48. Bölüm

44.Bölüm: "Çizginin Ucunda"

Adelina
adelinashwriterr

Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyiniz lütfennn

44.Bölüm: "Çizginin ucunda"

Bölüm şarkısı - Breathe me

1 hafta sonra

 

Kahve fincanının ince porselen kenarına dokunan parmakları titriyordu. Çocukça büzülen dudakları, içindeki kırgınlığın masum bir yansıması vardı. "Alp bir kere bile aramadı, biliyor musun?" dediğinde sesinde öyle bir kırılganlık vardı ki, kalbimin içinde ince bir sızı hissettim. Ona baktım. Gözleri boşluğa dalmış, kahve buharının arasında kaybolmuştu. "Öfken geçti, şimdi aramasını bekliyorsun değil mi?" dedim yavaşça. Başını iki yana salladı, fakat gözlerinin içinde cevabı çoktan okunuyordu. İnkarın ardına gizlenmiş koca bir itiraf. Özlemek.

"Sadece özlüyorum." Başımı geriye yasladım, gözlerimi kapattım. İçimde sabırdan örülmüş bir zincir vardı, ama zincirin halkaları yavaş yavaş gevşiyordu. Onların adına üzülüyordum. İkisi de çok zor zamanlar geçirmişti. Şimdi birlikte mutlu olmanın zamanıydı ama bu kez de yeni sorunlar çıkmıştı.

"Arayacaktır," dedim sonunda, gözlerimi tekrar ona çevirerek. "O da özlüyordur büyük ihtimalle. Hem biraz zaman verin birbirinize." Kelimeler dudaklarımdan çıkarken, aslında kendimi de ikna etmeye çalışıyordum. Çünkü ben Alp'i ne de Hayal'i hiç böyle görmemiştim.

"Ya gerçekten beni sevmiyorsa, ya unuttuysa beni?" dediğinde, gözlerindeki kaybolmuşluk bana yabancı değildi. Her terk edilmiş kadının yüzüne sinen aynı korku... Ve ben aylar önce bu korkuyu yaşamıştım.

Hayal'in iç dökmeleri bir kez başladı mı, önü alınmazdı. Ama onu yoran Alp değildi bence, ailesinin olaylarıydı.
"Seviyor, saçmalama. Gurur yapıyor sadece," dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak. "Ayrılan sensin, o değil."

Bir anlık sessizlik oldu. Ardından dudaklarını büzüp öfkesini toparlayarak çıkıştı. "Peşimden gelebilirdi." Derin bir nefes verdim, içimde sabır iplikleri bir kez daha gerildi. Onun bu inatçılığı bazen yoruyordu. "Hayal," dedim, gözlerimi ona dikerek, "erkekler her zaman peşimizden koşmazlar. Bazen bizim koşmamızı isterler." Omuzlarını silkti, gözlerini başka yana çevirdi. "Hata yapan kendisi. Ben peşinden asla koşmam." Sözleri kesin gibi görünse de, parmaklarının kahve fincanıyla oynamasından, içindeki fırtınayı saklamaya çalıştığı belliydi. O reddedişin içinde gizlenen derin bir özlem vardı. Sadece o fark etmek istemiyordu. "Evet, hatasını anlamış. Hayal, beni iyi dinle. Ben Alp'i biraz tanıyorsam, seni asla bırakmaz. Onun sadece biraz kafası karıştı. Ona zaman ver. Her şey yoluna girecek." dedim ve bu kez sandalyeye yaslanıp fincanın kulpuyla oynamaya başladım. Soğumuş kahvenin üzerinde ince bir buhar tabakası hâlâ tütüyordu.

Araya kısa bir sessizlik girdi. O sessizlikte, kafenin uğultusu bile sanki arka plana çekildi. Düşüncelerim bir kez daha beni uçurumun kenarına sürüklüyordu. Her şeyin ardında gizlenen cevapsız sorular, zihnimin kıyılarına çarpa çarpa çoğalıyordu. Ne zaman bitecekti bu döngü? Ne zaman biraz huzur bulabilecektim?

"Sana ne oldu?" diye sordu Hayal. Sesindeki merak, yüzündeki telaşla birleşmişti. "Kaç gündür garipsin. Durgunsun. Yoksa Savaş'la bozuştunuz mu?"

Bakışları gözlerime takıldığında, ondan kaçamadım. Başımı hafifçe salladım.
"Hayır, aksine gayet iyiyiz, sorun yok," dedim, kelimelerim kısa ama ağırdı. Derin bir nefes alıp devam ettim. "Fakat evet, moralimi bozan bir şey var. Ama söylemek için erken sanırım. Yani, yanılıyor da olabilirim."

Cümlelerim havada asılı kaldı. Sanki kahve buharına karışıp görünmez oldu. Ama içimdeki ağırlık, bana ihanet eden bir sır gibi yerinde kalmaya devam etti.

"Nedir?" diye sordu Hayal, gözlerinde merakın yanı sıra hafif bir endişe vardı.
Hayal'in başına onca şey gelmişken, bir de kendi yükümü sırtına bırakmak istemiyordum. Dudaklarımı ısırarak başımı iki yana salladım. "Sonra konuşuruz. Şey, beni almaya Savaş gelecek. Sen de gelsene, eve bırakırız seni."

"Canım, hayır, siz gidin. Ben biraz daha buradayım. Hem ev yakın zaten." dedi, gülümsemeye çalışsa da yorgunluğu sesine sinmişti. Ona bir şey demeden ayağa kalktım. Kısa bir vedalaşmadan sonra kafenin kapısını açıp dışarı çıktım. Hava serindi.

Sokak lambalarının loş ışıkları kaldırım taşlarını ürkütücü gölgelerle dolduruyordu. Derin bir nefes alıp etrafıma baktım, ama Savaş hâlâ ortalıkta yoktu. Telefonumu çıkardım, parmaklarım titrek bir sabırsızlıkla ekranı kaydırırken birden belimde sıkıca dolanan bir kolun ağırlığını hissettim. Kalbim göğsümden fırlayacak gibi oldu. Panikle geri çekildim. Arkamdakini görünce ise donakaldım. "Savaş?"

"Ne oldu, korkuttum mu?" dedi Savaş, hemen geri çekilerek.

"Böyle arkadan sinsice gelince korktum tabii." Elimi kalbime götürdüm. Nabzım öyle hızlı atıyordu ki sanki göğsümden çıkacak sandım. "Resmen ödüm koptu."

"Özür dilerim, ben eğlenme amaçlı-"

"Tamam sorun yok," dedim, sesim hâlâ titrekti. Etrafa bakındığımda arabanın olmadığını gördüm. "Araba nerede?"

"Araba biraz uzakta. Burada park edecek yer bulamadım."

O kadar yorgundum ki, cevap vermeye bile tenezzül etmeyip sadece başımı salladım ve yürümeye başladım. Savaş hemen yanımda belirdi, kolunu omzuma atıp, bedenini bana yaslayarak adımlarını benimle eşitledi.
"Ne oldu? Durgunsun sanki?" diye sordu.

Başımı yana çevirip kısa bir an gözlerine baktım. Merakla karışık endişe vardı bakışlarında. Derin bir nefes alıp kısık bir sesle, "Yorgunum da. Bir de tabii hastanede Afra olayı var," dedim.

Adımlarını yavaşlattı. Kaşları anında çatıldı, bakışlarını yüzümden çekmeden "Afra mı? O kim?" diye sordu. Şu an her şeyi anlatmak için erkendi. Yani ben bile emin değildim. Neden değildim? Dövmeyi görmedim mi sanki? Of, bu sorular benim sonumu getirecek. Elini tuttum, parmaklarımı parmaklarının arasına sıkıştırıp başımı omzuna yasladım. Adımlarımızı birbirine bağlayan sessizlikte sadece kalbimin ritmini duyuyordum. "Bizim hastanede bir çalışan var. O."

Savaş başını hafif yana eğip göz ucuyla bana baktı. Benim omzuna yaslanmış hâlimi görünce sorularını yuttu. Başımı biraz kaldırıp, bakışlarımı onun yüzünde gezdirdim. Kaşları hâlâ çatılıydı.

"Şey..." dedim, kelimeleri ölçerek. "Tarayla çalışan kadınları hepsini tanıyor musun?" Kendime engel olamıyordum, en azından birkaç sorunun cevabı olmalıydı. Göz ucuyla bana baktı, dudaklarının kenarı belli belirsiz gerildi. "Ne demek istiyorsun?" diye sordu. "Yani," diye devam ettim, yüzümde yapmacık bir merak ifadesiyle, "iş ortamı sonuçta. Hani herkes birbirini az çok tanır ya. Sen de bilirsin diye düşündüm." Savaş hafifçe başını salladı, ama bakışlarını önümdeki yola sabitlemişti. "Çoğunu tanıyorum. Ama ayrıntılı değil. İş dışında muhabbetim yok." Sanki lafı fazla uzatmak istemiyor gibiydi. Omzumdaki kolunun ağırlığı bile bir nebze gevşemişti. "Tara öyle bir yer ki herkes birbirini az çok bilir. Ama kimin hangi yüzde durduğunu, hangi maske ile dolaştığını kestirmek zordur." Bakışlarını önümdeki karanlık yola çevirmişti. Sanki kelimeleri seçerek konuşuyordu. "Kadın ya da erkek fark etmez. Orada bulunanların çoğu temiz değildir. İyilerle kötüler aynı çatı altında, ama kimse tamamen göründüğü gibi değil." Sözleri beni düşündürdü. Tara'nın adı bile yeterince ağırdı. İçinde barındırdıklarıyla daha da karanlık bir hâl alıyordu. "Yani herkes bir şekilde tehlikeli mi diyorsun?" diye sordum, sesimde merakımı gizleyemeyerek. Savaş başını bana doğru eğdi, gözlerindeki ciddiyet bakışlarıma saplandı. "Evet. O kurumda kimse masum değil. O yüzden dikkatli olman lazım. İnsanların yüzüne bakıp da onlara güvenme."

