki öfkeyi ve acıyı aynı anda besliyordu. Onu korumak istiyordum, ama artık gerçeklerle yüzleşmesi gerekiyordu. Bu kadar mıydı gerçekten? Defne onlar için bitmiş miydi? Defne'yi Savaş'ın sevgilisi olduğu için mi seviyordular? Defne'yi Defne olduğu için sevmediler mi? Neden anlamıyorlar? Onun hafızasını silindiğini kabul etmek bu kadar mı zor? Onca şeyden sonra? Defne onların yüzünden hayatını kaç defa hayatını tehlikeye atmıştı. Şimdi tek hatasında silmek kolay mıydı? Hayır, tüm bunların bir açıklaması olmalıydı.
Nil hızla Ahu'nun yanına geldi. Eğildi, ellerini Ahu'nun omuzlarına koydu.
"Ahu, tamam, sakin ol! Lütfen sakinleş." dedi. Sesi yumuşaktı ama etkisizdi. Ahu, Nil'in kollarından sıyrılıp saçlarını tekrar çekmeye kalkıştığında dayanamadım.
"Yeter!" diye bağırdım. Nil'i kolundan tutup hızla kenara savurdum. Sonra Ahu'nun karşısına geçtim. Gözlerim onun gözlerine kilitlenmişti. Nefesim hızla yükseliyordu. Ahu'yu omuzlarından yakalayıp duvara yasladım. Ellerim boğazına kadar kaydı.
"Hepsi sizin yüzünüzden!" diye haykırdım. "Baştan beri bu ilişkiye izin verseydiniz, onları ayırmaya çalışmasaydınız, şimdi bunların hiçbiri olmayacaktı!"
Ahu'nun gözleri irileşti. Nefesi düzensizleşti. Ama ben devam ettim.
"Defne bu haldeyse, Savaş bu haldeyse, hepsi sizin suçunuz! Hepsi senin babanın suçu! Siz Defne'yi baştan mahvettiniz! Defne'nin kanına girdiniz, onu kendi dünyanıza hapsettiniz!"
Defne bunların hiçbirini hakketmiyordu. Onca yaşadığı olaylara rağmen ayakta duruyordu, ama Karakurt ailesi onu yıkmaya and içmiş gibi sürekli onu üzüyordu. Sürekli onlarla savaşmak durumunda bırakıyordular.
Ahu'nun gözlerinden yaşlar süzülürken, gözlerindeki öfke ve çaresizlik birbirine karıştı. Dudakları titredi ama konuşamadı. Tüm bedeni gevşerken, gözlerinden boşalan yaşlar sessiz çığlıklar gibi yanaklarını yaktı.
O an içimdeki öfkenin dalgaları, Ahu'nun gözlerindeki acıyla buluştu. Parmaklarım boğazından yavaşça çekildi. O sadece bir kurbandı. Ama bu savaşın gerçek sebebi o değildi. Bunu biliyordum. Fakat bilmek, acıyı hafifletmiyordu.
Ahu'nun gözlerindeki yaşlar hala yanaklarını yakıyordu ama ben duramıyordum. İçimdeki öfke, kaynar bir lav gibi damarlarıma akıyordu. Ahu'nun soluk soluğa kalan nefesini duyabiliyordum ama bu beni durdurmuyordu. Tam o anda Cihangir'in eli koluma uzandı.
"Seren, sakin ol!" diye uyardı, sesi sertti ama titriyordu.
Bir adım attı, beni kendine doğru çekmeye çalıştı ama kolumu hızla geri çektim. Nefesim hızlanmıştı. Kalbim göğsümde patlayacak gibi atıyordu. İçimdekileri kusmazsam sakin olamazdım.
"Hayır!" diye bağırdım. Sesim koridorlarda çınladı. Gözlerim Ahu'nun gözlerine kilitlendi. Sonra herkesin bakışlarını üzerimde hissettim ama umurumda değildi. Ellerimi yumruk yapıp bir adım daha attım.
"Seren!" diye Cihangir sakince yanıma gelince onu ittirdim. "Dokunma bana!"
Cihangir bana bir adım daha yaklaştı ama ben geri çekildim. Gözlerimi Ahu ve Zümra'ya çevirdim.
Zümra'nın gözleri dolmuştu. Yanağından süzülen yaşları silmeye bile çalışmadı. O anne bakışını tanıyordum. Suçluluk, pişmanlık ve çaresizlik birbirine karışıyordu. Ama bu, onu kurtarmaya yetmezdi.
"Defne'nin oğlunla evlenmesine neden izin verdin, Zümra teyze?" dedim, sesim titriyordu ama gözlerim kararlıydı. "Neden onları birleştirmeye çalıştın? Neden onların bu çıkmaz yola girmesine izin verdin?!"
Kimse konuşmadı. Sadece sessizlik... Boğucu, ölüm sessizliği... Ama bu sessizlik benim içimde yankılanan öfkeyi bastıramıyordu.
"Eğer onları birleştirmeseydin... belki şimdi ayrı ayrı hayatlarında mutlu olurlardı!" diye haykırdım. Sesim çatladı ama umurumda değildi. Gözlerimi kısıp Zümra'ya bir adım daha yaklaştım.
"Savaş bu haldeyse... Defne bu haldeyse... hepsi senin suçun, Zümra teyze! Hepsi senin yüzünden oldu!"
Zümra'nın dudakları titredi. Bir şey söylemek istedi ama sesi çıkmadı. Ahu ise duvara yaslanmış, nefes almakta zorlanıyordu. Ellerini saçlarına götürüp yeniden çekiştirmeye başladığında gözleri korkuyla açıldı.
"Seren, yeter!" diye bağırdı Cihangir, kolumu tekrar yakalamaya çalıştı ama ben onu yine ittirdim. Gözlerim alev gibi yanıyordu. Kalbim göğsüme sığmıyordu.
"Hayır!" diye haykırdım. "Defne'yi bu hale siz soktunuz! O kızı mahvettiniz! Oğlunuzu da mahvettiniz!"
Zümra'nın gözlerinden yaşlar süzüldü. Ahu'nun dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi. Bir adım daha attım ama Cihangir hızla önüme geçti.
"Seren, yeter artık!" diye sertçe uyardı. Sesi soğuk ve kesindi ama ben onu duymuyordum.
Öfkem damarlarımda dolaşıyordu. Kalbim göğsümden çıkacak gibi çarpıyordu. Bir nefes aldım, sonra derin bir sessizlik çöktü. Ama o sessizlik bile içimde yankılanan çığlığı susturamadı.
Cihangir'in kolu hala bileğimdeydi ama ben durmak istemiyordum. Bedenim titriyordu, gözlerim alev alev yanıyordu. Cihangir, beni geriye çekmeye çalışıyordu ama ben onun elini sertçe savurdum. Artık kontrolü kaybetmiştim. Nefesim düzensiz, kalbim göğsümü delip geçecek kadar hızlı atıyordu.
"Şimdiye kadar Defne'den bir kötülük gördünüz mü?!" diye bağırdım.
Sesim koridorlarda yankılandı. Ahu'ya döndüm, gözlerimi onun gözlerine kilitledim. Ahu'nun yüzü solgundu, gözyaşları yanaklarını yakıyordu ama ben acımadım.
"Ahu, sana söylüyorum!" diye bir adım daha attım. Cihangir'in elleri gerildi ama ben geri çekilmedim. "Defne sana bir kötülük yaptı mı? Sana zarar verdi mi? Seni kırdı mı? Söyle! Oldu mu, olmadı mı?!"
Ahu'nun gözleri irileşti. Dudakları titredi ama hiçbir şey söylemedi. Sadece sessizlik... Boğucu, rahatsız edici bir sessizlik... Ahu'nun gözlerinden yaşlar akarken nefesi kesildi ama yine de tek bir kelime bile edemedi.
O sessizlik içimdeki öfkeyi daha da körükledi. Bu kez Alp ve Cesur'a döndüm. Gözlerim kısılmıştı, nefesim hızlanmıştı.
"Size soruyorum!" diye haykırdım. "Size bir kötülük yaptı mı bu kız?! Kalbinizi kırdı mı?! Sizi incitti mi?! Size zarar verdi mi?!"
Alp'in gözleri kısıldı ama tek kelime etmedi. Cesur başını önüne eğdi. Bir şey diyecekler sandım ama kimse tek kelime etmedi. Sadece sessizlik... Beni çıldırtan, damarlarımdaki kanı kaynatan sessizlik...
Bu kez Zümra Hanım'a döndüm. Oğlu ameliyathanede can çekişirken bile gözlerindeki çaresizliği saklamaya çalışıyordu. Ama ben bunu görüyordum. O çaresizliği, o suçluluğu, o pişmanlığı görüyordum.
"Peki ya siz, Zümra Hanım?" diye gözlerimi kısmıştım. "Defne size bir zarar verdi mi? Bir kere olsun size yanlış yaptı mı? Kalbinizi kırdı mı?! O kızın size bir kötülüğü dokundu mu?!"
Zümra'nın gözlerinden yaşlar süzüldü. Dudakları titredi ama tek kelime etmedi. Ellerini sıkı sıkıya birleştirdi ama ağzını açmadı.
"Hadi, söyleyin!" diye bağırdım. "Bir şey söyleyin! Onu suçlayın! Defne'nin bir hata yaptığını söyleyin! Söyleyin ki, ben de yanıldığımı bileyim!"
Kimse konuşmadı. Kimse kıpırdamadı. Sadece sessizlik... O berbat sessizlik...
İçimdeki öfke kontrolden çıkmıştı artık. Kalbim göğsümü delip geçecek kadar hızla atıyordu.
"İşte bu yüzden ben Defne'den vazgeçemiyorum!" diye haykırdım. Gözlerim karanlıkla dolmuştu. "İşte bu yüzden ben Defne'yi o adamın eline bırakmayacağım! Kızın beynini yıkamışlar! Üç aydır kızı zehirliyorlarmış! Gözümüzün önünde zehirliyorlar Defne'mizi! Ve hiçbirimizin bundan haberi yok! Hiçbirimizin ruhu duymuyor!"
Sözlerim duvarlarda yankılandı. Cihangir koluma yapıştı ama ben onu bir kez daha sertçe ittirdim.
"Ben o kızı o adamın eline bırakmayacağım!" diye haykırdım. "Defne bizim kızımız! Onu koruyacağız! Onu kurtaracağız! Ve bunu siz de biliyorsunuz!"
O anda Alp'in bakışları karardı. Cesur'un yüzü gerildi. Ahu'nun gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Zümra'nın gözleri yere sabitlenmişti.
Ama ben durmadım. Nefesim düzensizdi ama sesim hala gür çıkıyordu.
"Defne için savaşacağım!" dedim, dişlerimi sıkarak. "Gerekirse herkesi karşıma alırım, ama o kızı o adamın eline bırakmam!"
O an Cihangir'in elleri beni sertçe tuttu. Yüzüme yaklaştı, gözleri karanlıktı.
"Kimse burada Defne'yi suçlamıyor. Suçlayamazda" diye uyardı, sesi soğuktu. Bakışlarını Ahu'ya çevirdi. "Ama kavga gürültüyle hiçbir şey yapamayız. Savaş içeride ölümle yüz yüze."
"O zaman siz oturun burada Savaş'ın uyanmasını bekleyin ki uyanacak ama uyandığında size Defne'yi sorarsa umarım verecek cevabınızı biliyorsunuz."
"Yeter artık Seren. İnsanlar be halde görmüyor musun?" diye Cihangir üstüme bağırdı. "Biz böyle olsun ister miydik? Ama ister inan ister inanma! Defne bu konuda suçlu."
