44. Bölüm

41.Bölüm: "Siyahın Beyaz Lekesi"

Adelina
adelinashwriterr

 

41.Bölüm: "Siyahın Beyaz Lekesi"

 

Yorumlarda buluşalım. Yorumlarınızı okudukça yazma hevesim yükseliyor. Lütfen yorumları eksik etmeyin.

 

 

Kuzey'in anlatımıyla.

 

 

Güneş tepedeydi. Işık, her şeyin üzerine donuk bir örtü gibi serilmişti. Mezar taşları, kurumuş otlar, çatlamış yollar. Sanki zaman bu yaşananlardan sonra akmayı durdurmuş gibiydi. Kendimi nasıl hissediyorum, hiçbir fikrim yoktu.

 

Adımlarımı ağır ağır attım. Her adımda, ayakkabımın altındaki toprağın hafifçe ezildiğini hissettim.

Bu sessizlik...Bu sessizlik beni çıldırtıyordu.

 

Mezarın önüne geldim. Hikmet Çelik

 

Babama ait bir isim artık sadece soğuk bir taşa kazınmıştı. Başında durdum. Ellerim cebimde sıkılıydı, parmaklarımın derisini acıtıyordu.

 

Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Özlem mi, öfke mi? Pişmanlık mı? Yoksa hepsi mi?

 

Aramızda hiç doğru düzgün bir 'baba-oğul' hikâyesi yaşanmamıştı.

O benim hayatımda çoğu zaman bir yabancıydı.

Ve şimdi sonsuza kadar bir yabancı olarak kalacaktı. Bize ikinci bir şans verilmedi. Belki de verilseydi, her şey farklı mı olurdu, yoksa aynı mı olurdu bilmiyorum. Açıkçası tünelin sonunda asla ışık göremiyordum.

 

Elimde getirdiğim birkaç taze çiçeği taşın dibine bıraktım. Komikti.

Hayatı boyunca bana bir kere bile doğum günü hediyesi almamış adama şimdi çiçek bırakıyordum. İçim burkuldu. Gülmekle ağlamak arasında bir yerde sıkışıp kaldım. Mümkün inanması zordu. Herkesin korktuğu, selam vermeye çekindiği Hikmet Çelik şimdi toprağın altındaydı.

 

Benden başka herkesi sevdi ama sadece ben vardım mezarında. Herkes çabuk unuttu, ama ben unutamadım. Unutamazdım. Çünkü ne kadar acı da olsa o benim babamdı...

 

Rüzgâr usulca esti. Mezarlığın arka tarafında kurumuş yapraklar savruldu, toprağın üzerinde küçük girdaplar oluşturdu. Hayat bir şekilde devam ediyordu.

 

Ben hariç.

 

Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Bembeyaz bulutlar vardı. Herkes derdi ya, "Bulutların üstü huzur doluymuş," diye... Benim için hiçbir yer huzurlu değildi. Ne gökyüzü, ne toprak.

 

Taşın üstünü parmaklarımla sıvazladım. Harflerin girintilerini hissettim. Bir zamanlar nefret ettiğim, adını duymak bile istemediğim babamın ismi şimdi burada sessizce yatıyordu.

 

Ve ben...

 

Ben artık ona kızacak bile gücü bulamıyordum içimde.

 

"Affedemedim seni," dedim. Sözlerim rüzgara karıştı, taşa değmeden dağıldı.

"Affedemedim... Ama hâlâ keşke diyebiliyorum. Keşke bazı şeyler farklı olsaydı."

 

"Keşke bana bir kerecik sarılsaydın, sadece bir kere... Ama onu bile çok gördün bana." Ağlamıyordum, çünkü ağlama kotamı yıllar önce doldurmuştum. Şimdi kocaman bir adamdım, ama hayalleri yarım kalmış, hayatı yarım kalmış bir adamdım. Baba olmak bu kadar zor muydu gerçekten? Hiç mi özlemedi beni? Hiç mi sevmedi beni? Annemle yaptığı hatanın yıllarca bedelini ben ödedim. Neden? Neden onların hatası benim hayatımın mahvomasına màl oldu?

 

"Baba, neden sevmedin beni? Hatan olduğum için mi?" Cevap gelmedi. Zaten hiç gelmezdi de. Çünkü hep bu soruyu sorardım ona. Ancak cevap vermezdi. Kaçardı... Ama şimdi kaçacak yeri yoktu fakat yine cevap da yoktu.

 

"Sana ayrılan sürenin sonuna geldik Hikmet Çelik." Ayağa kalkıp buruk bir gülümsemeyle son kez mezarına baktım. Bir zamanlar ondan o kadar çok nefret ediyordum ki keşke ölse de kurtulsam diyordum. Ama şimdi... Şimdi diyecek hiçbir şey yoktu. "Hiç olmazsa arkadan ağlayan bir evladın daha var."

 

Arkamı dönüp mezarlığın çıkışına doğru ilerledim. Her adımımda üzerimde yükleri bırakıyordum. Babamı varlığı beni yıllarca mahvetti. O her nefes aldığında ben suçluymuşum gibi hissediyordum. Kendimi uzun süre suçlu hissettim. Nedenini bilmediğim bir suçu omuzlarımdan taşıdım. Neymiş, ailesini mahvediyormuşum, neymiş babasıyla benim yüzümden kavga etmiş, neymiş karısı evi terk etmiş. Benim suçum neydi peki? Ben mi dedim gidip yasak ilişki yaşayın? Ben mi dedim annem beni doğursun? O zaman niye kendimi böyle hissediyordum? İki ailenin dağılmasının nedeni neden bendim?

 

Ama şimdi ikisi de yoktu. Genel olarak beni suçlayan kimse yoktu. Yıllardır omuzlarımda bana ait olmayan yükleri şimdi bırakma zamanı gelmişti. Canımı çok yakmışlardı. Çocukluğumu mahvettiler. Ama her şeyin bir sonu vardı. Bu da onların sonuydu.

 

Kapıya gelince kaşlarım çatıldı. "Senin ne işin var burada?" Kapının önünde Nil duruyordu. Onun benim burada olduğumu nereden bildiğini anlamamıştım. Neden buradaydı?

 

Omuz silkerek yanıma geldi. "Bilmem, kendimi bir anda burada buldum." Tek kaşımı havaya kaldırdım. "Açıkçası yanında olmak istedim" dedi bana doğru bir adım atarak. "Başın sağ olsun."

 

"Teşekkür ederim." Nefes alıp başımı gökyüzüne çevirdim. Sıkışıp kalan nefesimi serbest bıraktım. "Yanımda olmaya mecbur değilsin." Gülümseyerek gözlerimin içine baktı.

 

"Ben mecbur hissetmiyorum." Beni daha tanımadığı halde yanımda olmak istemesi bana garip gelmişti. Evet, Karakurt'lar genellikle gariplerdi. Ama Nil'in neden benimle ilgilendiğini anlamıyordum. "Teşekkür ederim."

 

"Şey, biraz kafanı dağıtmak ister misin?"

 

Cümle birkaç saniye havada asılı kaldı. Gözlerim ona kayarken içimden bir şey kıpırdadı. İçkiden mi bahsediyordu? Bu kadar çabuk mu yani? Fazla mı direkt?

 

"Ha yok, ben genelde içmiyorum," dedim, sesi biraz sertleştirerek. Mesafe koymam gerekiyordu. Böyle anlarda mesafe en güvenli kalkanımdı.

 

Ama o gülümsedi. Rahat, hatta samimi bir gülümsemeydi bu. "Ha ben içkiden bahsetmedim," dedi. Sesi hafifti ama dolaysız. Bir anda savunmasız kaldım.

 

"Yani sen durgunsun," diye devam etti. "Kafanı açan, moralini yerine getiren bir şeylerden bahsettim. Mesela..."

Gözlerini kıstı. Düşünüyordu. Gerçekten düşünüyordu. Bu sadece laf olsun diye söylenmiş bir teklif değildi.

 

"Lunaparka gidip hız trenine binmek gibi." Şaşırdım. Hatta istemsizce kaşlarım kalktı. Lunapark mı? Hız treni mi? İçki, flört ya da dramatik tavırlar değil de çocukça bir heyecan? Bu kız düşündüğüm gibi biri değildi galiba.

 

"Yok artık daha neler?" Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.

 

İki saat sonra

 

"Eğleniyor musun?" diye sorunca bağırarak "bayılıyorum!" diye bağırdım. Çünkü hız trenine bindirilmiştim. Zorla hem de. İmdat! "Allahıma kavuşturmak mı istiyorsun sen? Evrenler arası geçiş yaptık çünkü."

 

"Abartma," diyerek elimi tuttu. "Çok güzel." Hız treni tam tepeye ulaştığında durdu. "Bitti mi?" diye etrafa baktım. Hayır, dahası var. "Nil, beni medeni şekilde öldürmek mi istiyorsun?"

 

"Tutun bana. Eğleniyoruz işte."

 

"Bu eğlence değil, bu delilik!" Tren hareket etmeye başlayınca içimden bildiğim tüm duaları okudum. Arada kanalları karıştırdım. Çünkü Fatihayı okurken araya Ayeti kürsüyü de sıkıştırdım.

 

"Nill!" diye bağırdım. "Huuu!" Nil'in umrunda mıydı acaba? "Hiç olmazsa yalnız ölseydin, beni niye sürüklüyorsun?"