Omzuna biraz daha yaslandım, dudaklarımı birbirine bastırdım. Asıl öğrenmek istediğim şeye yaklaşmıştım, ama adını anmadan oraya varmalıydım. "Peki..." dedim yavaşça, "arada sana garip gelenler olmuyor mu? Yani tavırları farklı, söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutmayan..." Savaş'ın dudakları sertçe gerildi. "Olmaz mı? Özellikle de kadınlarda... Bazıları fazlasıyla rol yapıyor. Ama neye hizmet ettiklerini kestirmek zor." Onun sesindeki ton, sanki zihninde bir yüz dolaşıyormuş gibi geldi bana. Ama ben susup yürümeye devam ettim. Biraz daha üzerine gidersem, belki ağzından daha çok laf alabilirdim.

"Peki, kadınlarda da dövme olur mu?"
Savaş, eli hâlâ avucumun içindeyken başını hafif yana eğdi. Dudak kenarında beliren kısa bir gülümsemeyle, "Olmaz mı? Onların da işaretleri olur. Ama erkeklerinki kadar belirgin değildir, ince çalışırlar," dedi.

Yeni bir şey öğrenmiş olmanın verdiği hafif bir heyecanla bakışlarımı kaldırıp önümü izlemeye devam ettim. Dudaklarımın ucunda sahte bir gülümseme belirdi. "İlginçmiş," dedim, sanki konuyla ilgilenmiyormuş gibi yaparak.

Tam o anda Savaş'ın gözleri tekrar beni buldu. "Senin canını sıkan arkadaşın Taradan mı?" Kalbim aniden hızlandı. Yakalandığımı anlamıştım. Bir anlık donakaldım. Kalbimin ritmi göğsümde yankılanıyordu. Paniklediğimi belli etmemek için başımı çevirip gülümsemeye çalıştım. " Hayır, değil. Arkadaşım dedim ya. Ne alaka?" dedim, sesim normal çıkıyormuş gibi görünse de boğazım kupkuruydu.

Savaş, bakışlarını üzerime dikti. Gözlerindeki keskinlik beni köşeye sıkıştırıyordu. "Öyle mi? Çünkü senin öylesine bir şey için bu kadar düşünceli olacağına pek inanmıyorum." Başımı omzundan çekip önüme döndüm, yürüyüşümü hızlandırdım. "Yorgunum Savaş. Gerçekten konuşmak istemiyorum şimdi."

Arabanın yanına geldiğimizde adımlarım hızlandı. Resmen kaçar gibi kapıyı açıp kendimi koltuğa attım. Ellerim titreyerek kemeri taktım. İçimdeki baskıyı bastırmaya çalışıyordum ama beceremiyordum.
Savaş da şoför koltuğuna geçti. Motoru çalıştırmadan önce eli vitesin üzerinde durdu, bakışları hâlâ üzerimdeydi. Gözleri beni delip geçiyor gibiydi.

"Anlat, benim güzel sevgilim," dedi yumuşak ama bir o kadar da sorgulayıcı bir sesle. "Ne oldu yine? Kim bu arkadaş?" Kaşlarını hafif kaldırdı, gülümseme ile ciddiyet arasında kalan bir ifade vardı yüzünde. "Adı Afra değil mi?"

Bir anda nefesim boğazımda düğümlendi. Kaçmayı denemek beyhude olacaktı. O zaten anlamıştı. Gözlerimi kaçırıp camdan dışarı baktım, parmak uçlarım titremeye başlamıştı. Birkaç saniye sessizlikten sonra, derin bir nefes aldım.

"Evet," dedim kısık sesle. "Afra." Dudaklarımda buruk bir tebessüm belirdi, ardından devam ettim. "Birkaç gündür beni huzursuz eden şey aslında onunla ilgili."

Savaş bir süre sessiz kaldı. Göz ucuyla onu süzdüm. Bakışları önümü değil, doğrudan yüzümü hedef almıştı. "Bu söylediğin öyle basit bir şey değil, Defne," dedi sonunda. "Tara dövmesi rastgele bir sembol değil. Onu taşıyan herkesin bağlılığı, niyeti belli. Hele ki bizim çevremizde..." Cümlesini yarıda bıraktığında kaşlarını daha da çatıp gözlerini çevirdi. O anda, onun sertliğiyle korumacılığı aynı anda bana çarpıyordu. Bir yandan bu işin tehlikeli boyutunu bana hissettirmek istiyor, öte yandan da içimdeki korkuyu yatıştıracak güveni vermeye çalışıyordu. Dudakları hâlâ sıkı, ama gözlerinin kenarındaki çizgiler hafif yumuşamıştı. Sanki sertlik ve koruma arasında bir denge kurmaya çalışıyordu. "Yani şüphemin boş olmadığını mı düşünüyorsun?" diye sordum, sesiğim titrek, kalbim deli gibi atıyordu. Savaş'ın bakışları hâlâ üzerimdeydi, kaçmamı önleyen bir ağırlıkla. "Ben şüpheleri küçümsemem, Defne. Ama senin için endişeliyim." Sesi biraz daha yumuşadı, ancak ciddiyeti hâlâ kaybolmamıştı. "Eğer haklıysan, bu sadece senin değil, hepimizin başına dert açabilir. Ve senin güvenliğin benim için her şeyden önemli." Parmakları usulca elime dolandı. Dokunuşu hem sakinleştirici hem de güç vericiydi. Kalbim bir anlığına sanki durdu. "Korkma," dedi
"Ne gördüğünü, ne şüphelendiğini bana anlat. Gerisini ben hallederim. Sen sadece bana güven." Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. İçimdeki korku yavaş yavaş eriyip yerine hafif bir güven gelmeye başladı. Afra'yla ilgili hiçbir şey bilmiyordum. İyi kız hoş kızdı. Şimdiye kadar da kimseye bir kötülüğü olmamıştı. Ama Tarayla ne alaka ona anlam veremiyordum.

3 gün sonra.

Hayal'in anlatımıyla.



Kapıyı kapattığım anda arkamda çıkan tok ses evin sessizliğine karıştı. Bir adım dahi atmaya halim yoktu. Öylece kapıya yaslandım. Soğuk ahşap sırtımı desteklerken gözlerimi kapattım. Bugün diğer günlere göre daha az hasta görmüştüm ama bedenim buna rağmen taş gibi ağır, zihnim paramparça hissediyordu. Omuzlarımda görünmez bir yük vardı. Sanki bütün dünyanın ağırlığı bana yüklenmişti ve ben onu taşımaktan başka bir seçeneğim yoktu. Nefesim göğsümde sıkışıyor, kalbim usulca çırpınan bir kuş gibiydi, ve gitgide daralıyordu.

Defne'yle dertleşiyorduk ama bazen bana yetmiyordu. Çünkü onun da kendi hayatında kendi sorunları vardı. Sevdiklerini kaybetmesi, yaşadıkları olay kolay değildi. Ve bu halde ondan yardım dilenemezdim. Ama kendi başıma da halledemiyordum. Duvarlar arasında sıkışıp kalmış gibiydim. Ne odadan çıkacak gücüm, ne de bir kapı göremiyordum. Hep koşarak gittiğim artık yoktu. İnsana da en çok bu koyuyordu işte. Alıştığın hayattan koparılmak. Eve neden geldiğimi bilmiyorum. Günlerdir, otelde, onun bunun evinde kalırken neden şimdi buraya geldim? Ayaklarım neden istemediğim halde buraya getirdi ki? Belki de doğduğun evden koparılmak mümkün değildi. Hani doğarsın, ya ailenle mutlu olursun, ya da yabancılarla hapis...

"Hayal, sen mi geldin?" Annemin sesini duyduğumda yüzümü buruşturdum. Allah kahretsin. Evdeymiş. Bilseydim gelmezdim.

Sesini duymak istemiyordum, her şeyden herkesten nefret ediyordum. Cevap vermedim. Tam merdivenlere yönelecekken, "Hayal, baban burada. Gelir misin?" dediğinde acıyla gözlerimi kapattım. İşte bunu istemiyordum. "Kızım, gelir misin?" dedi bu kez babam. Konuşmadan rahat ettirmeyecektiler biliyorum. Salona yöneldim.

Annem ve babam, salonun iki ucunda duran tekli koltuklarda yan yana oturuyorlardı. Ben içeri girince ikisi de aynı anda irkilip şaşkınlıkla ayağa kalktılar. Gözlerindeki ifade, bu konuşmayı başlatmamı asla beklemediklerini ele veriyordu. Muhtemelen yine susup hiçbir şey sormayacağımı düşünmüşlerdi. Ben ise sessizce, ağır adımlarla tam karşılarındaki koltuğa yürüdüm ve oturdum. Sessizlik, saat tik taklarının bile duyulacak kadar keskinleşmesine yol açtı. İçimde biriken öfke, kırgınlık ve merak göğsümde çarpışıyordu. Artık ertelemenin anlamı yoktu. Konuşmanın zamanıydı. Ne varsa, ne sakladılarsa, bana ne yaşattılarsa, hepsini tek tek duymak istiyordum.

"Seninle konuşmak istiyoruz," dedi annem yerine geçerek. Dirseklerimi dizlerime yaslayıp ellerimi kenetledim. Yüzlerine bakmayı kesip, boş bir noktaya odaklandım.

"Kızım, biz sana bunları yaşatmak istemezdik," Annem konuşmaya başladı. Yüzümü buruşturup bakışlarımı başka yöne çevirdim. Yine boş laflar. Her zamanki gibi. "Biz sana daha iyi bir hayat sunmak istedik, ama başaramadık." Sesinde o kadar yoğun bir keder vardı ki. "Biz birbirimizi çok seviyorduk evet," dedi babam lafa girerek. Seviyorlardı, hem de o kadar çok seviyorlardı ki, ama sadakat yoktu işte. İrade yoktu.

"Ama bazen sevmek yetmiyor," dediğinde dudaklarımın kenarında imalı bir gülüş yerini aldı. "Yetiyor," dedim sakince. "Sevmek inan ki, her şeye yetiyor," dediğimde gözlerim aniden buğulandı. Söylediğim her cümle artık keskin bir bıçak gibi kalbime saplanıyordu. "Ama korku yetmiyor baba. Sen bizi kaybetmekten, sen beni kaybetmekten korkmadın," dedim. Sesim titrerken kelimeler boğazıma düğümleniyordu. Babam başını hemen önüne eğdi. Ne anlamı vardı üzülmenin?

