45. Bölüm

42.Bölüm: "Karanlığın Sonu"

Adelina
adelinashwriterr

 

 

 

42.Bölüm: "Karanlığın Sonu"

 

Öncelikle herkese merhabalar. Uzun süredir bölüm gelmiyordu. Özlediğinizi biliyorum, ne kadar da yorum yapmayıp oy vermeseniz de hikayelerimi sevdiğinizi düşünüyorum.

Evet, bölümler her iki haftada bir gelmeye devam edecek. Savaş'ın Yıldız'ı inşallah bu yıl içerisinde biteceğiz. Ben düzenlemelere devam ediyorum. Size yeni duyuruları haber veririm.

 

Bu arada whatsapp kanalıma da katılabilirsiniz. Oradan duyurular yapılıyor.

 

Size keyifli okumalar dilerim. Oy veriniz lütfenn

 

 

 

 

 

Defne'nin anlatımıyla.

 

Araba, lastiklerinin asfaltla çığlık çığlığa kavga ettiği o son anda durmuştu. Gözlerimin önünde zaman yavaşlamış gibiydi. Kuzey, arabasıyla bir gölge gibi aniden araya girmiş, benim arabamı Kerem'in üzerine doğru itmişti. Metalin metale sürtünmesiyle çıkan cızırtılı ses kulaklarımı yırtarken, direksiyonun kontrolünü kaybetmemek için tüm gücümle tutmuştum. Tır son anda bizi fark etmiş ve direksiyonu kırıp yönünü çevirmişti. Sonra bir anda Kuzey, direksiyonunu kırıp arabamın önünü sert bir manevrayla geçmişti. Önüm kesilmişti. Kaçış yoktu.

 

Göğsüm sıkışıyordu. Nefes almaya çalıştıkça ciğerlerimden ıslak ve parçalı bir hava geçiyordu sanki. Kalbim, kaburgalarımın arasına sıkışmış bir kuş gibi çırpınıyor, ama dışarıya çıkamıyordu. Şoku hâlâ atlatamamıştım. Yaşadığım şeyin ağırlığı zihnime inatla ulaşmıyordu. Parmaklarım kan çekilmişçesine solgun, eklemlerinden kıpkırmızı olmuş, direksiyonu öyle sıkı kavramıştı ki, bırakırsam sadece arabayı değil, bütün gerçekliği elimden kaçıracakmışım gibi hissediyordum.

Etraf sessizdi. Tuhaf bir sessizlikti bu. Dışarıda hayat akmaya devam ederken, benim içimde dünya durmuştu. Biraz önce ne oldu öyle? Ben ne yapıyorum? Ölecektim. Az daha ölecektim... İntihar ediyordum. Ben az daha ölecektim. Bu gerçeği zihnim bozuk plak gibi sürekli tekrarlayıp duruyordu. Bakışlarımı kaldırıp önümde duran arabaya baktım.

 

Kuzey arabasından indi. Nefesi kesik kesikti. Gözleri dehşetle etrafı tarıyordu. Sanki hâlâ neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sadece benim değil, onun da hayatı pamuk ipliğine bağlı kalmıştı. Göz göze geldiğimizde bunu fark ettim, o an ikimiz de ölümle burun buruna geldiğimizi biliyorduk.

 

Benim yüzümden...

 

Çünkü neredeyse evet, neredeyse Kuzey, beni kurtarmaya çalışırken tırın altında kalacaktı. Eğer Tır şoförü fark etmeseydi, Kuzey ölecekti... Onun yüzündeki o şok, korku ve öfke birbirine karışmıştı. Ve benim yüreğim hâlâ boğazıma sıkışmış, çıkmakla çıkmamak arasında gidip geliyordu.

 

Direksiyonu hâlâ sıkı sıkıya tutuyordum. Avuçlarımın içi terlemiş, parmaklarımın ucu hâlâ karıncalanıyordu. Bir tek şeyi biliyordum, az önce hem ben, hem Kuzey, çok büyük bir şeyin kıyısından dönmüştük.

 

Kuzey hızla bana doğru geliyordu. Adımlarında telaş vardı ama gözlerindeki öfke, bütün duyguların önüne geçmişti. Arabanın kapısına uzandığında eli titremiyordu. Bir hışımla kolu çekti, kapı sert bir "tak" sesiyle açıldı. O anda dışarının rüzgârı, patlayan bir fırtına gibi içeri doldurduğunda soğuk hava, tenime çarpan her esinti, içimi titretti.

 

Ne olduğunu anlayamadan, kolumdan kavradı. Parmağının eklemleri sertti, avucu sıcaktı. Dirsek kemiğimden aşağı yayılan bir acı hissettim, ama ses etmedim. Onun yüzünde korkuyla karışık bir öfke vardı.

 

Beni dışarı çektiğinde ayaklarım yere bastı ama hâlâ kendimi havada hissediyordum. Arabanın kapısı arkamda açık kalmış, içerdeki koltukta hâlâ korku oturuyordu sanki. Kuzey'in gözleri gözlerime kilitlenmişti. Bakışı öyle keskindi ki, cümle kurmasına gerek yoktu. Dudakları birbirine bastırılmış, çenesi kasılmıştı. Nefes alışları düzensizdi, tıpkı benim gibi. Ama o hâlâ güçlüydü. Kontrolü elinde tutmaya çalışıyordu. Yine de gözlerinde, az önce ölümle burun buruna gelen bir adamın o çırpınışı parlıyordu.

 

O anda anladım... Beni dışarı çekmesinin sebebi yalnızca öfke değil, aynı zamanda hâlâ yaşıyor olduğumdan emin olma çabasıydı.

 

"Ölmek mi istiyorsun?!" diye bağırdı, sesi boğazından kopup gelen bir çığlık gibi üzerime savruldu. Sözleri, sanki açık bir yaraya tuz basar gibi içime işledi. Gözlerine bakamıyordum. Göz göze gelmeye cesaret edemiyordum. O an yüzündeki ifade bir öfkeden çok daha fazlasıydı; hayal kırıklığı, korku, çaresizlik... Hepsi birikmiş, sonunda feryada dönüşmüştü.

 

"Bu kadar şeyden sonra hiç mi ders çıkarmadın?" diye devam etti, sesi çatlamıştı. "Hiç mi canının bir değeri yok? Bu kadar seni seven insanlar varken ölümün kolları sana neden sıcak geliyor?"

 

Rüzgâr saçlarını yüzüne savurduğunda elini kaldırıp geri itti, ama bakışları benden bir an olsun sapmadı. Yüzündeki öfke artık yerini sessiz bir siteme bırakıyordu. "Benim yüzümden öldüler," dedi, sesi bu kez daha alçak ama daha ağırdı. "Benim yüzümden babanı kaybettin."

 

O an gözleri doldu. Belki birkaç saniyeliğine bile olsa o güçlü duruşunun çatladığını gördüm. Ama hemen toparlandı. Burnunu hızlıca çekti, başını hafifçe yana çevirdi. Gözyaşlarını benim önümde asla akıtmazdı. Bu, onun için zayıflık değil, bir sınırdı. Bana ağlamazdı.

 

Bir adım daha yaklaştı. Yüzümle arasındaki mesafe yok denecek kadar azdı. "Senin hiçbir suçun yok," dedi, bu kez sesi daha kararlı, daha derin bir yerden geliyordu. "Sen öldürmedin bunu o kafana sok!"

 

Sertçe doğrulup işaret parmağını alnıma bastırdı. Parmak ucu uzun bir saniye alnımda kaldı, sanki kelimeleri kazır gibi.

