43. Bölüm

40.Bölüm: "Tutsak Zihinlerin Zincirli Kalpleri"

Adelina
adelinashwriterr

 

Satır arası yorumlarınızı bekliyorum

 

 

 

40.Bölüm: "Tutsak Zihinlerin Zincirli Kalpleri"

 

Bir kadın yıkılıyordu.

Bir evlat, babasını.

Bir kardeş, abisini kaybetti...

 

Bir parçası, bir daha asla geri gelmemek üzere yanıyordu.

 

✨✨✨

 

İki hafta sonra...

 

 

Defne'nin anlatımıyla.

 

 

İçimde tarif edemediğim bir boşluk vardı. Sanki ruhumun bir parçası benden koparılmış da geriye yalnızca içi boş bir beden kalmıştı. Nefes alıyordum ama içime çektiğim hava ciğerlerime ulaşmıyordu. Bir noktadan sonra nefes almanın bir anlamı kalmamıştı zaten. Boşluktaydım. Derin, karanlık, hiçliğin içinde süzülüyordum.

 

Bazen gözlerimi kapattığımda garip sahneler beliriyordu zihnimde. Bir an için her şey bulanıklaşıyor, sonra yavaş yavaş şekil kazanıyordu. Bir yüz… Tanıdık ama bir o kadar da yabancı… Gözlerini görüyordum ama o gözlerde kim olduğunu bulamıyordum. Kalbim o an hızlanıyordu, içimdeki o donukluk yerini kısa süreliğine bir sıcaklığa bırakıyordu. Ama tam o anda görüntü gidiyordu. Yarım kalan bir cümle gibi, kesik bir nefes gibi, hiçbir yere varmayan bir yol gibi… O sıcaklık yerini yine o tanıdık boşluğa bırakıyordu.

 

Bazen biri elimi tutuyordu sanki. Sıcak ve güven verici bir temas… Bir anlığına huzur buluyordum. Ama gözlerimi açtığımda hiçbir şey yoktu. Elimi kaldırıp baktığımda parmaklarımın arasından süzülen bir boşluk görüyordum. Kendi avucuma bakarken içimde beliren çaresizlik duygusu öylesine yoğundu ki nefesim sıkışıyordu. O eli tanıyordum aslında… Tanımalıydım. Ama zihnimde beliren o duvar beni geri itiyordu. Dokunduğumda taş gibi sert, buz gibi soğuktu. Ne kadar zorlasam da o duvarın ardına geçemiyordum.

 

Geceleri uykularım paramparça oluyordu. Karanlıkta biri adımı fısıldıyordu. "Defne…" Ses yumuşaktı ama derin bir ağırlık taşıyordu. Kalbim deli gibi atıyordu o sesi duyduğumda. Uyanıyordum. Nefes nefese, ter içinde… Ama odada benden başka kimse olmuyordu. Yine o boşlukla baş başa kalıyordum.

 

Aynaya baktığımda gözlerimdeki yabancıyı görüyordum. O gözler bana ait olamazdı. Boş, donuk, derinlerde bir şeyler saklayan ama hiçbir şey göstermeyen gözler… Kendi yüzümü tanımıyordum artık. Yüzümdeki o soğuk ifade… Sanki içimdeki her şey kurumuştu. Ne sevgi hissediyordum ne de nefret. Sanki biri tüm duygularımı çekip almıştı benden ve geriye yalnızca boş bir kabuk bırakmıştı.

 

Bazen beynimin içinde anlık patlamalar oluyordu. Bir elin saçımı okşadığı bir görüntü, birisinin omuzlarımı tutup beni kendine çektiği bir an… Ama sonra o görüntüler aniden kayboluyordu. Onlara uzanmak istiyordum ama parmaklarımın arasından kayıp gidiyorlardı. Zihnimde yankılanan bir ses vardı: Unut. O ses kime aitti bilmiyordum ama neyi unutmam gerektiğini biliyormuş gibi geliyordu.

 

Hissizdim. Kırık dökük hatıraların arasında çaresizce savruluyordum. Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordum ama neyin yanlış olduğunu bulamıyordum. Zihnimdeki duvarlar yıkılmıyordu. Ne kadar sert vurursam vurayım, yalnızca yankılanan sessizlik geri dönüyordu.

 

Beni buraya iki kadın getirmişti. Yüzlerini net hatırlıyordum. Biri uzun boylu, kahverengi saçlıydı. Gözleri sertti ama bakışlarında bir tehdit yoktu. Diğeri daha kısa, daha yumuşak yüz hatlarına sahipti. Saçları kızıldı. O, daha nazik davranıyordu. Bana asla kötü davranmadılar. Su verdiler, yemek verdiler, ama yine de ellerimi ve kollarımı bağlamışlardı. Hareket edemiyordum. Yataktan kalkmak istediğimde bile izin vermiyorlardı.

 

İlk gün çok fazla konuşmadılar. Sadece beni izlediler. Onların bakışlarında bir şeyler vardı… Bir şey bildiklerini, benim ise bunu bilmediğimi hissettiren bir şeyler. Gözlerinde acıma mı vardı, yoksa pişmanlık mı, emin olamıyordum. Ama bir şey kesindi. Onlardan korkmam gerektiğini düşünmüyordum. Çünkü bana zarar vermek istemiyorlardı. Onların amacı farklıydı.

 

Ama orada olmamın bir nedeni vardı. O neden, o adamdı.

 

Onu vurduğumu söylediler. O adamın babam olduğunu söylediler. Ama bunu hatırlamıyordum. Zihnimde o anı bulmaya çalıştım, ama her şey sisin ardında kalmıştı. Tek hatırladığım, silahın tetiğine dokunduğum o an… Parmaklarımın ucunda metalin soğukluğunu hissetmiştim. Bir patlama sesi, bir çığlık… Sonra sessizlik. Ve kan… Her yerde kan vardı.

 

O an zihnimde belirdi. O adamın yere düşerken bana baktığı an. Gözleri… Kahverengiydi. Derin ve sıcak bir kahverengi. O bakışın içinde öfke yoktu. Nefret yoktu. Orada yalnızca… Sevgi vardı. Evet, sevgi. Bir insanın ölümle yüzleşirken bile gözlerinde görebileceğiniz türden saf bir sevgi. Beni tanıyan, beni seven birinin bakışıydı o.

 

Bunu hatırladığım an kalbime bir ağrı saplandı. Beni seven biri olamazdı. Beni seven biri babam olamazdı. Babamı hatırlamıyordum. Bir yüz, bir ses, bir anı… Zihnimde hiçbir şey yoktu.

 

Beni kaçıran kadınlardan biri yanıma oturmuş, gözlerime bakmıştı. "Babanı vurdun, Defne," demişti sessizce. "Onu tanımıyordun ama o seni seviyordu."

 

"Günaydın" dedi kızıl saçlı kadın merdivenleri inerek. Başımı sallamakla yetindim. Çünkü ağzım kapalıydı. Mavi gözlerini kısarak gözlerime baktı. "Sana iyi haberlerim var. Vurduğun adam yani Savaş bugün taburcu oluyor. Baban ise odaya alınmış. Durumu gayet iyi."

 

İmayla güldüm. Sanki umrumda değilmiş gibi. Ve bir de şu iki hafta bana garip ilaçlar yediriyorlardı zorla tabii. Ve bu ilaçlar artık her şeyi sorgulamama neden olmuştu.

 

Yanıma gelip işaret ve baş parmağıyla ağzımdaki bandı çıkarttı. "İyi haber bu mu? Amacım ikisini de öldürmekti!"

 

Tam karşımdaki sehpanın üzerine oturup gözlerini kısarak bana baktı. Başını hafifçe yana doğru eğdi.

"Eğer öldürmek isteseydin öldürürdün." Bu kadar eminlik neredendi? Gözlerine bakmaya devam ederken devam etti. "Kimse fark etmedi belki ama benim gözümden kaçmadı Defne. Sen Savaş'ı kalbinden vurabilirdin. Çünkü namlu tam da kalbinin üzerindeydi. Ama sen bir seçim yaptın. Onu yaşatmayı seçtin."

 

İnkar etmek istedim ama inkar edecek bir cümle bulamadım. Çünkü o an gerçekten öyle istemiştim. Karşımdaki adam bana yabancıydı, evet, onu vurmam gerekiyordu. Ama yapamadım. Elim istemsizce kaymıştı. Onu vurmak istememiştim. Evet, o haklıydı...

 

Onunla ilgili hiçbir şey hatırlamıyordum. Halil'in dediğine göre o benim düşmanımdı. Ama gözleri... Gözleri öyle derin bakıyordu ki içimdeki buz dağını neredeyse yok edecekti. O gözler karşısında geri çekilmek zorunda kaldım. O beni geri çekilmeye zorlamıştı...