"Onun beynini yıkamışlar."
"İşte bu yüzden sen de ona pek güvenme. Artık karşımızda sıradan birisi yok."
"Defne isteyerek mi yaptı?" dedim Cihangir'in üzerine çıkışarak. "Herkes hata yapar" dedi sakin tonda. "Biz robot değiliz. Anladın mı? Burada kimseyi suçlayamazsın. Her şeyden önce onlar benim de ailem. Onlar Defne'ye kötü bir şey yapmadı."
Anlamıyorlardı. İnatla anlamak istemiyordular. Belki de Defne burada hata yapmıştı. Onu hiçbir zaman anlamayan birini sevmek...
"Evet," dedim titreyen sesimle. "Haklısın. Defne suçlu. Suçu onu hiçbir zaman anlamayacak insanlara kendini ıspatlamaktı... Belki de en baştan her şeyi silip gitmesi lazımdı..."
Gözlerimin içine öyle bir baktı ki, içinde taşıdığı kalbi kırılmıştı. Peki umrumda mıydı?
Aniden karnıma giren ağrıyla iki büklüm olup duvara yaslandım. Cihangir telaşla diz çöküp yanıma gelince onu tek elimle ittirdim." Git, istemiyorum yardımını. Defol!"
"Seren, yapma. İyi değilsin."
Ayağa kalkmak için yeltendim. Acıyla tutan bacaklarımı umursamadım. "Seren" onu geri ittirip hastanenin kapısına doğru gitmeye başladım. Defne'yi bulacaktım. Ne olurda olsun onu bulacaktım.
✨✨✨
Hayal'in anlatımıyla.
O sahneden sonra kendime gelememiştim. Zihnimde her şey karmakarışıktı, sanki bir fırtınanın ortasında kalmış gibiydim. Nefes almakta zorlanıyordum, içimde derin bir boşluk vardı. Ne yapacağımı, ne düşüneceğimi bilmiyordum. Neye şaşıracağımı, neye üzüleceğimi kestiremiyordum. Savaş'ın, Defne'nin elindeki silahla vurulması mı? Ailemden beklemediğim o ihanet mi? Hatırlamadığım bir kardeşin ölümü mü? Yoksa Defne'nin artık benim için tamamen yok olması mı? Her şey üst üste gelmiş, içimdeki bütün duvarları yıkmıştı. Nefes aldığım her an, göğsümdeki o baskı daha da artıyordu.
Savaş'ın vurulduğu anı gözümün önünden silemiyordum. O silah sesi, beynimin içinde yankılanıyordu. Savaş'ın yere düşerken yüzündeki o şaşkınlık, gözlerindeki o kırılma... O anı binlerce kez yeniden yaşıyordum sanki. Savaş'ın kanı yere dökülürken, içimde bir şeyler kopmuştu. Onu orada, kanlar içinde bırakmak zorunda kalmak... Beni en çok yıkan da buydu. Koşup ona yardım etmek istemiştim ama ayaklarım beni taşımıyordu. Donmuştum. Bedenim hareket etmeyi reddediyordu. Yüreğimde keskin bir sancı vardı. O kurşun, sadece Savaş'ı değil, beni de vurmuştu sanki.Sonra... Kardeşim. Hiç hatırlamadığım ama varlığını öğrendiğim an kaybettiğim o kardeş. Onun yüzünü bilmiyordum, sesini hiç duymamıştım. Ama yine de içimde derin bir acı vardı. Kaybettiğim şeyin büyüklüğünü tam olarak anlayamıyordum ama eksik kalan bir parçanın acısı, derinlerimde yankılanıyordu. Onu koruyamamıştım. Onu tanımadan kaybetmiştim. Birine yas tutmak için onu tanımak mı gerekiyordu? Bilmiyordum. Tek bildiğim, içimde bir boşluk vardı ve o boşluk asla dolmayacaktı.
Ve Defne... O artık yoktu. Eskisi gibi değil, tamamen yoktu. Beni anlayan, bana omuz olan Defne artık geri dönmeyecekti. Savaş'ı vurduğunda gözlerindeki o boşluk... O gözler, artık Defne'nin gözleri değildi. Halil onu benden almıştı. Sadece ruhunu değil, kimliğini de çalmıştı.
"Hayal'im, bak ne zaman kendini güçsüz hissedersen beni çağır. Bak ben hemen yanına gelirim. Ne olursa olsun çağırdığın anda orada olmuş olacağım..."
"Neredesin Defne? Şimdi sana o kadar ihtiyacım var ki? Neredesin kardeşim?"
Başımı ellerimin arasına almış, nefes almakta zorlanıyordum. Göğsümde bir şeyler sıkışıyordu, nefes almak istiyor ama her solukta boğuluyordum sanki. Gözlerim yanıyordu ama durduramıyordum. Yaşlar, kontrolsüzce yanaklarımdan süzülüyordu. Bir noktadan sonra artık gözyaşlarımın nereye aktığını, neyi temizlediğini hissetmiyordum. Sadece akıyorlardı. Kalbim, o yoğun acının altında sıkışıyor, bedenim o yükü kaldıramıyordu. Boğazımda bir düğüm vardı, yutkunmak istiyor ama yutkunamıyordum. Boğazım kuruyordu, içim boşalıyordu ama o düğüm hiç çözülmüyordu.
Defne'nin yüzü gözümün önünden gitmiyordu. O boş bakışları, o ifadesiz yüzü... Onu o halde görmek, içimdeki tüm duvarları yıkmıştı. Bir zamanlar gözlerinde sevgi vardı, umut vardı. Şimdi ise geriye kalan tek şey boşluktu. Halil, onu benden almıştı. Onun ruhunu, kimliğini, geçmişini... Her şeyini çalmıştı. Defne artık benim Defne'm değildi. O, artık sadece Halil'in bir kuklasıydı. Ama en kötüsü de ne biliyor musun? Onu geri getiremeyeceğimi bilmek...
Bacaklarımın bağı çözülmüştü. Yavaşça yere çöktüm, dizlerim taş zemine çarptığında çıkan o sert ses bile içimdeki acıyı bastıramadı. Kollarımı karnıma sardım, sanki o boşluğu kendi bedenimle doldurmak ister gibi sıkıca sarıldım kendime. Ama ne kadar sıkarsam sıkayım, içimdeki o karanlık dağılmıyordu. Kalbimde derin bir boşluk açılmıştı ve o boşluk, Defne'nin yokluğuyla daha da büyüyordu.
Neden böyle oldu? Neden Defne'ye ulaşamadım? Neden onu geri çekemedim? Onun elini neden tutamadım? O, gözlerimin önünde kayarken neden bir şey yapamadım? Kendi içimde çırpınıyordum ama hiçbir şey değişmiyordu. Defne'yi Halil'in elinden çekip almak istiyordum ama artık çok geçti. Onu tamamen kaybetmiştim. O artık yoktu. Beni anladığını, beni koruduğunu düşündüğüm Defne artık sadece bir gölgeydi. Halil onu benden çalmıştı.
Göğsümdeki baskı artıyordu. Bir noktadan sonra nefes alamadım. Nefes almak istedim ama hava ciğerlerime dolmuyordu. Boğuluyordum. Ağzımdan kesik kesik nefesler dökülüyordu ama o acıyı dışarı atamıyordum. Ellerim titriyordu, karnımı tutarken parmaklarım kasılıyor, bedenim acının ağırlığı altında eziliyordu. Defne'nin adını fısıldadım, ama sesim titredi. Sanki onu geri çağırmak ister gibi... Ama gelmeyecekti. O ses, karanlıkta kaybolan bir yankı gibi havada asılı kalmıştı.
Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp yere damlıyordu. O damlaların sesi bile yüreğimi paramparça ediyordu. Ellerimi saçlarımın arasına geçirdim, kendimi tutmak ister gibi başımı dizlerime yasladım ama bedenim hâlâ titriyordu. "Defne..." diye fısıldadım tekrar. Sadece adını söylemek bile içimdeki acıyı derinleştiriyordu. Defne artık yoktu. Ve ben, onu kaybetmenin ağırlığı altında eziliyordum.
Gözlerimi kapattım. Bir an için Defne'nin gülüşünü, o sıcacık bakışını hatırlamak istedim. Ama artık gözlerimi kapattığımda gördüğüm tek şey, o boş bakışlar ve Halil'in onu benden nasıl çaldığıydı. İçimde bir şeyler paramparça olmuştu. Ve o kırıkların her biri, ruhumu yavaş yavaş kanatıyordu.
İçimde öyle büyük bir boşluk açılmıştı ki, o boşluk beni içten içe yutuyordu. Ve o boşlukla birlikte her şey çöküyordu.
Sonra o isim dudaklarımdan koparcasına çıktı.
"Defne!"
Bağıra bağıra haykırdım. Göğsümün derinliklerinden kopan o feryat, havaya karışırken içimdeki acıyı da beraberinde söküp atacak sandım ama olmadı. Boğazım yırtılırcasına bağırdım. Sesim çatallaştı, titredi ama durmadım. Yeniden ve yeniden adını haykırdım. "Defne!" Sanki onu geri çağırabilirmişim gibi... Sanki bu dünyadan silinmiş olan ruhunu geri getirebilirmişim gibi... Ama yankılanan sadece kendi çaresizliğim oldu.
Ellimle göğsümü tutarak nefes almaya çalıştım. Nefes almak istiyordum ama hava ciğerlerime ulaşmıyordu. Nefesim kesik kesik çıkıyordu. Ağzımdan çıkan her nefes, bir çığlık kadar ağırdı. Göğsümdeki o baskı artıyordu. İçimde bir bıçak saplanmış gibi keskin bir acı vardı. Kalbim ritmini kaybetmiş gibiydi. O acı, damarlarıma kadar yayılıyordu. Bütün bedenim titriyordu. Ellimle karnımı tutarken içimdeki o sancıyı dindirmeye çalıştım ama olmuyordu.
Yere kapandım. Avuçlarım soğuk taş zemine değdiğinde, o keskin soğuk bile içimdeki yangını dindiremiyordu. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken, dudaklarım titredi. Defne'nin gülüşünü hatırladım. O saf, içten gülüşünü... Bana güven veren bakışlarını... Sonra o bakışların nasıl soğuduğunu... Nasıl boş bir çukura dönüştüğünü... Halil'in Defne'yi benden nasıl aldığını... Onun ruhunu nasıl çaldığını... Ve onu nasıl silip yok ettiğini...
Bağırdım. "Kardeşim!" Sesi titrek, hırçın, acı doluydu. Ellerimi başıma geçirdim, saçlarımı çekercesine sıkıca kavradım. Başımı yere yasladım ama acı geçmiyordu.
Gözyaşlarım hızla yanaklarımdan akarken, nefesim hızlandı. Kalbim, bedenime sığmayan bir hızla atıyordu. Sanki her an patlayacakmış gibi... "Defne!" Çığlığım, geceye karışırken içimdeki o kırık parçalar daha da derinlere saplanıyordu. Çığlık atmak, içimdeki acıyı bir nebze olsun azaltacakmış gibi bağırdım. Ama nafileydi. Çünkü Defne artık yoktu. Ve o yokluk, ruhumu ilmek ilmek çürütüyordu.
Yere kapanmış, titrerken boğazımdan bir hıçkırık daha koptu. Yavaşça başımı kaldırdım, gözlerim bulanıktı ama gökyüzüne baktım. Yıldızlar sönüktü. Gökyüzü karanlıktı. Ve o karanlık, içimdeki boşluğu aynen yansıtıyordu. Göğsümde bir şey kırıldı o an. O kırılmanın sesini duymadım ama hissettim. Artık eksiktim. Defne olmadan, ben de bir daha tamamlanamayacaktım.