 

"Ben bu acıyı nasıl kaldıracağım?" dedim, sesim yutkunmaların arasına sıkışmış, boğuk ve kırık dökük bir şekilde döküldü dudaklarımdan. "Nasıl yaşayacağım?" Nefesim göğsümde tıkanıp kalıyor, kelimeler kendi ağırlığıyla boğazımı eziyordu. Tüm dünyam paramparça gibiydi ve o parçaları bir daha birleştirecek gücü kendimde bulamıyordum.

 

Ama o, öfkesini kaybetmemişti.

 

"Yaşayacaksın," dedi, sesi bir kırılmanın tam eşiğinde, ama hâlâ sertti, hâlâ dayanıyordu. "Çünkü seni seven bir annen var. Çünkü seni her şeye rağmen seven bir baban var. Çünkü..." dedi, sesi çatladı. "Çünkü sen benim gibi kimsesiz değilsin. Sahipsiz değilsin, anladın mı?"

 

Sesi titriyordu. Boğazına oturan düğüm, her hecede kendini belli ediyordu. Yüzüne baktığımda, o güçlü maskenin ardında bir çocuğun yalnızlığı parlıyordu. Onun öfkesi, aslında kendi geçmişineydi, kendi çaresizliğine.

 

Yutkunamadım. Başımı iki elimin arasına aldım. Parmaklarım saçlarımın arasına gömüldü, başımın içindeki o çığlığı susturmak ister gibi bastırdım kendime. "Hayır," dedim, fısıltı gibi ama titreyerek. "Hayır, hayır..." diye tekrarladım. İçimdeki isyan sözcüklere dönüşmeye çalışıyor, ama sadece inkâr olarak çıkıyordu.

 

Eğildi. Ellerimi tuttu. Parmaklarını bileklerimin çevresine sardı ve yavaşça ellerimi yüzümden indirdi. Direnmedim. Gözlerimi kapattım bir an. Sonra, çenemi avuçlarının arasına aldı. Göz göze geldik.

 

"Senin isyan etmeye hakkın yok. Seni seven bu kadar insan varken onları düşünmeden intihar etmeyi düşünmen acımasızca."

 

Beni seven onca kişi vardı. Ama hepsinin hayatı benim yüzümden mahvoldu. Kara leke gibi çöktüm üzerlerine. Kurtulamadılar ki benden..

 

"Babam konusuna gelince ise benim hiçbir zaman bir babam olmadı" Gözlerini acıyla kapattı.

 

"Babam konusuna gelince..." dedi. Gözlerini kaçırdı, bakışlarını yere sabitledi. Sonra birden başını kaldırıp, gözlerinde çırpınan bir karanlıkla bana baktı. "Benim hiçbir zaman bir babam olmadı..." Gözlerini acıyla yumdu. Çenesini sıkınca boynundaki damar belirginleşmişti. "Olmayan bir şeyi kaybetmek imkânsız," dediğinde içimde bir şeyler kırılmıştı. Canım öyle derin bir yerden acıdı ki, nefes almak bir anda lüks gibi gelmişti.

 

"Kuzey..." dedim titreyerek. "Ben seni-"

 

"Tamam, sus!" diye kesti sözümü. Sanki kelimelerimden kaçıyordu, sanki bir cümle daha duyarsa dağılacaktı. Yüzünü benden yana çevirdi ama gözyaşları çoktan yanaklarına inmişti. Onları silmek için acele etmedi.

Ama ben görüyordum. O ağlıyordu. Ve bu onun savaşını kaybettiği anlamına gelmiyordu; tam tersine, yıllardır içinde tuttuğu acıları ilk kez serbest bırakıyordu. Kuzey'in çok acılar çektiğine şahit olmuştum. Sevilmeyen bir çocuktan daha fazlasıydı. Onun da tabiriyle onlar için hep öteki kadının çocuğuydu. İsmiyle bile asla çağırmıyorlardı. Şu bu o diye hitap ediliyordu. Ama kim olursa olsun, ben onu hep sevmiştim. Ama Kuzey bunu hiçbir zaman anlamamıştı.

 

Bilmiyordu belki ama bunca sene içinde hapsettiklerinin özgür kalma zamanı çoktan gelmişti. Omuzları sarsıldığında, o güçlü adamdan geriye yalnızca kırılgan bir çocuk kalmıştı. Ve ben, o çocuğun çaresizliğinde kendi yalnızlığımı görüyordum.

 

"Beni kimse görmedi..." dedi Kuzey. Sonra elinin tersiyle gözyaşlarını öfkeyle sildi. "Hissettiklerim... yaşadıklarım kimsenin umurunda bile olmadı. Sadece sizin için para kaynağıydım ben!" diye bağırdı. Yüzü kızarmıştı, çenesindeki kaslar gerilmişti. "Kuzey... ÖTEKİ KADININ ÇOCUĞU!" Ayaklandı. Öfkesini kontrol edemezdi bu saatten sonra. Zaten etmesini de istemiyordum. Dökülmesini istiyordum, bana mı öfkeli olsun yeter ki içindekilerini kussun.

 

Boğuk bir sessizlik çöktü üzerimize. Sözleri yankılandı içimde, ciğerime taş Küçük bir çocuk gibi ağlayan bir adam vardı karşımda, yıkılmış bir kaleydi sanki. Yanına gitmek, ona dokunmak istedim ama bilirdim, iterdi beni. Her dokunuş, daha da yakardı canını.

 

"Beni kocaman ailenizin içine sığdıramadınız," dedi nefes nefese. "Bir bana yer yoktu."

 

Yavaşça doğrulup ona doğru bir adım attım. Kalbim küt küt atıyordu, içimdeki korkuyla karışık umut boğazıma düğümlenmişti. Elimi uzattım. Parmak uçlarım titriyordu. "Sana elimi uzattım..." dedim, sesim hıçkırıklarımın arasından güçlükle çıkıyordu. "Kaçtın..."

 

Yıllar sonra tekrar kömür kafayla karşı karşıyaydım. Kimse belki sevmedi ama ben onun bana öfkesini bile sevmiştim. Onun kendinden emin çocuk tavırlarını sevdim. Ama beni hep itti. Yine iter miydi bilmiyorum ama her şeye yine ellerimi uzatıyordum.

Gözlerim dolmuştu, dünya bulanık bir karanlığa bürünmüştü. "Sana sevgimi verdim," dedim, sesim çatladı, ellerim düşmek üzereydi, "kabul etmedin."

 

Kuzey hiçbir zaman beni tam anlamıyla kabul etmemişti. Hep arada, hep mesafede kalmıştı. Bugün o mesafeyi yok etmenin, içimde biriktirdiklerimi dile getirmenin zamanıydı. Bugün, yılların suskunluğuyla hesaplaşma günüydü.

 

"Sana verilmeyen sevgiyi bana verdikleri için beni suçladın!" dedim bir çığlık gibi. Göğsüm daraldı, nefes alamıyordum. Sanki dünya beni dışarı atıyordu. Sanki oksijen bile, kalabalık bir dünyanın ortasında sadece bana eksikti. Göğsümde bir taş vardı ve her nefeste biraz daha ağırlaşıyordu.

 

Ayakta kalmaya çalışıyordum. Dizlerim titriyordu. Gözyaşlarım yanaklarımı yakarak akıyordu ama umursamıyordum. Gözlerinin içine bakıyordum şimdi. Belki de ilk kez, bu kadar çıplak, bu kadar savunmasız. Gerçek duygularla, maskesiz.

 

Ve bekliyordum.

 

Ya beni itecekti.