 

"Ne?! Ben sana yardımcı olmak istedim." Sözleri, raylarda son sürat ilerleyen hız treninin uğultusuna karıştı. Sonunda tren yavaşladı, raylar birer birer frenlendi, tekerlekler çatırtılarla durdu ve sarsılarak son noktaya vardık. Gözlerim hızla etrafı tararken, ciğerlerime dolan soğuk havayla birlikte derin bir nefes aldım. Ellerim koltuğun kenarlarına sıkıca yapışmıştı. Tüm vücudumda gerilimin izleri vardı.

 

Başımı ona çevirdim, gözlerim şaşkınlık ve öfke arasında gidip geliyordu. "Hız trenine bindirerek mi yardımcı oluyorsun?"

Sesim farkında olmadan yükselmişti. Öfkem korkumla karışmıştı.

 

O an dondu. Bir anlığına kıpırdamadı. Gözleri gözlerime kilitlendi ama içinden geçenleri söylemeye cesaret edemiyor gibiydi. Dudakları aralandı, sonra bir kararsızlıkla kapandı. Ardından hızlı bir hareketle ayağa kalktı. "Boş ver," dedi, sesinde belirsiz bir kırgınlıkla. Yaptığım şeyden dolayı pişman olmuştum. Oysa kızın bir suçu yoktu, moralimi açmaya çalışıyordu.

 

Arkasını döndü, ağır adımlarla yürümeye başladı. Ben yerimde duramadım. Kalbim gırtlağıma kadar çıkmış gibiydi.

 

Ne oldu Kuzey? İçine Hikmet mi kaçtı?

Aptal herif! Ne yapıyorsun sen?

 

"Dur, bekle!" dedim arkasından, rayların kenarındaki dar yolda onu yakalamaya çalışarak trenden indim.

 

"Nil, özür dilerim. Ben seni kırmak istemedim," dedim.

 

Durdu. Omuzları düşüktü. Yavaşça başını çevirdi ve yüzüme baktı. Gözleri dalgındı. "Hayır, kırılmadım," dedi.

Ama gözleri öyle demiyordu. Ben anlardım. Onun sesindeki çatlağı, yutkunurken boğazında düğümlenen kelimelerden, kaçırdığı bakışlarından...

 

"Bak..." dedim, sesimi yumuşatarak, aramızdaki o gerginliği eritmek ister gibi. "Tamam, eğlence anlayışımız biraz farklı olabilir ama-"

 

"Kuzey, korktuğunu bilmiyordum. Bilseydim bindirmezdim." Nil'in sesi bu kez daha yavaş ve daha temkinliydi. Sanki kırılgan bir şeyi yerine koymaya çalışır gibi konuşuyordu. Gözlerini yere indirmişti. Beni kırmak istememesi gözümden kaçmamıştı. Benimle konuşurken kelimelerini seçerek konuşuyordu. Nil tam anlamıyla diğer kızlardan farklıydı.

 

"Tamam, o zaman darılma bana."

Omuzlarımı hafifçe kaldırdım, sesim biraz yorgun ama barışmak isteyen bir tonla çıkmıştı. Şu an iki yetişkin insan gibi değil de çocuklar gibi konuşuyorduk.

 

"Darılmadım," dedi, ama çabucak başka yöne baktı. O sırada gözleri bir anlığına arkamda bir noktaya takıldı. Dudak kenarları farkında bile olmadan yukarı kıvrıldı. Merakı gülüşüne sızmıştı. Başını hafifçe eğdi, gözleri hafif kısıldı.

 

Ben o an neye baktığını fark ettim. Arkamızda duran, koca kırmızı oyuncak ayı. Belki herkese komik gelebilirdi ama Nil'in bakışlarında hafif bir sıcaklık vardı. Tam da bu yüzden ona dönüp gülümsedim.

 

"O zaman" kolumu boynuna atıp önümüzdeki bankta oturttum onu. "Sen burada bekle, ama gözlerini kapat. Ben hemen geliyorum tamam mı?"

 

"Ne yapacaksın ki?"

 

"Sürpriz." Başını sallayıp gözlerini kapattı. Şaşırmıştı ama karışmamak istiyordu.

 

Ayıya doğru yürürken içimde küçük bir heyecan vardı. Kendimi ilk kez böyle çocuk gibi hissediyordum. Ve bu bile beni mutlu ediyordu.

 

Birkaç dakika sonra, ellerimde kocaman kırmızı peluş ayıyla geri döndüm. Ayı o kadar büyüktü ki neredeyse önümde yürümeme engel oluyordu. Onun olduğu yere geldiğimde, Nil'in gözleri hâlâ kapalıydı. "Geldim, ama üç diyince aç tamam mı?" O da en az benim kadar heyecanlıydı. "Tamam."

 

"Bir... İki... Üç"

Gözlerini açtığında bir saniyelik bir sessizlik oldu. Gözlerinde derin bir şaşkınlık vardı. "Şaka yapıyorsun?"

 

Sonra, "Kuzey," dedi gözlerini kocaman açarak. "Bu ne?!"

 

Ses tonu ciddiymiş gibi yapmaya çalışsa da gözlerinin içi gülüyordu. Ağzını eliyle kapattı ama kahkaha dudaklarının arasından kaçtı. Burnunu hafifçe kırıştırdı.

 

"Küçük hediye," dedim, ayıyı ona doğru uzatarak. Sanki minicik bir kolye kutusu uzatıyormuşum gibi teatral bir ciddiyetle. "Küçük hediye mi?" Nil başını yana eğdi, gülümsedi. "Şaka mı yapıyorsun? Bu benimle aynı boyda," dedi. Ama sesindeki sitem değil, hayranlıktı. Ayıya dokundu, yumuşak kürküne parmaklarını daldırdı.

 

O an gülümsedi. Gerçek, içten, çocukça bir gülümsemeydi.

Ben de gülümsedim. Çünkü onun mutlu olması, sanki göğsümde bir şeyin yerli yerine oturması gibiydi.

 

"Sarıl bakalım yeni arkadaşına," dedim alaycı bir tonla.

"Hayır, sen taşıyacaksın bunu. Bu ayıyı sen istedin, ben değil," dedi kıkırdayarak. Ayağa kalktığımızda gözlerindeki heyecan kalbimi titremişti.

 

"Demek öyle?" dedim ve oyuncağı sırtıma aldım. Nil ise yanımda, başını hafif yana eğmiş, göz ucuyla bana bakarak yürüyordu. Gülüşü hâlâ yüzünde asılıydı.

 

 

İtiraf edin hepimiz böyle olduk. Jdkdkslsl

 

 

 

 

 

 

✨✨✨

 

Defne'nin anlatımıyla.

 

Mutfakta, gün ışığının solgun süzülüşüyle hafifçe aydınlanan tezgâhın önünde kendi halimde duruyordum. Kahve makinesinden gelen düzenli damlama sesi dışında ev sessizdi. Parmaklarım seramik kupanın kenarını kavrarken, içimde derin bir huzursuzluk vardı. Her şey fazla sakin, fazla düzenli ve fazla yabancıydı.

 

İki gündür bu evdeydim. Savaş'ın yanında... O bana zarar vermemişti, aksine beni korumaya çalışıyordu. Güvende olmam için kapıya adamlar dikmişti. Ama her ne kadar camların ardındaki korumalar nöbet tutsalar da, içimdeki tedirginlik hiç dağılmıyordu. Dışarıdan değil, içeriden ürküyordum. Kendi zihnimden... Hatırlayamadığım şeylerden.

 

Duvarlar yeni boyanmıştı, eşyalar düzenliydi ama ben düzensiz hissediyordum. Bu evdeki hiçbir nesne bana ait değildi. Her şeyin üstü örtülüydü sanki. Anılarım gibi.

 

Kahve kokusu havaya karışırken derin bir nefes aldım. Ellerim titremiyordu ama içimdeki gerginlik, kaslarımın hafifçe gerilmesine neden oluyordu.

 

Kızlar ara sıra uğruyordu, yüzlerinde yapay bir rahatlık, gözlerinde endişeyle birkaç saat durup gidiyorlardı. Fazla konuşmuyorlardı, ben de pek soru sormuyordum. Çünkü cevaplar zaten yoktu.

 

"Artık hatırlamak istiyorum" diye fısıldadım kendi kendime. Sesim neredeyse buhar gibi dağıldı mutfağın soğuk havasında. Çünkü böyle, hiçbir şeyin yerli yerine oturmadığı bu hâlde, yaşamak çok daha zordu. Başımı önüme eğip alnıma masaj uyguladım. Gün geçtikçe daha çok yoruluyordum. İlaçları düzenli olarak kulanıyordum ama bir etkisi yoktu. Ya da nerede yanlış yapıyordum? Ya gerçekten hatırlanmayacak bir şey yoksa?

İçimde derin bir boşluk vardı ve o boşluk, her geçen gün biraz daha ağırlaşıyordu.

 

Tüm bu karmaşık düşünceler zihnimi zorlarken, kahve kupamı iki elimle kavrayıp salona geçmek için mutfaktan adım attım. Ama daha birkaç adım atmıştım ki aniden önüme çıkan bir silüetle irkildim.

 

"Ah!" diye çığlık attım istemsizce, vücudum geriye doğru sendeledi.

Elimdeki kahve kupası parmaklarımın arasından kayarak yere düştü.