 

İçimdeki ürpertiyi bastırmaya çalıştım ama parmak uçlarım titriyordu. Ellerimi yumruk yaptım, belli olmasın diye. Karşımda duran kadın, yüzüme sanki her şeyin cevabını biliyormuş gibi bakıyordu. Gülümsedi. O an tüylerim diken diken oldu.

 

"Planın bir parçasıydı her şey," dedim. Soğuktu sesim. Yabancıydı kendime bile. Ama cümlem bir mermi gibi havada asılı kaldı.

 

Kadın kahkaha attı. Hafif, ama içinde alay saklıydı.

"Defne," dedi. Sanki ismimi ben bile unutmuşum da bana yeniden hatırlatıyormuş gibi. "Biliyorum hiçbir şey hatırlamıyorsun. Ama lütfen duygularını arka planda bırakma. Kalbini dinle, zihnini değil. Çünkü zihnin Halil tarafından ele geçirilmiş durumda. Ama kalbini ele geçiremez. Ve o kalbinde saklanan sevgiyi yok edemez."

 

Bir anlık sessizlik. İçimde yankılanan tek şey, kendi kalp atışımdı. Deli gibi çarpıyordu, kaçmak ister gibi.

Zihnim ele geçirilmiş mi? Hayır... Hayır, yalan söylüyor. Beni manipüle etmeye çalışıyor. İnanma, Defne. Sakın inanma.

 

Gözlerimi kadının gözlerinden kaçırdım. Ama içimde bir kıpırtı vardı. Küçük, huzursuz bir şüphe. O sessizce büyüyordu. Kalbimle zihnim birbirine düşmüştü. Ve savaş tam da içimde başlamıştı.

 

Kapının metalik gıcırtısı yankılandı odada. İçimizdeki gerilim bir anda keskinleşti. Başımızı refleksle çevirdik. Girişte dün gece gördüğüm kadın duruyordu—adı sanırım Hayal'di. Kızlar ona öyle seslenmişti. Elinde siyah bir kutu taşıyordu; yüzündeki kararlılıkla içeri girdi.

 

Arkasında iki kadın daha vardı. Biri, kısa kumral saçları ve buz gibi mavi gözleriyle hemen dikkat çekiyordu—Hira. Diğeri ise zaten karşımda duran, adını az önce öğrendiğim Seren’di.

 

Hayal, kutuyu masanın üzerine bıraktı. İçindeki şeyin havasını bile soluyabiliyordum sanki; geçmişime ait parçaların bastırılmış kokusu gibiydi.

"Evet," dedi, sesi net ve buyruk doluydu, "artık bu hafıza işini hızlandıralım."

 

Seren, kutuya doğru hafifçe eğildi. Merak gözlerinde parladı.

"Ne bu?" diye sordu.

Hayal gözlerini bana dikti. Parlak yeşil gözlerinde bir acele, bir tedirginlik vardı.

"Defne'nin hafızasını yerine getirecek her şey burada," dedi ve devam etti:

"Savaş bugün taburcu oluyor ve emin ol, yerin dibine de girsek, bizi bulur, Defne’yi alır. Bu yüzden Defne’yi ona hazırlamamız gerek."

 

O cümle içimde yankılandı.

“Hazırlamak mı?”

O kim de ben onun için hazırlanıyorum?

 

“O kim de ben onun için hazırlanıyorum?!” dedim yükselen bir sesle, öfkemle birlikte yerimden doğrulurken.

 

Cevap tokat gibi geldi.

“Kocan!” diye sertçe çıkıştı Hira.

Sesi odanın her köşesinden yankılandı.

 

“Seni herkesten çok seven, seni kendinden bile korumak isteyen adam o. Bu yüzden kes sesini de bizi dinle!”

 

Sanki içime bir fırtına indi. Yutkundum.

 

Hira'ya öfkeli bir bakış atınca Hayal tam karşıma geçip sehpanın üzerine kutuyu yerleştirdi. Ve içini açıp tek eşyaları çıkarmaya başladı.

 

"Öncelikle seninle yeniden tanışalım. Ben Hayal. Senin en yakın arkadaşın. Yaklaşık on yıldır beraberiz. Yediğimiz içtiğimiz asla ayrı gitmez. Fransa'da diş hekimliği okuyoruz. Son bir senemiz kaldı bitirmeye. Ve sen eski sevgilin Semih Karaca için Türkiye'ye geri döndün. 19 Ağustos uçağın indi." Kutunun içinden pasaportu çıkarıp tarihi bana gösterdi. "Fakat Semih şerefsizin seni aldattığını öğrendin. Daha aldatmamış da aldatmış gibi göstermiş." Ne aldatması, kim aldatmış? Semih kim? Eski sevgilim mi? Peki öyleyse Savaş kim?

 

"Neyse olaylar çok karışık oraya girme sen. Sonra çocukluk arkadaşın olan Serap'ın tutuklandığını öğrendin ve onu serbest bırakılması için elinden geleni yaptın. O sırada da bir adamla tanıştın."

 

Hayal kutudan bu kez fotoğrafı çıkarıp bana gösterdi. Sarp Baysoy. Namı değer Savaş Karakurt. Sana birkaç konuda yalan söyledi. Daha doğrusu kimliğiyle ilgili."

 

"Ne?!" dedim şok içinde. Sarp Baysoy muydu, Savaş Karakurt muydu? Bu adam gerçekte kimdi?

 

"Sarp Baysoy başkomiser. Fakat ikinci ismi Savaş Karakurt. Tara örgütünün beyazlar çetesinin lideri. O olayları hatırlamasan da olur sorun yok." Niye sorun yokmuş, iyice allak bullak oldu kafam.

 

"Nasıl sorun yok. Anlat hepsini!" Bu adamla olan bağlantımı merak ediyordum.

 

"Sen gerekilen olayları hatırla, geri kalanları zamanla hatırlarsın. Şimdi Savaş'la ve senin aranda inanılmaz bir aşk ilişkisi başladı."

 

İşte burada kendimi tutamadım. Ve büyük bir kahkaha attım. "Saçmalama, gidip çete liderine aşık olacağım öyle mi? Asla böyle bir aptallık yapmam!" Kızlar birbirine baktılar. Yapmış olamam değil mi? Yaptım mı? Aptal mıyım ben?

 

"Evet, böyle bir aptallık yaptın" dedi Seren umursamaz tavrıyla omuz silkerek.

 

"Önce bir anlaşmaydı evet. Ama daha sonra kara sevdaya döndü olay." Hayal anlatmaya devam etti.

 

Kaşlarımı çattım. Ne diyor bu kadın ya? Ben basbayağı göz göre göre gidip çete liderine mi aşık oldum?

Diğer fotoları çıkarınca şok olmuştum. Çünkü biz Savaş'la gerçekten evlenmiştik. Düğün fotoğraflarımız, nişan fotoğraflarımız vardı. Ben nasıl böyle bir aptallık yaptım? Gözümü kör eden şey neydi?

 

Fotoğrafın her karesinde sadece aşk dolu bakışımız vardı. Gerçekten o benim kocamdı. Aramızdaki bağ sadece fotoğraftan bile hissediliyordu. Bu farklı bir şeydi. Çok farklı duygulardı. Ben kendimi çok garip hissediyordum. Hiç aşık olmamam gereken birisine aşık mı oldum?

 

Ne diyeceğimi bilemedim. Nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Bildiğim tek şey artık diğerleri gibi normal duyguları taşımadığımdı.

 

"Defne, sizin yalnız kalbiniz değil, ruhunuz da birbirine bağlandı." Hayal sakin tonda devam etti. "Siz isteseniz istemezseniz de ayrılamazsınız. Aranızdaki ilişki çok farklıydı. Kalbinde bir yerde hâlâ Savaş duruyor. Biliyoruz, onu hisset. O sana asla zarar vermez. Ona zarar vermemen gerekiyor. "

 

"Ben bana söylenileni yaptım."

 

Seren'in sesi, titrek bir umutsuzlukla yankılandı odada. "Yapma, sana söylenilen hiçbir şeyi yapma," dedi yalvarırcasına. "Halil seni ele geçirdi. Seni yok etti. Gerçek Defne'yi yok etti."

İçimde bir yer, onlara hak veriyordu. Fakat zihnim... Hayır. Zihnim acımasızca duvarlarını örmüş, her kelimeyi bir saldırı gibi reddediyordu.

 

Başımı şiddetle iki yana salladım.

"Hayır!" diye haykırdım, sesim titrerken. "Hepsi yalan! Bunların hepsi oyun! Beni kandırmaya çalışıyorsunuz. Ben hiçbirinize inanmıyorum!"

 

Sözlerim havada asılı kaldı bir süre. Odayı ağır bir sessizlik bürüdü. Herkesin nefesi tutulmuş gibiydi.

Sonra birden, Hayal öfkeyle yerinden fırladı. Adımlarının sertliği yerleri titretti. Yanıma geldi, parmaklarını çeneme geçirdi ve acımasızca yukarı kaldırdı başımı.