"Siz hata yaptınız, bedelini ben ödedim," diye devam ettim. İçimde biriken acı sonunda taşarak yanaklarımdan süzülen sıcak yaşlara dönüşüyordu. Gözlerimi kapatıp nefes almaya çalıştım. Ben zor günler geçireceğimi biliyordum, herkes geçirir zaten. Ama bu kadar zor olacağını hayal etmemiştim. "Off... "gözlerimi araladığımda karşımda hâlâ aynı manzara vardı.

Utancını gizlemeye çalışan bir baba ve kelimelerimin ağırlığı altında daha da küçülen bir anne. "Yani neden benim normal beni seven bir ailem olmadı ki?" dedim acıyla gülerek. "Çok mu kötü birisiyim ben? Yoksa ailem mi kötü?"

"Kızım, biz elimizden geleni yaptık-" Yeter ama yeter!

"Neyi yaptınız anne?" diye bağırdım ayaklanarak. "Ben çocuk muyum? Çocukluğumun içine ettiniz siz. Kardeşimin ölümün arkadaşım az daha ölecekken söyledi. Benim kardeşim vardı ve o da sizin yüzünüzden ölmüş."

"Biz sizi korumak için her şeyi yaptık," dedi annem, sesi titreyerek. Bu kez gözlerini kocaman açmış, boşluğa bakar gibi konuşuyordu. Ama ağlaması kardeşimi geri getirmezdi.

"Neden kardeşim öldü o zaman?" Hani olur ya acı içinde hükm sürerken sadece acıyla gülersin. İşte öyle bir andı benim için. Acıyla beraber gülmek...

Kafayı yememe de az kalmıştı zaten. "Öldü ve benden bunu sakladınız." Ayağımı yere sertçe vurdum. "Siz benim hafızamı sildirmişsiniz ya!" dedim, kelimeler boğazımdan bir hançer gibi çıktı. Ellerim saçlarımın arasına daldı. Sanki başımdaki acıyı söküp atmak ister gibi. "Ne koruması? Ne korumasından bahsediyorsunuz?!" Ama olmuyordu, içimdeki dev gibi öfkeyi atamıyordum. "Siz benim geçmişimi... acımı benden çaldınız. Bana kendi yasımı bile bırakmadınız. Acımı yaşamama izin vermediniz!" İçimdeki isyan artık bana bile sığmıyordu.

"Daha çok küçüktün. Kaldıramazdın."

"Şimdi de kaldıramıyorum baba!" dedim nefes nefese. Gözyaşlarım hızlı hızlı akarken artık onları silmeyi bırakmıştım. " Ben şu an bu kadar şeyi kaldıramıyorum. Sizin amacınız beni korumak değil," dedim öfkeyle yüzlerine bakarak. "Sizin amacınız, kendi adınızı korumak" sesim titredi, engel olamadım. "Hayır" dedi babam ayağa kalkarak. "Biz seni çok seviyoruz Hayal. Biz hata yaptık evet ama seni korumak için."

"Öyleyse neden bu haldeyim baba?! Neden paramparçayım?! Elimden her şeyi aldınız. Geçmişimi, acılarımı, güvenimi, sevdiğim adamı. Her şeyimi aldınız. Ben nasıl yaşayacağım?!" Hiç bu kadar yalnız, hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim.

"Hayal, Alp sana göre birisi değildi" dediğinde annem boğazım artık acıyordu. Ve bu cümlesiyle daha çok nefretimi kabartıyordu. "Siz birbirinize göreydiniz de ne oldu? Sonu hüsran!"

"Hayal!"

"Anne, babamda hata olduğu kadar sen de hatalısın. Ama ben senin gibi değilim. Sen sadece iş iş iş. İşinden başka düşündüğün hiçbir şey yok. Gördün mü şimdi? Kocan seni nasıl aldattı?!" Acı benim içimde öyle bir yangın başlatmıştı ki hiç kullanmayacağım cümleler kullanıyordum. Karşımdakinin de benim kadar acı çekmesini istiyordum.

Annem dayanamadı, duyduğu cümleyle hemen ayaklandı. Öfkeyle gözlerime bakarak "Ben ailemizin bir geleceği olsun diye çalıştım." dedi sesini yükselterek. "Köpek gibi gece gündüz demeden çalıştım. Sen daha iyi okullarda oku diye, abin daha bir hayat yaşasın diye insanların ağız kokusunu çektim ben. Canımı gençliğimi ortaya koydum ben. Sen bunları yapabilir miydin Hayal?" Yaptı da ne oldu? Sonumuz güzel mi bitti?

"Günlerce aç kalabilir miydin? Ne zaman oldu istediğin bir şeye hayır dedim? Ne istediysen aldım, yurtdışında okutturdum. O paralar gökten mi dökülüyordu Hayal?!" Bana para değil, bana aile gerekiyordu. Gerçek bir aile. Ben parasız da yaşardım ama annem babam yanımda hiç olmadı. Ve ben de bu sorunu parayla çözeceğimi düşündüm. Olmadı, para bana aile yapamadı. Susuyordum, dolmuş gözlerimle susmayı tercih ettim bu kez.

"Ben neden senin ismini Hayal koydum biliyor musun? Çünkü ben hayallerimi yaşayamadım, ben istediğim hayatı, istediğim mesleği, istediğim okulu hiçbirini yaşayamadım. Ama kızımın benim gibi olmasını istemedim. Sen hayallerine ulaş diye her şeyi yaptım. İstediğin okul, istediğin üniversite, istediğin bölüm, istediğin ülke. Hiçbirine karışmadım. Çünkü ben senin annen olmayı çok sevdim kızım. Tek bir hayalim gerçekleşti, o da sen."

Annemin sesi titreyerek odada yankılanırken, ben olduğu yere çakılmış gibi kaldım. Onun her kelimesi bir bıçak gibi üzerime saplanıyor, ama aynı zamanda içimdeki öfkeyi daha da büyütüyordu. Dudaklarımda acı bir gülümseme belirdi. "Hayalin ben miyim anne?" dedim, sesim ince bir alayla çatladı. "Senin yaşayamadığın hayatın bedelini ben mi ödedim? Ben senin yarım kalmışlığının üstünü mü kapatmak zorundaydım?" Ona doğru bir adım attım. "Evet, belki bana her şeyi verdin. Okul, ülke, bölüm. Ama bana en önemli şeyi vermedin. Sevgi. Sevgi seni seviyorum demle değil. Ne zaman okuluma geldin? Ne zaman benimle ilgilendin? Kızım bir derdin var mı diye ne zaman sordun?"

"Çünkü sana daha iyi bir hayat yapmaya çalışıyordum, zamanım yoktu."

"Ben daha iyi bir hayat istemedim, ben sizi istedim anne. Hasta olunca bana baktın mı hiç?" Nefesim göğsümde sıkışıyor, sözlerim artık boğazımdan hırıltıyla çıkıyordu. "Sen beni sevmişsin, öyle mi? Ama annen olmayı sevdiğini söylediğin hâlde, annem olmayı beceremedin!" Annem, dudakları aralanmış halde bana baktı. Gözleri kocaman açılmıştı, söylediklerimden sonra nefesi kesilmişti. Birkaç saniye sessiz kaldı, sonra öfke ve çaresizlik birbirine karışmış bir sesle patladı.

"Beceremedim öyle mi?! Sen ne biliyorsun Hayal?!" dedi, sesi çatlamıştı. Avuçlarını yanlarına bırakıp sonra çaresizce iki yana açtı. "Ben sabahlara kadar çalışırken sen sıcacık yatağında uyuyordun. Ben bir lokma ekmeği boğazımdan geçirmeden sizin karnınız doysun diye uğraşıyordum. Senin yaşadığın acı mı büyük sanıyorsun? Ben kardeşini kaybetmenin acısını taşımadım mı?! İçim yanmadı mı sanıyorsun?!"

Bir adım bana doğru yaklaştı, gözleri yaşla parlıyordu. "Ben sustum çünkü senin susmama ihtiyacın vardı. Ben sakladım çünkü senin bilmeyeceğin acılarla yaşamana izin vermek istedim. Ben korumak istedim! Elimden gelen buydu! Ben sizin için iyi birisi olmak istedim. Hayal, sadece hatalı bir insandım!" Son cümleyi haykırırken eliyle göğsüne vurdu. "Ama ben sizi sevdim, her şeyden çok sevdim."

"Halil'in bana yaşattıkları peki? Onların suçlusu kim? Çocukluğumda kara bir leke bıraktı o adam. Ben bu lekeyle ne yapacağım?" Babam, başını öne eğdi, gözleri dolmuş, dudakları titriyordu. "Benim suçum. Sizi ben mahvettim," dedi, gözyaşlarına engel olamadan. "Kumar oynadım ve kaybettim," diye ekledi, nefesi kesik kesik çıkıyor, her kelimesi o kadar ağır geliyordu.

Güldüm. "Ben sizi affedemeyeceğim. Benim için çok ağır anne." Annem bana doğru bir adım attığında bir adım geriye attım. "Ben para, mal, mülk istemedim, ben aile istedim. Gerçek bir aile. Defne'nin ailesi gibi aile. Ama onu bana veremezdiniz, parayla beni susturmaya çalıştınız. Vicdanınız parayla rahatladı mı bari?"

"Kızın-" Babam ayağa kalkıp bana sarılmak isteyince elimle dur işareti yaptım. "Artık çok geç. Ben sizi istemiyorum," Çantamı açıp içinden cüzdanımı çıkarttım. İçindeki tüm kredi kartlarını yere attım. " Sizin bana sunduğunuz her şeyi reddediyorum. Bunun için çok geç kaldım, keşke önceden yapsaydım." Nefes aldım. "Artık sizin gibi ailem yok. Artık gerçek anlamda kimsesizim." Arkamı döndüm. Ve kapıya doğru yürümeye başladım. Bir şey demediler, diyemediler. Ne diyeceklerdi ki?

Arkamda sadece ailemi değil, eski Hayal'i de bırakıyordum. Alıştığım hayatı bırakıyordum. Geçmişimi, acılarımı...