"Hayal?" diye bir ses duydum. Ardından hemen bir el beni tutup kaldırdı. Tolga'ydı. Tolga gelmişti. Ama artık ölüden farkım yoktu. Nefessiz kalıyordum. "Hayal, iyi misin? Hayal kendine gel?" Yanaklarımı tokatlamaya başladı. Beni kendime getirmek istiyordu. Ama ben koskocaman bir karanlığın içine sıkışıp kalmıştım. "Defne'yi kaybettik, Defne'yi kaybettik."
Tolga'nın parmakları, kollarımı sıkıca sardı. Titriyordu. Gözleri doluydu ama ağlamıyordu. Sadece bakıyordu. Öyle çaresizce bakıyordu ki... Sanki o an dünyadaki her şey elinden alınmıştı. Defne elinden kayıp gitmişti. Tolga, Defne'nin gidişini izlemek zorunda kalmıştı ama bunu kabullenmiyordu. Kabullenmek istemiyordu.
Hayal kırıklığı ve öfke dolu bir sesle fısıldadım: "Tolga... O artık yok."
Tolga'nın yüzü anında gerildi. Çenesini sıktı, dişleri birbirine sürtündü. Gözlerindeki yaşlar parladı ama dökülmedi. Başını iki yana salladı. Bir adım geri çekildi ama gözlerini benden ayırmadı. Derin, titrek bir nefes aldı.
"Hayır." Sesi öylesine kararlıydı ki, bir an kalbim duracak gibi oldu.
"Tolga... O gitti." Sesim o kadar zayıf çıkmıştı ki, sanki kendi içimde kayboluyordum.
Sözleri titriyordu ama sesi kararlıydı. Acısını saklamaya çalışsa da gözlerindeki keder onu ele veriyordu. Gözleri kızarmıştı. Kirpiklerinin ucunda biriken yaşları tutmaya çalışıyordu. Ama içindeki o yıkımı saklayamıyordu.
"Tolga..." Başımı iki yana salladım. Gözlerimden yaşlar süzülürken dudaklarım titredi. "Artık çok geç... Onu... Onu Halil aldı."
Tolga bir adım daha attı. Yüzüme yaklaştı. Nefesi, tenime değiyordu. Gözlerini gözlerime kilitledi. Gözlerindeki o öfke, o çaresizlik içime işliyordu.
"Onu bırakmayacağız," dedi. Sesi kararlıydı, gözleri ateş gibi yanıyordu. "Defne'yi Halil'in eline bırakmayacağız. Ne pahasına olursa olsun, onu geri alacağız!"
Bir an sustu. Nefesini kontrol etmeye çalıştı ama yapamadı. Gözleri dalgalanıyordu. Yutkundu, gözlerindeki yaşlar titredi ama dökülmedi. Sonra başını kaldırdı, gözleri kararlı bir şekilde gözlerime kilitlendi.
"Defne bizim için savaştı," diye fısıldadı. "Biz de onun için savaşacağız. Defne'yi Halil'in elinde bırakmayacağız."
Gözlerimden yaşlar süzülüyordu. İçimdeki o kırık parçalar, Tolga'nın bu sözleriyle biraz olsun birleşmeye çalışıyordu. Ama acı geçmiyordu. Yine de Tolga'nın sesi, bana bir umut gibi geliyordu. Bir ışık gibi...
Tolga, ellerimi tuttu. Sıcak parmakları, titreyen ellerimi sardı. Gözlerini gözlerime dikti.
Kollarını sıkıca bana sardı. Gözyaşları artık kendini serbest bırakmıştı. Ağlıyorduk, ikimiz de ağlıyorduk... Defne sadece arkadaş değildi, o bizim ailemizdi. O bizim yuvamızdı. Biz yuvasız kalmıştık. Biz Defne'siz kalmıştık...
Tolga'nın yardımıyla ayağa kalkıp içeriye doğru ilerledik. Alp ve Cesur kapıdaydı. Barlas'la bir şey konuşuyordu. Beni gördüğü anda gözleri kocaman açılmıştı. "Hayal?" diye bağırarak yanıma geldi. Beni yaslandığım Tolga'dan alıp kendine yasladı. "Hayal, ne oldu sana?" Telaşla beni inceledi.
Hiçbir şey diyemedim, nefesim gelemedi. Sadece sarıldım. "İyi değil, yanından sakın ayrılma." dedi Tolga üzgün ses tonuyla. Alp'in kolları belimi sarıp beni bir çırpıda kucağına aldı. "Birtanem, her şey düzelecek tamam mı? Lütfen kendini yıpratma."
"Onun dinlenmesi gerekiyor." Dedi Tolga onu uyararak. Bir oda ayarlayalım. Tam o sırada Nil koşarak yanımıza geldi. "Savaş uyandı. Uyandı, başardı!"
Cesur ve Barlas koşarak oraya doğru giderken Alp kucağında olduğum için yavaşça beni taşıyordu.
Oraya geldiğimizde kucağından inmek istedim ve cama yaklaştım.
Ahu ve Zümra Hanım sarsılmış bir halde ayakta duruyorlardı, ama bedenlerinin gücü değil, sadece endişeleri onları ayakta tutuyordu. Dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi. İçeride beyaz önlüklü doktorlar telaşla Savaş'ı kontrol ediyordu. Kalp atışlarını, solunumunu, monitörleri... Her şeye aynı anda yetişmeye çalışıyorlardı.
Fakat... bir şey oldu.
İçeride, o sessizlikte garip bir kıpırdanma duyuldu. Savaş'ın dudakları titredi. Sanki bir şey fısıldadı. Doktorlar yaklaştı, başlarını eğip kulak kesildiler. Sözleri duyabilmek için nefes bile almıyorlardı. O an camın önünde nefesim kesildi.
"Ne oluyor?" diye sordum, sesim titreyerek. Ahu gözlerini kocaman açmış, şaşkınlıkla cama kilitlenmişti.
"Bir şey diyor," dedi neredeyse fısıltıyla.
Doktorlar biraz sonra başlarını sallayarak dışarı çıktılar. Zümra Hanım gözyaşlarını silmeden önlerine atıldı. Sesi kederle ve umutla titriyordu:
"Ne oldu doktor bey? Oğlum nasıl? Lütfen bir şey söyleyin..."
Doktor derin bir nefes aldı, yüzünde yorgun ama rahatlamış bir ifade vardı.
"Merak etmeyin, hayati tehlikeyi atlattı. Şimdi onu odaya alıyoruz."
Zümra Hanım ellerini göğe kaldırdı, dizleri üzerine çökmemek için yanındaki Ahu'ya tutundu.
"Çok şükür yarabbim..."
Ama o an, sevinç yarım kaldı. Çünkü bir gerçeğin ağırlığı odanın havasını bir anda buz gibi yaptı.
Ahu, doktorun önünü kesti, sesi biraz titrek ama netti.
"Abim... içeride bir şey dedi. Ne dediğini duydunuz mu?"
Doktor duraksadı. Gözlerini çevresindeki herkese dolaştırdı.
"Evet," dedi sonunda, yavaşça. "Defne'yi bulun, diyordu... Defne kim?"
İşte o an...
Zaman durdu.
Odayı kesen soğuk sessizlik, kalbimizin en derin köşesine işledi. Gözlerimiz doldu, nefesimiz yarım kaldı. Savaş'ın ilk kelimesi, bilincine kavuşurken dudaklarından dökülen tek isim... yine Defne'ydi.
*****
Seren'in anlatımıyla.
Kapının önünde durdum. Soğuk metal kulp avuçlarımda terliyordu. Avukatlık bürosunun cam kapısına yansıyan siluetime baktım. Gözaltlarım mor, yüzüm solgun, bakışlarımda tükenmişliğin izleri. Zaman, tenimde iz bırakmış gibiydi. Sanki yıllar geçmişti üzerinden, ama henüz bir gün bile olmamıştı. O yansıma bana "bitti" diyordu. Ama içimde bir ses daha haykırıyordu. Pes edemezsin.
Derin bir nefes alıp yavaşça kapıyı ittim. Cam kapı tiz bir sesle aralandı ve içeri girdim. Sanki odadaki her şey bana bakıyordu. Sessizlik duvarlara yapışmıştı; kelimeler konuşmaya korkar gibiydi. Loş ışık, tavandan süzülerek dosyaların tozlu yüzeyine düşüyor, her şey zamandan kopmuş gibi hissediliyordu. Duvarlardaki raflar kitap yığınıyla dolup taşmıştı, ama hepsi sessiz birer tanıktı yaşananlara.
Ayak seslerim halının üstünde boğuk bir yankı bırakarak masaya doğru ilerledim. Bacaklarımın titremesini durdurmaya çalıştım ama olmuyordu. Her adımda yüreğim biraz daha ağırlaşıyor, nefesim daralıyordu. Yine de düşemezdim. Ayakta kalmak zorundaydım. Çünkü o hâlâ oradaydı. Ve ben hâlâ onu kurtarabilecek tek kişiydim.
Masaya vardım. Titreyen ellerimle telefonumu aldım. Parmaklarım sayılara bastıkça kalbim daha hızlı çarptı. Her ton sesi, kulağımda bir kurşun gibi yankılanıyordu. Sonunda karşıdan tanıdık bir ses geldi.
"Başkomiser."
Boğazım kurumuştu. Sesim önce çatallandı, sonra toparladım kendimi.
"Bir plakayı bulmam lazım," dedim, kararlı ama yorgun bir tonda.
"Plakayı söyle, ilgilenirim."
Derin bir nefes alıp plaka numarasını söyledim. O an sesim düşündüğümden daha sert, daha keskin çıkmıştı. Belki de artık başka türlüsü mümkün değildi. Güçlü görünmek, en azından telefonda bile olsa, benim hayatta kalma yolumdu.
Telefonu kapattığımda içimde tuhaf bir boşluk oluştu. Sanki tüm kelimelerimi bıraktığım bir vadi vardı önümde. Elleriyle uçurumun kenarına tutunmuş bir kadındım artık. Parmak uçlarım çözülmek üzereydi ama hâlâ asılı kalmaya direniyordum.
Yavaşça sandalyeye oturdum. Ahşap koltuk gıcırdayarak bana teslim oldu. Başımı geriye yasladım, gözlerimi kapattım. İçimdeki uğultu sessizliği delip geçiyordu. Binlerce düşünce, binlerce "ya olursa" kafamın içinde çarpışıyordu. Onu nasıl geri alabilirim? Hangi adımı atmalıyım? Hangi sınırı aşmalıyım?
Cevabı netti.
Her şeyi.
Gerekiyorsa, her şeyi yakarım.
Cep telefonumun ani titreşimi, odadaki o donuk sessizliği paramparça etti. Göz kapaklarım ağırdı ama istemsizce aralandı. Tavandaki loş ışık gözlerimi aldı, sonra dikkatimi ekranına çevirdim.
Cihangir.
İsmi, ekranda yanıp sönüyordu. Kalbim istemsizce hızlandı, ama gözlerim sabit kaldı. Derin bir nefes aldım, telefonun ekranına bir süre baktım. Parmaklarım hareket etmedi. Cevaplamadım.
Telefon hâlâ titriyordu. İnatla, ısrarla... Sanki susan benliğimi zorla konuşturmaya çalışıyordu.
Ama konuşmayacaktım.