Sert bir çarpma sesiyle birlikte porselenin çatlayıp dağılması ve kahvenin sıçrayarak zemini batırması, mutfağın sessizliğini paramparça etti.

Kalbim deli gibi atıyordu. Bir an nefes bile alamadım.

 

"Dur, iyi misin?" Sakin ama telaşlı bir ses yankılandı önümde. Başımı kaldırdığımda, kahverengi gözleriyle beni dikkatle süzen bir adamın siluetini netleştirdim. Koyu kahverengi saçları alnına düşüyordu, yüzünde hem endişe hem suçluluk okunuyordu.

 

"Korkuttum mu?" Sesi bu kez daha yumuşaktı, adım atmadan önce gözlerimin içine baktı. Sanki kırılgan bir şeye yaklaşır gibiydi.

 

"Sen kimsin?" dedim. Sesim titrek ve temkinliydi. Kalbim hâlâ göğsüme sığmıyor gibiydi.

 

Adamın yüzünde hafif bir şaşkınlık belirdi, ama çabuk toparlandı.

"Defne, benim Alp. Hatırlamıyor musun?"

 

İsmini söylediğinde kafamın içinde boş bir uğultu yankılandı. Alp... Hayır. Hiçbir şey... hiçbir yüz, hiçbir anı... hiçbir his. "Hayır," dedim kısık bir sesle. "Üzgünüm." Dudaklarını birbirine bastırıp kafasını hafifçe salladı. Onun yüzünde yorgunluk vardı. Bunu fark etmek zor değildi. Tıpkı Savaş gibi, tıpkı kızlar gibi.

 

Eğilip yere düşen kupa parçalarını toplamaya yeltendiğimde o da hızla çömeldi. "Dur, elini keseceksin," dedi kararlı bir sesle. Elimi nazikçe tuttu, parmaklarımı cam parçalarından uzaklaştırdı. "Sen geç otur. Ben hallederim."

 

"Gerçekten gerek yok. Zahmet olmasın," diye itiraz ettim ama dudaklarım zorla kıpırdadı. Bu yabancı tanıdıklık hissettirmese de nazikti.

 

"Ne zahmeti? Saçmalama," dedi gülümserken. Gülümsemesi yorgundu, ama samimiydi. Ben çaresizce ayağa kalkıp salona doğru yürüdüm.

 

Tam koltuğa oturduğumda, dış kapının açılma sesi geldi. Sert ama alışılmış bir tonda. Ardından kapı kapandı.

Ayakkabıların zemine bastığı sesi duydum. Savaş'tı.

 

Salona girerken ilk bakışı bana değil, mutfakta eğilmiş hâlde duran Alp'e yöneldi. Gözleri kısıldı. "Ne oldu burada?" Sesi hem şaşkın hem tetikteydi. Alp hâlâ dizlerinin üzerindeydi. Elindeki peçeteyi yavaşça yere bastırırken başını kaldırıp Savaş'a baktı. "Yanlış zamanda çıktım karşısına. Korkuttuğum için elindeki kahveyi düşürdü, başka bir şey yok." Savaş'ın gözleri bir an bana kaydı.

 

Ben sessizce oturuyordum, ellerim kucağımda kenetlenmişti.

Kafamı hafifçe salladım. Onaylar gibiydim.

 

Savaş hiçbir şey söylemeden birkaç adım attı, yanıma gelip ellerimi tuttu. "Merak etme iyiyim" dedim gülümsemeye çalışarak. "Sadece aniden çıkınca biraz şey oldum. Ben kendim toplarım dedim ama." Aramızdaki soğukluktan rahatsız olduğu gözlerinden belliydi. "Tamam sorun yok."

 

Alp yerdekileri topladıktan sonra yanımıza geldi. "Birisi geldi mi benden sonra?" diye sorunca Alp tekli koltuğa geçip yanaklarını şişirdi. "Yok, kimse gelmedi. Dilara hanım nasıl?"

 

Savaş bakışlarını bana kaydırdı. Dilara Aksoy'dan bahsediyorlarsa, o kızların dediğine göre o benim annemdi. İyi de ne olmuştu ki ona?

 

"İyi, toparlanmaya çalışıyor," dedi kısaca. Ardından işaret parmağını yüzüne götürüp hafifçe burnunu kaşıdı. Bu huzursuz olduğuna dair işaretti. Bakışları kısa bir anlığına yere kaydı, sonra tekrar bana döndü. "Gel, geçelim, biraz dışarıda oturalım istersen?" Sözcükleri yumuşaktı, tonu sakindi ama niyetini sezmiştim. Konuyu değiştiriyordu. Ve evet, ben bunun farkındaydım. Yine de bir şey söylemedim. Sessizce başımı salladım ve birlikte yürüdük.

 

Arkamızda Alp'in ayak sesleri duyulmadı. Gelmemişti. Belki gelmemesi gerektiğini anlamıştı ya da Savaş'ın bakışı onu durdurmuştu.

Savaş ise her zamanki gibi kararlıydı. Hemen yanıma geçti, birkaç adım arkamda kalmaya bile tahammül edemez gibiydi.

 

Balkona çıktığımızda yüzüme vuran serin hava içimi bir anlığına ferahlattı.

Savaş bana dönüp hafifçe eğildi.

"İlaçlarını içiyorsun değil mi?"

Sesi alçak ama ciddi bir tona bürünmüştü. Gözlerinin içi beni yokluyordu.

 

"Evet," dedim, başımı aşağı yukarı sallayarak. Sesim neredeyse fısıltı gibiydi. Ama Savaş gözlerimi aradı. Göz temasını kaçırmadım.

 

Parmakları nazikçe saçlarıma uzandı, birkaç tutamı eline doladı. Küçük dairesel hareketlerle parmaklarının arasında dolandırırken yüzüme baktı. "Ve bir şeyler hatırlamaya başladın mı?" İçimde derin bir boşluk hissettim.

 

"Hayır." Gözlerimdeki belirsizlikle yüzüne baktım. O ise bir an duraksadı.

 

Başını hafifçe öne eğdi, saçlarının bir kısmı alnına düşmüştü. Gözlerinde anlık bir hayal kırıklığı belirdi ama hemen bastırdı. "Tamam..." dedi sessizce ama kesin bir tonla. Sonra yavaşça başını kaldırdı ve yüzüme daha derin, daha sabırlı bir ifadeyle baktı. "Ama lütfen, kendini biraz zorla."

 

"Zorluyorum," dedim kısık bir sesle. Ellerimi avuçlarımda sıkarak devam ettim. "Ama sanki ne kadar zorlarsam, o kadar uzaklaşıyor her şey." Ben de hatırlamak istiyordum, ben de artık eski günlerime dönmek istiyordum. Ve hafıza kaybı herkesi yeteri kadar yormuştu. Savaş saçlarımı okşarken başını yana eğdi. "Belki de hatırlamak için önce hissetmen gerekiyordur." Gözlerimi ona kaldırdım. "Peki ya hiç hatırlayamazsam?"

 

Savaş bir an bile tereddüt etmedi. Yüzünde uzun zamandır görmediğim gülümsemeyi yerleştirdi. "O zaman yeni anılar biriktiririz," dedi fısıltıyla. "Ve ben her birini yanında olurken yazmana yardım ederim." İçimde inanılmaz bir umut tanesi yeşerdi. Beni bırakmak niyeti yoktu. Yorgundu, bitkindi ama beni bırakmak istemiyordu. Her şeyiyle yeniden başlamaya hazırdı. Savaş gerçekten beni seviyordu...

 

Başımı göğsüne yasladım. "Çok garip bir şey bu. İçinde kocaman bir boşluk var ve ne olursa olsun asla dolmuyor."

 

"Olaylar gittikçe karışık hale geliyor." Kollarını belime sarıp çenesini kafamın üzerine yerleştirdi.

 

"Ne oldu?" diye ona döndüm. "Ortada bir suç işlendi, tabii suçlu da yakalanıp cezasını çekti ama yine de bu işte senin parmağın olduğunu düşünüyorlar." Patlama olayından bahsediyordu. Ama bir gerçek vardı ki ben hiçbir şey yapmamıştım. Her şey Halil'in planıydı. Ve ben de kurban seçilmiştim. "Ama ben bir şey yapmadım, her şeyi Halil yaptı."

 

"Farkındayım ama bunu onlara kendin anlatman gerekecek. Uygun bir dilde."

 

Endişeliydim, çünkü onlarla nasıl konuşacağım bilmiyordum. Hepsinin benden nefret ettiğini tahmin ediyordum. "Kendimi hazır hissedersem konuşurum."

 

"Tamam, ne zaman istersen. Benim şimdi gitmem lazım. Birkaç işim var. Halledip geleceğim."

 

"Tamam" Alnıma dudaklarını bastırdığında gözlerimi kapattım. Madem aramızda gerçekten bir şeyler vardı niye dokunuşuyla ben hiçbir şey hissetmiyordum?

 

✨✨✨

 

"Ne oldu?" diye sordu Alp gözlerini gözlerime dikerek. Sesinde bir endişe vardı.

 

"Bir şey yok. Lavaboya gideceğim," dedim kısa ve mesafeli bir ses tonuyla.