Ardımda bıraktığım sadece bir ev değildi. Kanımdan olan, ismimi taşıyan, beni ben yapan bütün bağlardı. Kolay değildi, hiç de olmayacaktı. İnsan ailesinden kopunca, aslında en derin yarasını açar. Çünkü kimseye anlatılamayan bir boşluk kalır. Paylaşılamayan bir sızı. Ama bazen kalmak, daha da çok kanamaktır. Bazen bağ dediğimiz şey, artık bağ değil zincir olur. O yüzden ayrılık, güç değil. Çaresizlikten doğan bir karardır. Çaresiz ama kaçınılmaz. Çünkü insan, en sevdikleri arasında bile kaybolabiliyor. Evet, aileden kopmak özgürlük değildir. Tam tersi, ağır bir yalnızlıktır. Fakat bazı yalnızlıklar, insanın kendini kaybetmemesi için mecbur olduğu yollardır. Ardımda bıraktıklarım beni yıkacaktı, önümde bekleyen boşluk ise en azından bana ait olacaktı. Ve ben, o boşluğun içine düşmeyi göze aldım.

Nereye gideceğimi, kimin yanına gideceğimi bilmiyordum. Arabayı bir boşluğa sürüyor gibiydim. Kimim vardı ki zaten? Hayatım koca yalan yığınından ibaretmiş. Ve ben o yalan yığının altında kalmışım. Yüzeye çıkınca gerçekler ortaya çıkmıştı.

Aniden telefonum çalmaya başladı. Ekranda Defne'nin ismi gözüküyordu. Konuşmaya mecalim yoktu. Ama cevap vermeseydim de vazgeçmezdi. "Efendim Defne?" Sesimi olabildiğince değiştirmeye çalışarak. "Kuzum, neredesin? Ne yapıyorsun?"

"Yoldayım, eve gidiyorum" neresiydi evim? Olmayan bir yer yani. "Ha biz de birazdan çıkacağız, Savaş'la onların mekanına gideceğiz. Bir şeyler içip geleceğiz. Gelmek ister misin?"

"İsterim" dedim hiç düşünmeden. Çünkü ihtiyacım vardı. Onlarla gitmeseydim bile, kendi tek başıma gidecektim kesindi. "Tamam, o zaman ben sana konumu atıyorum. Gelirsin oraya."




Defne'nin anlatımıyla

Arabayı valeye verip içeriye girdiğimizde kapıda duran görevli hafifçe eğilerek, "Hoş geldiniz Savaş Bey," dedi. Savaş başıyla hafif bir selam verirken, bakışları her zamanki gibi soğukkanlı ve ölçülüydü. Onun bu tavrı, çevredeki insanların üzerimizden hiç eksilmeyen bakışlarını daha da yoğunlaştırdı. Savaş'la birlikte mekâna adım attığımız anda içerideki yoğun uğultu bir anlığına kulaklarımda kesildi. Loş ışıkların altında parlayan kristal avizeler, mekâna gösterişli ama aynı zamanda biraz da ağır bir hava katıyordu. Bas sesleri, dans eden bir sürü insanlar.. Mekânın ortasında, yuvarlak masalarda oturan konuklar, bir ellerinde kadehleriyle bizi baştan aşağı süzüyordu. Kimisi belli belirsiz fısıldaşıyor, kimisi ise gözlerini bizden ayırmadan alttan alta değerlendiren bir bakış fırlatıyordu. Ben, üzerime yapışmış gibi duran bu bakışların ağırlığını omuzlarımda hissederken, Savaş sanki hiçbir şey yokmuş gibi dimdik duruyordu.

Merdivenlerin başına geldiğimizde, yukarıdan aşağıya süzülen kırmızı halı ve pirinç küpeşte göz alıcı bir ihtişam sergiliyordu. Savaş, kararlı bir edayla yukarıya yöneldi. Ardımızda ise hâlâ üzerimizde asılı kalan o bakışlar, merdiven basamaklarını çıkarken bile bizi takip ediyordu.

"Nereye gidiyoruz?" diye sorduğumda başıyla yukarıyı gösterdi. "Yukarı çıkacağız, gel" Kolunu belime sarıp yürümeye devam ettik.

Yukarı çıktığımızda bizi uzun bir salon karşıladı. Salonun sonunda özenle hazırlanmış tek bir masa vardı. Masanın üzerinde kristal kadehler parlıyor, kırmızı şarap şişesi loş ışığın altında koyu yakut gibi duruyordu. Çerezlerin, özenle seçilmiş yiyeceklerin ve küçük tabaklardaki leziz yiyeceklerin kokusu havayı doldurmuştu. Koltuklar koyu deri, üzerine düşen ışıkla neredeyse kadife gibi görünüyordu.

"Burası VIP üyeleri için sanırım," dedim, şaşkın bakışlarla etrafı süzerken.

Başını hafifçe yana eğip bana baktı. Gözlerindeki alaycı sıcaklıkla gülümsedi. "Hayır," dedi yavaşça, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıvrım oluştu. "Sadece benim için." Kibrini yesinler Savaş bey.

Yerimize geçtikten hemen sonra garson, hızlı ve özenli hareketlerle masayı hazırlamaya koyuldu. Kristal kadehler dolduruldu, tabaklara küçük atıştırmalıklar yerleştirildi. Başımı yana çevirip, alaycı bir gülümsemeyle, "Taranın üyesi olmanın tek iyi yanı bu sanırım," dedim.

Bilinçli bir rahatlıkla sırtımı onun göğsüne yasladım. Savaş'ın kolu hemen belime sarıldı.

"Tek değil," dedi alçak bir sesle, dudakları kulağımın hemen dibindeyken. Başımı kaldırmaya fırsat bulamadan, yüzünü bana doğru eğdi ve bakışlarını üzerime kilitledi. "Başka iyi yanları da var..."

Parmaklarını belimden yukarı doğru yavaşça kaydırırken, sesi fısıltıya dönüştü. "Örneğin istediğin ülkeye ücretsiz şekilde özel uçakla gidebiliyorsun. Black Card veriyorlar sana. Ve istediğin kadar ödemeni yapabiliyorsun. İstediğin bir mekân açıp işletebiliyorsun. Hatta bir şirket satın alabiliyorsun."

Her cümlesinde eli daha fazla üzerimde dolaşıyor, tenimde bıraktığı izler kalbimin ritmini hızlandırıyordu. Son cümlesini ise dudaklarının kenarında beliriveren o kendinden emin gülümsemeyle "Yani bu hayatta istediğin şeyi, para olmadan yapıyorsun ve parasını onlar ödüyorlar." dedi.

"Ama yerine seni köle olarak satın alıyorlar," dedim, dudaklarımda hafif alaycı bir kıvrımla.

Savaş kısa bir kahkaha attı, ardından başını eğip gözlerime baktı. Kolunu hâlâ belimde tutuyordu. Parmakları istemsizce belimin kıvrımında geziniyordu. "Köle demeyelim de," dedi yavaşça, sesi neredeyse fısıltı gibi çıkıyordu, "biz onların işlerini yapıyoruz. Dengeyi sağlıyoruz. Onlar da bize bu kadar uçsuz bucaksız bir seçim sunuyor."

Onun bu açıklaması bana tatmin edici gelmedi. Gözlerimi kısıp hafifçe başımı yana eğdim. "Bu da modern bir kölelik," dedim net bir tonda. "Geçmişte işlerini yapan insanlara yemek veriliyordu. Şimdi de aynı mantık. İşini yap, paranı al. İş yoksa para da yok."

Savaş'ın bakışları bir anlığına üzerimden kaydı. Başını çevirdi, gözlerini kaçırdı. Haklı olduğumu anlamıştı. Sessizliği, yanak kemiğimden süzülen bakışıyla gizlemeye çalıştı ama parmaklarının belimdeki tutuşu farkında olmadan gevşedi.

"Burayı beğendin mi?" diye sordu. Konuyu değiştirmek. İyi taktik. Başımı salladım, kadehime göz ucuyla bakarken. "Evet, beğendim. Ama seninle deniz kenarında balık ekmek yemeği tercih ederim." Gülümseyerek bana doğru eğildi, alnıma kısa bir öpücük kondurup "o zaman yarın balık ekmek date'ine çıkalım," dediğinde "Hımm, güzel fikir kocam bey," dedim imalı bir ses tonuyla, başımı hafif yana eğip gözlerimi kısmıştım. "Böyle lüks yerler beni pek açmıyor da. Ruhumda fakirlik mi var ne?!" Savaş kısık bir kahkaha attı, ardından elini yanağıma koyup parmağını şakaklarımda dolaştırdı. "Fakirlik değil o," dedi, sesi bu kez daha yumuşak çıkıyordu. "Aslında ben de sıkılıyorum. İnsan kendini ait hissettiği yerde olmalı. Bazen simitle çay içerken mutlu olursun, bazen tepenin başında sevdiğin birisiyle çekirdek çitleyerek."

Gözlerimi ona diktim. "Yani ikimiz de buraya ait değiliz. Buna sevindim."

Garson, ince hareketlerle şişeyi açıp kadehlerimizi doldurdu. Kırmızı şarabın koyu rengi, loş ışıkta yakut gibi parladı. Ben elimle kadehi yavaşça çevirdim, göz ucuyla Savaş'a baktım. "En son içtiğimde hiç iyi şeyler olmamıştı," dedim hafif bir tebessümle. Evet, dün gibi hatırlıyorum o olaylı gecemizi. Aslında çok güzel şeyler olmuştu ama.

Tek kaşını kaldırdı, dudaklarının kenarında çarpık bir gülümseme belirdi. "Yok," dedi kendinden emin bir tonda, "bence biz o gece büyük bir duvarı yıktık."

Sözleri bitmeden yanıma iyice yanaştı. Sıcak nefesi tenime değdiğinde kalbim hızla çarpmaya başladı. Dudaklarını ensemin hemen üzerinde, saç diplerimde gezdirdi. Dokunuşu öylesine yavaş ve bilinçliydi ki, tüm bedenimde ürpertiler bırakıyordu. Garson yanımızdan ayrılır ayrılmaz biraz daha yaklaştı.