 

Ya da ilk kez gerçekten sarılacaktı.

 

"Kuzey," dedim, sesim bağırarak yerini buldu, ama titriyor, derin bir acıyla boğuluyordu. "Sen onlardan değil, benden nefret ettin. Seni istemeyenleri değil, seni çok sevenden nefret ettin!" Her kelime, yüreğimin içinde patlayan bir volkan gibiydi. "Ben seni çok sevdim Kuzey. Bir abi gibi seni çok sevdim ve hâlâ da seviyorum!"

 

O an, tüm duygularım bir anda ona aktı. İçimde yıllarca bastırdığım her şey, her sevda, her korku, her acı, bir an için ortaya döküldü. Kuzey sessizce ıslak kirpikleriyle beni izliyordu. Sözlerimin sarmaladığı o gerçeği kabul etmek zor geliyordu ona. Ama ben beklemedim. Aniden boynuna sarıldım. Beklemedim, hep yaptığım gibi ilk adımı ben attım. İter miydi, iterdi. Ama ben yine sarılırdım. Çünkü aile buydu. Ne olursa olsun bırakmamak...

 

İlk başta şaşkındı, kolları boşlukta sallanmış gibi görünüyordu ama sonra her şey değişti. Sarıldı. Kollarını belime sardı. Kuzey, ilk kez bana sarıldı. Kuzey beni kabul etti. İtmedi, kaçmadı.

 

"Seni çok seviyorum Defne!" dedi ağlamaklı sesiyle. Ağlıyordu. Gerçekten ağlıyordu. Kalbinin en derin yerinden gelen o feryadı duyabiliyordum.

 

Buna dayanamadım. Onu daha sıkı sarıldım. Her bir hareketim, yıllardır içinde tutulan tüm o sevgiyi, tüm o sabırla beklediğim yaralarını sarmak içindi. Her sarılışımda, yıllarca kaçan ve saklanan çocuğa daha çok yaklaşmak istiyordum. Duvarları, hiç olmadığı kadar düşük, hiç olmadığı kadar yıkılmıştı. Kuzey'in içindeki o kırık çocuk, yıllardır gizlendiği karanlık köşesinden çıkmıştı. Ona sarıldım, duvarların ardında hâlâ var olan o küçük çocuğa... Evet, onu sevdim.

 

Gözlerim kapandı. Her şey durdu. Zaman sanki sadece bizim için durakladı. Kollarındaki kuvvet, bana güven veriyordu, çünkü bu kez o da güveniyordu. Bu kez bir şeyleri tam anlamıyla paylaşıyorduk. Sessizlik, içimizdeki tüm kelimelerin yerini almıştı.

 

✨✨✨

 

 

Araba evimizin önünde durduğunda içimdeki tedirginlik gitgide büyüyordu. Ben biraz önce yaşadığım kaldırmak mümkün değildi. Hatta buraya geri dönmek bile istemiyordum. Ama Kuzey beni getirmişti.

 

Kuzey kapıyı açıp arabadan indiğinde ben hareket etmeden yerimde duruyordum. Ama Kuzey hemen benim tarafıma gelip kapıyı açınca inmek zorunda kalmıştım. Beni burada tutan bir sebep bulamıyordum. Büyük bir boşluğun içinde kaybolmuş gibiydim. Ne yaparsam yapayım sanki her şey benim suçummuş gibi... Belki de öyleydi...

 

"Defne?" dedi bir ses. Arkamı döndüm.

Ve o sesin sahibiyle göz göze geldik.

Savaş’tı.. Gerçekti. Karşımdaki oydu.

Kelimeler o anda hiç önemli değildi. Bedenim, zihnim, kalbim... Hepsi sadece o bakışta takılı kalmıştı.

Birini uzun süredir ararsın, hani artık bulamayacağını düşünürsün ya... Ama sonra bir köşeyi dönersin ve evinin kapısını görürsün. İşte öyle baktım ona. Sanki yıllardır kaybolmuşum ve sonunda yolumu bulmuşum gibi.

İçimdeki bütün ağırlıklar – hüzün, pişmanlık, kırgınlık – tek tek döküldü. Kalbim o an hafifledi. Gözlerinin içi hâlâ bildiğim gibi sıcaktı. Ama bu kez bir şey daha vardı:

Özlem... Sessiz, derin, içe işleyen bir özlem.

 

Bir adım attı bana doğru.

Ben hâlâ bakıyordum, hâlâ inanamaz gibiydim. Oysa sesinden anlamıştım…

Sesinde beni hâlâ tanıyan adam vardı.

Sesinde beni hâlâ seven bir adam vardı. Ve ben o sesi duyduğum anda, içimde kalan son siperler de yıkıldı.

Onu gördüğüm an, içimdeki her şey, umutsuzluk, korku, yalnızlık... Sanki elimi bırakıp gitti. Geriye sadece ben ve o kaldık. Ben, ona ait olan hâlimle.

 

"Defne," dedi bir kez daha. Bu sefer daha kısık. Daha kırık. Ve ben…

Gözlerim dolu dolu, sadece fısıldadım:

“Savaş.” Kalbim, o an kendine geri döndü. "Savaş." Ona doğru bir adım attım, ama bu adım bana yetmedi. O da bana doğru bir adım attı. Kuzey'den ayrılıp ona doğru gitmeye başladım. Bir adım daha, bir adım daha... Ama hep eksik kalıyordum. Geç kalmak, ona ulaşamamak, o anın kaybolması korkusuyla her şeyin ötesinde bir acı hissediyordum. Ve sonra hızlandım. Bütün o yılların, hayal kırıklıklarının, kaybolan zamanların yüküyle, her şeyin hızla geride kaldığı o anı yaşadım. Koşmaya başladım. Ayağım asfaltı vurarak ilerlerken, sanki her bir adım beni ona daha da yaklaştırıyordu. Arkamda kalan her şey bir anda küçülüyordu, anlamını yitiriyordu. O an sadece o vardı. O, benim umudumdu, benim özlemimdi.

 

Savaş'ı gördüğümde, kalbim bir kuş gibi çırpınmaya başlamıştı. Her adımımda içimdeki boşluğu biraz daha dolduruyor, her nefeste onu daha çok hissediyordum. Mesafemiz azaldıkça, kalbim daha hızlı atıyordu.

Birkaç adım daha attım ve aniden her şey o kadar berraklaştı ki, kollarımı açarak, korkusuzca boynuna atladım. Her şey başka bir anlam kazanmıştı. "Savaş" dedim, hıçkırıklarım arasında ağlayarak. Savaş, beni sıkıca kucakladı. Kolları belimi sardı ve yavaşça beni yerden kaldırıp etrafında döndürmeye başladı. O an, her şey dönüyordu; dünya, kaybolan zaman, kalbim, her şey. O kadar hafif hissediyordum ki, karnımdan, göğsümden, her hücremden özgürlük ve huzur doluyordu. Derin bir nefes aldım, alabildiğim tek oksijen buydu.

Savaş'ın kollarının arasında her şey tamamlanmıştı. Tüm bedenim onun sıcağına gömüldü. Gözlerimi kapadım, ama teninin kokusunu derin derin içime çektim. Onun kollarında dünyayı unutmuş gibiydim. Kalbim, her atışında daha fazla hızlandı. Sarıldıkça içim boşalmıyor, aksine daha da doluyordu. Teninin sıcaklığını hissettikçe, yıllardır eksik olan bir parça yerini buluyordu. Savaş beni göğsüne bastırırken, her şeyin sesini unuttum. Kalbinin atışını duydum.