A

 

yağa kalktım, arkamı dönüp yürümeye başladım. Merdivenleri çıkarken arkamdan Cesur'un kapısının açıldığını duydum. Bu evde her şey beni gözlemliyordu sanki. Herkes eski beni geri getirmeye çalışırken, ben hâlâ kim olduğumu çözememiştim. Savaş'ın bakışlarında bir yorgunluk vardı. Umutla dolu ama beklemekten yorulmuş bir adamın bakışıydı. Asla bakışları aklımdan çıkmıyordu. Her ne kadar gizlemeye çalışsa da yorulmuştu. Ve ben bunun farkındaydım.

 

Lavaboda işimi bitirip aynanın karşısına geçtiğimde, soğuk suyun ellerimde bıraktığı o ürpertiyle kendime gelmeye çalıştım. Başımı yavaşça kaldırdım.

 

Ve o an...

 

Yansımamla göz göze geldim. Bir şey oldu, bir taş yerinden kıpırdadı sanki. Karşımdaki yansımayı şaşkınlıkla izliyordum.

 

Ama o ben değildim. Ya da bendim ama tanımıyordum. Gözlerimin içine baktım. İçimde bir şey kıpırdadı. Tanıdık ama bulanıktı. Bir fotoğrafın yırtık kenarı gibi. Gözlerim bir an için karardı. Damarlarımda bir ürperti dolaştı. Kalbim hızlandı. Aklımın içinde sanki kalın bir sis yükseliyordu. Hatırlamaya çalıştıkça, sis daha da yoğunlaşıyordu.

 

Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Kaçmak ister gibi lavabodan çıktım. Koridordan geçerken duvarlara çarpacak kadar aceleciydim. Odaya girdim, kapıyı arkamdan çekip kapattım. Ya hatırlamaya hazır değilsem? Bana ne oldu öyle birden bire?

 

Aniden bakışlarım masama kaydı. Sabah her şeyi toplamıştım, evet. Ama şimdi orada tam ortada siyah bir flaş bellek duruyordu.

 

Buz gibi oldum... Ben koymamıştım. Eminim. Peki kim? Ne zaman? Neden?

 

Yavaşça masama doğru adımladı. Sanki odadaki hava bir anda değişmişti. Gözlerim sadece o küçücük nesneye kitlenmişti. Sessizlik bozulmasın diye nefes almaktan bile korkuyordum. Yavaşça yaklaştım. Elim titreyerek uzandı. Flaş belleği aldım.

S

 

oğuktu. Garip bir şekilde ürpermiştim. Onu kim bırakmıştı? Neden? Ve içinde ne vardı? Cevaplar için hazır mıydım, emin değildim ama duramazdım da. Parmaklarım, belleği bilgisayara takarken hafifçe titriyordu. Masamın altına eğilip dizüstü bilgisayarımı çıkardım. Parmaklarım alışkanlıkla tuşlara dokundu. Ekran karanlıktan ışığa geçerken, kalbim de ritmini değiştirmişti. Ekran birkaç saniye boyunca gri kaldı. Ama bana saatler gibi gelmişti.

 

Sonra video açıldı.

 

Ve ben nefes almayı unutmuştum.

 

Göz bebeklerim büyüdü, boğazım düğümlendi. Çünkü ekranda ben vardım. Aynı odamda, şu an oturduğum odada, aynı perdeler, aynı masa, hatta sandalye bile aynı yerdeydi. Ama ekrandaki "ben" bambaşka biriydi. Yüzümde tanımadığım bir ifade vardı. Daha güçlü, daha korkusuz ama bir o kadar da kırılgan bir haldi bu. Ellerim kameraya doğru uzanıyor, sonra saçımı geri atıyordum. Gözlerimde tanımadığım bir kararlılık vardı.

D

 

aha video başlamadan bir şey oldu.

Sanki beynimde bir kapı aralandı. Bir uğultu yayıldı zihnimin kıyılarına. Görüntüdeki ben konuşmadan, hatıralar üstüme hücum etti. Parça parça, dağınık ama tanıdıktı. Birisinin adını hatırladım. Sonra bir başka yüz. Karanlık bir sokak. Savaş'ın bana "korkma" dediği o ses. Alp'in gözlerindeki hayal kırıklığı. Bir çocuk sesi. Sonra bir çığlık...

 

Başımı tutup geriye yaslandım. O an beynimin içi sis değil, artık fırtınaydı. Görüntüler çarpışıyor, kopuk cümleler zihnime düşüyordu. Kalbim sanki bedenime sığmıyordu. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Çünkü daha bitmemişti.

 

Videoda "ben" kameraya bakıp derin bir nefes aldı. Az sonra bir şey söyleyecek gibiydi. Durdum. Bekledim. Hazır mıydım buna?

 

Sanki o an, sadece video değil, geçmiş de yeniden oynatılacaktı.

 

"Bugün 8 Aralık 2024. Saat 08:34. Ben Defne Yıldız Aksoy. Eğer bu videoyu izliyorsan büyük ihtimalle hafızan silinmiş, ve çoktan Halil'in askeri olmuşsundur. Eğer daha kötü ihtimal öldüysen bu video ortaya çıkmayacak ve sanırım savaşı kaybetmişsindir. Birinci ihtimale geri dönecek olursak, kafanın karıştığını neyin yanlış neyin doğru olduğunu anlamakta zorlanacaksın. Etrafındaki insanların hepsinin sana zarar vermek istediklerini düşünebilirsin. Hatta daha kötüsü Halil'in tek çıkış yolun olduğunu düşünebilirsin. Ama beni iyi dinle. Halil iyi birisi değil. Sana geçmişte çok zarar verdi. Sana hem fiziksel hem zihinsel saldırıda bulundu. Ona asla güvenme. Ve şunu sakın unutma! Sen katil değilsin! Sen suçlu değilsin! Sen siyah değilsin! Sen kirli değilsin! Sen parlak bir yıldızsın!

Bu videoyu çekiyorum çünkü ben kendimi iyi tanıyorum. Seni kimse durduramaz. Seni sadece ben durdurabilirim. Dur, Defne dur!"

 

Video bir anda durdu. Ekran dondu. ama o an benim içimde kıyamet koptu. Kalbim göğüs kafesimi yumrukluyordu. Gözlerim ekrana kilitlenmişti ama artık sadece ekranı değil, geçmişimi izliyordum. Zihnimin derinliklerinde dağınık halde dolanan anılar, bir anda hareketlenmeye başladı. Karmakarışık düşünceler, yerlerine oturmak için birbirini itiyor, birbirine tutunuyordu.

 

Hayal'in bana gösterdiği o eski fotoğraflar, o bakışlar. Harun Amir'in evi. Kırık camlar, tozlu zemin, titreyen ellerimle tuttuğum silah. O an yüzümdeki öfke değil. Savaş'ın eşyaları, ellerimde tuttuğum gömleği, kokusunu hatırlamamla birlikte gözlerimde dolan yaş. Ve bu video...

 

Her şey birbirine bağlanmaya başladı. Kırık dökük sandığım hafızam, aslında parçaları bilinçli saklamıştı. Belki kendimi korumak için, belki zamanını beklediği için. Ama artık zamanıydı.

 

"Ben kimim?" dedim içimden. "Ben gerçekten bu muydum?"

 

Sessizlikte kalbimin sesi yankılandı. Sonra cevap geldi.

 

Hayır.

 

Hayır, ben bu yabancı değilim. Ben bu boşluğa ait değilim. Ben Defne'yim.

 

O an zihnimdeki tüm kilitler birer birer açıldı. Hatıralar,sesler, dokunuşlar. Geçmişim bir film şeridi gibi hızla gözümün önünden geçti. Renkler değişti, sesler netleşti. Bir zamanlar kim olduğumu unuttuğum o yerin gerisinden kendim çıkıp geldi. Ruhum yeni kimliğini sıyırarak bedenimden dışarı bıraktı. O boşluk, o kimliksiz yabancı hâl yerini bana bıraktı.

 

Ben geri geldim.

 

Ben Defne'ydim.

 

✨✨✨

 

Ayağa kalkıp odadan çıktım. Çünkü artık her yer bana dar geliyordu. Merdivenlerin korkuluklarına tutunup derin derin nefesler almaya başladım. Her şey bitmişti, ben dönüyordum. Gözyaşlarım akmaya devam ediyordu. Ama silmek için çaba sarf etmiyordum, çünkü onları da seviyordum.

 

Elim boğazıma gitti. Derin derin nefesler almaya başladım. "Defne?" Cesur aşağıda beni böyle görünce telaşlandı. "İyi misin?" Bacaklarım artık tutmuyordu. Ayakta zar zor duruyordum. Beni böyle görünce telaşla merdivenleri çıkıp yanıma geldi. Tutundum, kollarına tutundum. "Cesur?" dedim titreyen sesimle. Anlamayan gözlerle yüzüme bakarken ellerimi koluna götürdüm.

 

Fakat aniden telefonu çalmaya başladı. Ekranda Hüseyn yazdığını fark ettim. "Efendim, Hüseyn?" Ne dediler bilmiyorum ama benim kolumdan tutup odaya götürmeye çalıştı. Sonra telefonu kapatıp gidecekken engelledim. "Cesur, ne oldu?"

 

 

"Ziya'nın oğlu geliyormuş. Sen güvenli yere geç. Ben gelene kadar da bir yere sakın gitme!" Ne?! Ziya mı?

 

"Kazım, adamları toplayın, hazırlık görün. Bu eve kimse girmeyecek! Anlaşıldı mı? Savaş'a haber verin! Alp'i ben arıyorum."

 

Korkuyordum. Yine çatışma mı olacaktı? Ama ben odada kalamazdım. Hayır, burada tek başına kalmak benim için fazlaydı.