"Belki bu gece de bir şeyler yaparız." Gözlerimi kocaman açıldı. Bu da iyice doyumsuz çıktı. Tamam, seviyorum da bu huylarını ama insan hiç mi doymaz?! Gözleri dudaklarıma kaydı. Nefesi nefesime çarpıyordu, bakışlarım onun dudaklarına kayınca içimde bir şey sanki alev aldı. Sıcaklığını kalbimde, karnımda hissediyordum. Dokunuşlarıyla karıncalanan kadınlığım ona biraz daha yaklaşmamı sağlıyordu. Ellerini saçlarıma daldırıp beni kendine çekti. Ve dudaklarını benimkine kapadı. Önce yavaş, tadını çıkarırcasına, sonra daha derin ve sahiplenici bir öpüşle. Doyamıyordum dudaklarına. Daha fazlasını istiyordum. İyice ona sokulup ellerimi göğsünde gezdirdim.

"Allah sizi ıslah etsin, namussuz gençler," dediğinde ikimiz de hızla birbirimizden ayrılmıştık. Başımızı çevirdiğimizde, Cihangir elinde siyah tespihi ağır ağır çevirerek tam karşımıza geçmişti.

"Bir an imam geldi sandım," dedim, elimdeki şarabı masaya geri bırakırken.
Tespihin taşlarını tıkırdatarak, gözlerini üzerimizden ayırmadan konuştu.
"Gidin evinizde fingirdeyin, burası babanızın yeri değil."

Savaş sakince geriye yaslandı, yüzünde tek bir kas bile kıpırdamadı. Ardından kendinden emin bir tonda, gözlerini Cihangir'e dikerek, "Benim yerim," dedi. Cihangir, kaşının altından ters ters bakarken bir an dudak kenarı kıvrıldı, alaycı bir sırıtış belirdi.
"Baş komiserim" dedi, sesini bilerek uzatarak. "Sizin gece kulübünüz var mıydı ya?" Bir an sustu, bakışlarını Savaş'ın üzerinde gezdirerek kısık bir kahkaha attı. "Peki devletin bundan haberi var mı?"

"Yok," dedi Savaş, gözlerini Cihangir'den ayırmadan, "sen söylemezsen olmayacak." Cihangir kaşlarını kaldırıp hafif bir kahkaha attı.
"Bana güvenme be kanka," dedi alaycı bir tonla. "Ben gri karakterim. Her an her şey olabilir. Bir de bakmışsın, parmaklıkların arasındasın."

Savaş'ın gözleri, Cihangir'in alaycı tavrına karşılık olarak hafifçe daraldı.
"Senle beraber mi?" diye sordu keskin bir tonla.

"Çok isterdim," dedi Cihangir, omuz silkerek, "ama yalnız."

"Yapmazsın," dedim. "Sen bana kıyamazsın, bu kadar şeyden sonra bizi ayırmaya kıyamazsın." Cihangir tek kaşını kaldırdı, dudaklarının kenarındaki o çarpık gülümsemeyle bana baktı. "Allah neyse ki bana kalp vermiş ha," dedi. "Yoksa siz ne yapardınız?"

"Hem ben üzülürsem, Seren de üzülür. Sen Serene de kıyamazsın," dedim, sesim hafif titrek, tavrım ise çocukça bir masumiyetle. Cihangir'in gülüşü bir anda genişledi, gözleri parladı resmen. Seren'in adını duyunca yüzünde adeta güller açtı. "Sen nereden vuracağını iyi biliyorsun, doktor hanım," dedi, kaşlarını hafifçe kaldırıp dudaklarının kenarındaki o alaycı kıvrımıyla.

Omuzlarımı oynattım, hafifçe başımı yana eğip gözlerini süzdüm. "Bilirim," dedim, dudaklarımın kenarında küçük bir tebessümle. Savaş kolunu omzumdan çekince duruşumu düzelttim. Göz göze geldiğimiz anda aramızdaki tensel yakınlık hâlâ hissediliyordu. Hafif bir gerginlik ve aynı zamanda koruma duygusu yayıldı etrafa. İkimiz de yarım kalmanın verdiği ufak sinirle gerilmiştik. Ama gece yarım kalmayacaktı o kesindi.

"Yaman beni aradı." dedi Cihangir bu kez Savaş'a dönerek. "Gülşen onun yanına gitmiş, Taranın yeni ortak lideri olmak için yüklü bir para ödemiş." Yine mi Gülşen? Bu kadın neden her konunun içinde? Savaş anında kaşları çatılıp doğruldu. "Bu kadın ne yapmak istiyor?" Bu soru benim de aklımı tırmalıyordu. "Geçen gün akşam yemeğine davet etti beni. Ama bir bahane uydurup gitmedim." Evet, çünkü izin vermedim. Onunla baş başa yemek yiyeceğini mi düşündü gerçekten?

Cihangir bakışlarını yavaşça bana çevirdi. "Aklında bir plan var belli ki." Ne demek istediğini çok da güzel anlamıştım. Savaş'ın dikkatini kendine çekmek istiyordu. Savaş'ın düşmanlarıyla tek tek birlik olmuş, sonra da Savaş'a kendini kanıtlayacaktı. Anlaşılan biri bana savaş açıyor. "İyi de neden Yaman bunu sana haber verdi." diye sorunca "Yaman, Taranın papağanı." Savaş duruşunu bozmadan yavaşça başını bana çevirdi. "Herkesin haberini herkese verir. Sırf olay çıksın diye. Sever böyle şeyleri." İşte durum fazlasıyla garipleşti. "Madem bunu herkes biliyor, o zaman Gülşen de biliyor olmalı. Neden bildiği halde papağana iş teklifi etsin ki?" Sorduğum soruyla Savaş'ın kaşları daha çok çatıldı. "İşte bu mantıklı. Neden böyle bir şey yaptı? Bize haber geleceğini bile bile."

Cihangir hafifçe omuz silkti, hareketi rahat ve kayıtsız görünüyordu. Sanki söylediği şeyin ağırlığını taşımasına gerek yokmuş gibi, umursamaz bir tavırla aramızdaki sessizliği bozdu. "Belki de duymamızı istedi."

Ben, dudaklarımı istemsizce birbirine bastırdım. Hem kendimi tutuyor, hem de hislerimi saklamaya çalışıyordum. İçimde bir gerginlik vardı, kelimelerin altında yatan anlamı çözmeye çalışıyordum. Cihangir bacağını bacak üstüne attı. "Neyse, dikkatli olmanı öneririm. Kadınlar hep tehlikelidir."

"Kadınlar her zaman tehlikeli olmazlar yalnız," dedi yabancı bir ses.

Ne zamandır arkamızda durduğunu fark etmediğimiz Barlas, sessiz adımlarla yanımıza yaklaştı. "Barlas?" dedim şaşkınlıkla. Herkes mi burada? Barlas'ın Savaş'tan nefret ettiğini düşünüyordum. İyi de neden burada ki? Uzun zamandır görmüyordum onu. Cihangir'in yanına oturup, kendini iyice yayarak ortamda hâkimiyet kurar gibi bir duruş sergiledi. "Öfkeli olmadıkları sürece sorun yok."

Hepimiz sessizce ona bakarken Barlas, masadaki viski şişesine uzandı ve garsona işaret etti. Ardından bakışlarını Savaş'a çevirdi. "Gülşen, Savaş'la liderliği paylaşmak istiyor ve bunun için de Savaş'ın dikkatini çekmeye çalışıyor." Savaş kıskanıp kıskanmadığımı anlamak için göz ucuyla bana baktı. Ben ise tepkisiz bir şekilde Barlas'a bakıyordum. Küçümseyici bakışlarımla, söylediklerini hafife aldığımı belli ediyordum. "Tıpkı Defne'nin yaptığı gibi?" dediğinde kahkaha attım. "Benim gibi derken?"

"Sen Savaş'ın dikkatini çekmek için Taha'yla işbirliği yapmadın mı?"

"Bir, ben kimsenin dikkatini çekmiyordum, sadece kurtulmaya çalışıyordum, iki, ben Taha'yla çalışmadım, hatta onunla hiçbir bağlantım yoktu ki bunun Savaş'a da söylemiştim zaten. Üç, ben işbirliği yapmak istersem eğer neden sizinle yapayım ki? Dedem ve annem dururken?"

"Sen Savaş'ın dikkatini çekmek için Taha'yla işbirliği yapmadın mı?" diye sordu İmâyla Barlas.

Barlas, ellerini iki yana açarak Cihangir'e döndü, hafifçe gülümseyerek. "Kız fazla mantıklı konuştu. Ayrıca Savaş'ım, mantıklı konuşurken de seni harcadı. 'Neden sizinle yapayım?' dediğinde, yani siz kimsiniz de ben sizinle işbirliği yaparım, demek istedi. 'Siz' derken seni de kastetmiş olabilir. Yani ara açmak gibi olmasın, seni hafife almış olabilir."
Söylediklerini öyle bir şekilde aktarıyordu ki, sanki Savaş'ın benim sözlerimden şüphe duymasını ve Savaş'la aramda bir gerginlik hissetmek istiyordu. Bakışları, küçük bir alayla birleşmişti. Göz ucuyla beni okuyordu. Ben düşer miyim peki?

"Benim karım beni tanır. Değil mi, karıcığım?"

"Evet, kocacığım, ama ben olmadan pek bir gücün yok gibi. Ben varsam sen varsın," dediğimde sesimdeki oyunu ona hissettirdim. Kurduğum cümle onun hoşuna gitmiş olacak ki, güldü. "Acaba sana aşık olmasaydım, yine böyle konuşabilir miydin?"

Ben de karşılık verdim. "Sen her halinle bana yine aşık olacaktın, Savaş beyciğim. Ben bile kendime aşığım." Erkekler birbirlerine bakıp sırıttıklarında dudağımı hafifçe yana kaydırıp güldüm. "Ama benim gücümün farkındasındır diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum?" İlla ki kibirli olacak. Cengiz hanın oğlu sanki. "Tamam Savaş, en güçlü sensin. Oldu mu?"

"Lütfen, Allah aşkına siz kavga etmeyin ya," dedi Cihangir, yüzünü buruşturarak ve bunalmış bir sesle. "Her defasında küçük bir kavgayla başlayıp ortalığı ayağa kaldırıyorsunuz." Kocacığım hafif bir gülümsemeyle kolunu omzuma attı ve beni kendine çekti. Dudakları, saçlarıma değdi. "Merak etmeyin, bundan sonra ayrılık olmayacak."