Sıcacık, güvenli, tanıdık… Yüzümü boynuna gömdüm. İçime çektiğim nefes ilk kez nefes gibi geldi. O koku, o dokunuş... İşte evim buydu. Ben bu adamı unutmaya çalışarak değil, sevdiğimi inkâr ederek kaybetmiştim.

Ama şimdi yeniden buluyordum.

Ve bu sarılış, tüm eksik cümlelerin cevabıydı.

 

Savaş, gözlerime baktı. Gözlerindeki yumuşaklık, içindeki duyguları anlatan her şeyi açığa çıkarıyordu. Yüzünü alnımın tam üzerine yasladı. Dudaklarını yanağıma, sonra alnıma, ve kalbime doğru yerleştirdi. Gözlerimde, beni tüm karanlıklardan çıkaran o ışığı buluyordum.

 

"Bitti," dedi. Sözlerinin yumuşaklığında bir güç vardı. "Her şey bitti. Kazandık, biz kazandık sevgilim."

 

"Bitti" dedim fısıltıyla. O an, dünyadaki bütün yüklerden, bütün hüzünlerden arınmış gibi hissettim. O kadar uzun zaman beklemiştik ki, bu kelimeler beni özgür bırakıyordu. Gözlerimde bir gülümseme belirdi. "Biz her şeyimizi kaybettik, kazanmadık" dedim, ona bakarak. "Kötüler bu kez kazandı" dedim burukça. Başını iki yana salladı. "Ama birbirimizi kaybetmedik. Ben seni geri kazandım ya, artık hiçbir şey umrumda değil." Ellerimi tuttu.

Sanki uzun zamandır ellerinin eksik kalan parçasını bulmuş gibi, titreyerek, dikkatle… Ve sonra, parmak uçlarımdan başlayarak öptü. Usulca. Sanki kutsal bir şeyi okşar gibi. Bir değil, birkaç kez… Avuçlarımı, bileklerimi… Sanki o anla birlikte içimde taşıdığım bütün yükleri alıp hafifletiyordu. Başımı onun göğsüne yasladım.

 

Ona aslında, aylar önce söylemiştim.

"Her şeyimi kaybetmeye razıyım... Yeter ki seni kazanayım," demiştim.

İçim yanarken, ellerim boşken, ruhum darmadağınıkken… Sadece onu istemiştim. Ve şimdi, o an…

İşte oluyordu. Gerçekten oluyordu. Parmaklarını saçlarımda dolaştırırken titrediğini hissettim. Ben o anda anladım… Bir insan, bir başkasına gerçekten dokunduğunda acı da diner, korku da. Ben sadece onu istedim. Ve sonunda, gerçekten ilk kez, onu bulmuştum. Kayıplarım, eksiklerim, kırgınlıklarım... Hepsi orada, onun göğsünde sustu.

 

“Ben her şeyimi kaybettim, ama seni kazandım,” dedim bu kez biraz daha yüksek sesle.

Savaş gözlerini kapattı, dudakları titredi. "Seni kaybettiğim an kayboldum. Bir daha kaybolmak istemiyorum." Yüzümü ellerinin arasına aldı. Bana öyle bir baktı ki insan ancak yıllar sonra dönüp evinin ışığını görünce öyle bakar. “Ben seni kaybettiğimi sanmıştım,” dedi kısık bir sesle. Ve biz artık aynı cümledeydik.

 

“Bir daha olur mu bilmem,” dedim usulca, “ama eğer yine yolumu kaybedersem, beni sen bul olur mu?”

Savaş başını eğdi. Alnını alnıma yasladı. “Bu sefer sen kaybolma,” dedi. “Çünkü ben, bir daha seni kaybetmeye dayanamam.”

 

✨✨✨

 

"Keşke ellerim kırılsaydı," dedim dolu dolu gözlerle Savaş'ın göğsündeki yaraya dokunarak. Kurşun iziydi. Vurduğum günü az çok hatırlıyordum. Canını yakmıştım canımın. Ellerimi tutup dudaklarına bastırdı. "Ben senin her zerren için ölürüm, ne kırılması?" Parmağıyla saçımı arkaya doğru attı. "Canını yaktım ama" dediğimde boğazımdaki düğüm gittikçe büyüyordu. Ve gözlerim bulanıklaşıyordu. Nasıl kıydım ben ona? Nasıl yapmıştım? Hiç mi elim titredi? "Acısın, senden gelen acı bile bana tatlı. Yeter ki yanımda ol. Gözlerimiz, ellerimiz birbirinden yeter ki hiç ayrılmasın."

 

"Ayrılmasın. Dayanamam." Yanağından öpüp başımı boynunun girişine yasladım. "Ben sana sevdiğimi söylerken hep utanıyordum, hep ya karşılık almazsam korkusuyla yaşadım. Çünkü aşktan dilim yanmıştı." Gözlerine baktım. O ilk gün aşık olduğum bal rengi gözlerine... "Ama şimdi aşkıma sahip çıkmamakla büyük hata yaptığımı anlıyorum."

 

"Sen hata yapmadın, ben çok hata yaptım. Senin gibi parlayan birisini, karanlığın içinde büyümüş Savaş'a yakıştıramadım. Canını çok yaktım, her akıttığım gözyaşı için senden binlerce defa özür dilerim, her kırdığım kalbin için, senden özür dilerim. Sana andım olsun ki, akıttığım gözyaşlarını unutturmak için elimden gelen her şeyi yapacağım. Sana mutlu bir hayat sunacağım." Ellerini tuttum bu kez. "Taradan aradan ayrıl. "dediğimde kaşlarını çattı. "Ne?!" Kararlıydım. Her şey onların yüzünden oldu. İstemediğimiz her şeyi zorla yaptırmaya çalıştılar. Ve sonda uçuruma yuvarlandık. Bir daha aynı şeyleri yaşayamam.

 

"Savaş, ben artık ailemizin büyümesini istiyorum. Ben senden çocuk istiyorum" dediğinde dudakları şaşkınlıkla aralandı. O da istiyordu, gözlerinden anlamıştım. "Sen çocuk istiyor musun?"

 

"Evet, artık gerçekten ailemiz olsun istiyorum. Ama önce Taradan ayrılman gerek. Ben çocuğumu öyle bir dünyada büyütmek istemiyorum." Savaş başını hafifçe yana eğdi. Yüzünde mahçup bir ifade yerini almıştı. Onun için zor olduğunu biliyordum ama o karanlıktan tamamen kurtulmak istiyordum. "Elimde olsa emin ol şimdi her şeyi siktir ederim, ama öyle kolay değil Defne'm. Bedeli çok ağır. Bana zaman ver. Her şeyi düzelteceğim." Zaman yoktu. Her geçen saniye aleyhimize işliyordu. Artık dedem de yoktu. Ve dolayısıyla bizi onlardan koruyacak kimse kalmamıştı. Başımı itiraz edercesine iki yana sallayarak ayağa kalktım. "Beni yine kaybetmek mi istiyorsun."

 

"Şşş, hayır asla."

 

"Peki o zaman? Savaş, bu yaşadıklarımız hepsi o Tara yüzünden. Neden bırakamıyorsun ki? Neden?" Ayağa kalkıp elimden tuttu. "Güzelim, halledeceğim. Beni lütfen anla. Böyle bir adım atmam her şeyi daha kötü yapar. Halledeceğim diyorum, lütfen biraz zaman ver. Her şey altüst olmuş durumda, böyle bir şey hayatımızı daha çok riske atar."