 

"Bana bak!" diye hırladı adeta, dişlerini sıkarak. "Benim asabımla oynama! Senin yüzünden herkes perişan oldu!" Gözlerimi kaçırmak istedim ama parmaklarının baskısı buna izin vermedi. Gözleri, delici bir öfkeyle gözlerime kilitlenmişti. Parmaklarının baskısı çenemi acıtıyordu.

"O beynine çok güvenme!" dedi, sesi çatallı bir hırlamaya dönüşürken. Ardından kelimeler, bir kırbaç gibi yüzüme çarptı. "Savaş'ı köpek gibi seviyordun lan sen! Köpek gibi!"

Hayal’in sesi yükseliyor, odadaki havayı keskin bir gerilimle dolduruyordu.

"Her şeyi silmek bu kadar kolay değil," diye ekledi, gözlerindeki nefret pırıltısıyla.

 

Canım acıyordu, ama bu kadının pek umrunda değildi. "Hayal, dur. Hayal!" Hira ve Seren kollarından tutarak geri çekip onu benden uzaklaştırdılar. Öfkeliydim, hiç olmadığı kadar öfke tüm damarlarımda dolaşıyordu. "Bence siz benimle uğraşacağınıza başka şeylerle uğraşın." Sinsi bir gülüş kondurdum yüzüme. "Halil hepinizi mahvedecek."

 

"Ne?!" O an bir şey oldu. Yapmamam gereken bir şeyi yaptım. Söylemem gereken o cümleyi söyledim.

 

"Cevdet Çelik, oğlu Hikmet Çelik, ve Tara üyeleri bu gece toplantıda öldürülüyor. Engel olamazsınız."

 

"Ne?!"

 

"Ve daha sonra sıra size de gelecek."

 

 

✨✨✨

 

 

Savaş'ın anlatımıyla

 

 

Parmakları titrek, gözleri endişeyle doluydu. "Oğlum, iyisin değil mi?" diye sordu yine, sesi yumuşak ama içindeki panik gizlenemeyecek kadar gerçekti.

 

Annem sürekli yanağımı okşuyor yaramı kontrol ediyordu. "İyiyim anne," dedim hafifçe gülümseyerek, sabırla. "Kaç kere söylemem gerekiyor? Gayet iyiyim."

 

Ama sözlerim ona ulaşmıyordu. Gözleri hâlâ korku ve şefkatle parlıyordu.

"Canım, birtanem..." diye mırıldandı ve saçlarımı parmaklarının arasından geçirip yanağımdan öptü.

Dokunuşunda öyle bir özlem ve kırılganlık vardı ki, içim sızladı.

Elleri hâlâ titriyordu. Onları avuçlarımın içine aldım, birleştirip dudaklarıma götürdüm.

"Annem, lütfen," dedim nazik bir kararlılıkla. "Artık telaşlanma. Buradayım, iyiyim."

 

O ise başını belli belirsiz sallıyordu, kendini ikna etmeye çalışarak.

"Iyisin, iyisin," diye fısıldadı, ama sesi inandırıcı olmaktan çok uzaktı.

Kollarımı açtım, hafifçe ona yaklaştım. "Tamam," dedim. "Yanındayım. Iyiyim. Ayaktayım."

 

Başımı tam karşımdaki tekli koltukta oturan Alp'e çevirdim. "Defne'den haber var mı? İki saattir soruyorum sürekli konuyu değiştirip duruyorsunuz."

 

Annemin yüzü, bir anda kasvetli bir bulut gibi çöktü.

Gözlerindeki sıcaklık yerini sert bir karanlığa bırakmıştı.

"O kızın adını ağzına alma," dedi dişlerinin arasından tıslayarak, öfkeyle titreyen sesi odanın havasını buz gibi yaptı.

"Hepsi onun yüzünden oldu."

 

"Abi, Defne yüzünden az daha ölüyordun" Ahu yanıma gelince öfkeyle gözlerimi devirdim. "Siz zekadan kıt mısınız? Kızın beyninin yıkadığını hafızasını kaybettiğini anlamadınız mı?"

 

"Onun yüzünden oğlumu kaybediyordum ben." Annemin isyanının haklı nedeni vardı evet. Ama ondan vazgeçemezdim. İçimdeki pişmanlık ağır bir yük gibi omuzlarımı çökertti. Her şeyi ben mahvetmiştim.

Önce Defne'nin güvenini yıkmış, ardından kalbini kırıp önünde paramparça etmiştim.

 

"Ama oğlun yüzünden o bu halde." Annem susup geri çekildi. Ortamda rahatsız edici bir sessizlik oluştu. Kimse bu gerçeği inkar edemezdi. Bugün Defne bu haldeyse benim yüzümden bu haldeydi. Ben ona sahip çıkamadım, onu koruyamdım.

 

"Siz konuşacak mısınız, yoksa ben kendi bildiğimi mi okuyayım?"

 

Cesur ve Alp birbirlerine baktılar. Söylemek istemediklerini biliyordum. Amaçları beni korumaktı. Ama onsuz aldığım her nefes zehir gibiydi. Yapamıyordum, günden güne daha çok tükeniyordum. Ona kavuşma arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Bir kere dokunsam, bir kere öpsem...

 

Alp boğazını temizledi. "Savaş, Defne kızlarla beraber. Ama kızların nerede olduğunu bilmiyoruz. Bize zaman verin dediler. Başka bir şey de yok."

 

"Onu bulmam lazım. Onunla konuşmam gerekiyor." Tekrar ayaklanmak istediğimde hepsi bir anda ayağa kalkıp beni engelledi. "Saçmalama, daha yeni taburcu oldun."

Cesur telaşla yanıma geldi. "Yapma bunu kendine."

 

"Anlamıyorsunuz değil mi? Ulan sevdiğim kadını önce kaçırdılar, işkence ettiler, sonra hafızasını sildiler benim burada oturup sakince dinlenmemi mi bekliyorsunuz?" Onların hepsine çıkıştım. Artık dayanma gücüm yoktu. Kalbim onu istiyordu.

  

 

"Savaş, ben işine karışmak istemiyorum ama bence de Defne'yle şu an konuşmak iyi bir fikir olmaya bilir. Biraz zaman mı versen? Ayrıca hâlâ tedavi aşamasında. Yani kendini düşünmüyorsan Defne'yi düşün, kafasını daha çok karıştıracaksın." Nil sakince söylediği cümleye Cesur başını sallamıştı. İtiraz ettim. Artık geri kalan her saniyemi onunla geçirmek istiyordum.

 

"Zaman bizi daha çok yıpratmaktan başka bir işe yaramıyor. Onu hemen bulmam lazım." Kararımdan dönmeyecektim. Çünkü onun bana ihtiyacı vardı. Yanında olmam gerekiyordu. Beni hatırlamasa bile, benden nefret etse de biz birbirimize aittik. O beni illa ki kabul edecekti.

 

Alp telefonunun çalmasıyla ayaklandı. "Hayal arıyor." Tüm bakışlar bir anda ona dönmüştü. Defne'yle ilgili bir haber olduğunu düşündüm.

 

"Hayal, iyi misiniz?" Hayal ne dedi bilmiyorum ama Alp şok olmuştu. "Ne?! Nasıl?!"

 

Kötü bir şey oldu. Kesin. "Tamam, hemen geçiyoruz."

 

"Defne iyi mi?"

 

"Defne iyi merak etme. Ama-"

 

"Ama ne?!" Nil ayaklanıp Alp'in yanına gitti. "Halil tuzak kurmuş."

 

"Ne?! Kime?" Cesur panikle ayaklandı.

 

"Cevdet Çelik'e."

 

"Ne?!"

 

 

 

 

✨✨✨✨

 

 

 

 

Gece, kentin üzerine siyah bir örtü gibi çökmüştü. Sokak lambaları yalnızca sisin içinden zar zor sızan puslu bir ışık yayıyor, uzaklarda köpek havlamaları yankılanıyordu. Şehrin merkezinden uzak, terkedilmiş sanayi bölgesinin ortasında yer alan o kasvetli yapı, Tara çetesinin gizli toplantı merkeziydi. Dışarıdan bakıldığında eski bir depo gibi görünse de, içi devasa bir ağacın iç kabuğu gibi oyulmuş, kat kat gizli bölmelere, labirent gibi koridorlara sahipti.

 

Duvarlar kurum kaplıydı. Nemli taşlar arasında paslı borular uzanıyor, her adımda tavanlardan ince su damlaları düşüyor, sessizliği parçalıyordu. İçerideki hava ağırdı. Mazot, eski sigara ve küflü anıların karışımı gibi kokuyordu. Girişte iki nöbetçi duruyor, elleri makineli tüfeklerinde, gözleri ifadesiz, saatlerdir aynı pozisyonda bekliyorlardı.

 

Toplantı salonu binanın en alt katındaydı. Yuvarlak, genişçe bir oda, ortasında siyah mermerden yapılmış uzun bir masa. Masanın çevresi boş değildi bu gece. Tara’nın en tehlikeli adamları burada toplanmıştı. Her biri kendi hikayesinin gölgesini yanında getirmişti.