 

Cesur evden çıktığı anda salona gittim.

Adamlar bahçeye toplanmıştı. Birkaç dakika sonra bir hareketlenme oldu. Sonra sokağın başında bir motor sesi duyuldu. Kısa keskin bir fren sesiyle siyah, parlak bir araba evin önünde durdu. Sessizlik ağırlaştı. Arabanın kapısı açıldı. İçinden biri indi. İri yapılı, kara gözlüklü, tıraşlı ama yüzünde geçmişten kalma izler taşıyan genç bir adam. Üzerindeki siyah gömlek ve gri pantolon, güneşin altında bile ürpertici bir hava yaratıyordu.

 

Bizimkiler adamın adım atmasıyla birlikte silahlarını çıkardı. Namlular anında doğrultuldu. Adamın içeriye girmesi neredeyse imkansızdı. Çünkü adamlarımız çok fazlaydı. Bu eve adımını atarsa leşi çıkacaktı. O bunu biliyordu.

 

"Dur orada!" diye bağırdı Cesur. "Bir adım daha atarsan kafana mermiyi yersin."

 

Adam bir an için durdu. Başını hafif yana eğdi. Gülümsedi, ama bu gülümseme, neşeyle değil, delilikle çizilmişti.

 

Tam o sırada Alp ve Ahu arkalarından gelip arabayı tam önünde durdular. Alp'in yüzü öfke ve savunmayla kasılmıştı. Güneş alnına vuruyordu ama o gözünü bile kırpmadan ileri yürüdü.

 

"Savaş'ın evine giremezsin," dedi sesi tok ve netti. "Kimsenin buna izni yok."

Adam hafifçe başını salladı. Cevabı sanki daha önceden ezberlemiş gibiydi. Soğuk, duygusuz, neredeyse yapay bir ses tonuyla konuştu. "Ben çatışma için gelmedim. Sadece bir ricam var. Bana onu vereceksiniz. İş bitecek." Alp kısık gözlerle baktı. Gerginlik o kadar yoğundu ki, havadaki oksijen azalmış gibiydi. "Ne istiyorsun?" dedi Alp. Adam gözlüklerini çıkardı. Gözlerinin içi sessizce yanan bir yangın gibiydi. Ve sonra kelimeler dudaklarından döküldü.

 

"Defne. Bana Defne'yi verin, hiçbir şey yapmam. Sadece konuşacağım. Babamı neden öldürdü? Merak ediyorum." Adam psikopat bir tipe benziyordu.

 

"Yok ya. İstersen üstüne para da verelim. Ne dersin?" dedi alayla Cesur. "Öyle birisi yok burada. Siktir git buradan!"

 

Benim için mi gelmişlerdi? Kahretsin! Bitmiyor! Lanet olası olaylar bitmiyor. Hiç beklemeden aşağı indim. Kapıyı açıp dışarı çıkınca adamın bakışları bana kaydı. Ardından Cesur'a döndü. "Ama size yalan söylemek yakışmadı Cesur bey. Olmadı ki şimdi."

 

"Defne, gir içeri!" Cesur bana bağırdı. Fakat hayır. "Hayır!" dedim kararlığımla. "Bak, o kızı verin bana, sakin sakin gidelim buradan." Alp hemen önüme geçti. "Onun için bizi önce öldürmen gerekecek. Dikkatini çekerim, yaralaman ya da vurman demedim. Öldürmen." Ahu hemen yanımda belirdi. Ve silahını çıkarttı. Beni koruma amaçlı yapıyordu. "Bakın arkadaşlar, ben sadece konuşacağım. Ama madem zorluk çıkarıyorsunuz, o zaman" elindeki silahı havaya kaldırıp ateş etti. O anda bir şey daha oldu.

 

O ateş sesi sanki beynimin içine sıkılmıştı. Ve oradan tüm anılar şelale gibi akmaya başladı. Bir silah sesi yankılandı kulağımda.

 

Savaş'ın gözleri belirdi bir anda. Adnan'ı vurduğu ana gitmiştim.

Sonra bir daha yankılandı. Ama bu kez Sarp'la yaşadığımız günler belirdi bir anda. Sonra bir silah sesi daha. Her silah sesi yeni anılar getiriyordu zihnime. Bu kez ise o geceye gittik. Düğün gecemize. Sarp'ın Savaş olduğu o geceye...

 

"Ahu, Defne'yi içeriye götür." Ayakta duramıyordum. Ahu koluma girip beni içeri doğru götürdü. Fakat kapıdan adım attığım anda dizlerimin üzerine çöktüm. Gücüm bir anda tükenmişti. Bu sadece zihinsel bir savaş değildi, tüm ruhumu yoran, gücümü yok eden bir savaştı. Ben kimseyle değil, kendi zihnimle savaşıyordum.

 

"Defne, sakin ol. Merak etme Savaş'a haber verdik." Bana bir şey olmayacağını biliyordum ama ya onlara zarar gelirse?

 

Hemen ayaklanıp mutfağa yöneldi. Bir bardak suyu alıp yanıma geldi. Suyu içtim. Ancak düzelmiyordum.

Ama yalnızca anılarım değil, onlarla birlikte taşıdığım bütün acılar da geri dönmüştü. İçimde yıllarca bastırılmış duygular, birdenbire kabuğunu çatlatan bir yanardağ gibi yükselmişti. Kalbimin derinliklerine gömülmüş sancılar, yeniden yüzeye çıktı. O an anladım. Hatırlamak, yalnızca kimliğe kavuşmak değildi. Hatırlamak, aynı zamanda o kimliğe gömülü olan acıyı da kucaklamaktı.

 

Özgür kalmıştım. Ama bu özgürlük, yalnızca hafızamın zincirlerinden değil, bastırdığım, görmezden geldiğim, içime gömdüğüm her şeyden arınmam anlamına geliyordu. İçimde bir fırtına, bedenimin en savunmasız yerlerine çarpıyor, her duvarımı titretip geçiyordu. Gözyaşlarım yanağımdan süzüldüğünde sadece gülümsedim.

 

İlk damla, yanağıma dokunduğunda bir hafiflik hissettim. Ardından gelen her damla, yıllardır içimde taşınan yükleri beraberinde götürüyordu. Bu ağlayış bir kaybediş değildi. Aksine bir yeniden doğuştu. Sanki yıllarca karanlıkta susarak hayatta kalmaya çalışmış ruhum, şimdi nihayet sesini bulmuştu. Ve ben yeniden doğuyordum.

 

Kalbim evet, o kalp kırılmıştı. Birçok yerinden çatlamıştı. Güvendiği ellerde parçalanmış, inandığı gerçekler tarafından ezilmişti. Ama hâlâ atıyordu. Daha yavaş, daha temkinli ama hâlâ yaşıyordu.

 

Ruhum yorgundu. Bitap düşmüştü. Savaşlar görmüştü, ihaneti tanımıştı, yok sayılmış, itilmişti. Ama şimdi, kendi bedeninde yeniden yer bulmuştu. Sanki bunca zaman içinde dolaşan ama yerleşecek bir beden arayan bir gölge gibiydi. Ve şimdi tekrar yerine oturmuştu. Ellerimle yüzümü tuttum. Titriyordum.

Gözyaşlarım süzülürken, içimde bir cümle yankılandı. "Ben buradayım, yine, yeniden..." Yıllarca kaçmıştım.

 

Koşarak, nefes nefese... Ardıma bile bakmadan. Ne zaman içimde bir acı belirirse başka yöne dönmüş, ne zaman kalbim sızlasa üzerini örttüğüm sessizlikle susturmuştum. Acılarımı görmezden gelmenin, onları yok saymanın beni güçlü kıldığını sanmıştım. Ama yanılmışım. Güç, kaçmakta değilmiş. Güç, acının gözlerinin içine bakıp, "Ben buradayım" diyebilmekteymiş.

 

Ve şimdi yıllar sonra tüm benliğimle onlara dönmüştüm. Acılarımı sırtımdan atmamış, tam aksine, onları sırtlamıştım. Onlara sımsıkı sarılmıştım. Her gözyaşım, bastırdığım bir anıya temas ediyordu, içimde ölü gibi duran bir parçayı yeniden canlandırıyordu. Her kırıklığım, artık saklanması gereken bir yara değil, geçmişimin onurlu bir izi haline gelmişti. Kaçmamıştım bu kez. Sırtımı dönmemiştim. Acı geldikçe, üzerine gitmiştim. Çünkü biliyordum, ben kim olduğumu bu yaralardan öğrenmiştim. Beni ben yapan, yalnızca mutlu anılarım değil, aynı zamanda bu kırgınlıklarımdı. Her hayal kırıklığım, her kaybım, her çırpınışım hepsi bendim.

 

Kollarımı kendime sarmıştım sanki. İçimde kırılan ne varsa, hepsini birer birer toplar gibi "tamam," dedim içimden, "tamam, artık kaçmayacağım."

 

Ben dönmüştüm.

 

Ve döndüğümde ilk yaptığım şey, içimdeki acıyı sevmek olmuştu.

 

Ahu saçlarımı arkaya doğru atıp yüzümü açtı. "İyi misin?"

 

"İyiyim. Onlar gitmeyecek. Onlarla konuşmadığım sürece gitmeyecek. "

 

"Hayır, sakın. Savaş yolda geliyor. Merak etme gönderecek onları."