 

"Savaş, korkuyorum. Sen o işlerde olduğun sürece ben hep korkacağım." Savaş'ın o lanet çeteden bir an önce ayrılmasını istiyordum. Çünkü gölgeler peşimizi bırakmayacaktı. "Anlıyorum seni ama lütfen sen de beni anla. Pat diye olmaz."

 

Tam o sırada telefonu çalmaya başladı. Ekranına baktığında kaşları bir anda çatılmıştı. "Kim?" diye sorunca dudakları büzüldü. "Gülşen, bu ölen Narin'in kardeşi. Toplantım olacaktı onunla unutmuşum." Gülşen mi? Annemden bu kadının ismini duymuştum ve hiç tekin birisi olmadığını biliyordum. "Açsana hoparlörü." dediğimde Savaş şaşırdı. "Nasıl?"

 

"Hoparlörü aç, ben de dinleyeceğim." diye inat ettim. Savaş hiçbir şey anlamamıştı. Dediğimi yaptı. Aramayı hoparlöre aldı. "Alo, Savaş?"

 

Savaş bir de?! Ha bey falan da yok. Direkt Savaş. "Gülşen hanım, merhaba şey ben şu toplantıyı unuttum. Toplantıyı başka zamana alsak olur mu?" dediğinde kadın güldü. Komik bir şey söylemediği halde güldü. "Benim gibi bir kadının bizzat seni kendi telefonuyla aramasına şaşmadın yani?"

Kadın deli mi? Bu özgüvenli mi zannediyor kendini? Yazık!

 

"Nasıl?" diye Savaş sorunca derin bir ah çekti. "Unuttuğunu tahmin ettim. O zaman iki gün sonra akşam olsun mu? Müsait olur musun?" Tek kaşımı kaldırıp ona baktım. Ne yani?! Akşam hem de? Pardon?! "Eee" Benim bakışlarımı görünce ne cevap vereceğini bilemedi.

 

"Nerede?"

 

"Şimdi desem bizim evde buluşalım, sonra karın sorun çıkarır. En iyisi yakında bir kafede oturalım, ne dersin?" Karın sorun çıkarır hem de. Allahım bana geliyorlar. Başımla onayladım. Evet demesi lazım. Çünkü ben de oraya gidecektim." Ta-ta" Savaş pek emin değildi. "Tamam"

 

"Tamam, öptüm, görüşürüz." Öptüm ha?! Ben şimdi öpeceğim onu! Telefonu kapatır kapatmaz masanın üzerinde bıraktığı silahı alıp ona doğrulttum. "Kimi öpüyor, bak gebertirim seni, onunla aranda bir şey mi var Savaş?!"

 

"Tövbe bismillah. Kızım, manyak mısın indir silahı!" Savaş panikle ayaklandı.

 

"Sana soru sordum." Kıskançlık damarlarımda ateş gibi atarken nasıl silahı indirebilirdim tam olarak? "Aramızda bir şey yok" Gülmemeye çalışarak kendini sakin gösterse de gülmeden edemiyordu. Ama o güldükçe daha çok sinirleniyordum. "Defne, bir kaza çıkacak Allah aşkına bırak şu silahı."

 

"Öptüm niye dedi o zaman? Ayrıca ne bu samimiyet? Ben bile sana şimdiye kadar öptüm demedim."

 

"Lan, ne bileyim, belki herkese diyordur. Ne bileyim. Tanımıyorum ki kadını."

 

"Ha tanısan bilirdin yani?"

 

"Abartma Defne. Allah aşkına yanında konuştuk. Benim nasıl hitap ettiğimi görmedin mi? Anlaşılan kadın flörtöz bir tip. Niye takıyorsun?" Lan nasıl takmayayım, kadın ciddi ciddi kur yapıyordu.

 

"Takarım, bu silahı" gözlerimle bir yerlerine işaret edip "sana da takarım." dedim silahı indirerek. Savaş gülmeye başlamıştı. "Ayrıca ben de geleceğim."

 

"Öh Defne! Hayatım, abartıyorsun. Bu kadar da değil. Bana güvenmiyor musun?"

 

"O kadına güvenemiyorum. Telefonda bile cilve yapıyordu" dediğimde kaşları çatıldı. "Ben söyleceğimi söyledim. Geleceğim o kadar. Yoksa -"

 

"Tamam, ne yaparsan yap. Tamam."

 

✨✨✨✨

 

Kuzey'in anlatımıyla.

 

"Kerem, şu siktiğim meyve sıkacağı nerede? Nereye koydun Allahın belası?!" diye bağırdım mutfaktan. Tüm dolapları teker teker aradım. Gerizekalı hep kullanıyor garip garip antin kuntin yerlere bırakıyor. Şimdi Allah bilir nerede? "Lan piç, nerede?" diye bunalarak bağırdığımda yine cevap gelmemişti. Hızla arkamı döndüğümde Nil'i görmemle olduğum yere sabitlenmiştim. "Nil?"

 

"Merhaba" Kollarını göğsünde birleştirmiş, duvara yaslanmış beni izliyordu. Yüzünde sabah güneşi gibi insanın içini ısıtan ve aydınlatan gülüşüyle beni izliyordu. "Beklemiyordun, şaşırttım galiba?"

 

"Ha" dedim kekeleyerek. "Evet, şaşırdım. Sen nasıl girdin içeri?" Bu kız nasıl sessizce arkadan geldi, ayrıca kapı kapalı değil miydi? Nasıl girdi?

 

"Kapıdan" dedi kıkırdayarak. Bu sorumun cevabı değildi ama. “Ha,” dedim, gülerek. Ama o gülümsemenin altında kafam karmakarışıktı. "Yani şey..." kelimeler dilime ağır geliyordu. Aklımın içinde dolaşan cümleler düğüm düğümdü. Aniden kalbim hızlandı. Nefesim mi daraldı? Ter mi bu alnımdaki? Neden böyle hissediyordum? Nil’i görünce neden hep bu saçma heyecan? Bu garip, sıcak karıncalanma?

 

Nil duvardan yavaşça ayrıldı. Bana yaklaştıkça kelimelerim kaçtı, mantığım dağıldı."Günaydın, Kuzey beyciğim. Meyve suyu mu istemiştiniz?" dedi, o sesiyle. Hafif, ama içinde gizlenmiş bir oyunbazlıkla. O gözleri öyle bakıyordu ki bana… Derin, sabit ve anlam yüklü. Onun gözlerinden gözlerimi kaçırmak istedim ama mümkün değildi. Tutulmuştum. Sanki gözleri bana ismimi unutturuyordu, hatta kim olduğumu bile. Unutmak da istemiyordum. Bir boşluğa düşüyor gibiydim, ama o bakışta kalmak da acayip bir huzur veriyordu. "Yapayım mı? Nerede meyve sıkacağı?" Gözleri gözlerimde öylece takılı kaldı. Hipnoz mu yaptı, büyü mü yaptı?

 

"Buzdolabının içinde üvey çocuk!" diye Kerem bağırınca büyü bozulmuştu. İkimiz de başımızı aynı anda merdivenlere çevirdik. Kerem bizi böyle görünce kaşlarını imayla kaldırıp "oha! Ayh! Çüş! Yaptık mı?" diye manyak manyak hareketler yaparak sorunca uzaklaştık. "Ne diyorsun sen gerizekalı?"

 

"Bir dakika," Nil hemen araya girdi. "Meyve sıkacağının buzdolabının içinde ne işi var?" Bakışlarımı Kerem'e döndüğünde Kerem hala sırıtarak bizi izliyordu. "Koyacak yer bulamadım. O değil de bu güzel hanımefendi kim? Yoksa?"