Sonunda sinirle uzandım, telefonu elime aldım. Parmaklarım ekranda kaydı, ama cevap için değil, sessizlik için. Bir hamlede engelle tuşuna bastım.
Ekran kararırken içimde yankılanan tek şey, derin bir boşluktu.
Sanki içimdeki tüm umutlar, duvarlara çarpıp geri düşmüştü. Yorgundum. Hem de çok yorgun.
Ama hâlâ ayaktaydım.
Sızlayan yaralarıma, göğsümde taşıdığım ağırlığa ve beynimi kemiren düşüncelere rağmen yavaşça doğruldum.
Masadan destek alarak kalktım.
Ayakta durmak bir meydan okumaydı artık.
Ve o an...
Kafamda tek bir düşünce yankılandı.
Acaba şimdi Defne ne yapıyordu?
Ya da ona ne yapıyorlardı?
Kalbim aniden daraldı. Nefesim kesilir gibi oldu. O düşünceler, sanki boğazıma sarılmış eller gibiydi.
Tam o sırada kapı hızla açıldı. İçeri telaşla giren Hira'nın ayak sesleri odanın gerginliğini bıçak gibi kesti.
"Seren?" dedi, gözleri endişeyle üzerime odaklanmıştı.
"Sen burada, bu hâlde, ne arıyorsun?"
Yutkundum. Gözlerimi ondan kaçırmadım.
Sözlerim sakin ama içinde kasırgalarla geldi.
"Defne'nin peşine düşeceğim."
"Seren, yapma! Yalnız başına bir şey yapamazsın!"
"Başka yolum yok. Defne'yi o halde bırakamayız."
O an yeniden telefonum çaldı. Bu sefer farklı bir isim.
Sedat. Biraz önce konuştuğum başkomiser.
Titreyen parmaklarım ekrana uzandı.
"Efendim?"
"Seren Hanım," dedi biraz önce aradığım başkomiser ciddi ama sakin sesi.
"Attığınız plakayı tespit ettik. Konumu birazdan size atıyorum."
Kalbim göğsümde çarpmayı değil, adeta dövünmeyi seçti.
"Tamamdır, ekipleri yönlendirin." Sesim soğuk, net, kararlıydı.
Telefonu kapattığımda gözlerimi Hira'ya çevirdim.
"Başlıyoruz," dedim kısık bir sesle.
"Ben de geliyorum," tam itiraz edecekken Hira elini havaya kaldırdı.
"Hiç itiraz etme, inatçıyımdır."
✨✨✨
Evin arka bahçesine vardığımda ayak seslerimi saklayarak kenardaki çalılıkların arasından geçtim. Kalbim, kaburgalarımı kıracak gibi atıyordu. Nefesim düzensizdi, ama gözlerim dikkatle bahçeye odaklanmıştı.
Ve o an...
Gördüm.
Defne tam karşıda, yüzü donuk, bedeni dimdik. Elinde bir silah vardı.
Karşısında ise Harun Amca...
Başında ne bir koruma ne de Halil'in adamları. Bahçede sadece ikisiydi. O an zaman durdu sanki. Kuş sesleri bile susmuştu.
Defne'nin kolu dimdikti, eli silahın tetiğinde. Gözleri soğuk, duygusuz.
Boşlukla dolu bakışları, bu kez doğrudan babasına yönelmişti.
Harun amca birkaç adım geri çekildi, yüzü bembeyaz olmuştu.
"Kızım, ne yapıyorsun?" dedi şaşkın ve korkulu bir sesle. Sesi titriyordu.
"Defne'm, indir o silahı!"
Ama Defne kıpırdamadı.
Ne gözlerinde bir tereddüt vardı ne de ellerinde bir titreme.
Sanki kulakları sağır, kalbi taş olmuştu.
O, başka biriydi artık.
Ben adımlarımı hızlandırdım, çitlerin yanından geçip nefes nefese bahçeye koştum.
"Defne! Yapma!" diye bağırdım.
Sesim çınladı bahçede.
Ama o hâlâ kıpırdamıyordu.
Sanki tüm dünyanın sesi susturulmuştu onun için.
O yalnızca hedefini görüyordu.
Sadece geçmişini.
Son bir an.
Parmağı tetiğe bastı.
Ve o an...
Ses kulaklarımda çınladı.
Her şey durdu.
Harun Amca'nın göğsünden kan fışkırdı. Gözleri dehşetle büyüdü, bir adım attı, sendeledi ve ağır çekimde gibi dizlerinin üstüne yığıldı. Ardından tamamen yere kapandı.
Bitti.
Defne hâlâ elindeki silahı indiremiyordu.
Eli havada asılı kaldı, gözleri hâlâ boşluğa kilitliydi.
Bir gölge gibi... ruhsuz bir kabuk gibi.
Ayaklarım yere çivilendi.
Ona bakarken içimde bir şeyler koptu.
Cihangir haklıydı.
Bu gözler... bu eller... bu soğukluk...
Bu artık bizim tanıdığımız Defne değildi.
Bu kız... Artık bir katildi.
Hiç düşünmedim.
Hiç sorgulamadım.
Ayaklarım beni Defne'nin arkasına kadar taşıdı.
Titreyen ellerim yumruk oldu. Ve...
"Tak!"
Avucumun içiyle ensesine indirdiğim darbe yankılandı bahçenin soğuk sessizliğinde. Defne'nin bedeni bir anda dengesini kaybetti, gözleri bir anlığına devrildi ve sonra baygın halde yere doğru yığıldı. Son anda kollarımı açıp onu tutmasaydım, sertçe yere düşecekti.
✨✨✨
Ambulansı aradıktan sonra Defne'yi Hira'yla beraber arabaya kadar taşıdık. Çünkü ya Halil'in ya da polislerin eline düşecekti.
Bedeni hafifti ama içimdeki vicdan ağırlığı göğsüme saplanmıştı. Arka koltuğa yatırırken başı bir yana düştü, yüzü masum bir çocuğunki gibiydi.
"Bir insan alıkoymadığımız kalmıştı Seren. Onu da yaptık sayende."
Hira'nın sesi sertti ama gözleri panikle doluydu. Elini alnına götürüp arkasına yaslandı.
Ben nefes nefese, Defne'nin başını göğsüme yaslamıştım.
"Yemin ederim, asla yapmam dediğim her şeyi yapıyorum."
"Sırada ne var peki?"
"Öğrenmek istemeyeceğin türden..."
Gözlerim Defne'nin yüzündeydi. Uyuyormuş gibi sessizdi ama bir fırtına gibi içimizde esmeye devam ediyordu.
Onu bırakmamamız gerekiyor. En azından Savaş uyanana kadar...
Eve vardığımızda hızlıca arka kapıdan girdik. Sessizlik, suçluluk gibi üstümüze çökmüştü.
"Ellerini bağlamamız gerekiyor," dedim. "Bu gerizekâlı bize de saldırır."
Hira hemen koşarak bahçeye fırladı.
Ay ışığı altında parlayan, rüzgârla hafifçe sallanan kalın bir ip bulup geri geldi. Göz göze geldik.
"Al, sen bağla, ben de ağzını bağlayacak bir şey getireyim."
Ellerim titredi. Defne'nin bileklerini sardım iplerle.
Sağlam ama nazik.
Onu acıtmak istemiyordum ama kendimizi de korumalıydık.
Hira geri döndüğünde elinde eski bir fular vardı. Ağzını bağladık.
Nefes alabileceği şekilde ama konuşamayacağı kadar sıkı.
Sonra onu koltuğa yatırdık.
Karanlıkta, loş ışıkla aydınlanan salonda zincirlenmiş bir yıldız gibi duruyordu.
Biz de karşısındaki tekli koltuklara oturduk.
Sessizlik arasında yalnızca nefes alışlarımız duyuluyordu.
Ben gözlerimi ondan ayıramadım.
"Evet," dedim. "Şimdi tek yapmamız gereken şey Savaş gelene kadar hafızasını yeniden şekillendirmek"
Ama içimden geçen düşünce daha karışıktı.
Bu gerçekten bir son mu, yoksa daha da karanlık bir başlangıcın ilk adımı mıydı?
***
Yazarın anlatımıyla.
Dilara telaşla hastaneye geldi. Savaş'ın vurulduğunu duymuş Harun'a haber verir vermez kendini yollara atmıştı. Defne'nin bunu yaptığına inanmıyordu. Aklında bin tane senaryo kurarak gelmişti hastaneye. Hemen aşağıdaki kızın söylediği odanın önüne gelince Zümra hanım ve Ahu'yu kapıda gördü.
"Zümra?" dedi telaşla. Zümra Dilara'yı görür görmez koşar adımlarla yanına geldi. Dilara şok içinde olduğu yerde durmuştu. Ona saldıracağını düşündü. Fakat Zümra tam tersini yaptı. Ona sarıldı...
"Dilara" dedi nefes nefese. "Oğlum, içeride" Dilara Zümra'ya karşılık verdi. "İyi mi? Savaş iyi mi?"
"İyi çok şükür. Odaya aldılar. Gözünü de açtı. Şimdi dinleniyor."
Dilara'nın gözleri doluydu ama yine de Zümra'nın karşısında başını kaldırıp dik durmaya çalışıyordu. Fakat bakışları bir türlü Zümra'nın gözlerinde sabitlenemiyordu. İçini kemiren pişmanlık, her nefesinde biraz daha büyüyor, boğazına düğümleniyordu. Zümra'nın gözleri... O gözlerde bir anne acısı vardı, tarifsiz, yakıcı ve sessizce kanatan bir acı.
"Ben... ben ne diyeceğimi gerçekten bilmiyorum," dedi Dilara, sesi titriyordu. Ellerini birbirine kenetlemiş, tırnaklarını avuç içine geçirerek kendini zorlukla tutuyordu. "Defne nasıl böyle bir şey yaptı, hâlâ anlam veremiyorum." Sesi fısıltıya dönüşmüş, gözleri yere kaymıştı.
Zümra derin bir nefes aldı, ama iç çekişi boğuk bir hıçkırık gibi döküldü dudaklarından. Bakışlarını boşluğa dikmiş, gözleri sanki o anı tekrar yaşıyormuş gibi donuktu. Sonra yavaşça Dilara'ya döndü. Gözleri, dolu dolu ve kırık bir geçmişin aynası gibiydi.
"Canım yanıyor, Dilara," dedi boğuk bir sesle. "Canım yanıyor." Eli göğsüne gitti, sanki içinden bir şey kopup gitmiş gibi bastırdı kalbinin üzerine. "Keşke o kurşunu bana vursaydı. Ama çocuğuma... kalbime vurmasaydı." Gözyaşları sessizce yanaklarından süzüldü. Ne bağırdı, ne isyan etti. Sadece kalbiyle konuştu. O acının kelimelerle tarifi yoktu.
Dilara ise o an yere çöktü, utançla elleriyle yüzünü kapattı. Gözyaşları parmaklarının arasından süzülürken, nefesi düzensizleşti. "Ben gerçekten çok kötüyüm... Ben böyle olsun istemezdim..." dedi, sesi kırılmış bir çocuğunki gibiydi. Suçluluk, vicdan azabı ve çaresizlik onu adım adım eritiyordu.
Geçmişin geri döndürülemeyecek bir anıya dönüşmesi onların ikisine de acı veriyordu.
Ahu, telaşla koşarak onların yanına gelmişti. "Anne!" dedi, sesi kesik ve korku doluydu. "Doktor abimi görebilirmişiz diyor." Zümra'nın gözleri aniden karar aldı. Bir saniye bile düşünmeden, hemen doktorların yanına yöneldi. Dilara, Zümra'nın peşinden hızla ilerledi, onun her adımını takip ederek ne olursa olsun yanında olmak için hızlandı.