 

Suyu içip ayağa kalktım. Benim yüzümden onlara zarar gelirse kendimi affedemezdim. "Gerçekleri onlara söylemem lazımdı." Kapıyı tekrar açıp dışarı çıktığımda adam tekrar bana el salladı. Adam sandığımdan fazlasıydı.

 

"Ben yapmadım. Ben hiçbir şey yapmadım." dedim kendimden emin tavırla. Adamın kaşları çatıldı. "Sana neden inanayım?"

 

"Burada bana hiçbir şey yapamayacağını aksine senin zarara uğrayarak buradan gideceğini hepimiz biliyoruz. Savaş bile yolda. Onun buraya gelmesi senin hiçbir şansın olmaması demek. Ve bu durumda ben neden sana yalan söyleyeyim?"

 

Adam sustu, kaşlarını düşünüyormuş gibi çattı. "Peki, suçlu kim? Orayı kim patlattı. O düğmeyi kim bastı?"

 

"Orayı patlatmak Halil'in planıydı." Bir adım attım dışarıya doğru. "Ancak orayı..." Hafızamı zorladım. Halil'in adamı değildi. Başka birisi yapacaktı bunu. "Agah"

 

"Agah mı? Bu Kartal Agah mı?" sordu emin olmak adına. Ama ben adamı tanımıyordum. Sadece yüzünü görmüştüm.

 

"Bilmiyorum, ama yüzünde beyaz lekeler vardı."

 

"O" dedi adamı. "Kartal Agah."

 

İnanmayacaklarını düşündüm, hatta olay çıkarmadan gitmeyeceklerini düşündüm. Ancak yapmadılar. Bizi şaşırttılar.

 

Adamlar hiç beklemeden arabalarına binip uzaklaştığında derin bir nefes aldım.

 

"Bir dakika," dedim bir anda. Orada... O binada... Ziya vardı, Narin vardı, ama dilim varmadı. "Dedem," Gözlerimi kocaman açıp elimi ağzıma götürdüm. "Dayım." O patlayan binada ailem vardı. Hayır, hayır hayır. Bu doğru değil. Bir şeyleri yanlış hatırlıyorum. Onlara hiçbir şey olmaz. Ellerimi panikle yüzüme götürdüm. Alp yanıma gelip kollarıma tutundu. "Defne, sakin ol. Kendine gel."

 

"Defne, kalk ayağa" Cesur kolumdan tutup kaldırmaya çalıştı. "Dedem öldü mü?" İnanmıyordum, inanmak istemiyordum. Çünkü inanırsam yıkılırdım. Öyle yıkılırdım ki kimse kaldıramazdı. Çaresizce gözlerime baktı. "Hatırladın mı her şeyi?"

 

"Cesur, dedem öldü mü?" diye bağırdım. Boğazım acımıştı. Cesur gözlerini gözlerimden kaçırdı ve başını önüne eğdi, gözlerinde derin bir hüzün vardı. Yapma... Yakasına yapıştım. "Cesur, cevap ver!"

 

"Başın sağ olsun."

 

O cümle... O iğrenç, uğursuz cümle dudaklardan süzülürken sanki evrenin tüm ışığı sönüp karardı. Zaman durdu. Hava yok oldu. Ses yok oldu. Ben yok oldum. Kalbime saplanan bir diken değil, bu paslı bir bıçaktı. Döndürülerek saplanmış, çıkarılmadan bırakılmış, tüm bedenimi içeriden parçalayarak yayılan bir acı.

 

Hayır.

 

Hayır hayır hayır...

Bu olamaz. Bu doğru olamaz. Dedem... Benim dedem... O, benim dünyamdı. Nefesimdi. Kökümdü.

 

Gözlerim bir noktaya kilitlenmişti, ama gördüğüm hiçbir şey yoktu. Dünya, donmuş gibiydi. Etrafımdaki sesler boğuk bir uğultuya dönüştü. İnsanların ağızları hareket ediyordu ama kelimeler ulaşmıyordu bana. O cümleden başka hiçbir şeyi işitemedim: "Başın sağ olsun."

Ne kadar boş... Ne kadar sığ... Ne kadar anlamsız bir cümleydi o. Başın sağ olsun mu? Benim başım sağ falan değil. Benim başım parçalanıyor! İçim yıkılıyor!

 

Nefes alamadım bir an. Boğazıma bir düğüm oturdu. Sanki biri içimdeki tüm havayı bir anda çekip almıştı da ben ciğerlerim olmadan yaşamaya çalışıyordum.

 

"Hayır..." dedim fısıltıyla. "Yalan söylüyorsun. Ben kafayı yemiş olamam. Hayır, ölmedi. Ölmedi."

 

Sesim bana bile yabancı geldi. Titrek, kırık bir çocuğun ağlamaya çalışırken boğulmuş sesi gibiydi. Başımı iki yana salladım, ellerimle kulaklarımı kapattım, "hayır" dedim, bu gerçek değil. Bu bir kabus, kötü bir şaka, bir yanlış anlaşılma.

 

Bu cümleyi kurmaya kalktığım an boğazım yandı. Dilim o kelimeleri yan yana getirmek istemedi. "Dedem ölmüş mü?" Hayır. Hayır. Dedem bana söz vermişti. Her defasında gözümün içine bakarak "ben seni bırakmam kızım," derdi. Gülerdi. Elimi sımsıkı tutardı. Ben düşerken tutardı. Ben ağlarken susardı, sırtıma sarılır, "Hadi şimdi dünyayı baştan yazalım," derdi. O adam beni nasıl bırakırdı? Nasıl bırakır?

 

Bırakmazdı.

 

Benim çocukluğum onun dizlerinde büyüdü. İlk düşüşümü o kaldırdı, ilk kaybımda o vardı. Ama şimdi? Şimdi ben bir daha hangi sabaha onun sesiyle uyanacağım? Benim güneşim gitti. İçimde bir şey koptu o an. Beni hayatta tutan iplerden biri değil doğrudan kalbim koptu. Elimi göğsüme bastırdım. Gerçekten kalbim orada hâlâ atıyor muydu? Bu kadar can yanarken nasıl olurdu?

 

Çığlık atmak istedim ama sesim çıkmadı. Ağlamak istedim ama gözlerim bile yanıyordu. Bu, gözyaşı değil, bu yangındı. İçimde yanan bir yangın vardı, adı dedem. Küle dönen bir ömür gibi savruluyorum.

 

O cümle hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu.

 

"Başın sağ olsun."

 

Hayır. Olmasın. Benim başım sağ falan değil. Ben bu acıyla nasıl devam edeceğim bilmiyorum. Onları ittim, zar zor arabaya doğru gittim. Kapıyı sertçe kapatıp arabayı çalıştırdım. Sağırdım, kördüm. Benim bir ölüden farkım yoktu.

 

"Dede, bırakma beni!" Boğazım yırtılırcasına bağırdım. Gözlerimden süzülen yaşlar yanaklarımı ıslatıyordu ama ellerimle hızla sildim. Görmemeliydi. Ağladığımı görmemeliydi. "Bak, bırakırsan seni asla affetmem. Yapma bunu bana. Minicik prensesine yapma!"

Sesim çatallaştı. Kelimelerim yolda kırılıyordu. Arabanın içinde tek başımaydım ama dedem hâlâ yanımdaymış gibi konuşuyordum. Sanki duyar diye, sanki vazgeçer diye...

 

Gözüm önümü görmüyordu neredeyse. Farlar önümdeki yolu yutarken, direksiyon ellerimde zangır zangır titriyordu. Hızlıydım. Delicesine hızlı. Hatta belki de bilinçsizdim. Araba, yolda değil içimdeki fırtınada ilerliyordu. Direksiyona değil, acıma hâkim olmaya çalışıyordum.

Ama nafile.

 

"Yapma dedem. Yapma. N'olur gitme. Yapamam sensiz. Çok erken..."

Sesimdeki o çırpınış, kulaklarımı acıttı.

Her cümlemde biraz daha dağılıyordum. Her kelimede içimdeki o küçük kız çığlık atıyordu.

 

Gözyaşlarımı silmeye devam ettim.

Çünkü o, beni ağlarken görmeyi hiç sevmezdi.

"Kızlar güçlü olur, ağlamaz, tamam mı minik prenses?" derdi hep.

Ağlarsam üzülürdü. Ağlarsam dünyayı yakardı. Ama şimdi...

 

"Dede, hayır, gitmezsin!"

Arabanın içindeki sesim yansımalardan çınladı. Sanki aynalar bile bana karşı ağlıyordu.

 

"Sen beni bırakamazsın. Herkesi bırakırsın, beni bırakmazsın. Vazgeçmezsin benden..."

 

Nefes almaya çalıştım. "Çok mu üzdüm seni?" Bunu düşündüğüm anda göğsümdeki yük arttı. "Çok mu kızdın bana? O yüzden mi gittin?"

 

Kendimi suçlamaya başladım.

Her susuşumu, her küsüşümüzü, her ertelediğim buluşmayı... Hepsi şimdi boğazıma düğüm düğüm oturdu.

 

"Gitme, lütfen gitme, dedem..."

Dizlerim titriyordu, fren pedalında ayağımı hissetmiyordum. Sanki bastığım hiçbir şey durduramıyordu beni. Bu gidişi. Bu yalnızlığı.

 

Arabanın içi boğulmuş gibiydi. Çok erken dedem... Daha söyleyecek o kadar çok şeyim vardı ki sana...