 

"Nil, Savaş'ın kuzeni." Savaş'ın ismini duyunca kaşları şaşkınlıkla kaldırdı. "Ha, yani diyorsun ki o benim kuzenimi aldı bende onun kuzenini.."

 

"Kerem, saçmalamayı kes!" Ardından gülümseyerek Nil'e döndüm. "Bu da Kerem." dedim hemen toparlayarak. Biraz önceki büyülü andan hâlâ tam çıkarmamıştım.

 

"Şey deseydin, orospu Kerem deseydin?" Merdivenleri inerek alınganlıkla yanımıza geldi. "Ben onun üvey kuzeniyim de. Kaldıramıyor ne yapsın? Travmalı işte. Neyse ki sizin gibi güzel bir kadınla -"

 

"Kerem, şu şeyi dolaptan çıkar!" diye araya girdim. Önce bana baktı, sonra Nil'e, ardından gözlerini bir edayla devirip, yanımızdan geçerek buzdolabını açtı ve meyve sıkacağını çıkarınca Nil kahkaha attı. "Yok artık. Bu değişik fikirlerin üreticisi kim?"

 

"Merhaba, ben orospu Kerem."

 

"Kerem!" diye uyardım. Ama nafile.

 

"Tamam, beyler sinirlenmeyin, ben hemen size bir kahvaltı hazırlayayım da keyfimiz yerine gelsin." Nil bir anda mutfağa yönelince şaşırdım. Bu kız bize kahvaltı hazırlamaya mı gelmişti? Yok artık!

 

Nil önlüğü taktı, ellerini beline koydu. "Tamam beyler, bugün size Nil üsuli kahvaltı yapacağım." Kerem ellerini ovuşturdu, ciddi ciddi başını salladı. "Ben bu bölümde ilk ölen karakter olacağım büyük ihtimalle."

 

Nil'in peşinden ben de mutfağa yöneldim. "İlk ölen karakter hep korkaktır biliyor musun?"

 

"Yani korkak ama sevimli olan," diye tamamladı Kerem. "Hayır," dedim, "korkak ve gereksiz olan."

 

Nil kahkahayı bastı. Kerem elini kalbine koydu. "Kalbimi kırdınız. Ama önemli değil, bu ilk değil. 2016’da da olmuştu. Bir kız kahvaltı sırasında bana ‘zeki görünüyorsun ama öyle misin?’ demişti. Haklıydı. Değildim."

Nil kaşını kaldırdı. "Şaşırmadım. Portakal sıkacağını ters tuttuğunu biraz önce gördüm zaten."

 

"Meyve sıkacağını ters tutmak zekasızlıktan değil, dalgınlıktandır" dedi Kerem, portakal sıkacağını göstererek. "Sen onu kullanmayı bilmiyor olabilir misin?"

 

"Ben onu kullanmayı bilenlerle kahvaltı yapıyorum genelde," dedi Nil sakince, sonra ocağa yöneldi.

 

"Bu bir tokat mıydı?" dedim fısıltıyla Kerem’e.

 

"Yok, bu direkt nakavttı," dedi.

 

Kahkaha atmamak için dudağımı ısırdım. Kerem kafasını iki yana salladı. "Ben bu aşağı sadece yemek için indim. Aşağılanmak isteseydim eski sevgilimi arardım." Nil sadece başını salladı. Kerem durmadı, devam etti. "Ama bu evi çok sevdim. Böyle hem yargılanıyorum, hem doyuyorum. Toksik ama tok.”

 

Nil gülmeye başladı. Ben ise bir yandan onları izliyor diğer yumurtaları hazırlıyordum. Nil elindeki tabağa zeytinleri dizdikten sonra Kerem'e uzattı. "Şunları masaya bırakır mısın?"

Kerem tabağa uzandı ama durdu. “Bu siyah zeytinlerin adını biliyor musun?”

 

Nil kaşını kaldırdı. "Hayır." Kesin yine bir şey saçmalayacaktı. "Bana cümleye böyle başlayıp salak bir yere bağlamayacağına söz ver." dediğimde omuz silkti.

 

"Psikolojik baskıya uğrayan zeytin... çünkü içi de dışı da kararmış," dedi Kerem ciddiyetle. Sonra kendine gülmeye başladı. Nil ise şaşkınlıkla önce ona sonra bana baktı. Evet, kesinlikle rezil oldum. Ama bir anda o da kahkaha atmaya başlayınca bu kez şaşıran ben olmuştum. Espri anlayışı var mı bu kızın?

 

Nil çatalı tekrar eline aldı. "Kerem, sen bu sülalenin en esprili üyesi olduğun için sana 'Esprigolik' ismini hediye ediyorum." Çatalı Kerem'e uzattığında Kerem havalı havalı çatalı eline aldı. "Ah, bu ödüle beni layık gördüğünüz için size teşekkür ederim. Dünya barışı, ve aşkın kazanmasını diliyorum."

 

✨✨✨

 

Nil ve Kerem kendi aralarında espri yapıp gülerken diğer taraftan da kahvaltıya başladık.

Nil çatalını tabağa bıraktı, sonra iki eliyle bardağını kavrayıp bir yudum aldı. Gözleri bir an bana kaydı.

"Şey, merak ettim," dedi. " Hiç böyle... gerçekten birini sevdin mi?"

 

Bir an duraksadım. Bu soru, basit gibi görünen ama geçmişin içini dürten türdendi. Gözlerinin içine baktım. Kaçmak istemedim. "Evet," dedim. "Bir kere. Uzun zaman önceydi." Kerem hemen kaşığını havaya kaldırdı.

"Ah, evet. Kuzey’in o meşhur büyük aşkı. Diziye malzeme olacak cinsten. Sondan bir önceki bölümde terk edilip, finalde yalnız kalan karakter gibi."

 

Sadece ona baktım. "Senin hayatın Final bile vermedi boş yapma!" Nil hafifçe gülümsedi. Eğleniyor gibiydi ama aynı zamanda dikkatle dinliyordu.

"Peki…" dedi. "Sevgilin var mı? Ya da biri var mı hayatında şu sıralar?”

 

Başımı salladım. "Hayır, yok. Uzun zamandır da kimse olmadı. Yoğunluk... karmaşa, belki de ben biraz geç kalanlardanım."

 

"Peki, o zaman başka bir şey sorayım."

Kerem gözlerini büyüttü, sessizce "Aşk testi başlıyor" diye mırıldandı. Tabii yalnız ben duymuştum. Sonra Nil tekrar bana döndü. Gözleri bu kez daha sakindi. "Peki, biri seni gerçekten tanısa, sence sever mi?"

 

Yutkundum. Annem bile beni sevmemişken bir başkasının sevmesini umut etmek aptalca olurdu. Sevilmek pek bana göre değildi sanki. Ama belli etmedim. "Bilmiyorum. Herkes tanımaya cesaret edemez zaten." Kerem lokmasını yuttu, sonra çenesine dokunarak konuştu.

"Hayır hayır, bu adam resmen duygusal çöl. Ama içinde bir yerlerde hâlâ çiçek açmayı bekleyen bir kaktüs var. Görüyorum." Daha fazla tahammül etmeden kafasına sert bir tokat indirdiğimde kahkaha atarak gülmeye başladı. "Tamam, şaka yaptım. Ben seni seviyorum koca adam." diyince Nil gülümsedi. Umursamaz şekilde gözlerimi devirdim. "Gerek yok!"