"Biz kotamızı doldurduk," dedim.

"Ama anlaşılan birileri yeni başlıyor," dedi Cihangir, başıyla arkamızı işaret ederek. Başımızı çevirdiğimizde, Alp'in asık suratla bize doğru geldiğini gördük. Yorgun ve keyifsizdi. Hayal'le ayrılmak en çok da ona koymuştu sanırım. Bir an için içim acımıştı ona. Görünüşünden, yaptığından köpek gibi pişman olduğu belli oluyordu. Bu kadar üzülmelerine rağmen yine gurur yapıyorlar ya. Pes. Sanki ben farklı bir şey yapmıştım.

Yanında Nil ve Ahu vardı. Onların morali ise gayet yerindeydi, enerjileri yüzlerine yansıyordu. "Merhabalar," dedi Ahu ve Nil, boş olan koltukta yan yana otururken. Alp ise en köşedeki tekli koltuğa geçti ve koltuğa iyice yayıldı, sanki dünyayla uğraşmak istemiyordu. Hepimiz dikkatini daha çok kendine çekiyordu. "Ne oldu Alp Çoban? Koyunlarını mı kaçırdılar?" diye sordu Cihangir, alaycı bir tonla. "He, kurtlar kaçırdı." diye Alp sinirle yanıtladı.

Ahu hafifçe kaşını kaldırıp imayla "Boş verin onu. Bu aralar kendinde değil." dedi iğnesini sokarak. "Aşk acısı yaşıyor." Umursamadı bile. Masada duran boş bardaklardan birisini alıp içkiyi sonuna kadar doldurdu. Onun bu hareketlerini izleyen Barlas yüzünde sırıtış ile " aşk acısı mı?" diye sordu. Alp içkiyi kafasına dikti.

"Evet, Hayal'le ayrıldılar." Ahu Alp'in sinirini zıplatmak ister gibi konuşuyordu. Pardon, iğneliyordu. "Ayrılmadık, kendisi ayrıldı." Alp'in sert yanıtından sonra arada kısa sessizlik oldu.

"Çikolata getiriyim mi sana Karatay?" dedi Barlas alay ederek. Alp'in umurunda bile değildi. Alp cevap vermeyince Barlas bana döndü. "Sen arkadaş olarak ne yaptın peki? Onu Alp'e karşı doldurdun mu?" Alp'in bakışları anında bana kaydı. Omuzlarımı silktim. "Hayır, Hayal sadece özür bekliyor. Büyük bir özür." dedim. Ve bu özür onun hakkıydı. Alp doğrulup gözlerini bana dikti. "Ben bir kez özür diledim. Daha ne için dileyeceğim acaba?" Sanki suçlu benmişim gibi bakması yok mu bir de. Gerçekten Hayal'i doldurduğumu düşünmüş olabilir mi? Gözlerimi sinirle kapatıp derin bir nefes alarak sabır çektim. Ama Alp durmadı. "Hayal'in ne istediğini ben biliyorum. Hayal istiyor ki, ben köpek gibi peşinden sürüneyim. Ama benim de bir gururum var."

Bu sözleri duyunca gözlerimi açtım. Bakışlarımı ona diktim. "Vazgeçmek gurur mu?" dedim dayanamayarak. Yanıtı gecikmedi. "Senin gurur adı altında yaptıklarını hatırlatmama gerek var mı?" Evet, artık ne istediğini net bir şekilde anlamıştım. Benimle kavga etmek istiyordu. Savaş sinirlendi. "Alp, haddini aşma."

"Seviyorsan her şey yapacaksın, Alp," dedi Ahu bu kez araya girerek. Nil başını hafifçe yana eğdi, bakışları hem meraklı hem de alaycıydı. "Aşkta gurur yoktur," dedi, sözüme destek verircesine. "Hem suçlu olan sensin. Onun özür dilemesini mi bekliyorsun gerçekten?"

Alp'in yüzü kıpkırmızı oldu. Önce sustu, alt dudaklarına dişlerini geçirdi. Tek bacağını hızlı hızlı yere vururken tedirgin olduğunu anlamak zor olmadı. "Ben suçsuzum demiyorum Nil. Beni anlamıyorsunuz. O da anlamadı zaten. Konu Gülşen ya da ailesi değil. Konu beni dinlememesi. Beni dinlemedi, açıklamama izin vermedi." Alp biraz öncekine kıyasla daha yumuşak tonda söylediğinde, Ahu bunalarak saçlarını geriye attı. "Sen kızın ailesine kumpas kurmuşsun, pardon da nasıl dinleyecekti seni?"

"Ahu, ben de yabancı değilim. Onun sevdiği adamım. Haksızım ama dinlemesi gerekiyordu."

"İşte bu yüzden seni dinlemedi" dedi Nil araya girerek. "Herkesten beklediği şeyi senden asla beklemiyordu. Senin ona zarar vermeni asla düşünmedi." Kızların Hayal'e tam destek olması Alp'i daha çok sinirlendiriyordu. Benim bir şey söylememe gerek bile kalmamıştı. "Ben ona zarar vermek, onu incitmek asla istemedim. Ama yaptığım şeyin bir nedeni vardı. Yapmasaydım her şey daha kötü olacaktı."

"Emin ol, bundan kötü olamazdı." dediğinde Ahu Alp sinirle ayaklandı. "Buraya beni suçlamak için mi çağırdınız? Amacın buysa-" Savaş hemen araya girdi. "Ahu, sen artık sus." Sert bir bakış gönderdi Ahu'ya. "Alp yerine geç. Kavga etmekle bir yere varacağınızı mı düşünüyorsunuz?"

Alp tekrar kendi köşesine geçince yüzünde Onu suçlayamıyorum. Ne kadar gururlu ve inatçı olsa da, yaptığı her şeyin altında bir anlam vardı. Buna inanıyordum. Suskun durdum. Onun öfkesinin ve pişmanlığının farkındaydım. Şu an söyleyeceğim herhangi bir şey, onu daha da kızdırmaktan başka bir işe yaramazdı. "Ayrıca Hayal buraya geliyor." dedi onu uyararak. "Senin burada olduğundan haberi yok."

Alp başını salladı. Bu durumdan rahatsız olmamış gibiydi. Ayağa kalkınca Savaş başını bana çevirdi. "Nereye?"

"Burası biraz sıktı. Hava alacağım. Geliyorum şimdi."

"Geliyim mi?"

"Gerek yok, hemen dönerim," dedim ve hemen ardımdan Barlas da kalkmıştı. "Ben de gideyim, şu Yaman'ın yanına. Bakalım ne işler çeviriyor?" Barlas'la birlikte merdivenlere yöneldik. "Bence Alp olayı sana saracak dikkatli ol."

"İyi de ben bir şey yapmadım ki."

"Yani kızacak bir kurban illa ki olmalı. Bu da sensin galiba." Ben genel olarak sinirli olduğu için böyle tavırla takındığını düşündüm. Ama şu an Barlas içime şüphe tohumları ekmişti. "Numaranı verir misin bana?" diye aniden sorunca şaşırarak olduğu yerde durdu. "Ne yapacaksın?"

Savaş'tan çekindiği için bu soruyu sorduğu belliydi. "Gülşen konusu kafama takıldı. Seninle bir şeyler konuşmak isterim. Tabii vaktin olursa." Gülşen Barlas'ı satın almadan ondan önce davranmam gerekiyordu. Çünkü Barlas da Tarada en az Savaş kadar güçlü birisiydi. Ve onu Gülşen'e kaptırma niyetim yoktu. "Ne?! İki kadın savaşının ortasında mı kalacağım?" Gülerek başımı iki yana salladım. "Hayır, sadece küçük bir iyilik yapacaksın o kadar." Barlas'ın gözleri şüpheyle kısıldı. "Ruhumu sana satmamı istiyorsun herhalde." Başımı hayır dercesine sallayıp kollarımı bağladım. "Hayır, sadece Taranın en güçlü adamını kendi tarafıma çekmek istiyorum. Sen de herhalde Taranın en güçlü rakibinin karısının bu teklifini reddetmezsin diye düşünüyorum. Sen oyunu seversin değil mi Barlas?" Ona oynadığım oyunu hatırlaması için sinsice gözlerimi kısıp gülümsedim. Oyun değildi bu kez. Gerçekten büyük bir şey planlamak istiyordum.

Barlas'ın boyu beni geçiyordu. Eğilip yüzünü benimle aynı hizaya getirip "şen büyüdün mü şen?" dedi sanki çocukla konuşur gibi. "Şen Tarayla oyun mu oynayacaksın?" Sinirle kaşlarımı çatıp göğsüne vurup ittirdim. "Bu çocuk seni de iki kez kandırdı Barlas efendi. Benim asabımı bozma."

"Tamam tamam sinirlenme. Ben sana ulaşırım. Ama Savaş olayı sende." Sırıtıp gözümü kırptım. "Tamam bende."

Kapıya geldiğimde Hayal'in henüz gelmediğini fark ettim. Telefonu açıp aradığımda hemen meşgule attı. Büyük ihtimalle varmak üzereydi. Telefonu kapatıp binanın duvarına sırtımı yaslayıp beklemeye başladım. Alp bu kadar sinirliyken Hayal'in buraya gelmesi ne kadar doğruydu bilmiyorum. Ya yine kavga ederlerse? Ya bu kez Alp daha çok kırarsa Hayal'i? Belki de hiç iyi fikir değildi. Hayal'e söyleyeyim en iyisi. İstemezse hemen gideriz. Çünkü olaylar bu kadar karışıkken daha çok karışmasını istemiyordum.

Aniden mekânın önünden bir hareketlilik oldu. Siyah takımlı adamlar bir anda çoğaldı. Birisi mi geliyordu, yoksa birileri mi? Duvardan ayrılıp gözlerimi kısarak olay yerine taraf baktım. Arabadan biri iniyordu. Kapıyı açtılar. Ve hiç beklemediğim biriydi. Gülşen, kendinden emin adımlarla mekâna doğru ilerliyordu. Ayakkabılarının zeminde çıkardığı tıkırtılarla hem de. Bir dakika. Onun burada ne işi var? Neden burada?