 

Cevdet Çelik, nam-ı diğer eski Cellat, masanın sol ucunda oturuyordu. Yaşlanmıştı ama hâlâ gözleri dipdiri ve korkutucuydu. Yüzünde kırışıklıklarla çizilmiş bir hiyerarşi vardı. Onun yanında, oğlu Hikmet Çelik oturuyordu. Babasına benzeyen tek yönü gözlerindeki katı kararlılıktı, geri kalan her şey gençliğin ateşini taşıyordu. Siyah deri ceketinin yakasını kaldırmış, masaya dirseklerini dayamıştı. Sessizdi ama dikkat kesilmişti, her sözü hafızasına kazıyacak gibiydi.

 

Masanın tam ucunda, bir karanlığın içinden doğmuş gibi Ziya duruyordu. Tara’nın başı. Konuşmazdı, ama konuştuğunda ölüm yakındı. Gözlerinin altı mor, yüzü solgundu. Gecelerce uyumadığı belliydi. Üzerindeki koyu gri takım elbise, karanlıkla bütünleşmişti. Sessizliğiyle bile odaya hükmediyordu.

 

Salonda yalnız onlar yoktu. Bir köşede silah tüccarı Cemil, gözlerini sürekli kapının yönüne çeviriyor, içeri girecek bir tehlikeyi sezmiş gibi huzursuzdu. Diğer yanda istihbarat bağlantıları olan Armağan, kolunu masaya yaslamış, parmaklarını sabırsızca tıkırdatıyordu. Kadın üyelerden biri olan Narin, sigarasının dumanını havaya üflerken, gözleri tam karşısındaki Hikmet’e kilitlenmişti. Başka bir dünyaya aitmiş gibi bakıyordu. Normalde sadece Dilara erkeklerle oturabilirdi. Ancak Narin Dilara'ya özenip tüm yasaları yıkmak için ilk adımını atmıştı. Fakat Dilara gibi olmayacağını da iyi biliyordu. Çünkü Dilara Kraliçeydi. Ve Kraliçe tekti...

 

Tüm bu figürlerin arasında, havayı delen tek şey duvardaki eski bir saatten gelen tıkırtıydı. Her saniye, zamanı biraz daha sıkıştırıyor, karanlık bastıkça içerideki gerilimi artırıyordu. Bu gece sıradan bir gece değildi. Bu gece, karar gecesiydi.

 

Cevdet birden, çatlayan bir öfkenin gücüyle elini masaya vurdu. Sesi salonun taş duvarlarında yankılandı. Birkaç kişi irkildi. Yaşlı adam ağır ağır ayağa kalktı. Gözleri masanın başındaki Ziya’ya çevrilmişti. Bakışlarında sadece hayal kırıklığı değil, içinde büyüyen bir isyan da vardı.

 

“Tara’nın sonunu görüyorum, Ziya.” dedi, sesi kalın ama içi sarsılmıştı.

“Yolun sonu yaklaşıyor. Bu kadar kan, bu kadar oyun... Savaş bu olaylardan sonra seni dinler mi artık? Hâlâ sadakat mi bekliyorsun ondan?”

 

O an Ziya, sırtını hafifçe geriye yasladı. Gözlerini Cevdet’e dikti. Duruşunu bozmadan, sesi buz gibi bir kararlılıkla döküldü dudaklarından.

 

“Ben nefes aldığım sürece Tara’nın sonu olamaz.”

Sözleri odada asılı kaldı. Sanki karanlık biraz daha koyulaştı.

“Sadakat yalnızca sadık kalmakla ilgili değildir Cevdet. O çocuk benim oğlum gibiydi. Ve evlat ihanet etmez.”

 

Cevdet başını iki yana salladı. Yüzünde kırılmış bir babanın, yorulmuş bir celladın izi vardı. Ellerini beline koydu, derin bir nefes aldı.

 

“Ben Savaş’ı artık bu hayattan çekmek istiyorum,” dedi.

“Torunum ve o... Yeni bir hayat kuracaklar. Bu işin içinde daha fazla kalmasını istemiyorum. Karanlıktan başka bir şey sunamıyoruz ona. Yeter artık.”

 

Sözleri havada kırılgan bir cam gibi süzüldü. Bir anlığına salondaki herkes sessiz kaldı. Sonra o sessizliği Armağan’ın sesi böldü. Sert, çatlak bir tonda konuştu; siniri bastırılmış ama apaçık meydan okuyan bir tonla:

 

“Her isteyen çıkamaz.”

Sandalyesinden hafifçe öne eğildi, bakışları Cevdet’inkine saplandı.

“Tara’dan çıkmak, sadece yürüyüp gitmek değildir. Verdiği bedeli ödemeden hiçbir şey olmamış gibi ayrılamaz. And Kitabı hâlâ yerinde duruyor. O kitap kapanmadı. Savaş hâlâ bağlı.”

 

Bu söz, salona soğuk bir tokat gibi çarptı. Hikmet başını eğdi ama gözleri masadaki çatlaklara değil, içindeki çatlağa kilitlenmiş gibiydi.

 

Ziya yavaşça ayağa kalktı.

“Cevdet,” dedi, sesi daha alçak ama hâlâ kontrolün sahibiydi.

“Bu çocuk senin damadın olabilir. Ama bizim toprağımızda büyüdü. Toprak onu bırakmaz.”

 

Cevdet sessiz kaldı. Dişlerini sıktı. Yüzündeki çizgiler derinleşti.

 

Cevdet, Ziya’nın sözlerinden sonra derin bir nefes verdi. Göğsü ağır ağır inip kalktı. Gözleri bir an için boşluğa kaydı; zihninde onlarca anı çakıştı. Savaş’ın gözlerindeki umut, ellerindeki kan, kaç kez “bitti” sandıkları başlangıçlar... Her şey bir bedel gerektiriyordu. Tara’dan özgürce ayrılmak mümkün değildi. O lanetli kitabın varlığı, herkesin kaderine vurulmuş bir mühür gibiydi.

 

And Kitabı.

İmzalanan anlaşmalar, yazılı sadakatler, kanla mühürlenen bağlar...

O kitap yok edilmedikçe, hiçbiri gerçekten özgür olamazdı. Ve Cevdet bunu herkesten iyi biliyordu.

 

Tam o anda, susturulmuş bir titreşimle cebindeki telefon hafifçe sarsıldı. Elini yavaşça cebine götürdü. Ekranda bir isim belirdi. Alp.

 

Kaşları çatıldı. Gözlerinde belli belirsiz bir şaşkınlık dolaştı ama yılların disipliniyle yüzünü ifadesiz tuttu. Parmaklarıyla ekrana dokundu ve telefonu kulağına götürdü.

 

“Cevdet bey...” dedi Alp’in sesi, acil ve kesik kesik. “Hemen oradan çıkmanız gerek. Hemen. Şimdi!”

 

Cevdet’in bakışları odayı taradı. Herkes konuşmalara dönmüştü, gürültü artmıştı. Ama onun için zaman yavaşlamıştı. “Ne diyorsun Alp? Ne oldu?” diye sordu, sesi neredeyse fısıltıydı.

 

“Halil size tuzak kurdu.” dedi Alp, panik içinde. “Cevdet bey, orası artık güvenli değil! Dinleyin beni, çabuk çıkın oradan!”

 

Cevdet’in kalbi göğsüne bir yumruk gibi saplandı. Ağzından çıkan ilk kelime şuydu. “Defne...”

Boğazı kurumuştu. “Torunum iyi mi? Ona ne oldu?!”

 

Telefonun diğer ucunda bir sessizlik oldu. Sanki Alp ne diyeceğini bilemedi. Tam o anda kulakları sağır eden bir patlama binayı yerle bir etti. Zemin sarsıldı, hava birdenbire ısındı, metalik bir çığlık gibi yankı yapan patlamayla birlikte salon bir anda alevler içinde kaldı.

 

Tavana asılmış ışıklar tek tek sönerken, ağır beton kütleler çatlayıp yere çöktü. Ziya’nın bulunduğu köşeyi saran duvar, patlamanın etkisiyle parçalandı. Masanın çevresindeki herkes, bir anda savrulan gölgeler gibi oradan oraya uçtu.

 

Cevdet yere yığılmıştı. Kulağında hâlâ Alp’in sesi çınlıyordu.

Ama ondan önce çınlayan bir isim vardı içinden gelen.

 

Defne...

 

 

 

🥀

 

 

Dilara, arka koltukta otururken dudaklarını kemiriyordu. Mekâna birkaç sokak kalmıştı. Parmak uçlarıyla dizine vuruyor, içindeki garip sıkıntıyı bastırmaya çalışıyordu. Arabanın içinde yalnızca motorun sesi vardı, şoför sessizdi. Gecenin karanlığında yalnızca sokak lambalarının sarı ışıkları, yüzüne vuran kısa anlık aydınlıklar yaratıyordu.