Sarılacak günlerimiz, kahkahalarımız, sessizce aynı balkona oturacağımız akşamlarımız... Hepsi yarım kaldı. Ben kaldım. Eksik.

 

Ve hâlâ dedemden bir cevap bekliyordum.

Bir mucize, bir nefes, bir "Buradayım, minik prenses." Ama gelmedi.

 

Arabayı park etmeden, tekerlek hâlâ dönerken açtım kapıyı. Neredeyse fırladım koltuktan. Sıcak güneş tepemdeydi ama ben donuyordum. İçimde bir şey, büyük bir hızla parçalanıyordu. Dizlerim titrekti ama bedenim bir emir almış gibiydi.

 

"Dede!"

 

Sesim, bahçeyi çınlattı. Kuşlar uçuştu, güneşin altında yankılanan çığlığım sanki zamanı durdurdu. Ayakkabım toprağa saplandı, dengesiz adımlarla koştum. Hizmetçileri gördüm. Beni izliyorlardı. Kıpırdamıyorlardı. Gözleri büyümüş, ağızları aralık. Onları geçtim. Onlara değil, dedeme ihtiyacım vardı.

 

Kapıya vardım. Ter içinde kalmıştım. Avuçlarım titriyordu. Elimi kapı koluna uzatacaktım ki, kapı birden açıldı.

 

"Defne?"

 

Annem.. Yüzü beyaz. Gözleri şişmiş. Dudakları kıpırdıyor ama ses çıkmıyor gibiydi. O an içimde bir alarm çaldı.

Gözlerimi ondan kaçırdım.

Onu ittim. Sert değildi ama kararlıydı.

Geçtim yanından. Ayaklarım tanıdık parkelere bastı. O ev... O ev nefes alamıyordu. Tavanlar üstüme üstüme geliyordu.

 

"Dedem nerede?" dedim, ağlamaklı, boğuk, neredeyse tıkanarak. Ama cevap alamadım. Annem arkamdan bir şeyler fısıldadı ama duymak istemedim. Yok saydım.

Çünkü biliyordum. Söyleyeceği her şeyden nefret edecektim. Merdivenleri ikişer üçer çıktım. Her adımda bir hatıra ayağıma dolanıyordu.

 

Küçüklüğüm, bana sabırla masal anlattığı geceler. "Sakın düşme miniğim," dediği sabahlar...

Ama şimdi ben düşüyordum. Derin bir boşluğa...

 

Odasına vardım. Kapıyı açtım. Yoktu. O yoktu. Yatak toplanmış, cam aralık... Güneş, usulca içeri süzülüyordu ama içimi ısıtmıyordu. Yokluk vardı.

Ve o yokluğun tam ortasında ben vardım. "Dede, neredesin?"

Sesim... Tanıyamadım o sesi.

Titrek, acınası, kısık bir fısıltıydı.

 

"Dede!" Sesimle onu geri çağırabileceğimi sandım. Ama cevap yoktu. Ne bir adım sesi... Ne "Miniğim," deyişi...Sadece o lanet sessizlik.

 

Tüm odaları dolaştım. Panikle. Delirmiş gibiydim. Salon. Mutfak. Balkon. Çalışma odası... Hiçbirinde yoktu.

Ayak seslerim yankılanıyor, yüreğim kaburgalarımı yumrukluyordu.

 

"Dedem nerede? Cevap verin n'olur!" Bağırdım. Yalvardım. Ama herkes susuyordu. Evin duvarları bile susuyordu.

 

Ellerimi saçlarıma geçirdim.

Avuçlarım parmaklarımı sıkarken, derimden acı yükseldi. Tırnaklarım saç diplerime battı ama hissetmiyordum. Hissetmekten uzaktım.

Delireceğim.

 

Kafamın içinde uğuldayan boşluk, beynimi sıkıştırıyordu. Her oda, her köşe aranmıştı. Yine de hiçbirinde yoktu. Yoktu. Hiçbir yerde yoktu.

 

Ayaklarım beni taşımaz haldeydi ama bir şekilde kendimi merdivenlere bıraktım. Gözlerim bulanıktı, bedenim kararsızdı. Aşağıya indim. Adımlarım yavaşladı çünkü yüreğim ağırdı.

Sanki her basamakta biraz daha yıkılıyordum.

 

Babam telaşla yanıma geldi. Yüzü endişeliydi. Gözleri beni tutmak isteyen bir çift ip gibi uzanıyordu. Ama ben kopmaktaydım. Ona elimi kaldırdım, "Dur." dercesine. "Dedem yok," dedim, boğulmuş bir sesle. "O beni bırakmaz. Herkesi bırakır ama beni bırakmaz." Sesim çatladı. İnançla söyledim. Gerçekliğe karşı bir isyan gibi. Çünkü dedem... Gitmezdi. Gitmemeliydi.

 

 

Babam, gözleri dolmuş, titreyen bir sesle, "Kızım, sakin ol lütfen. Her şeyi anlatacağım," dedi.

Sanki cümlesinin içinde bir ölüm vardı.

 

Ben istemiyordum o ölümü.

 

Ben yalnızca dedemi istiyordum.

 

"Neyi anlatacaksınız?" dedim, sesim yükselirken gözyaşlarım da yüzümden süzülüyordu.

"Bana dedemin yerini söyleyin!"

 

Babam dayanamayıp beni kendine çekti. Sarıldı. Ama ben nefes alamıyordum. Boğuluyordum.

Onun kollarında değil, gerçeğin ağırlığında... Çünkü dedem yoktu.

Yokluğu kokusuzdu ama ciğerlerimi yakıyordu.

 

O an gözüm salonun köşesine, masaya kaydı.

 

Ve zaman bir anda bıçak gibi durdu.

Hayır, hayır, hayır. Bu gerçek olamazdı. Hayır Defne. Sakin ol. Sen rüyadasın.

 

Bir adım attım. Kalbim artık yürümüyor, sürünüyordu. Masanın üzerindeydi. O yüzük. Dedemin alyansı. O hiç çıkarmadığı yüzük. Ananemi anlatırken parmaklarında döndürdüğü, dualarını ederken dudaklarına götürdüğü...

 

Vazgeçilmeziydi.

 

Ve şimdi o yüzük masanın üzerindeydi. Parmağı olmadan anlamsız, bir metal yığını gibiydi. Ama ben baktığımda orada dedemi görüyordum. Babamın kollarından çıkıp yüzüğe doğru yaklaştım. Elimi uzattım, yüzüğe dokundum. Buz gibiydi. Tıpkı içimdeki boşluk gibi.

 

"Dede, o yüzüğü çok mu seviyorsun? O yüzden mi çıkarmıyorsun?"

 

O an gözümün önünde canlandı...

Dizlerinin dibinde oturmuş, ellerini incelemiş, o eski, yorgun ama tanıdık yüzüğü parmaklarında çevirmiştim.

 

"Miniğim," demişti gülümseyerek.

O sesi... Sıcacık, huzurlu bir battaniye gibiydi. "O yüzüğü bana taktıran kadını çok seviyorum. Bu yüzüğü ölünce çıkarırım. Aslında benden olsa onda da çıkarmazdım ama işte adet. Kefenin cebi yok."

 

Kefenin cebi yok. O cümle şimdi kafamın içinde çınlıyordu. Ölünce çıkarırım... Ve şimdi masanın üstünde duruyordu.

 

"Hayır hayır, hayır!"

Boğazımda yırtılan bir çığlık yükseldi.

Göğsümden kopan, aklımı parçalayacak kadar şiddetli, hayırlarla örülü bir isyan. "Hayır!" Ciğerlerimden değil, ruhumdan geliyordu. "Hayııırrr!!"

 

Dizlerimin bağı çözüldü. Bedenim çöktü. Zemin beni kucaklamadı, aksine daha da batırdı. Yer yarılmıştı sanki, ben yokluğa düşüyordum.

Dedem gerçekten gitmişti.

O gülüş, o eller, o kucak... Bir daha olmayacaktı.

 

Gitmişti. Ölmüştü. Ama nasıl olurdu bu? O söz vermişti. "Miniğim," derdi hep. "Ne olursa olsun, ben hep yanındayım."

 

"Dedeeee!!" Adını öyle bir söyledim ki, evin duvarları yankıladı, kuşlar ürktü belki, rüzgâr durdu... Gökyüzü bile sustu. Baktım. Tavana, göğe, boşluğa.

 

Orada mıydın? Duydun mu beni? Sesime cevap verir miydin?

 

Masadaki yüzük bana bakıyordu.

Sonsuz bir bağlılığın simgesiydi.

Ve şimdi, sonsuz bir ayrılığın tanığıydı.

Parlak değildi. Tozlanmıştı. Sanki sahibiyle birlikte solmuştu. Parmaklarında yaşamış, şimdi yalnızlığa terk edilmişti.

 

Yüzüğü avuçlarımın arasına aldım.

Kalbimin üstüne bastırdım.

 

✨✨✨

 

Yazarın anlatımıyla

 

Defne öyle bir çığlık attı ki, evin duvarları yankıyı taşıyamadı. Sesi, kalbinden değil, ta içinden, parçalanan yerinden çıktı. O anda kimse kıpırdayamadı. Kuzey sesi duyar duymaz koşarak içeri girdi. Kapıdan adım attığı anda gördüğü manzara karşısında dondu. Defne... Dizlerinin üzerinde. Başını öne eğmiş, saçları yüzüne yapışmıştı. Üzerine rastgele geçirdiği hırka, bir zırh gibi değil, sanki incinmişliğinin sembolüydü. Tüm bedeninden hıçkırıklar sızıyordu. Susturamıyor, saklayamıyordu.