 

Kerem aniden ayağa kalkıp "ben bi lavaboya gidip geliyorum" diyince derin bir nefes almıştım. Ama Nil'in hala neden geldiğini anlamamıştım. "Buraya kadar bana kahvaltı hazırlamak için gelmiş olamazsın değil mi?" dediğimde alayla güldü. "Çok isterdim ama hayır." Çantasını açıp içini karıştırmaya başladı. Ve gri kapaklı bir dosya çıkarıp masaya bıraktı. Bakışlarım dosyaya kaydı. Üzerinde Tara'nın sembolü vardı. Bu dosya Savaş'taydı. Ve Cesur'un getirmesi gerekiyordu.

 

"Cesur getirecekti, ben buradan geçiyordum dedim ben getireyim." Dosyayı bana uzattığında elinden alıp içine bakmadan diğer tarafa bıraktım. Çünkü ne olduğunu biliyordum. "Ha bir de şey." Söyleyip söylememek arasında kalmıştı. "Bugün hepimiz Savaş'ın evinde toplanacağız, akşam yemeğine yani. Sen gelecek misin?" Kalabalık ortamları hiç sevmezdim. Üstelik her şey bu kadar karışıkken ortalıkta gözükmemek en iyisiydi.

 

"Hayır, ya beni karıştırmayın. Size iyi eğlenceler." Ama Nil vazgeçmedi. Dudaklarını çocuk gibi büzünce kaşlarım havalandı. "Ya yapma öyle. Hadi sen de gel. Eğleniriz." Dudağımın kenarıyla güldüm. Eğlence ha?

 

"Yalnız bizim eğlence anlayışımız çok farklı. Hatırlatmama gerek var mı?" dedim imayla. Nil ayağa kalkıp yanıma geldi. "Evet, ve farklılık insanları birbirine yaklaştırır. Ayrıca ortalıkta görünmek istemediğini biliyorum. Ama ben senin görünmeni istiyorum. Geçmiş geçmişte kaldı, önüne bakmalısın Kuzey."

 

"Gerek yok, ben böyle mutluyum. Geçmişimle yaşamaya alıştım."

 

"Gri renk ne siyahtır ne beyaz. Ama siyah boya dökersen siyah, beyaz boya dökersen beyaz olur. Benim elimdeyse beyaz boya var Kuzey." Boğazımda koca bir yumru… Ne desem, ne yapsam eksik kalacaktı. Çünkü Nil'in o kelimeleri, öyle kolay kurulacak cümleler değildi. İçinde umut vardı, cesaret vardı… Affetmeye, inanmaya, tutunmaya dair her şey vardı.

Ve ben ne yapmalıydım?

 

Bunca karanlıktan sonra biri çıkıp, elinde beyaz bir boya tuttuğunu söylüyordu. Üstelik onu üzerime sürmekten korkmuyordu. Beni hala değiştirebileceğine inanıyordu. Temizleyebileceğine, parlatabileceğine, varlığıma yeniden bir anlam katabileceğine... İyi biri olmamı değil, sadece “ben” olmamı istiyordu belki de. Ama ya ben? O beyaz boyayı kabul edecek kadar temiz kalmış mıydım? Gözlerine baktım. Bir yanım geri adım atmak istedi. Alışkın olduğum karanlığa dönmek, saklanmak, susturmak her duyguyu... Ama öyle bakıyordu ki... İçimdeki tüm kaçış yollarını kapatmıştı. Çünkü o sadece konuşmamıştı. O cümleyi bana inana inana kurmuştu.

Ve ben, belki de hayatımda ilk kez gerçekten biri tarafından görülmüştüm. Anlaşılmıştım.

Kurtarılmak istemiyorum sanıyordum. Meğer yalnızca biri gerçekten uğraşmaz sanıyormuşum. Ama Nil uğraşıyordu. Hem de en çok kirlenmiş halimle.

 

✨✨✨

 

Defne'nin anlatımıyla.

 

"Bak, anlattığım gibi tamam mı? Sen gideceksin Hayal'e bugünün tarihini soracaksın. O sana söylediğinde ben pastayla geleceğim tamam mı?" Savaş hızla başını salladı. "Tamam ben gidiyorum o zaman." O çıktığında pastaneye sinen vanilya ve taze kremanın kokusu arasında elimi uzatıp beyaz pastayı aldım. Titreyen parmaklarım, pastanın üzerindeki altın rengi yazıya dokunmaktan çekindi; “3 Haziran” yazıyordu, küçük ama derin anlamlar taşıyan o tarih. Bugün, on yılın yıldönümüydü. Hayal’le tanıştığımız gün… Tam on yıl önce, tam da bu saatte, tam da böyle bir sabahta.

 

Gözlerim buğulandı. Dışarısı çoktan kararmıştı. Ama artık karanlıktan korkmuyordum. Çünkü karanlıkta yalnız değildim. Artık yalnız değildim... O günkü kaosu düşündüm, kalabalık bir hastane koridorunu, gözyaşlarımızı, tanımadığımız ama sarıldığımız o anı… Hayatlarımızın darmadağın olduğu bir günde, birbirimize umut gibi düşmüştük. O karanlıkta verdiğimiz sözü unutmadım "Bu tarihi unutma, çünkü bugün ikimizin yeniden başladığı gün."

 

3 Haziran 2014.

 

Pastayı kolumun altına sıkıca aldım. Gözlerimi yere indirip derin bir nefes çektim. Kalbim, hem sevinçten hem geçmişin sızısından ağırlaşmıştı. İçimde bir ses, "Bunca yıldır yanında oluşuna şükret," diyordu. O sırada kapıdan dışarı adım attım.

 

Kapıyı açıp odadan çıktım. Üzerimde beyaz mini bir elbise vardı. Ahu'ya haber uçurmuştum ve Hayal'e de beyaz giydirmesini istemiştim. Herkes aşağıda bahçedeydi. Daha benim hafızamın geldiklerinden haberleri yoktu. Kimseye hiçbir şey söylememiştik. Sırf bugünü beklemiştim. Merdivenleri usulca inerken, evin içindeki loş sessizlik adımlarımı daha da yavaşlatmama neden oldu. Ahşap basamakların gıcırdamasını bastırmak ister gibi, tutunarak ilerledim. Tam orta basamakta Berna başını uzattı, sanki gizli bir sır verirmişçesine fısıltıyla,

"Defne Hanım," dedi. "Herkes dışarıda. Hayal Hanım da biraz önce geldi."

Gülümseyerek hafifçe başımı iki yana salladım. "Berna, fısıltıyla konuşmana gerek yok. Zaten duymayacaklar," dedim, sesimi bastırmadan ama nazikçe.

 

Son basamağı da indiğimde ayaklarım halının yumuşak zeminine bastı. İçerisi serin, dışarısı ise yazın sıcağını içine çekmiş gibiydi. Salonun geniş camlı kapısı açık bırakılmış, bahçeye çıkan yolda kuş sesleri ve hafif bir esinti içeri süzülüyordu. Kapıya yönelirken, dışarıdan gelen sesler belli belirsiz kulağıma ulaştı.

 

Savaş, Hayal’in tam önünde oturmuştu. Yüzünde her zamanki muzur ifadeyle bir şeyler anlatıyordu. El kol hareketleriyle süslediği cümleleri uzaktan bile belli oluyordu. Göz ucuyla baktığımda Hayal’in hem şaşkın hem de gülmeye çalışan ifadesi dikkatimi çekti. Savaş ne anlatıyorsa, Hayal’le ilk tanışmamızı andıran o tuhaf ama komik havaya büründürmüştü ortamı.

 

Bahçenin diğer köşesinde Cihangir ve Cesur oturmuş, biraz daha ciddi bir sohbetin içindeydiler.