 

Tam o sırada gökyüzü aydınlandı.

Kulakları delen bir patlama sesi, gecenin içinde bir çığlık gibi yankılandı. Şoför refleksle direksiyonu kırdı, araç sertçe yan sokağa saparak durdu. Camlar titredi, ardından arkalarındaki gece karanlığı alevlerle yırtıldı.

 

Dilara başını hızla çevirdi. Gördüğü şey gerçek olamazdı.

 

Bina...

O büyük taş bina, içine doğru çökerken alev alev yanıyordu. Toz bulutu arabanın içini sarmaya başladı. Camların ardında kırmızı, turuncu ve sarıyla birlikte dans eden ölüm vardı. O alevler, sanki gözbebeklerinin içine düşmüş, yanıyordu.

 

“Baba...” dedi önce fısıltıyla. Sesi önce fısıltıydı. “Abi...” dedi. O patlayan binada ailesi vardı. Babası vardı... Abisi vardı... Kalbinin tam ortasında bir acı belirdi. Sanki birisi kalbine kurşun açmış gibiydi. İnanmadı, inanamadı... Her şey bir kabustan ibaret olduğunu düşündü. Ama o koku burnuna dolduğunda zihni gerçekliği ispat etti...

 

Zaman durdu, hayat durdu... Çünkü bir kadın babasını kaybetti...

 

Kapıyı açtı ve beyaz topuklu ayakkabılarıyla tozlu zemine indi. Kuru yapraklar savrulurken, alevlerin dans ettiği yıkıntıya doğru koşmaya başladı.

 

“Baba?”

 

“Abi?”

 

Ayak sesleri kaldırım taşlarında yankılanıyordı. Koşuyordu, babasına doğru koşuyordu. Onu kurtarmak için... Ama sanki hayat ona ders vermek için son hamlesini yaptı.

Birkaç adım atmıştı ki... Ayakkabısının topuğu, bir taşın kenarına sıkıştı ve sertçe kırıldı. Dengesini kaybedip yere düştü. Gidemedi, tekrar kalkıp gidemedi. Babası içeride yanarken, kalbi orada cayır cayır yanıyordu... O ateş ciğerlerindeydi, o ateş onun içindeydi...

 

Dirseği çizildi, elleri tozla kaplandı. Ama yerinden kalkmaya çalışırken bir çift el, onu güçlüce tuttu.

 

“Dilara Hanım! Gitmeyin! Lütfen!”

Şoförü onu sıkıca tutuyordu. Sesi titriyordu, o da ne olduğunu anlayamamıştı. Ama görevi belliydi. Dilara’yı korumak.

 

Dilara nefes nefese, gözleri dolu dolu şoförün yüzüne baktı.

“Onlar orada...!” diye fısıldadı.

Ama dudaklarının arasından çıkan sözler artık umutsuzluğa sarılmıştı.

 

Şoför hâlâ onu bırakmıyordu.

Dilara’nın gözleri bir kez daha binaya çevrildi. Alevlerin arasında geçmişi, ailesi ve her şey yanıyordu.

 

Toz ciğerlerine doluyor, gözleri yanıyordu. Ama hiçbir şey, içindeki o yanığı, o delici boşluğu bastıramıyordu.

 

Alevler, gökyüzünü kan kırmızısına boyamıştı. Gecenin karanlığı, babasının gölgesi gibi yok olmuştu artık.

Abisinin sesi, yanıp kül oluyordu...

O bina, o taş bina... Onun ailesiydi. Ve şimdi, onların mezarına dönüşmüştü.

 

Dilara önce içinden bir şeyin koptuğunu hissetti.

Göğsü sıkıştı. Nefesi yetmedi. Kalbi, bir çığlık gibi çarptı kaburgalarına.

 

Ve sonra, boğazındaki düğüm yırtıldı.

 

“Babaaaa!!”

 

“Abi!!!”

 

Çığlığı, gecenin tam ortasında yankılandı. O an tüm dünya sustu.

Alevlerin sesi kesildi, tozun uğultusu durdu, zaman durdu.

 

Dilara’nın çığlığı sadece bir ses değildi.

Bir vedaydı.

Bir inkârdı.

Bir isyandı.

 

Yüzü acıyla büküldü, gözyaşları yanaklarından inip tozla karıştı. Elleriyle kaldırıma vurdu, tırnakları taşlara gömüldü. Şoför onu kollarından tutmaya devam ediyordu ama Dilara artık hiçbir şeye karşılık vermiyordu. Gözleri alevlere sabitlenmişti. O an, ruhunun bir parçası o yıkıntının altında kalmıştı.

 

“Ben... onları... kurtaramadım...”Sesi kısıldı. “Ben geç kaldım...”

 

Göğsünden çıkan hıçkırık, bir çocuğun ilk kaybı gibiydi.

Çırılçıplak, savunmasız ve tarifsiz.

Bir kadın yıkılıyordu.

Bir evlat, babasını.

Bir kardeş, ağabeyini.

Bir parçası, bir daha asla geri gelmemek üzere yanıyordu.

 

 

🥀🥀

 

 

2 gün sonra...

 

 

Cevdet’in evi, artık bir sessizliğin eviydi. Sadece duvarların içine sinmiş dualar, tespih tıkırtıları ve ağır bir hüzün vardı odada. Tüm koltuklar doluydu, sedirler bile yetmemişti misafirlere. Kalabalık konuşmaktan çok susmayı tercih ediyordu. Mevlüt hocasının sesi evin içinde yankılanıyor, her kelimesi sanki bir yara daha açıyordu içerdekilerin kalbinde.

 

Dilara, salonun köşesinde oturuyordu. Üzerinde siyah, salaş bir hırka, başında gelişigüzel örtülmüş siyah bir eşarp… Saçları alnına yapışmış, gözaltları morarmıştı. Yüzü solgundu. Dudaklarında renk yoktu. İki gözü, yere sabitlenmişti. Yaşayan bir ceset gibiydi. Yanı başında biri ağlasa, fark etmezdi. İçinden ne geçtiği, dışarıdan anlaşılmıyordu. Belki de hiçbir şey geçmiyordu. Çünkü içi bomboştu. O alevlerle birlikte içindeki her şey yanıp kül olmuştu.

 

Canan, etrafta görünmeyen bir güçle ayakta kalmaya çalışıyordu. Misafirlere helva ikram ediyor, su taşıyor, Dilara’ya ilaçlarını hatırlatıyor, onun yanına gelip elini tutup gözlerinin içine bakıyor ama bir yanıt alamıyordu. Sadece boş bir bakış. Tepkisiz bir mırıldanma.

"Babam... abim... o bina... yandı... yandılar..."

 

Harun daha iyileşmemesine rağmen hastaneden çıkmış Dilara'nın yanına gelmişti. Sürekli ilaç içerek ağrılarını geçiştiriyordu. Ara sıra kendini iyi hissetmiyordu. Ama şu an hastaneden yatamazdı. Hele ki Dilara bu durumdayken...

 

 

Fısıltılar odanın kenarlarında dolaşıyordu. "Yazık, daha gençti abisi... aynı anda babasını da abisini de... çok zor..."

 

"Allah sabır versin... kolay değil, kolay değil..."

 

Bazıları başını öne eğiyor, bazıları gözyaşlarını gizlice siliyordu. Ama hiçbiri, Dilara'nın içindeki yıkımı tam olarak anlayamazdı. İçinde çığlık atan bir sessizlik vardı. Dünya durmuştu onun için. Zaman ilerliyor gibi değildi. Dua bitiyor, yemek veriliyor, insanlar gelip gidiyordu ama onun içindeki o karanlık kalıcıydı.

 

Cevdet’in evinin duvarları bile yas tutuyordu o gün. Ve Dilara, o duvarların içinde nefes alıyor gibi yapıyordu sadece.

 

O ağır, kederli hava bir anda parçalandı. Sessizlik, yerini uğultulu bir gerginliğe bıraktı.

 

Kadınlardan biri, başını diğerine eğerek fısıldadı. "Diyorlar... kızı öldürmüş. Defne."

Ama fısıltı Dilara'nın kulağına tokat gibi çarptı.

 

İsmini duyar duymaz, Dilara’nın gözleri kadına kilitlendi. Gözlerinde artık boşluk değil, yanan bir kıvılcım vardı. Zombi sessizliği yerini buz gibi bir odaklanmaya bıraktı. Kadına saplanmış gibi bakıyordu. Sanki o an nefes alan tek varlık oydu odada.

 

"Ne dedin sen?" dedi, sakin ama titrek bir sesle. O denli yavaş söylemişti ki, o kelimelerin ardından fırtına kopacağı belliydi.

 

Kadın önce omuz silkti, utanmış gibi bakışlarını kaçırdı. Ama o kaçamak tavır, Dilara’nın içindeki volkanı patlattı.