Zümra ve Ahu üzüntüyle değişim yaparak odaya girdiler. Odaya girdiklerinde, gözleri hemen o yatağa kaydı. Savaş, cihaza bağlıydı. Vücudu makinelerin sesiyle uyum içinde çalışırken, gözleri yarı açık, yarı kapalıydı. Zümra, soluğunu tutarak oğlunun yanına gitti. Ellerini titreyerek Savaş'ın başucuna koydu, gözleri dolarak onu süzmeye başladı.
"Oğlum, canım," dedi Zümra, sesi hem sevgi hem de korkuyla karışmıştı. "İyi misin?" Gözlerinden yansıyan korku ve umutsuzluk, ona yaklaşan her saniye biraz daha yoğunlaşıyordu.
Savaş, gözlerini zorla aralayarak yavaşça konuştu. Sesi kesik, güçsüz ama tanıdık bir tonda yankılanmıştı. "Anne..." Gözleri belli belirsiz bir şekilde Zümra'nın gözlerinde odaklandı. "Neredeyim ben?" diye sordu.
O an, Zümra'nın kalbi parçalandı. Oğlunun o kadar zayıf, o kadar kaybolmuş bir şekilde sorması, onu derinden yaralamıştı. Zümra'nın gözlerinde yaşlar birikti, ama bir anne olarak güçlü kalmaya çalışıyordu.
Savaş'ın sesi, Zümra'nın kalbini kıracak kadar zayıf ve kesikti. "Anne," dedi, her kelimeyi sanki bir güçlükle çıkarıyordu. "Neredeyim ben?" Gözleri, bulanık bir şekilde etrafı taramaya çalışırken, zihni de bir türlü yerleşemiyordu.
Zümra, korkuyu gözlerinden gizlemeye çalışarak sakin bir şekilde cevap verdi. "Hastanedesin oğlum, ama iyisin çok şükür," dedi, elleriyle başını okşayarak onu rahatlatmaya çalıştı. Gözlerinde hâlâ bir korku vardı, ama o korkuyu Savaş'a yansıtmamaya özen gösteriyordu.
Savaş, yavaşça başını kaldırıp etrafa bakınca, gözleri aradığı birini bulamayarak telaşla çevresini taradı. Bir an, odadaki her şeyin yabancı olduğunu hissetti. "Defne nerede? Dışarıda mı?" diye sordu, sesi kesik kesik ve titrek çıkıyordu. Gözlerinde belirgin bir korku vardı.
Zümra, ne diyeceğini bilemez şekilde gözlerini Ahu'ya çevirdi. İçindeki belirsizlik, bir çığ gibi büyüyordu. Ahu, biraz dağılmış bir şekilde başını eğdi. "Abi, Defne burada değil," dedi, ancak sesi bir yudum huzur verememişti.
Savaş, zorla kafasını kaldırıp, etrafında aradığı Defne'yi bulamayınca, daha da paniklemeye başladı. "Nerede peki? Ne oldu ona? İyi mi o?" diye sorarken sesi daha da kesikleşti, bir nefes almak için kendini zorladı ama gözlerinden endişe, korku ve çaresizlik süzüldü.
Zümra, oğlunun bu kadar endişelendiğini görmekten büyük bir acı duyuyordu. Ahu'nun söyledikleri, Savaş'ın zaten zayıflamış olan ruhunu daha da kırıyordu. "İyi ama burada değil. Henüz gelemez. Sen bunları düşünme. Bol bol dinlen," dedi Ahu, Savaş'ı sakinleştirmeye çalışarak. Ancak, Savaş bu açıklamayı kabul etmiyordu.
Savaş'ın gözleri, Ahu'nun sözleriyle daha da kararmıştı. "Ne demek gelemez Ahu? Nerede Defne? Ne oldu ona?" diye ağlamaklı bir şekilde bağırdı. Ellerini kenetleyerek yataktan kalkmaya çalıştı, ama o kadar zayıf ve yorgundu ki vücudu ona izin vermedi. Yarası acımıştı. "Ah!"
"Oğlum, dur, yaralısın hâlâ," dedi, elleriyle ona nazikçe baskı yaparak başını yastığa yaslamasını sağladı. Ama Savaş, hâlâ Defne'yi arıyordu. Gözleri hala yerinden oynamış, içine düşen boşluğu nasıl dolduracağını bilmiyordu.
Savaş, gözlerinde keskin bir kararlılıkla Zümra'ya baktı. "Anne, bırak," dedi, sesi hala boğuk ama ısrarcıydı. "Defne'yi bulmam lazım." Zümra'nın kalbi, oğlunun bu kadar kararlı olmasına dayanamıyordu, ama ona engel olma çabası, daha da derinleşen bir acıya dönüştü. O an, Alp ve Cesur içeri girdiler.
"Abi?" diye seslendi Cesur, telaşla Savaş'ın yanına gelerek hafifçe üstüne eğildi. "Ne yapıyorsun sen? Dinlenmen lazım." Ancak Savaş, gözlerini sertçe ona dikip, hâlâ Defne'yi arayan bir ifadeyle cevap verdi.
"Defne nerede? Ne oldu ona? Bana doğru söyleyin!" Sesindeki kesik kesik tını, her bir kelimeyi çıkarırken bile ona acı veriyordu. Gözleri, zorla açılan, hala kararmış odada başka bir şey arıyordu. Defne, düşüncelerinde öylesine derindi ki, her şeyin gerisinde, her şeyin önündeydi.
Alp, sakin ama kararlı bir şekilde cevap verdi. "İyi, merak etme, bir şeyi yok." Ancak Alp'in söyledikleri Savaş'ı ikna etmeye yetmedi. Gözlerinde bir boşluk vardı, bir şey eksikti, bir his, bir güven duygusu eksikti. "Yalan söylüyorsunuz," dedi Savaş, sert bir şekilde, sesindeki umutsuzlukla. "Ona kesin bir şey oldu. Bana söylemek istemiyorsanız, kendim bulurum."
Savaş bir kez daha yataktan kalkmaya çalıştı, bedeni hâlâ güçsüzdü, ama ruhu çok daha kararlıydı. İçindeki boşluğu, yalnızca Defne'yi bulduğunda doldurabileceğini hissediyordu. Bu kez, Cihangir içeri girdi ve durumu kontrol altına almaya çalıştı.
"Dur, ne yapıyorsun Savaş!" dedi Cihangir, sesi biraz daha sert ve panik kokan bir tonda. Savaş, Cihangir'in sesini duyduğunda, bir an için bakışları karıştı, ama hırsı bir an bile peşini bırakmadı.
"Defne'yi bulacakmış," diye açıkladı Cesur, ama Savaş'ın kararlılığını kırmaya yetmedi.
"Bana yalan söylüyorlar," dedi Savaş, ağlamaklı ama inatçı bir şekilde. "Defne iyi falan değil. Onu görmem lazım." Savaş'ın gözleri, o an her şeyi çözmeye çalışıyordu. Zihninde, her anının bir eksik parçayı yerine koymaya çalıştığı bir bulmaca vardı. Defne'nin kaybolmuşluğu, ona o kadar ağır geliyordu ki, bir an olsun pes edemiyordu.
Cihangir, derin bir nefes alarak, Savaş'ın gerçekleri anlamasını sağlamak için konuştu. "Savaş, Defne seni vurdu," dedi bir anda hiç beklemeden.
Bu sözler, Savaş'ın zihnini şok etkisiyle sarstı. "Hatırla, o sana ateş etti." Önce duraksadı, ardından olayları tek tek hatırladı. Defne'nin gözlerindeki acıyı, ellerindeki silahı, onu nasıl vurduğunu... Yavaşça gözleri bulanıklaştı ama yine de kararlıydı.
"Nerede?" diye sordu, ama bu kez sesi daha da kırık ve hüzünlüydü. Gözlerinde bir çelişki vardı, bir şeyler hatırlamak istemeyen bir hal ve vazgeçemediği bir arzu. Savaş'ın zihni, karanlık bir koridorda kaybolmuş gibiydi ve o koridorda sadece Defne vardı.
Bu cevabı işte kimse bilmiyordu. Tek kişi hariç. Cihangir. Sabırla gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. "Kızlar onu bulmuşlar ve eve götürmüşler. Birkaç gün orada kalacak. Sen çıkana kadar da göz kulak olacaklar. Tamam mı? Ama sen dinlen, bu halde onun karşısına çıkamazsın." Savaş başını iki yana salladı. "Fotoğrafını göster ya da videosunu."
"Tamam, kızlara haber veririm atarlar. Sen dinlen."
Aniden Keno'nun telaşla odaya girmesi, bir anda ortamı gerginleştirdi. Kapıyı sertçe çarptı ve odadaki hava bir anda değişti. Gözleri panik içinde, nefesi hızla kesiliyordu. Kolları titreyerek Dilara'nın dikkatini çekmişti. "Dilara hanım," dedi, sesi zor duyuluyordu, ama ne söylediği keskin bir darbe gibiydi.
Dilara hemen başını çevirdi, gözlerinde soru işaretleriyle birlikte bir anlık korku belirdi. "Ne oldu?" diye sordu, sesi ise bir o kadar sert ve kesikti. Ne olursa olsun, soğukkanlılığını korumak zorundaydı.
Keno'nun gözleri neredeyse ağlamaklıydı, vücudu öne doğru eğilmişti, her bir kelimesi ağzından zorla dökülüyordu. "Harun bey," dedi nefes nefese, kelimeler yavaşça ama büyük bir korkuyla ağzından çıktı. "Vurulmuş!"
Aniden, sesin etkisiyle zaman sanki durdu. Dilara'nın yüzü bembeyaz oldu, gözleri büyüdü. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Keno'nun sözleri, onu dondurmuştu. Ne yapması gerektiğini, nereye koşması gerektiğini bilmeden, bir anlık şaşkınlık içinde kalmıştı. Tüm bunların gerçekliğini sorgulama aşamasına geçmişti.
"Ne?!" diye şok içinde bağırdı Dilara. "Defne vurmuş." Oda buz kesti. Hiç kimse ağzını açıp tek kelime etmemişti...
Dilara'nın sesi, şokun etkisiyle tiz bir çığlık gibi odanın dört bir yanına yayıldı. "Ne?!" diye bağırdı, gözleri kocaman açılmıştı. Vücudu geriye doğru savrulmuş, bir an için dengeyi kaybetmişti. O an, zaman sanki durmuştu. Gözlerinde bir anda beliren dehşet ifadesi, her şeyin ne kadar korkunç ve beklenmedikdi. Dilara'nın vücudu, sanki ona gelen bu şok haberine karşı tepki veremeyen, donmuş bir heykel gibiydi.
Keno'nun telaşlı sesi odayı sarmıştı, ama Dilara'nın kulaklarına sadece "Defne vurmuş." cümlesi çınladı. O an bir soğukluk oda içinde yayıldı, herkes bir adım geri atmış gibiydi. Bir buz kütlesi her köşeye yerleşmişti ve herkesin nefesi bir anda kesilmişti. Kimse ağzını açıp tek bir kelime bile etmemişti. Zihinsel bir boşluk vardı. O an, sadece o dehşet verici cümle havada asılı kalmıştı. Defne babasını vurmuştu...