K

 

uzey ne diyeceğini bilemedi. "Defne," diyebildi yalnızca, ama o ses bile odada eğreti kaldı. Defne bakmadı. Gözleri yaşla değil, boşlukla doluydu. Sanki içinden geçen binlerce kelime vardı ama dudaklarında hiçbiri duramıyordu. İçinde yanıyordu. Sessiz bir yangın gibi, dumanı boğazına oturmuştu. Dilara yüzün avuçlarının arasına almış ağlıyordu. Harun kızını sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama sakinleşmezdi. Çünkü onu dedesi sakinleştirirdi. Şimdi onu sakinleştirecek adam yanında değildi.

 

"Benim yüzümden" dedi Defne. Gözyaşlarını silip babasına baktı. "Hepsi benim yüzümden. Benim yüzümden öldü."

 

"Hayır, hayır. Senin hiçbir suçun yok. Sakın."

 

"Benim yüzümden öldüler..."

 

Bu cümle dudaklarından döküldüğünde, odadaki hava bir anda değişti. Sessizlik, tokat gibi çarptı herkese. Defne'nin sesi ne kadar alçaktıysa, anlamı o kadar büyüktü. Suçluluk, sadece yüzünde değil, omuzlarında taş gibi duruyordu.

 

Ayağa kalktı. Titreyen dizlerine rağmen dimdik durmaya çalıştı ama belli ki ayakta tuttuğu tek şey kendine karşı olan öfkesiydi. Annesine döndü. Gözleri dolu değil, kupkuruydu.

"Benim yüzümden öldüler," dedi bir kez daha. Sesinde bu kez bir çaresizlik değil, bir mahkûmun teslimiyeti vardı.

 

Annesi ne diyeceğini bilemedi. Dudakları kıpırdadı, ama kelimeler çıkamadı. Çünkü hiçbir cümle, bir çocuğun kendini suçladığı anın yükünü hafifletemezdi.

 

Defne aniden geri adım attı.

Ve koştu.

 

Ayakkabılarının sesi koridorda yankılanıyordu. Tüm ev onun iç çöküşünü duyar gibiydi. Kuzey şaşkınlıkla peşinden fırladı. "Defne!" diye bağırdı ardından ama sesinin ona ulaşmadığını anladı. Bloklanmıştı. Sadece kaçmak istiyordu. Acısından, evden, kendinden... Kapıyı hızla açtı, rüzgârla birlikte öfkesi de dışarı taştı.

Arabaya binerken Kuzey birkaç adım geride kalmıştı. "Defne, dur! Lütfen!"

Ama Defne'nin gözleri dolu değildi.

Sanki çoktan karar vermiş gibiydi.

Kontak sesi duyuldu, motor hırladı.

 

Sonra gitti. Tozu dumanı, ardında bıraktığı çığlık gibiydi.

 

Kuzey hemen arabaya atlayarak peşine takıldı. Kerem de Kuzey'i takip etti. İki araba Defne'nin peşine takıldı. "Ne yapıyorsun Defne!" diye kükredi Kuzey. Defne'nin kendine zarar vermesinden korkuyordu. Yıllar sonra ikinci kez onun için endişeliydi, ona bir şey olacak diye korkuyordu. İçinde anlam veremediği duygular yeşeriyordu. Defne artık onun için hiçkimse değildi. Aksine fazlasıydı. "Kerem, bu gerizekalıyı sıkıştıracağız. Hazır mısın?" Aklında bir plan vardı. Defne'yle aynı inadı taşıyorlardı. Bu yüzden Defne'yi sadece Kuzey engelleye bilirdi.

 

"Hazırım," dedi Kerem, sesi soğuk ama kararlıydı. İkisi birden hızlandı. Biri sağdan, diğeri soldan. Defne şimdi iki çelik duvarın arasında sıkışmıştı ama ayağını gazdan çekmiyordu.

 

"Defne! Dur artık! Lütfen!" Kerem'in sesi çatladı. "Durmayacağım!" diye haykırdı Defne. Direksiyonun başında, ölümle pazarlık eden bir yıkım gibi görünüyordu. Kuzey gaza bastı.

"Benim inadım senden daha katıdır, bunu sen de iyi biliyorsun!" diye Kuzey bağırdı.

 

"Umrumda değil!" diye haykırdı Defne, gözleri artık ne yolu ne dünyayı görüyordu.

O an koca bir tır karşıdan belirdi.

 

Zaman yavaşlamış gibi oldu.

Kuzey'in nefesi kesildi. Kerem'in elleri titredi. Ama Defne? Defne gülümsedi. İç çekti. Direksiyonu sertçe kırdı. Tırın önüne doğru...

 

"Artık bu hikâye burada bitti" dedi Defne.

 

"Hayır!"

 

 

Ne oldu ya öyle? İyisiniz değil mi? Kabul ediyorum duygusal bir bölümdü. Ancak dediğim gibi artık ortalığı toplamamız gerekiyor...

 

Önümüzdeki bölümü 42.Bölümü çok yakında atacağım. Ama sınavlarım yaklaşıyor. Bu yüzden bölümler biraz gecikebilir. Bu arada 43.Bölümü attıktan sonra biraz ara vereceğiz. Haziranın sonu Temmuzun ilk haftası falan sınavlarım olacak. Bu yüzden 43.bölümü Haziran ayının ilk haftası atarım. Devamını sınavlarımı verdikten sonra atarız yani Temmuzun ikinci haftası bölümlere devam edeceğiz. Uyumsuz Vakada son üç bölümü Haziran ayında atacağım. Kimliksiz Gazeteci Manşeti yeni bölümü yarın gelecek ve ona da ara vereceğiz. Kısacası sınavlardan sonra geri döneceğiz.

 

Yorumlarda buluşalım. Yorumlarınızı okudukça yazma hevesim yükseliyor. Lütfen yorumları eksik etmeyin.

Oy verin başka bir şey de istemem.

 

Sizi seviyorum...

 

 

Bölüm : 18.05.2025 19:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Adelina / Savaş'ın Yıldız'ı / 41.Bölüm: 'Siyahın Beyaz Lekesi'
Adelina
Savaş'ın Yıldız'ı

7.04k Okunma

500 Oy

0 Takip
49
Bölümlü Kitap
Giriş1.Bölüm: "İçimizdeki Kötülük"2.Bölüm: "Savaş'ın Peşinde"3.Bölüm: "Tesadüf Değil Plan"4.Bölüm: "Kırılmış Kabulleniş"5.Bölüm: "Arkadaş Olalım mı?"6.Bölüm: "Geri Dönüş"7.Bölüm: "Bilinmeyen Hata"8.Bölüm: "Kaçırılma Krizi"9.Bölüm: "Dağ evinde dağ ayısıyla"10.Bölüm: "İlk Mühür"11.Bölüm: "Kıskançlık Savaşı"12.Bölüm: "Şeytanın Tohumu"13.Bölüm: "İhanet Hançerinin Ateşi"14.Bölüm: "Gerçeklerden Uzak Hayallere Yakın"15.Bölüm: "Korkusuz Yürek"16. Bölüm: "Rüya Gibi Kabus"17.Bölüm: "Aile Olmaya Hazır mısın?"18.Bölüm: "Bir Yıldız İntikamı Düşünün"19.Bölüm: "Topuklu Belalar"20.Bölüm: "Acı Gerçeklerin Rüzgarı"21.Bölüm: "Karanlığı ışığımdan daha güçlü."22.Bölüm: "Kraliçe Geri Dönüyor"23.Bölüm: "Büyük Buluşma"24.Bölüm: "Yıldız Kayması"25.Bölüm: "Yüzleşme"26.Bölüm: "Anne sana ihtiyacım var."27.Bölüm: "Şimdi Sıra Bende"28.Bölüm: "Ben Defne Yıldız Karakurt"29.Bölüm: "Herkesin Kendi Acısı Kendine Yeter"30.Bölüm: "Mahşerin Karanlık Perdesi (Sezon Finali)24.Bölüm: "Özel Bölüm"Özel Bölüm: "Akşam Yemeği(Savaş ve Defne)"(İkinci Kitap) 31.Bölüm: "Dönüyoruz"(2.Sezon)32.bölüm: "İki Ateşin Aşkı"33.Bölüm "Karanlığında Işığımı Kaybettim"34.Bölüm: "İçimizdeki çocuk"35.Bölüm: "Cehenneme Bir Adım Kala"36.bölüm: "1.Gün-Şeytanın Pençesinde"37.Bölüm: "2.gün Kayboluş ya da yok oluş"38.Bölüm: "Savaşın Ortasında Sen ve Ben"39.Bölüm: "Oyunun Gerçek Piyonları"40.Bölüm: "Tutsak Zihinlerin Zincirli Kalpleri"41.Bölüm: "Siyahın Beyaz Lekesi"42.Bölüm: "Karanlığın Sonu"43.Bölüm: "Sahte Sevgi Çemberi"44.Bölüm: "Çizginin Ucunda"45.Bölüm: "Son Seçim"46.Bölüm: "Bozulmuş Düzen"
Hikayeyi Paylaş
Loading...