"Ne dedin dedim sana!" diye sesini yükselttiğinde, mutfakta bir tabak şıngırtısı duyuldu. Canan başını hızla çevirdi. Salon bir anda o fısıltıyı bırakıp Dilara’ya kilitlendi.

 

Kadın panikledi, elini kaldırdı.

"Kızın... Defne... öldürmüş diyorlar."

 

Ama daha cümle bitmemişti ki, Dilara ayağa fırladı. Kalabalığın içinden bir gölge gibi hızla çıktı, tek hamlede kadına ulaştı.

İki eliyle kadının boğazına yapıştı.

"Sana kim izin verdi benim evimde böyle konuşmana?" Öfkeyle kadının boğazını sıkarken herkes panikledi.

 

Canan hızla ileri atıldı, "Dilara! Bırak onu, ne yapıyorsun! Dilara dur!" diye haykırsa da Dilara’nın kolları taş gibiydi. Tutsa da, çekse de gücü yetmiyordu.

 

Tam o sırada Canan, "Harun!" diye bağırarak seslendi. Harun, bağırışın yankısını duyar duymaz, hiç düşünmeden koşarak içeri girdi. Gözleri, Dilara’nın gözlerindeki öfke ve acıyı görünce, bir anlığına ne yapacağını bilemedi. Ama onu sakinleştirmek için hızla yanına gitti ve kollarından sıkıca tutup kendine çekti. "Sakin ol. Dilara, ne yapıyorsun?" dedi, sesindeki yumuşaklık bir nebze de olsa onun panik halini dindirmeye çalışıyordu.

 

Dilara, öfkesini artık tutamıyordu. Bir anda Harun’un kollarından sıyrılmaya çalıştı, ağzından çıkan kelimelerse bir çığlık gibi patladı. "Git! Defolun, gidin hepiniz!" diye haykırdı, sesi boğuk ve sertti. O anın şiddetiyle gözlerinden yaşlar süzüldü, ama o acıyı kimseye yansıtmadan, içinde tuttuğu tüm öfkeyi dışarıya savurdu.

 

Babası… Kardeşi… Bir tarafta, onları kaybetmiş olmanın acısı vardı. Ama diğer tarafta, evladının yüzünden, en sevdiklerini kaybetmek vardı.

 

Dilara, kendini dev bir girdabın içinde hapsolmuş gibi hissediyordu. Kaybettiklerinin acısı, onu tamamen kavrayıp çekip almıştı. Sanki, o devasa boşluk her geçen saniye içine biraz daha hapsoluyordu. Ne kadar mücadele etse de, bu ağırlık o kadar büyük, o kadar yoğun bir hal almıştı ki, onu bir çakıl taşı gibi ezip geçiyordu.

 

Dilara, öfkesini artık tutamıyordu. Bir anda Harun’un kollarından sıyrılmaya çalıştı, ağzından çıkan kelimelerse bir çığlık gibi patladı. "Git! Defolun, gidin hepiniz!" diye haykırdı, sesi boğuk ve sertti. O anın şiddetiyle gözlerinden yaşlar süzüldü, ama o acıyı kimseye yansıtmadan, içinde tuttuğu tüm öfkeyi dışarıya savurdu.

 

Ona sıkıca sarılıp, "Hepsi gitsin, ne olur!" diye haykırdı. Dilara'nın acısını hissettiği her an, daha da derinleşen bir çöküşe tanıklık ediyordu.

 

Harun başını hafifçe çevirip Canan’a işaret etti. Canan, aniden boşalan odada kimsenin kalmaması için hızlıca harekete geçti. Herkesin, bu gergin ortamdan bir an önce uzaklaşması gerektiğini fark etti ve kollarını sarmalayıp herkesi dışarı çıkarttı.

 

Dilara, Harun’un kolları arasında savrulurken, yıkılmış bir halde gözlerinde hala donmuş bir acı vardı. "Harun, kalbim acıyor, canım acıyor."

 

"Geçecek, her şey geçecek hayatım."

Savaş sesleri duymasıyla yavaşça içeriye doğru adımladı. Dilara'yı ilk kez bu kadar yıkık, ve çaresiz görüyordu. Harun onu sakinleştirmeye çalışırken, kendini zor tutuyordu. Onları bu hale getiren kendisiydi. En çok kendini suçluyordu. Başını önüne eğdi. İşlerin bu raddeye geleceğini asla tahmin etmiyordu. İstediği tek bir şey vardı. Zamanı geri almak...

 

 

 

🖤

 

 

Defne'nin anlatımıyla.

 

 

Korkuyordum. İçimdeki tedirginlik her geçen saniye daha da büyüyordu. Ayaklarım toprağa saplanmış gibiydi. Kaçamıyor, sadece bekliyordum. Yeşil çimenler ayaklarımın altında ezilirken, ağaçların dalları esintiye titreyerek eşlik ediyordu. Kuş sesleri bile susmuş gibiydi. Rüzgar, kulaklarımda uğuldayan bir iç ses gibi dönüp duruyordu. Geliyor… yaklaşıyor…

 

Etrafıma bakınıyordum. Her çalı kıpırtısı, her yaprak hışırtısı beni yerimden zıplatıyordu. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, göğsümden çıkacak sandım. Bekliyordum, korkunun ta kendisini...

 

Ama o anda, arkamda beliren hafif bir hareket beni dondurdu. Bir nefes... tenime değmeyecek kadar uzakta ama hissettirecek kadar yakındı. Sıcak, gerçek bir nefes. Tüm tüylerim diken diken oldu. Bedenim kıpırdayamıyordu. Zihnim çığlık atıyordu ama dudaklarım mühürlenmişti.

 

Evden çıkmadan önce Seren'in odasındaki silahını çalmıştım. Kendimi korumak için silaha ihtiyacım vardım.

 

Refleksle, göğsümde sakladığım silaha uzandım. Soğuk metal, parmaklarımın arasında güven gibi titredi. Nefesimi tuttum. Derin bir korkuyla arkamı döndüm.

 

Ve oradaydı.

 

Gözlerim kocaman açıldı. Nefesim ciğerimde düğümlendi. Dünya durdu… sesler yok oldu…

 

Karşımda duruyordu.

 

Savaş Karakurt…

 

Yüzünde hafif bir gülümseme vardı… Tanıdık, çok eski bir yerden tanıdığım bir ifade. Sanki yıllar önce bıraktığım bir huzur, bir ev gibi… Gözleri sıcacıktı. Baktıkça yakmıyor, aksine içimdeki fırtınaları dindiriyordu. O bakış… evet, yine aynı bakış. Ne zaman göz göze gelsek, içimde hep aynı sızı, aynı sıcaklık. Bunu kimseye itiraf edemedim. Korkuyordum... Çok...

 

Bir adım attı bana doğru, ama kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Elimdeki silahı daha sıkı tuttum. Ellerim titriyordu ama tutuşum kararlıydı. Oysa ne kadar kararlı görünmeye çalışsam da, içim darmadağındı. Bunu biliyordu.

 

Bakışları yavaşça elimdeki silaha kaydı. Başını hafifçe eğip gülümsedi. Çok güzeldi... Gülüşü insanı sarhoş edecek kadar güzeldi... “Yine ateş edecek misin?” dedi.

 

Yutkundum. Gözlerim de onun gibi silaha yöneldi. Hayır. “Zarar verirsen… evet,” dedim kısık bir sesle, ama kararlı.

 

Bu cevap onu ürkütmedi. Aksine yüzündeki gülümseme biraz daha büyüdü. O gülümsemenin içinde kırılmışlık da vardı, bir parça umut da. Gözlerimin içine baktı, tam kalbimin içine… O bana güvendikçe buz tutmuş kalbimin etrafını sıcaklık sarıyordu.

 

“Ben sana zarar verecek hiçbir şey yapmam,” dedi sakince. Sesi, yıllar öncesinden gelen bir şarkı gibiydi. “Senin canın yansa, benim canım yanar.” Bir adım daha attı. "Bunu defalarca tecrübe ettim doktor." Ve bir adım daha. Aramızdaki mesafe tekrar kapandı. Ve namluyu kalbinin üzerinde yerleştirdi. Yine. Ama bu kez her şey farklıydı. Çünkü ben ateş etmeyecektim.

 

O anda silah elimde ağırlaştı. Yüreğim de. Savaş Karakurt’un varlığı, tüm o karmaşanın içinde bir sessizlik gibi çöktü üzerime.

Peki..." dedi usulca, gözlerini gözlerimden ayırmadan. "Sen bana zarar verecek misin?"

 

Bir an sustum. Kelimeler boğazıma düğümlendi. Sonra başımı hafifçe iki yana sallayıp fısıldadım, "Zarar vermek istemiyorum." Geriye doğru sendeledim ve namluyu kalbinden uzaklaştırdım.

 

O an bir adım attı bana doğru. Kalbim hızlandı, parmaklarım silahın tetik kısmında titredi.

 

"Yaklaşma!" diye haykırdım, sesim hem öfke hem korku yüklüydü.