***
Mavi gözlerin sahibi ekrana odaklanmış, kasvetli bir sessizlik içinde düşüncelerine dalmıştı. Yüzünde kararlı bir ifade vardı, ama aynı zamanda gözlerinde bir sorgulama belirtisi de belirmekteydi. "Zamanı geldi," dedi, sesi derinden ve sakin bir şekilde yankılandı. Bir an gözlerini kısıp, ekrandaki her detayı dikkatle inceledi. Kaşları hafifçe çatılmış, düşüncelerinin derinliğine dalmıştı. Dudakları neredeyse hiç hareket etmiyor, ama bu, onun tamamen kontrol altında olduğunun bir göstergesiydi.
"Her şeyi hesaplamış, her şeyi planlamış. Bu kız çok garip," diye ekledi. Gözlerini ekrandan ayırmadı, ama bu cümleyle birlikte dudaklarının köşesinde bir belirsiz kıvrılma görüldü. Hafif bir alaycı gülümseme, çok kısa bir süreliğine belirdi.
Yanındaki adam, onun dikkatini bozmadan konuştu. "Belki de Halil'i tanıyordu," dedi, sesindeki fısıldama, ortamın kasvetli havasını biraz daha pekiştirdi. "Poyraz, yapacak mısın?" Adamın kaşları hafifçe yükseldi, dudakları gergindi ama hiçbir şekilde hareketsizdi. Yüzü donuk, ama dikkatli bir şekilde başını eğerek konuştu. Gözleri hala mavi gözlerin sahibine odaklanmıştı. O sırada gözleri daha da kısıldı, düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu.
"Onun ona ulaşacağını biliyordu. Asaf, sonunu belki de tahmin ediyordu," diye ekledi Poyraz. Sözcüklerinin ardından bir sessizlik geldi. Kaşları iyice çatılmıştı, gözlerinin derinliğinde bir şeyler hesaplanıyordu. Yanındaki Asaf'ın söyledikleri, bir anlamda kendisinin de farkında olduğu bir durumu onaylıyordu. Defne her şeyi planlamıştı. Ve yine tuzağa düşen değil, tuzağı kuran o'ydu.
5 ay önce
Defne'nin anlatımıyla.
Gece boyunca uykusuz kalmıştım, göz kapaklarım neredeyse her an kapanmaya hazır gibiydi. Yorgunluk, bedenime ve zihnime iyice yerleşmişti. Gözlerim ağırlaşmış, her saniye daha da derinleşen bir uyku isteğiyle kıvranıyordum. İçimdeki huzursuzluk, bir türlü gitmek bilmeyen bir ağırlık gibi hissettiriyordu. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapatmaya çalıştım ama aklımda bir sürü düşünce vardı. Düşüncelerim, karanlık odanın içinde yankı yapıyordu.
Ya Savaş beni koruyamazsa? Bu düşünce, kalbimi sıkıştıran, nefesimi kesen bir korkuya dönüşüyordu. Gözlerim kapanmaya başladı ama bir türlü uyuyamıyordum. Aklımda Savaş'ın yüzü, onun bana söyledikleri ve bana güvenmeye dair gösterdiği her şey dönüp duruyordu. Ama ya o gerçekten her zaman yanımda olamazsa? Ya bir şekilde beni koruyamayıp her şeyin kaybolmasına neden olursa?
Ya her şey kötü olursa? Yavaşça vücudumun gerginliği arttı, içimdeki kaygı daha da yoğunlaşarak boğazımı sıkıştırıyordu. Bu soru, her an aklımın içinde dönüp duruyordu. Her şey, her an kötüye gidebilir miydi? Aklımda, yaşadığım anların hiç de güvenli olmadığını hatırlatan karanlık bir düşünce yankılandı. Huzursuzluk içimi kaplamıştı ve bu düşüncelerin ardı arkası kesilmiyordu.
Ve son olarak, ya Halil beni yakalarsa? Bu düşünce, her şeyden daha korkutucu geliyordu. İçimdeki korku, bir anda sımsıkı kalbime yerleşti. Halil'in beni bulması, onun karanlık gücüne ve geçmişteki acımasızlığına dair her şey, aklımda canlanıyordu. O anı düşündükçe, adeta içinde kaybolduğum karanlık bir tünelden geçiyordum. Bir adım bile atsam, her şeyin kontrolden çıkacağı hissi beni paralıyordu.
Göz kapaklarım iyice ağırlaşmıştı ama aklımdan geçen her şey, uyumama engel oluyordu. Bir türlü rahatlayamıyordum, her düşünce birbirini takip ediyor, içimdeki huzursuzluk tüm bedenimi sarıyordu.
Bedenim hala yorgundu, ama içimdeki huzursuzlukla bir şeyler yapma zorunluluğu arasında sıkışıp kalmıştım. Her zaman bir B planım olmalıydı, bunu biliyordum. Ayağa kalkarken vücudumun ne kadar yorulduğunu hissedebiliyordum ama kafamda tek bir düşünce vardı. Bir şeyler yapmalıyım.
Hızla odanın ortasında durarak, gözlerimi aynaya kitledim. Yüzüm, son günlerin yorgunluğunu taşıyor, ince çizgiler ve derinleşmiş göz altlarım bana çok şey anlatıyordu. Defne, ne badireler atlattın sen ama yolun hala çok uzun. Bu düşünceler aklımı sardı. Bazen tüm yaşadıklarımın bir yansıması gibi hissetsem de, ilerlemek zorundaydım. Ama içimde bir korku vardı. Başına neler geleceğini bilmiyorsun. Korkularım her zaman peşimi bırakmıyordu.
Bir an daha kararlı bir şekilde bakışlarımı aynadan çekip masama yöneldim. Adımlarım, belirgin bir kararlılıkla her geçen saniye daha da güçlü atılıyordu. Masamın başına geçtim, ellerim bir an için masaya yaslandı. Derin bir nefes aldım, zihnimi toparlamak istedim. Gözlerim bilgisayarımı buldu ve ekranı açıp kamerayı aktif hale getirdim. O kadar garip ve soğuk bir duyguydu ki. Belki de sıradan bir şey gibi görünebilirdi, ama o an tek bildiğim, elimden başka bir şey gelmiyordu.
Kamerayı açarken, odadaki hava bir an soğudu gibi geldi. Kendi yansıma görüntüm ekranda belirdi. Evet, bir video çekecektim. Kameranın karşında durmak, biraz garip bir şekilde hissediyordu. Ama başka çarem yoktu. Başımı hafifçe eğip kendimi izlemeden, bu anı kayda almam gerektiğini biliyordum. Elim titreyerek fareyi hareket ettirdim ve kayda başladım. Gözlerim ekranda kendime bakarken, bu eylemin bana ne kadar tedirginlik verdiğini fark ettim.
Burası tek başıma kaldığım, kendimle yüzleştiğim yerdi. Her ihtimale karşı bir şey yapılması lazımdı. Gözlerimdeki kararlılık, bir şekilde hayatımı korumam gerektiğini bana hatırlatıyordu.
Her kelimeyi dikkatle seçerek ve yavaşça, derin bir nefesle videoya odaklandım. Hafifçe bir gülümseme belirirken, o anın ağırlığı gözlerimden okunuyordu. Yavaşça kameraya baktım.
"Bugün 8 Aralık 2024. Saat 08:34. Ben Defne Yıldız Aksoy." İlk cümlem o kadar sıradanmış gibi duruyordu, ama içimde bir şeyler titriyordu. Kendi sesimi duyarken içimdeki korku, kararlılık ve korkunun birleşimi yavaşça yüzüme yayıldı. O an, bilerek, adımlarımı geleceğe doğru atıyordum.
"Eğer bu videoyu izliyorsan büyük ihtimalle hafızan silinmiş, ve çoktan Halil'in askeri olmuşsundur. Eğer daha kötü ihtimal öldüysen bu video ortaya çıkmayacak ve sanırım savaşı kaybetmişsindir."
Bir an düşüncelere daldım, sonra tekrar kameraya odaklanarak konuşmaya devam ettim. "Birinci ihtimale geri dönecek olursak, kafanın karıştığını neyin yanlış neyin doğru olduğunu anlamakta zorlanacaksın. Etrafındaki insanların hepsinin sana zarar vermek istediklerini düşünebilirsin. Hatta daha kötüsü Halil'in tek çıkış yolun olduğunu düşünebilirsin. Ama beni iyi dinle." Bu cümleyle bir karar vermiş gibi görünüyordum. Gözlerim ekranda titreyen yüzüme kilitlendi.
"Halil iyi birisi değil. Sana geçmişte çok zarar verdi. Sana hem fiziksel hem zihinsel saldırıda bulundu. Ona asla güvenme. Ve şunu sakın unutma! Sen katil değilsin! Sen suçlu değilsin! Sen siyah değilsin! Sen kirli değilsin! Sen parlak bir yıldızsın!" Hafifçe gülümsedim. İnsanın kendisiyle konuşması ne kadar garipti. Üstelik kendini bu kadar iyi tanıyorken. "Bu videoyu çekiyorum çünkü ben kendimi iyi tanıyorum. Seni kimse durduramaz. Seni sadece ben durdurabilirim. Dur, Defne dur!"
Bu video, geleceğin belirsizliğine atılmış bir adım gibi hissediliyordu, fakat o an hiçbir şey beni durduramayacak gibiydi. Halil beni öldürmeyecekti, aileme zarar vermek için beni kullanacaktı. Bunun için ise tek bir yol kalıyordu. Zihnimi ele geçirmek...
Üzerimde saten lacivert geceliğimi değiştirmeden odadan çıktım.
Savaş, kahvaltı masasının başında oturuyordu, elleri sakin bir şekilde tabletin ekranına odaklanmıştı. Fakat her hareketi, kendini bir şekilde bu odadan izleyen biriymiş gibi çok dikkatliydi. Kahvesini tam ağzına götürdüğünde, burnunda hafif bir koku aldı ve sesimle dikkatini çekti.
"Erkencisin," dedim, ağzımdan çıkan kelimeler pek de net değildi. Uykusuzluk yüzünden sesim bozulmuştu, ama yinede anlaşılıyordum.

Başını çevirip bana döndüğünde, bir anlık şaşkınlıkla gözleri genişledi. Lacivert saten kumaşına dikkatlice bakarken, bir süre sessiz kaldı. Gözleri, benim üzerimdeki rahat kıyafetle karşılaştırdığında, ifadesinde bir kaç saniyeliğine bir gerilim belirdi.
Kaşları hafifçe çatıldı, gözleri merakla takıldı. "Üzerini değişmedin mi?" diye sordu, ama sesi o kadar yumuşaktı.
Ev asla sıcak değil. Aksine soğuktan donmama çok az kaldı. Ama sırf beyefendinin dikkatini çekmek için kullandığım birkaç yöntemlerden birisiydi.
Savaş boğazını temizleyip bakışlarını hemen kaçırdı. Gözleri kısa bir an için dekolteme kayarken, hemen geri çekildi. Ne kadar bakmak istese de, sanki ona bu bakışlar yasakmış gibi bir tavır takındı. Ama ben bunu hissetmiştim, bakmaya deli gibi istekliydi, ama bakmamalıydı, değil mi?
"Ev sıcak değil de sana sıcaklık gelmiş olabilir," dedi, sesi hafifçe titrerken, ama yine de serinkanlı olmaya çalışıyordu. Gözlerinde bir haylazlık parlıyor, her an bir anlık daldığı düşüncelerinden uyanmaya çalışıyordu. Ben de, gözlerinin dekoltemi izlediğini fark ettikçe hafif bir gülümseme belirdi dudaklarımda. Yavaşça yanına yaklaştım ve aramızdaki mesafeyi iyice daraltarak, sesimi daha da alttan alarak, "Evet, çok sıcak, bayağı sıcak yanıyorum," dedim.