Gülşen'in bakışları etrafı tararken bir anda gözü bana takıldı. Hafif bir gülümseme dudaklarında belirdi. Duruşu, hem meydan okuyan hem de kendine güvenen bir tavırla doluydu. İçeriye adımını attığında, mekânın havası bir anda değişti. Duruşumu dikleştirip yapmacık şekilde gülümsemeye çalıştım. Çünkü artık eski Defne yoktu. Her şeye anında parlayan, meydan okuyup başını belalara sokan birisi gitmişti. Sakinliğimi korumaya özen gösteriyordum. Her zamanki gibi dik duruşuyla önümde durdu. Gözlerindeki kendine güven ve hafif meydan okuyan ifade, ortamın havasını anında değiştirdi. "Defne'ciğim, sende mi buradasın?" diye sordu, sesi sakin ama hafif bir alay barındırıyordu.

Ben de sakince gülümsedim, bakışlarımı ondan ayırmadan "Evet, peki sen?" diye sorunca gülüşü kayboldu, yerine etrafa kısa bir bakış attı. Sanki mekânı ölçüyor, kararını veriyordu. "Ha, ben hep burada takılırım. Yani şu anlık damak tadıma burası uygun." Eski Defne olsa damağını patlatırdı da şimdiki Defne neyse ki öyle değil. Kollarımı göğsümde bağlayıp duruşumu dikleştirdim. "Seni galiba hep buralarda göreceğiz, öyle mi?"

Sinsi bir gülüş dudaklarına yayıldı ve tekrar bana yöneldi. "Evet, bir süre etrafınızdayım. Hayatınızda bazı şeyleri değiştireceğim."

"Ne gibi mesela?" Tek kaşını imayla kaldırıp gözlerini gözlerime dikti.

"Bak, bir dost gibi söylüyorum," işaret parmağını koluma dokundurdu. "Sen çok iyi kızsın, bence çok da güzelsin. Özgüvenlisin, zekisin, ve bence siz Savaş'la uygun çift değilsiniz. Yani bence bunu sen de biliyorsun. Sen koskocaman amirin kızı, doktor. O ise suçlu. Yani" dudaklarını birbirine bastırıp işaret parmağını baş parmağını aşağı çevirip, "uyumsuz çift" dediğinde kaşlarım kendiliğinden havalandı. Gülüp dudağımı dilimle yaladım. Sadece başımı salladım o ise tepkisiz olduğumu görüp biraz daha yaklaştı. "İlla ki bir yerde kırılacak demedi deme bak," dedi. Tahmin ettiğim gibi Savaş'ta gözü var. Ama bu kez Defne gibi değil, Dilara ve Harun'un kızı Defne gibi olacağım. Yani onlar gibi.

"Göreceğiz," dediğimde omuz atıp yanımdan geçerek içeri geçti. Senin canın meydan okumamı istiyor. Alasını yaparız güzelim. Ben de Defne'ysem, sizi bitirmeden rahat nefes almam. İçeri geçer geçmez telefonumu açıp anneme mesaj attım. Aklımda bir plan zaten vardı. Ama şu an tamamen eminim artık. "Yarın babam ve seninle konuşmak istediğim bir konu var. Yardımınıza ihtiyacım olacak. Canım ailemm."

Sinyal sesiyle başımı kaldırdım. Hayal gelmişti. Çantasını alıp arabanın kapısını açarak arabadan indi. Onun da pek morali yok gibiydi. Derin bir nefes verip ona doğru ilerledim. "Merhaba kuzum" Beni görünce hemen yüzüne gülüşünü yerleştirmişti. Güçsüz yorgun olduğunu gözlerine bakarak anlardı insan.

"Merhaba" deyip hemen boynuna atladım. Sıkı sıkı sarıldım ona. İhtiyacı olduğunu biliyordum. "Nasıl oldun? İyi misin?" Üzgün gözlerle yüzüne baktığımda gülümsemeye çalıştı. "İyiyim, en azından olmaya çalışıyorum." Onun için bir şeyler yapmak istiyordum, ama şu an o bunu istemiyordu. Hatta ikisi de benim bu olaya karışmamı istemiyordu.

"Şey Hayal, sana bir şey söyleyeceğim," dedim tereddütle. "Ben bir şey yaptım." Gözlerini kısıp yüzüne düşen saçını arkaya attı. "Ne yaptın?" Sesi oldukça sakindi. "Ben seni çağırdım ama Savaş da bana haber vermeden Alp'i çağırmış." Hayal hiç şaşırmış gibi gözükmüyordu. Oldukça sakin bir tavırla her cümlemi başıyla onaylıyordu. "Kuzum, merak etme. Senin bir suçun yok. O onun arkadaşı, ben senin. Yani illa ki bir yerlerde karşılaşacağız."

"Kızmadın mı bana?"

"Hayır, ben bunları göz önüne alarak buraya geldim. Ayrıca biraz oturup kalkarım zaten."

"Eğer istersen biz başka yere gidelim."

"Hayır, gerek yok. Gerçekten bak ben iyiyim." Ne kadar içim el vermese de çok fazla üzerine gitmedim. Tamam anlamında başımı sallayıp koluna girerek içeri girdik.


"Defne'nin yanında konuşmayalım bunları. Gidip yetiştirir hemen." dediğinde kulaklarıma inanamıyordum. Biz merdivenlerde sessizce oturmuş yukarıdaki konuşmaları dinliyorduk. Hayal de en az benim kadar şaşkındı. Çünkü bu laflar Alp'in ağzından çıkıyordu. Evet, doğru düşünüyordu ama yani bunu diline getirmesi? "Defne bir şey yetiştirmez" dedi Savaş. "Ayrıca bu sizin probleminiz."

"Bizim problemimiz evet, ama bizden başka herkes karışıyor." Alp resmen şikayet ediyordu. Bakışlarımı Hayal'e çevirdiğimde artık üzgün ifade değil, büyük bir kabulleniş gördüm. İkisi de çok değişmişti. Hem de hiç tahmin etmediğim kadar. Bunlara büyü mü yaptılar? Bir anda böyle soğumaları imkansız. Biz bile birbirimizden kopamıyorduk. Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyorlardı. Savaş'la ben iki ateştik. Kendimizi yakmadan asla duramazdık. Bunlar birer buz gibi. Çok ilginç.

"Kim karışıyor söylesene! Bir ilişkiyi ayakta tutamıyorsan suç senindir Alp bey." dedi Ahu. Ahu'ya ne olmuş böyle? Resmen avukatlık yapıyor. Helal sana kız. "Ahu, şunu kafana sok! Ben Hayal'i hala çok seviyorum. O istese de istemese de bu değişmeyecek. Ama artık bir şeyleri anlaması gerekiyor. Suç benim evet. Ama kendimi aklamam için bir kapı bırakmıyor. Ben eskisi gibi değilim. Benim hayatım onunla beraber değişti." İyi de biz zaten barışmanızı istiyoruz. Ne güzel değiştiysen, o zaman niye uzatıyorsun ki? Bir özürle her şeyi düzelt.

"Alp, haklısın ama ailesinde sorunlar var. Kız her yerden ellerini çekmiş durumda. Şu an yanında kimse yok. Yaşadığı şeyler kolay değil." Nil her zamanki gibi sakin tavrını korurken bir yandan Alp'i sakinleştirmeye çalışıyordu. Hayal ise yanımda sakince dinliyordu. Alp devam etti.

"Ben ailelerine girmeden önce de onun ailesinde sürekli sorunlar vardı. Babasıyla annesi arasında sorun hiçbir zaman bitmedi." Alp kendini anlatmaya çalışırken daha çok batırıyordu sanki. Hızlı hızlı konuşup derdini açıklamak istiyordu. "Onlar da aşk var ama saygı yok. Hayal bunu anlamıyor. İlişkide olduğumuz süreçte sürekli onlarla bizi kıyasladı. Onlar gibi olmamızdan korkuyor. Ama biz onlar gibi değiliz. Bunu ona anlatamadım ben. Sürekli korku içinde yaşamak ne kadar doğru?"

"Peki neden bunu o zaman dile getirmedin?" Savaş mantıklı bir soru sordu. Alp bunalarak ofladı. "Çünkü alışacağını düşündüm. Bana gerçekten inanacağını düşündüm. Ayrıca ben buna mecburdum. Yapmasaydım Hayal daha çok zarar görecekti. Ben buna izin veremezdim." Hayal acıyla güldü. "Her zaman bir cevabı var."

"Alp'i dinle bence. Nedeni olduğu söylüyor. Senin için yapmış her şeyi Hayal." Arayı yumuşatmak adına kurduğum cümleye Hayal güldü. "Defne, böyle daha kötü olmadı mı sence? İyi manzara mı var ortada?" Ne denirdi ki bu cümleye? "Peki, ne yapacaksın? Bu böyle devam mı edecek?"

"İkimiz de zamana ihtiyacı var. O benim yokluğumu ben de onun yokluğunu hissetmemiz gerek."

Omzuna hafifçe dokundum. Zamana değil, acilen barışmaları gerekiyor. Çünkü Gülşen bu durumu da kullanacak gibi geliyor. İkisi de zarar görmeden bu iş bitmeli. Hayal başıyla gidelim diye işaret ettiğinde ayaklanıp merdivenleri çıkmaya başladık. Onlara doğru ilerledim. Hayal, yorgun ama içten bir gülümsemeyle "İyi akşamlar," dedi.

Nil ve Ahu bizi fark ettikleri anda hemen ayağa kalkıp ona sıcak bir şekilde sarıldılar. Aralarındaki yakınlık ve samimiyet gözle görülür bir şekilde hissediliyordu. Ben ise biraz önceki yerime geçtim, bakışlarımı Alp'e sabitledim. Alp hâlâ yerinden kalkmamıştı, ama göz ucuyla Hayal'i izliyordu. Ona da kızgındım. Bir özürle her şey çözülecekken, neden bu kadar uzatıyordu ki? Savaş kalkıp Hayal'le kısa bir görüşme yaptıktan sonra yerine geçti. Hayal de Ahu ve Nil'in arasına katıldı. Ortamda hafif bir rahatlama havası oluşmuştu. Alp ise hâlâ ona bakıyordu. Sanki göz temasından kaçıyordu ama dikkatini tamamen kaybetmiş değildi.