 

Adımı orada kesti ama gözlerini kaçırmadı. "Korkuyorsun," dedi fısıltıyla, "Benden değil, hissettiklerinden korkuyorsun."

 

"Hayır!" dedim, gözlerimden düşen yaşa engel olamadan. "Sana güvenemem. Onlar gibi olmandan..."

 

"Ben onlar değilim," dedi bir adım daha atarak, sadece sözleriyle yaklaşarak. "Sana dokunmadan da yanında kalabilirim. Yeter ki bana bir ihtimal ver."

 

Sessizlik çöktü. Sadece içimdeki çığlıklar yankılanıyordu. Bir tarafım onun söylediklerine tutunmak istiyor, bir tarafım tetikte kalmayı seçiyordu.

 

"Bir adım daha atarsan, ben de kendimden geri dönemem," dedim. "Çünkü sana yaklaşmak aynı zamanda her şeyden vazgeçmek gibi geliyor."

 

"Ben kolay bulmadım Defne, kolay yerleşmedin şuraya!" İşaret parmağıyla kalbini gösterdi. "Her şey berbattı, hayatım kapkaranlıktı, ellerim kirliydi. Ama sen bir güldün, dünyam aydınlandı, bir baktın, kalbimi yıllar sonra tekrar attırdın."

 

Ve sessizce başını eğdi. "Bu kez vuracaksan kalbimden vur. Çünkü senin için atan kalbimi yalnız sen durdura bilirsin." dedi. Vuramazdım. Benim için atan kalbi vuramazdım.

 

"Yorgunum, her şey çok karışık," artık dayanamadım. Gözyaşlarımı serbest bıraktım. Gözyaşlarım ruhuma yüklenen yükler gibi bir anda yanağımdan aşağı süzüldü.

 

Dünya durmuş gibiydi. Her şey bulanıktı. Renkler soluk, sesler boğuktu. Yeşil bahçenin ortasında duruyordum ama ayaklarımın altı boş gibiydi. Yorgundum. Öyle bir yorgunluk ki, sadece bedende değil, ruhumda… Kalbim de, aklım da...

 

"Yorgunum… Her şey çok karışık..." dedim. Sanki içimde bir şey kırıldı o an. Gözyaşlarım kendiliğinden süzüldü. Tutmadım. Tutamazdım. Ruhuma yüklenen o ağırlık, yanaklarımdan aşağı indi. Sadece gözyaşı değil, içimde sakladığım tüm acılar da akıyordu.

 

"Kafam karışıyor!" diye bağırdım. Ama aslında sadece duyulmak istiyordum. Sözlerim öfkeliydi belki ama asıl derdim... anlaşılmak. Yorulmuştum savaşmaktan. Kendimle, geçmişimle, hislerimle…

 

“Çünkü kalbin hâlâ atıyor… çünkü hislerinle savaşmaya çalışıyorsun,” dediğinde bir an sustum. O cümle içime işledi. Gözlerimi kaçırmak istedim, ama kaçacak bir yer yoktu.

 

“Görmüyor musun?” dedim sonra. “Ben bir şey hissetmiyorum.”

Yalan söyledim. Sesim titredi, dudaklarım büküldü. Hissetmiyordum değil... hissetmekten korkuyordum. Çünkü hissedersem, her şey gerçek olacaktı.

 

O başını eğdi. Gözlerime baktı sonra. “O zaman neden vurmuyorsun beni?” dedi. “Neden tetiği çekmiyorsun?”

 

Bir şey söyleyemedim hemen. Sadece içime çekildim. Nefes aldım ama yetmedi. Elimdeki silah ağırlaştı. Parmaklarımda değil, kalbimin üstündeydi artık. Gözlerim doluydu. Sesim boğuktu.

 

“Çünkü… seni vurmak istemiyorum,” dedim. Ve o cümleyle birlikte sustum.

 

Gözyaşlarım yeniden aktı. Sessizce. Kimseye inat değil, kimse için değil… sadece kendim için. Çünkü artık taşıyamıyordum. Yalnız kalmak istemiyordum. Ama yaklaşmaya da cesaretim yoktu.

 

Ben... sadece çok yorulmuştum.

 

Zaman durdu. Ya da belki ben durmuşumdur, bilemiyorum. Tek bildiğim, içimde bir şeyin kırıldığıydı. Bir çatırtı gibi, görünmeyen ama hissedilen… Sessiz bir dağılmaydı yaşadığım.

 

“Omuzlarındaki yükü, kafanın karışıklığını yok edebilirim,” dedi.

Sesi hem yumuşak hem de kararlıydı. Yüreğime bir el değmiş gibi oldum. “Defne, izin ver bana. Sadece bir kez izin ver.”

 

Kalbim sanki göğüs kafesimden dışarı çıkmak istiyordu. Bir çırpınıştı bedenimde hissettiğim. Ellerim titredi, ama bu korkudan değildi. Artık neyle savaşmam gerektiğini bilmemenin yorgunluğuydu bu. Eskiden gücüm sandığım şeyin, aslında sadece acımı sakladığım bir kalkan olduğunu fark ettim.

 

Ona baktım. Ve ilk kez kendimden kaçmadım.

Silaha baktım sonra. O artık sadece bir metal parçasıydı. Ne tehdit ne koruyucu… Sadece geçmişim.

Ve ben, geçmişimi ilk kez yere bıraktım.

 

Silah parmaklarımın arasından süzülüp toprağa düştüğünde çıkan o metalik ses içimde kopan savaşın son yankısıydı.

 

Bir şey bitti.

 

Ama başka bir şey başladı sanki.

 

Bir adım attı bana. Sonra bir adım daha. Kalbim hızlandı, ama kaçmak istemedim. İlk kez… kaçmak istemedim. Gözlerine baktım. Ve o gözlerde kendimi buldum. Kendimi hatırladım.

 

Kollarını sardı etrafıma.

Sımsıkı. Tüm parçalarımı tutuyordu sanki… Dağılmama izin vermiyordu.

Ve ben ilk kez güçlü olmaya çalışmadım. Çöktüm, ama Savaş'ın kollarına çöktüm.

Omzuna yasladım başımı. Teninin sıcaklığına bıraktım tüm soğukluğumu.

Sanki kalbimde yıllardır birikmiş bütün karmaşa onun teninde eriyor, akıp gidiyordu.

 

O an, dünya susmuştu.

Sadece kalbinin sesi vardı kulağımda.

Ve ilk kez her şeyden kaçmak değil, bir yere ait olmak istedim.

 

Ben Defne’ydim.

Yorgun, kırık, parçalanmış ama ilk kez

birinin kollarında tamdım.

 

Yüzümü avuçlarının arasına aldı. Parmaklarının sıcaklığı tenime değdiğinde gözyaşlarım utanmış gibi saklandı. Başparmaklarıyla yanağımdaki yaşları sildi. Bir şey söylemedi. Gözleri her şeyin yerini aldı. O bakışlarda bir çocuk gibi kayboldum.

 

Saçlarımı avuçlarının arasına aldı, alnıma eğildi. Dudakları usulca tenime dokundu. Sanki geçmişi telafi etmek istercesine, her yerine bir öpücük bıraktı zamanın. Alnıma... yanaklarıma... saçlarıma... Kokumu içine çekti her seferinde.

 

"Çok özledim seni," dedi fısıltıyla.

Sanki o cümle, içime saplanmış tüm suskunlukları tek hamlede çözdü. Ağlamaktan bitap düşmüş ben, o anda sadece sarılmak istedim ona. Hiç gitmesin, bu an hiç bitmesin istedim.

 

"Abi, Halil'i bulduk!" Aniden kapıdan bahçeye çıkan mavi gözlü bir adam bizi görünce duraksadı. Savaş'tan ayrılıp adama döndüm. Beni tanıyormuş gibi bakıyordu. Savaş başıyla git diye işaret edince başını sallayıp geri döndü.

 

Ardından hızla bana döndü. Yüzündeki sertlik, içinde bulunduğu zor durumu gösteriyordu. Bir yandan bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, ama yüzü öyle bir anlamla doluydu ki, o an her şeyin çok karışık olduğunu fark ettim. Telaş sardı her yanımı. Halil burada mıydı? Gerçekten mi?

 

Kafamda, her şey birbirine karıştı. Bir sorunun cevabı olmadan, başka bir soru doğuyordu. Sanki her şey bir çıkmaz sokağa doğru ilerliyordu. Ne doğru yapıyordum, ne yanlış? Düşüncelerim bir labirente dönüşmüştü.

 

"Şşş, korkma. Her şey kontrolüm altında." Korktuğumu anlamıştı. Halil'den değil, yine kaybolmaktan korkuyordum.

 

"Ben-"

 

"Sen benim Defne'msin. Biz birbirimize aitiz. Hatırlamıyorsun ama biz daha önceden de beraberdik. Lütfen hiç olmazsa bu ihtimale tutun."