Bir anlık sessizlikte sandalyemi yanına kaydırıp ona daha da yaklaştım. Aramızdaki mesafe artık neredeyse sıfıra inmişti. Koluma dokunduğunda, bedeni anında tepki vererek sertleşti. Gözlerim onun kaslarının nasıl bir anda gerginleştiğini izlerken, dudaklarımda hafif bir gülümseme belirip kayboldu. Yavaşça, başımı eğip, yüzümü onun yüzüne yaklaştırdım. Nefesimi hissettiği anda, dudaklarım arasında fısıldadım, "Benim canım bir şey istiyor," diyerek, nefesimi doğrudan yüzüne çarptım. O an, aramızdaki elektrik tamamen yoğunlaştı.
Gözleri dudaklarıma kayınca alt dudağımı ısırdım. "Sert bir şey. Beni rahatlatacak türden." dedim, gözlerim gözlerine kilitlenmişti. "Ne gibi mesela?"
Göz bebekleri büyüdü, boğazı hafifçe hareket etti.
Dudaklarıma baktı.
Tam da o anda geri çekildim, omuz silktim.
"Koyu kahve gibi mesela. Şekersiz. Uyumadım da dün gece."
Göz kırptım. O ise hâlâ orada, o anda kalmış gibiydi. "Ne?!" Şok içinde sanki rüyadan uyanmış gibiydi. "Bana kahve yok mu?" diye tekrar sorunca Savaş şoktaydı. "Sen benimle oyun mu oynuyorsun?" dedi sinirle. Ooo beyefendiyi kızdırdık. Güzel.
Savaş kahvesine odaklanırken, ben bir kez daha sorumu sordum, "Bana kahve yok mu?" Sesimdeki alaycı tınıyı fark etmemişti, ama gözlerinden anladım ki şoktaydı. Gözleri büyüdü, şaşkınlıkla bana bakarken, "Sen benimle oyun mu oynuyorsun?" dedi, sesi biraz sertleşmişti. Ooo, beyefendiyi kızdırmıştım. Güzel, hoşuma gitmişti.
Kahkaha atacak gibi oldum, ama suratımı ciddi tutarak, "Ne? Yoksa seninle sevişmek istediğimi mi düşündün?" dedim, alaycı bir tonla. Savaş'ın gözleri, önce şaşkınlıkla sonra da öfkeyle doldu.
"Yaptığın saçmalık! Hiç de komik değil," diye çıkıştı. Sesindeki sinir, bana daha fazla eğlence kaynağı sundu. O kadar sinirliydi ki, hemen bir adım daha attım. Savaş'ın bu kadar öfkelendiğini görmek gerçekten keyifliydi.
"Güzel, kocam bey," dedim, dilimin ucunda gizli bir şehvetle. "Sadece şaka yaptım. Seni kışkırtmak hoşuma gidiyor." Gözlerinde kısa bir anlık bir sinir patlaması daha belirdi. Sinirle gözlerini devirip, kahvaltısına devam etmeye çalıştı ama ben onu rahat bırakacak gibi değildim.
Vazgeçer miyim? Asla! Ayağa kalkıp, hızlıca kucağına yerleştim. Onun şaşkın bakışları altında, kollarını omuzlarımın etrafına saracak kadar yaklaştım, bu anın tadını çıkararak. Savaş bir an irkildi, ama gözlerinde yine aynı karışık duygular vardı; öfke, çekim, belki biraz da belirsizlik.
"Kocacığım, küstün mü sen bana?" Bir çocuk gibi dudaklarımı büzüp ellerimi göğsüne yasladım. Oturduğum yer tam olarak kasığının üstüydü. Ve evet, tahmin ettiğim gibi sertti. Biraz önce beyefendinin ayarlarıyla oynadığım için o bu haldeydi.
Ama onun sıcaklığı... iliklerime kadar işliyordu. Sert vücut hatları, nefes alışlarındaki düzen ve o bastırmaya çalıştığı öfke, bana daha da yaklaşmak için neden sunuyordu sanki. Dizlerinin üzerinde otururken, bedeninin altında yatan sıcaklığı, kaslarındaki gerginliği, ellerini kımıldatmadan beni uzaklaştırmaya çalışmasını tüm benliğimle hissediyordum.
"Defne, kalk kucağımdan!" dedi sonunda. Sesi sertti ama içinde bir kararsızlık vardı. Ne kadar sinirlense de, o an beni itmedi. Çünkü içten içe, kalmak istiyordu. O kadar netti ki bu. Gözlerine baktığımda, içinde yanıp tutuşan bir ateşin, onu yavaşça eritmeye başladığını görüyordum.
"Tamam," dedim hafifçe gülümseyerek, ama sesimdeki ciddiyeti hissetmesini sağladım. "Sana birkaç uyarıda bulunacağım." Eğildim, dudaklarım neredeyse kulağına değecek mesafedeydi. "Sakın başka bir kadına gözünün kaydığını görmeyeyim."
Başını hafifçe bana çevirdi, gözleri artık daha koyuydu; içinde ciddiyet ve bir parça kırgınlık taşıyordu. "Seninle olduğum sürece kimseye bakmam diye söz verdiğimi hatırlıyorum," dedi, sesi bu kez daha yumuşak, daha içtendi. Ama benim o an asıl niyetim onu biraz daha dürtmekti.
"Evet," dedim, bir adım daha yaklaşıp gözlerinin içine bakarak. "Ama o sözü Sarp'ken vermiştin."
Cümle havada dondu. Sarp... geçmişi hatırlatmak, bizim üzerimize çöken eski gölgeleri yeniden masaya sürmekti. Ve ben, bu gölgelerin içinde bile onu kıskanacak kadar, hâlâ tutkuyla seviyordum. Gözlerinin içindeki dalgalanma, söylediklerimin onda nasıl yankılandığını açıkça gösterdi.
"Sadece isim değişikliği var karıcığım, sözlerim değişmedi." Gözlerindeki ima yerini aldı. Savaş'ın elleri belime sarıldığında, parmak uçları tenimde yavaşça gezinir gibi bir sıcaklık bıraktı. İçimde dalga dalga yayılan bir titreme hissettim. Nefesim hafifçe kesilirken ellerimi göğsüne yasladım. Sertti, güçlüydü. Kalbinin hızlı atışını avuçlarımda hissetmek mümkündü.
"Sana nasıl güvendim, hâlâ aklım almıyor," dedim, bakışlarım onun gözlerine saplanmıştı; hem kırgın hem de meydan okurcasına.
Uyarı!!!! 18+sahne içeriyor!
O ise dudaklarını kıvırarak sinsice bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Gözlerinde tanıdık o tehlikeli kıvılcım belirmişti.
"Aklını almayı başarmışım demek ki," dedi, sesi koyu bir tonda, adeta ciğerime işledi.
Cevap vermedim. Birden ona doğru eğilip bedenimi onun bedenine bastırdım. Beklemediği bu hareket karşısında gözlerini kapattı. Başını hafifçe geriye attı; çenesindeki hatlar belirginleşti. O an içgüdüsel bir refleksle alt dudağımı ısırdım. O hâli... o kontrolsüzlük... içimdeki ateşi daha da körükledi.
"Senin aklını aldığım gibi mi?" dedim, sesim sanki aramızdaki havayı delip geçiyordu.
"Kes şunu!" dedi sertçe ama sesi titriyordu; hem öfkeden hem de arzudan.
"Niye?" diye fısıldadım. Yüzümü onun boynuna yaklaştırıp sıcak nefesimi tenine bıraktım. "Onu hissediyorum diye mi?"
Kollarımı yavaşça boynuna dolayıp, parmaklarımı ensesinde gezdirdim. Teninin sıcaklığı parmak uçlarıma geçti. Onunla aramdaki boşluk yok olmuştu. Göğsüme bastırdığım ellerimle bedeninin her titreşimini hissediyordum.
"Dokunmak için çıldırıyorsun değil mi?" dedim, sesimdeki alaycı tını, kalbimin hızına ters düşüyordu.
Kendimi ona biraz daha bastırdım. Kalçam onun bacaklarına tam yerleşmişti. Savaş'ın alt dudağı yeniden dişlerinin arasına girdi. Gözlerini gözlerime diktiğinde, o bakışlarda sadece öfke ya da şaşkınlık yoktu. İçinde bastırılmış bir tutkunun en çiğ, en ham hâli vardı. Gözlerinin rengi koyulaşmış, bakışları karanlıklaşmıştı.
"Ne yapıyorsun?!" diye çıkıştı, ama sesi boğuktu. Kontrolünü kaybetmenin eşiğindeydi.
O an, bedenlerimiz birbiriyle konuşuyordu. Nefeslerimiz birbirine karışmıştı. Odanın içindeki hava ağırlaşmış, zaman yavaşlamış gibiydi. Her hareketimizde, her bakışta sınırların silikleştiği bir gerilim vardı. Ve o gerilimin tam ortasında ikimiz...
Tutkuyla savaşırken, arzunun içinde kaybolmaya hazırdık.
Onun sıcaklığı beni ıslatıyordu. "Savaş," dedim fısıltıyla. "Rahatlamak ister misin?"
"Saçmalama, kalk üzerimden!" diye Savaş emir verdi. Fakat ben devant ettim.
"Bakışların beni ıslatmaya yetiyor."
"Ne zamandan beri bu kadar arsız oldun sen?"
Yavaş yavaş kucağında hareket ederken elleriyle belimi tutup sabitledi. "Bilmem, altımdaki şey bana cesaret veriyor." Altımdaki sertlik gitgide büyürken sanki içimdeymiş gibi hissediyordum. Bakışları her yerimdeydi.
Onun sıcaklığı tenime işledikçe, içimde tarif edemediğim bir dalga yükseliyordu. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. Varlığı, nefesi, dokunuşu... Her şey fazlaydı ama bir o kadar da çekici. Başımı hafifçe eğip kulağına fısıldadım, sesim bir meltem gibi tenine çarptı:
"Savaş..." dedim nefes nefese. "Rahatlamak ister misin?"
Aniden gözlerini kıstı. Yüzüne sert bir ifade yerleşti.
"Saçmalama, kalk üzerimden!" diye emreder gibi söyledi. Ama sesi titriyordu... Kararsızlıkla, arzuyla, bastırmaya çalıştığı duygularla.
Ona aldırmadım. Gözlerimi onun gözlerine kilitleyip hafifçe gülümsedim.
"Bakışların beni ıslatmaya yetiyor," dedim cesurca, kelimelerim havayı bıçak gibi kesiyordu.
O an yüzünde bir şey kırıldı. Öfkeyle arzu birbirine karıştı.
"Ne zamandan beri bu kadar arsız oldun sen?" diye sordu, sesi neredeyse fısıltıydı.
Yavaşça, neredeyse fark edilmeden, kucağında hareket ettim. Altımdaki sertlik gitgide büyürken sanki içimdeymiş gibi hissediyordum. Çok güzeldi. Varlığını içimde olması.
Belime sarılan elleri birden güçlendi. Belimi sıkıca kavrayarak beni sabitledi. Bu tutuşun arkasındaki içgüdüsel sahiplenme beni ürpertti. Gözleri gözlerime çakılıydı ama bakışları her yerimde dolaşıyordu; her nefesimde, her kıpırdanışımda daha da kararıyordu.
"Bilmem," dedim alaycı bir gülümsemeyle. "Altımdaki şey bana cesaret veriyor." Kendimi ona daha çok bastırınca kısık sesle küfretti.