 

"Hayal, bugün ayın kaçı?" diye Savaş sorduğunda sesi her zamanki gibi neşeliydi, ama Hayal’in gözlerindeki değişimi göremeyecek kadar gündelikti. Hayal, elindeki çatalı masaya bırakırken telefonunun ekranına baktı. Parmakları donup kalmıştı. Gözbebekleri büyüdü, nefesi düzensizleşti. Boğazına attığı lokma oracıkta düğümlenmiş, yutkunmakta zorlanmıştı.

 

Ekranda yazan tarih, bir anda geçmişin tozlu pencerelerini açmıştı ona. 3 Haziran.

 

Savaş hâlâ cevap bekliyordu, ama Hayal’ın sesi çıkmıyordu. Ekrana öylece bakıyordu. Yüzünde solgunlukla şaşkınlık arasında sıkışmış bir ifade vardı. O an yanına yanaşan Alp, onun bu hâlini fark etti. Sesi yumuşaktı, merakla ama endişeyle eğildi.

 

"Ne oldu bitanem?"

 

Hayal gözlerini ekrandan kaldırıp Alp’e çevirdiğinde, o yemyeşil gözler cam gibi dolmuştu. İçine bastırdığı şeylerin gölgesi yüzüne vuruyordu. İçim burkuldu, kıyamadım ona. Yutkunamadığı sözcükler boğazında düğüm olmuştu.

 

Nasıl diyecek?

Halil’in bizi tanıştırdığı, ama aynı zamanda hayatlarımızın paramparça olduğu o gecenin yıl dönümüydü. Halil’in yaptığı tek iyilik belki de buydu. Bizi buluşturmak. Ama bedeli ağır olmuştu.

 

"Üç Haziran," dedi fısıltıyla, sesinde hem kabullenmişlik hem inkâr vardı.

Uzaktan Seren’in yüzündeki ifade değişti. Hayal’ın durgunluğunu fark etmişti. Tereddütsüz yerinden kalkıp yanına geldi. "Hayal?" diye sordu, sesi düşmüş, bakışları endişeyle dalgalanmıştı.

 

Şimdi tam zamanıydı. Onun daha fazla üzülmesine dayanamazdım. İçimden geçenleri bastıramaz hale gelmiştim. Berna bana hafifçe başını salladı ve kapıyı açtı. O an, tüm seslerin sustuğu, kalbimin hızla çarptığı o saniyede adımımı attım bahçeye.

 

"Bugün 3 Haziran!" diye bağırdım, gülümseyerek. Sesim, kuş seslerine karıştı. Bir anda tüm başlar bana döndü.

 

Hayal, olduğu yerde dondu kaldı. Gözleri bana odaklandı, sonra elimdeki beyaz pastaya. Dudakları aralandı ama konuşamadı önce. Sonra o tanıdık, kısık ses tonuyla şaşkınlıkla fısıldadı.

 

“Defne?”

 

Pastaya tekrar baktı. Üzerindeki yazıyı görmüş olmalıydı: "10 ans d'amitié." Yani "10 yıl dostluk."

 

"Bugün tanışmamızdan on yıl geçiyor, ma trésor" dedim gülümseyerek. Gözlerinin dolduğunu görebiliyordum.

O eski Hayal’di işte. İçindeki çocuğa hâlâ sahip çıkan, ama en ufak duygusal dokunuşta dağılıveren.

 

"Ayyyy, ma chérie," dedi, sesi yumuşak ve dolu doluydu. Sanki on yılı bir cümlede özetlemişti.

Berna usulca yaklaşıp elimdeki pastayı aldı. Tam o anda Hayal, hiçbir şey söylemeden boynuma sarıldı. Sımsıkı. Gözyaşları yanağıma değdi.

 

"Geri dönmüşsün!" dedi titreyen sesiyle. İçindeki o küçük kız, yıllar sonra en güvendiği kişiyi tekrar bulmuş gibiydi.

 

Ben sadece gözlerimi kapattım, bu anı içime kazımak istercesine. Geri dönmüştüm, evet. Hem bu bahçeye, hem onun yanına. Ama en çok da bize.

 

 

 

 

 

 

 

Herkese merhabalar... Yazarınız geldiii... Evet, kötü günler bitti. Daha kötü günler kaldı dermişim.. Şaka şaka. Bitti. Bundan sonra bu fırtınanın bıraktığı dağınıklığı toparlayacağız.

 

Bu bölümde neler hissettiniz? Yorumlarda buluşalım.

 

 

Bölüm : 14.07.2025 22:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Adelina / Savaş'ın Yıldız'ı / 42.Bölüm: 'Karanlığın Sonu'
Adelina
Savaş'ın Yıldız'ı

7.04k Okunma

500 Oy

0 Takip
49
Bölümlü Kitap
Giriş1.Bölüm: "İçimizdeki Kötülük"2.Bölüm: "Savaş'ın Peşinde"3.Bölüm: "Tesadüf Değil Plan"4.Bölüm: "Kırılmış Kabulleniş"5.Bölüm: "Arkadaş Olalım mı?"6.Bölüm: "Geri Dönüş"7.Bölüm: "Bilinmeyen Hata"8.Bölüm: "Kaçırılma Krizi"9.Bölüm: "Dağ evinde dağ ayısıyla"10.Bölüm: "İlk Mühür"11.Bölüm: "Kıskançlık Savaşı"12.Bölüm: "Şeytanın Tohumu"13.Bölüm: "İhanet Hançerinin Ateşi"14.Bölüm: "Gerçeklerden Uzak Hayallere Yakın"15.Bölüm: "Korkusuz Yürek"16. Bölüm: "Rüya Gibi Kabus"17.Bölüm: "Aile Olmaya Hazır mısın?"18.Bölüm: "Bir Yıldız İntikamı Düşünün"19.Bölüm: "Topuklu Belalar"20.Bölüm: "Acı Gerçeklerin Rüzgarı"21.Bölüm: "Karanlığı ışığımdan daha güçlü."22.Bölüm: "Kraliçe Geri Dönüyor"23.Bölüm: "Büyük Buluşma"24.Bölüm: "Yıldız Kayması"25.Bölüm: "Yüzleşme"26.Bölüm: "Anne sana ihtiyacım var."27.Bölüm: "Şimdi Sıra Bende"28.Bölüm: "Ben Defne Yıldız Karakurt"29.Bölüm: "Herkesin Kendi Acısı Kendine Yeter"30.Bölüm: "Mahşerin Karanlık Perdesi (Sezon Finali)24.Bölüm: "Özel Bölüm"Özel Bölüm: "Akşam Yemeği(Savaş ve Defne)"(İkinci Kitap) 31.Bölüm: "Dönüyoruz"(2.Sezon)32.bölüm: "İki Ateşin Aşkı"33.Bölüm "Karanlığında Işığımı Kaybettim"34.Bölüm: "İçimizdeki çocuk"35.Bölüm: "Cehenneme Bir Adım Kala"36.bölüm: "1.Gün-Şeytanın Pençesinde"37.Bölüm: "2.gün Kayboluş ya da yok oluş"38.Bölüm: "Savaşın Ortasında Sen ve Ben"39.Bölüm: "Oyunun Gerçek Piyonları"40.Bölüm: "Tutsak Zihinlerin Zincirli Kalpleri"41.Bölüm: "Siyahın Beyaz Lekesi"42.Bölüm: "Karanlığın Sonu"43.Bölüm: "Sahte Sevgi Çemberi"44.Bölüm: "Çizginin Ucunda"45.Bölüm: "Son Seçim"46.Bölüm: "Bozulmuş Düzen"
Hikayeyi Paylaş
Loading...