 

"Savaş, ben ne diyeceğimi, nasıl hissedeceğimi bilmiyorum." Kendimi açıklamaya çalıştım. Ama zamanı yoktu.

 

"Konuşacağız, tamam mı, her şeyi baştan sona konuşacağız. Ama şimdi gitmem gerekiyor. Sen burada beni bekle. Hemen geleceğim."

 

"Gitme çok korkuyorum." Ellerini sıkıca tuttum. "Almam gereken son bir intikam kaldı güzelim. Geri geleceğim."

 

✨✨✨

 

Savaş'ın anlatımıyla.

 

"Savaş Karakurt," Sesindeki imayla güldü. "Nihayet hesaplaşma günü geldi."

 

Halil’in yüzü darmadağındı. Sağ kaşı yarılmış, gözünün kenarı morararak neredeyse kapanmıştı. Dudağının bir köşesinden kan sızıyor, çenesine doğru ağır ağır süzülüyordu. Cihangir ve Alp’in işini bitirdiği belliydi. Bedeninde ezikler, darp izleri, yırtılmış gömleği ve başındaki kan pıhtıları, bu sessiz işkencenin izlerini taşıyordu. Yine de gülümsüyordu. O kırık, alaycı tebessüm dudaklarında donmuş kalmıştı.

 

Metal sandalyeye tutsak bir şekilde çöküp kalmıştı, bileklerindeki kelepçeler tenine gömülmüş, omuzları çökmüş olsa da başını kaldırıp seni izliyordu. Göz göze geldiğinizde, içinde hem korkunun hem inatçı bir gururun izleri vardı. O an dimdik omuzlarımla karşısına geçip sandalyeye oturduğumda, odadaki hava değişti.

 

“Şimdi söyle Halil. Nerenden başlayayım?”

 

Ve Halil’in gülümsemesi anlık bir titremeyle bozuldu. Hesaplaşmanın gerçekten başladığını anlamıştı.

 

"Ne yaparsan beni korkutamazsın. Zaten öldüreceksin." dedi umursamaz tavırla Halil. Hafifçe kafamı yana eğip Alp'in bana verdiği siyah eldivenleri takmaya başladım. "Sana seni öldüreceğimi kim söyledi?" Sinsice güldüm. İşte şimdi tutuşan o oldu. Yüzündeki gülüş hemen soldu. "Ayrıca niyetim korkutmak değil. Sadece küçük bir acı hissettirmek."

Eldivenlerimi takarken Halil’in gözleri büyüdü. Her hareketimi dikkatle izliyordu. Parmaklarımı derinin içine geçirdiğim an nefesi değişti. Onu izledim. Tedirginliği gizlemeye çalışsa da çenesindeki titremeyi fark ettim.

 

“Şimdi Defne için bir suç daha işleyeceğim,” dedim. “Ve bu karanlık sayfamı tamamen kapatacağım.”

 

Ayağa kalktığımda başını çevirip etrafa bakındı, çaresizce bir çıkış arıyordu.

 

“Ne yapacaksın bana?” diye sordu, sesi hem meraklı hem ürkekti.

 

Cevap vermedim. Sadece başımla Alp’e işaret ettim. Alp göz göze geldiğimde başını salladı ve sessizce yanımdan ayrıldı. "Yıllar önce Defne'ye yaptığın işkenceyi üzerinde deneyeceğim. Bakalım nasıl bir şeymiş?" Yine sinsice güldü. Başkası olsaydı asla korkmadığını düşünürdü. Ama ben gözlerinden köpek gibi korktuğunu görüyordum.

 

"Korkmuyorum ulan!" diye bağırınca korktuğunu aslında belli etmişti. "Korkma zaten." Alp elinde demir bir sopayla geri döndü. "Bu sopayı sen hatırlamazsın şimdi. Yaşlısın ya bunadın iyice. Ben sana hatırlatırım. Bak, kan izlerini görüyor musun?" Kurumuş kan izlerini ona gösterince gözleri kısıldı. "Bu Defne'nin kan izleri. Yani senin yıllar önce Defne'nin bacaklarını kırdığın o sopa!" Sopayı havaya kaldırdım. İçimdeki öfke öyle bir kabarıyordu ki... Küçücük bir kıza bunları yapmak adilik değil, şeytanlıktı.

 

"Ne?!"

 

"İşkence aletlerini saklayacak kadar aptal olduğunu görünce ben böyle düşündüm. Ne?! Ama ne demişler? Zaman döner sap döner, gün gelir hesap döner. Yani bu sopa senin sonun olacak." Ona doğru bir adım attım.

 

"Hayır, bunu yapamazsın!"

 

"O zaman gösteri başlasın!"

 

 

 

 

 

 

Oy vermeyenlerin rüyasına Halilişko girsin!!!

 

Herkese merhabalar... Yazarınız geldiiii

 

Yeni bölümü nasıl buldunuz? Nihayet Halil olayına artık bir son verdik. O dövüş sahnelerini yazmak istemedim açıkçası. Çünkü Savaş birazcık fazla ileri gidecek. Bu yüzden yazmak doğru bulmadım.

 

Benim okurlarım sabırsız oldukları için onlara bu konuda bilgi vermek boynumun borcu. Defne daha önce çektiği videoyu izleyecek diğer bölümde. Merak etmeyin... Artık yavaş yavaş sonlara geliyoruz. Son dediğim hani kaosun sonu yani. 55 bitiririm dedim. Bilmiyorum, belki uzatırım belki de bitiririm. Okumalar çoğalsa devam ederiz. Hatta belki daha Eylül'de üçüncü kitap da gelir. Tabii okumalara bağlı. 41.Bölümü de erken atacağım merak etmeyin. İnstagramdan duyuru yaparım.

 

İnstagramdan beni takip etmeyi unutmayın... Adelinashwriterr hesabı...

 

Diğer bölümde görüşme üzere.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 02.05.2025 17:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Adelina / Savaş'ın Yıldız'ı / 40.Bölüm: 'Tutsak Zihinlerin Zincirli Kalpleri'
Adelina
Savaş'ın Yıldız'ı

7.04k Okunma

500 Oy

0 Takip
49
Bölümlü Kitap
Giriş1.Bölüm: "İçimizdeki Kötülük"2.Bölüm: "Savaş'ın Peşinde"3.Bölüm: "Tesadüf Değil Plan"4.Bölüm: "Kırılmış Kabulleniş"5.Bölüm: "Arkadaş Olalım mı?"6.Bölüm: "Geri Dönüş"7.Bölüm: "Bilinmeyen Hata"8.Bölüm: "Kaçırılma Krizi"9.Bölüm: "Dağ evinde dağ ayısıyla"10.Bölüm: "İlk Mühür"11.Bölüm: "Kıskançlık Savaşı"12.Bölüm: "Şeytanın Tohumu"13.Bölüm: "İhanet Hançerinin Ateşi"14.Bölüm: "Gerçeklerden Uzak Hayallere Yakın"15.Bölüm: "Korkusuz Yürek"16. Bölüm: "Rüya Gibi Kabus"17.Bölüm: "Aile Olmaya Hazır mısın?"18.Bölüm: "Bir Yıldız İntikamı Düşünün"19.Bölüm: "Topuklu Belalar"20.Bölüm: "Acı Gerçeklerin Rüzgarı"21.Bölüm: "Karanlığı ışığımdan daha güçlü."22.Bölüm: "Kraliçe Geri Dönüyor"23.Bölüm: "Büyük Buluşma"24.Bölüm: "Yıldız Kayması"25.Bölüm: "Yüzleşme"26.Bölüm: "Anne sana ihtiyacım var."27.Bölüm: "Şimdi Sıra Bende"28.Bölüm: "Ben Defne Yıldız Karakurt"29.Bölüm: "Herkesin Kendi Acısı Kendine Yeter"30.Bölüm: "Mahşerin Karanlık Perdesi (Sezon Finali)24.Bölüm: "Özel Bölüm"Özel Bölüm: "Akşam Yemeği(Savaş ve Defne)"(İkinci Kitap) 31.Bölüm: "Dönüyoruz"(2.Sezon)32.bölüm: "İki Ateşin Aşkı"33.Bölüm "Karanlığında Işığımı Kaybettim"34.Bölüm: "İçimizdeki çocuk"35.Bölüm: "Cehenneme Bir Adım Kala"36.bölüm: "1.Gün-Şeytanın Pençesinde"37.Bölüm: "2.gün Kayboluş ya da yok oluş"38.Bölüm: "Savaşın Ortasında Sen ve Ben"39.Bölüm: "Oyunun Gerçek Piyonları"40.Bölüm: "Tutsak Zihinlerin Zincirli Kalpleri"41.Bölüm: "Siyahın Beyaz Lekesi"42.Bölüm: "Karanlığın Sonu"43.Bölüm: "Sahte Sevgi Çemberi"44.Bölüm: "Çizginin Ucunda"45.Bölüm: "Son Seçim"46.Bölüm: "Bozulmuş Düzen"
Hikayeyi Paylaş
Loading...