Savaş'ın yüzü sertleşti ama gözlerinin içi başka şeyler söylüyordu. Altımızda sanki zaman durmuş, oda sessizliğin içindeki fırtınayla dolmuştu. O bakışlarla beni eritiyordu; dokunmadan, sadece varlığıyla. İçimizde patlamaya hazır bir volkan vardı ve ikimiz de bu ateşi inkar edemez hâle gelmiştik.
"Sabrımın sınırındasın artık," dedi Savaş, sesi buğulu bir hırıltıya dönüşmüştü. Çenesi hafifçe titrerken gözlerindeki kontrol çabası barizdi. İçinde patlamak üzere olan bir fırtınayı tutuyordu sanki.
Ben ise baş parmaklarımla yüzünü okşarken yavaşça yaklaştım. Bakışlarım onun dudaklarına, sonra gözlerine kaydı. Parmaklarımı şakaklarından kaydırıp ensesine getirdim ve onu kendime çektim. Sesim neredeyse fısıltıydı ama anlamı sertti:
"Sınırı geç ve beni rahatlat."
Sözlerim havayı yararcasına dudaklarımdan döküldüğü anda, içindeki baraj yıkıldı. Aniden dudaklarıma yapıştı, öpücüğü sakince değil, ihtirasla, öfkeyle, susamış gibi... Dudakları dudaklarıma saldırıyor, her kıpırtısında içimdeki ateşi körüklüyordu.
Ellerini belimde hissettim, sonra bir anlık tereddütle aşağı kaydılar. Kalçalarımı kavradı tutuşu ne sertti ne yumuşak ama sahiplenecek kadar güçlüydü. Bedenlerimiz birbirine karışmış gibiydi, tenlerimizden yükselen sıcaklık, aramızdaki mesafeyi buharlaştırmıştı.
Öpüşürken nefesimizi birbirimize karıştırıyor, zamanla gerçeklik arasındaki çizgiyi siliyorduk. Dudaklarının her hareketinde içinde tuttuğu arzunun izleri vardı. Bu, sadece bir öpüşme değildi. Bu, uzun süredir bastırılan duyguların, inkar edilen arzuların, söylenemeyen sözlerin dışavurumuydu. Kendimi sürekli onun erkekliğine bastırmamla dudaklarını kısa süreliğine ayırdı. "Aklımı kaçıracağım. Sen nasıl bir şeysin öyle?" Bu kez kalçalarımdan tutup kendini bana doğru itti. Başımı geriye atıp zevkle inledim.
Bana hükmediyordu... Hem elleriyle bedenimi tutuşuyla hem de yüzündeki o kendinden emin, alaycı ifadeyle. Gözlerinin içine baktığımda, sadece arzumuzu değil, aynı zamanda üstün gelen bir gururu da görüyordum. Dudaklarının kenarına yerleşen kıvrık gülümseme ise, içimi daha da alevlendiriyordu. Bu gülümseme azat etmeyen bir ateş gibiydi-hem yakıyor, hem de daha fazlasını istiyordum.
18+ bitti!
Tam o an... tam da nefeslerimiz birbirine karışmışken, tenimiz tenimize değmeye doyamamışken...
Kapı çaldı.
Sanki biri büyüyü bozmuştu.
Savaş aniden dudaklarımdan ayrıldı. Nefesi sıcak ve kesikti, dudakları hâlâ ıslaktı. Gözlerinde bir anlığına karmaşa belirdi, sonra çenesi gerildi. Kafasını çevirip kapıya doğru baktı.
"Savaş beyciğim, neredesiniz acaba?"
Alp'in sesi kapının ardından yükseldiğinde, içimizdeki bütün o kıvılcım sanki buz gibi bir suyla bastırılmıştı.
Göğsüm hızla inip kalkıyordu, kalbim hâlâ az önceki tutkunun ritmini taşıyordu. Ama bu yarım kalmışlık... bu bastırılmışlık... ikimizi de tahammülsüz kılıyordu. Savaş'ın gözleri yeniden bana döndüğünde, içindeki sabırsızlık ve sinir açıkça yüzüne yansımıştı.
O an hiçbir şey söylemeden sadece nefeslerimizi duyduk. Gövdem hâlâ onunkine yaslıydı, ama aramızda artık bir huzursuzluk vardı. Tam yükselmişken yarım kalan bir fırtına gibi... İkimiz de tamamlanamamış olmanın siniriyle yandık.
Bu Alp'ti. Yine ortamın içine etmişti. Göğsüm hızla inip kalkarken ikimiz de rahatlamamış olmamız sinirimizi bozuyordu.
"Sen çık, üzerini değiştir, ben kapıyı açarım." Bir anda aramızdaki atmosferin tekrar değiştiğini hissettim. O an her şeyin yarım kaldığını fark ettim-tutkumuzun, yakınlığımızın, her şeyin... Kafamı hızlıca salladım, kelimeler boğazımda düğümlendi. Ayakta durmak bile zordu; bir yanda isteklerim, diğer yanda içimdeki sinirli huzursuzluk vardı.
Kucağından hafifçe kayarak indim. Sabahlığımı alırken vücudumda hala onun sıcaklığını hissediyordum, tenim onun dokunuşuyla yanıyordu. Ayağa kalkıp yanıma geldiğinde, gözleri beni inceledi, bir soru daha sormadan önce sanki içimdeki her şeyle boğuşuyor gibiydi. "İyi misin?"
Başımı sallamakla yetindim, başka bir şey söylemeye gücüm yoktu. O an hissettiğim karmaşa, tutkulu anların yarım kalmışlığından doğan bir boşluktu, ve buna karşılık verecek bir kelime bulmak, bana hiç de kolay gelmiyordu.
Hızla üstümü değiştirip yukarı çıktım. Vücudum hala ona aitmiş gibi hissettiriyordu ama zihnimdeki kaos, bir an önce her şeyin normale dönmesini istiyordu. Duş altında suyun vücuduma vurmasıyla bir nebze rahatladım. O an her şeyden uzaklaşıp sadece suyun altında kalmayı düşündüm. Temizlendikçe biraz daha sakinleştim, biraz daha toparlandım.
Keno'yla beraber Poyraz'ın apartmanının önüne geldiğimizde, kapı önünde kısa bir duraksadım. Nefesimi düzene sokup zile bastım. Kapı birkaç saniye sonra aralandı.
Poyraz karşımızda duruyordu. Üzerinde gri bir eşofman vardı, saçları dağınıktı, belli ki yeni uyanmıştı. Gözleri beni görünce şaşkınlıkla açıldı.
"Defne?" dedi, sesi hâlâ uykulu ama bir o kadar da tedirgindi.
Gözlerinin içine kısa bir süre baktım. "Merhaba," dedim, sesimde bir acele ve kararlılık vardı. "Çok vaktim yok. Birazcık konuşabilir miyiz?"
Poyraz birkaç saniye kararsızca durdu. Bakışları Keno'ya, sonra tekrar bana kaydı. Gözlerinde, neyle karşılaşacağını bilemeyen bir tedirginlik vardı. Sonunda başını hafifçe salladı.
"Tabii, geç," dedi ve kapıyı biraz daha açarak bizi içeri buyur etti.
İçeri adım attığımda, evin içini hafif bir kahve kokusu ve uykudan yeni uyanmışlığın loşluğu sarmıştı. Perdeler yarım açıktı, gün ışığı gri duvarlara usulca süzülüyordu. Ayakkabılarımızı çıkarırken kalbim, sanki birazdan söylenecek cümleleri önceden hissediyormuş gibi hızla çarpıyordu.
İçerideki loşluk, söylenecek kelimelerin ağırlığına zemin hazırlıyor gibiydi. Poyraz, salonun ortasındaki krem rengi koltuğu gösterdi.
"Otur istersen," dedi, sesi hâlâ tedirgin ama içten bir naziklik taşıyordu.
Başımı hafifçe sallayıp elimi nazikçe kaldırdım.
"Teşekkür ederim," dedim nazik ama net bir tonla. "Kısa bir konuşma yapacağım."
Ceketimin iç cebine uzanıp küçük, siyah bir flaş bellek çıkardım. Elimde sımsıkı tuttuğum o küçücük şeyin ağırlığı sanki tüm bedenime yayılıyordu. Gözlerinin içine baktım. Ciddi, kararlı ve bir o kadar da kırılgandım.
"Sana bu flaş belleği veriyorum," dedim. "Eğer bir gün başıma bir şey gelirse... yani eğer ki şimdiki Defne olmazsam... bu belleği bana geri vereceksin."
Poyraz'ın kaşları bir anda çatıldı. Gözleri büyüdü, kalbinin hızlandığını neredeyse dışarıdan hissedebiliyordum.
"Ne?! Ne diyorsun, Defne sen?" dedi, sesi titreyerek. Sanki bir anda karşısındaki tanıdığı kişi gitmiş, yerine bambaşka biri gelmişti.
"Elimde değil," dedim, gözlerimi yere kaçırmadan. "Endişelenecek bir şey yok. Sadece... peşimde biri var. Kim olduğunu henüz bilmiyorum ama... bu gerçek. Eğer ki benim başıma bir şey gelirse bu konuda sana güvenebilir miyim?"
Bir süre sessizlik oldu. Havadaki ağırlık neredeyse elle tutulur hale gelmişti. Poyraz'ın bakışları boşluğa kaydı, sonra tekrar bana döndü. Şaşkındı, kafasının içinde kelimeler birbirine çarpıyor gibiydi. Sonunda dudaklarını araladı:
"Poyraz... bana yardım edecek misin?" dedim, sesim neredeyse fısıltıya dönüşmüştü.
Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve ardından açtığında yüzünde kararsız ama net bir ifadeyle tek kelime söyledi:
"Tamam."
İçimden bir oh çektim ama yüzüme yansıtamadım. Sadece başımı eğerek minnettarlıkla gülümsedim.
"Teşekkür ederim," dedim usulca.
Flaş belleği avucunun içine bıraktım, parmakları istemsizce titredi. Ardından hızlı adımlarla kapıya yöneldim. Kapıdan çıkarken, arkamda kalan sessizlikten daha çok, içimde bir parça kendimi bırakmış gibiydim.
❤️🔥❤️🔥❤️🔥❤️🔥
Öhöm öhöm ters köşelerimi özlediniz diye duydum. Doğru bilgi mi? Alın size ters köşe. Hahahajaja tahmin ediyor muydunuz Defne'nin böyle zekice bir şey yapacağına. Şimdi kısa özet geçeyim. Bu olay 5 ay önce oldu. Yani Defne'nin hala Savaş'la birlikte olduğu dönemde. Sizce diğer bölümde neler olacak? O videoyu Poyraz Defne'ye göndermiş. Bakalım Defne o videoyu seyredince neler yapacak? Ha bir de Poyraz'la işimizin bitmediğini söylemiştim hatırlarsanlz. Babalar sözünü tutar 😎 Poyraz hikayede büyük bir etki yaratarak geri döndü. Tabii ki kısa sürede o hikayeden ayrılacak.
Ve bir duyuru daha yapayım. Savaş'ın Yıldız'ının artık resmi sayfası var. Fotoğrafı aşağıda bırakıyorum. Bir el atarsınız değil mi?
Bir de küçük heyecan yaratmak için size biraz spoilerrr vereyim. Şöyle ki Halil ölecek evet, ama nasıl ölecek o sürpriz olsun. Fakat Halil'e beraber hiç beklemediğiniz bir kişi daha ölecek. Sizce o kim? Yorumlara!!!

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.04k Okunma |
500 Oy |
0 Takip |
49 Bölümlü Kitap |