Nil, Hayal'in elini tutarak neşeli bir şekilde sordu. "Ee? Nasılsın? Ne yaptın? Bu kurs vardı, geçtin mi?"

"Yarın seçimler başlıyor, bakalım ne olacak?"

"İyi şanslar, o zaman," dedi Ahu, sesi çaktırmadan "ailenle aran nasıl? Arayı düzelttiniz mi?" diye sorunca gerilim havası ortama hemen yayıldı. Hayal'in bakışları anında beni buldu. Gözlerinde hafif bir hüzün vardı, ama dudaklarında hâlâ gülümseme duruyordu. "Düzeltmedik," dedi yumuşak bir sesle. "Sildim. Artık öyle bir ailem yok." Şok içinde gözlerimi açtım. Ne?! Aileni silmek mi? Bu çok büyük bir yük. Hayal ne yaptığının farkında değil galiba. Ben ailesiyle küser sandım. Ama sanki bu çok fazla. Yani hayatını tamamen değiştirmesi? Hepimiz şok içindeydik.

Alp, sözleri duyunca acıyla gözlerini kapattı. Yüzündeki ifade, hem üzüntü hem de çaresizliğin karışımıydı. Nil hemen yanında yer aldı, elini hafifçe onun omzuna koyarak moral vermeye çalışıyordu. "Düzelecek, her şey düzelecek." Düzelecek mi? Nasıl tam olarak?

Ama Hayal'in gülüşü acıyla karışıktı. "Düzeltmeyi düşünmüyorum, o kadar parça parça ki her şey. Ve tabii yeni öğrendiğim birçok şey. Düzeltmek imkânsız hale geldi," dedi. Her cümlesinde gülüşü biraz daha genişliyordu. Sanki acıyı gülüşlerinde saklıyordu.

"Yeni, sıfırdan bir hayat planlıyorum. Her şeyi resetliyorum. Çünkü bu kadar şeyi kaldırmak zor," diyerek kararlılığını vurguladı. Gözlerinde bir cesaret ve özgürlük ışığı parlıyordu, ama aynı anda içindeki kırıklık da hissediliyordu. Alp sessizce bakakaldı. Gözleri Hayal'in gülüşüne ve sözlerine kilitlenmişti. "Her şeyi arkada bırakmak kolay değil" Savaş önce Alp'e sonra Hayal'e baktı. Hayal o tarafa bile bakmazken Alp üzgün gözlerle onu izliyordu. "Biliyorum, ama neden temeli zayıf bir güveni tekrardan büyüteyim?"

İşte o an hepimiz sustuk. O cümle hepimiz için ağırdı. Alp'i düşünemiyordum bile. Hayal çoktan kararını vermişti. "Bana verdikleri evi, parayı, kartları hepsini devrettim. Artık hiçbir bağlantım kalmadı onlarla. Nasıl hayat istiyorlar öyle yaşasınlar."

"Nerede kalacaksın, ne yapacaksın peki?"

"Birkaç hafta buradayım, sonra Belçika'ya giderim." Alp'in gözleri kocaman açıldı. "Orada kuzenim Ferda var. Yalnız yaşıyor zaten. Orada kalırım herhalde. Sonrasına sonra bakarım." Hayal'in yaptığını aylar önce ben yapmıştım. Ama daha büyük taşımaktan başka bir şey değildi. Hiçbir şeyi tamamen silemeyiz. Özellikle ona emek vermişsek. Yapamazdık, gücümüz yetmezdi. Hayal yapacağını düşünüyor ama yapamazdı. Buna izin vermemeliydim. Benim yaptığım hatayı yapmamalıydı.

Ahu gözlerini Alp'e çevirdi. Alp ise bakışlarını kaçırdı. "Bence gitme" dedim bir anda. Herkes bana döndü. "Evet, kalıp bunlarla baş etmek çok zor, çok yorucu. Bazen de acı verici. Ama gittiğinde bile peşini bırakmayacak gerçeklerin olacak. Ben burada kalıp bunlarla baş etmeni istemiyorum, ama gitmeni de istemiyorum. Senin ihtiyacın olan tek şey zaman." Söylediklerim onun kararını değiştirmezdi. İnatçının tekiydi kendisi. Fakat hiçbir şey yapmadan da duramazdım. Ahu da beni destekledi. "Katılıyorum, belki de birkaç ay sonra her şey çok farklı olur. Hiçbir şey bilemezsin. Bence de kendine biraz zaman ver." Hayal omuz silkti. "Kararım kesin. Burada kalmak ızdırapdan başka bir şey değil." Sustuk. Ona karışmak daha çok işleri karıştırırdı. Gitmemesi de gerekiyordu. Ne yapabilirdim ki?

"Her zaman böyle kaçar mısın?" Hiç beklemediğimiz bir şekilde Alp lafa atladı. Hayal de şaşırmıştı. Başını dikleştirdi. "Kaçmıyorum, sadece her şeyi arkada bırakıyorum." Alp uzun uzun gözlerine baktı. "Kaçıyorsun, kimseden değil. Benden kaçıyorsun Hayal."

"Ben senden kaçmıyorum. Benim ne yaşadıklarımdan haberin var mı senin?" Biraz önce sakin tonda konuşan Hayal şimdi yavaş yavaş sesi yükseliyordu. Gözlerinde Alp'e karşı öfke vardı.

"Var, sen her şeyi yaşarken bizzat yanındayım." dedi Alp bu kez. Aslında kavga etmelerini, içindekileri kusmalarını istiyordum. "Keyif de almışsındır sen şimdi. Kendi eserlerine bakıp gurur duyuyorsundur." Hayal'in imalı cümlesi karşısında Alp delirmiş gibi ayaklandı. Hayal'in üzerine yürüyünce hepimiz ayaklandık. Savaş hızla araya girip Alp'in kolundan tuttu. Alp öfkeyle Savaş'a döndü. "Bırak kolumu Savaş!" dedi sinirle. "Önce sakin ol," dedi Savaş aynı sinirle. Alp öfkeyle dişlerini sıktı. "Ona zarar vereceğimi mi düşünüyorsun gerçekten? Ben ona zarar verir miyim?" Savaş sustu. Geri çekildi ama kolunu bırakmadı. Hala tedirgindi. Alp Hayal'e zarar vermezdi ama şimdi öfkeliydi. "Beni tanımıyormuş gibi yapma, bırak kolumu Savaş!"

Geri çekilmek istemiyordu ama koluna dokunup onu geri çekince geri çektiğimde geri çekildi. Barışmaları lazımdı, bunu için de önce bir güzel kavga gerekiyordu. Ahu ve Nil paniklemişti. Herkes panik içindeydi. Alp'in ne yapacağı belli değildi çünkü. Alp Hayal'e bir adım daha attığında Hayal korkudan titriyordu. Belli etmemeye çalıştı. Alp gözleriyle yüzünü inceledi. "Benden korkuyor musun?"

"Senden değil, öfkenden korkuyorum." Alp başını yana eğdi. "Korkma," dedi sakin tonda. "Hayal, ben sana zarar gelmesin diye aileni karşıma aldım. Pişmanım, ama aileni parçaladığım için değil, seni üzdüğüm için pişmanım. Bana ailen değil, sen lazımsın. Senin için her şeyi yaparım ben." Elini yavaşça yüzüne götürdü. Yanağını işaret parmağıyla yavaş yavaş okşamaya başladı. Ama sanki her an zarar görecekmiş gibi usulca dikkatlice dokunuyordu. "Ben seni çok seviyorum."

Savaş'la göz göze geldik. Şu an her şey yeterince uç noktadaydı. Ya barışacaklardı, ya da ayrılacaklardı. Hadi barışın. Kesin barışacaklar. Hadi be Hayal'im.

Hayal Alp'in gözlerine bakarken gözleri dolmuştu. "Ben her şeyden sana kaçtım." Sesi titriyordu.
"Çünkü senin benim yuvamdın. Onları affedemem, ama seni de affedemem. Ben seni çok seviyorum ama sana bu saatten sonra güvenemem. Sevdiğini biliyorum, ya yine beni korumak için beni üzersen? Ben nasıl kaldırırım bunu Alp?" Alp susuyordu. Dolmuş gözlerini yere dikti. "Sen bana sevginle zarar veriyorsun." Hayal omuzlarını dikleştirdi. Gözünün içine baka baka "Kardeşini koruyamadın, beni mi koruyacaksın?" Hayır ya. Hayal bunu yapamazsın. Bu kadar ileriye gidemezsin ya. Yarasını bile bile tekrar açamazsın. Hayır, bu... Bu çok fazla. Gözlerim şaşkınlıkla ona döndü. Başımı itiraz eder gibi iki yana salladım. Bu gerçek olamazdı. Alp'i kalbini parçalamadı, o onu öldürdü. Tek bir kurşunla kalbini yok etti. O onda iyileştirilemez bir yara açtı...

Alp donakaldı. Hepimiz şok içindeydik. Hayal ise gözlerini Alp'in gözlerinden çekti. Bu Hayal olamazdı... Geri çekildi. Teslim olmuş gibiydi, gözleri...Kahverengi gözleri ilk kez doldu. Alp'i anlıyordum. Konu Hayal'in kurduğu cümle değildi. Konu o cümlenin Hayal'in kurmasıydı. Sevdiğinin birinin eline silah seni vurması ne demek çok iyi bilirdim. "Ben-" devamını getiremedi. Gücü yetmedi, yetmezdi ki... Yanağından süzülen yaşı hızla silip geriye doğru adım attı, ve son kez hayal kırıklığıyla Hayal'in gözlerine baktı. Ardından arkasını dönüp hızlı adımlarla gitti.

İki yanda kırılmış kalpler, vazgeçmeye çalışan ama zincirle birbirine bağlı olduğu için sadece acı veren ruhlar. Kırıldığımızda karşımızdakini de kırmak isteriz. O da aynı duyguları yaşasın, bizim içimizde bizi parçalayan acıya karşı koymanın bir yoluydu bu. Ama asla düşünmeyiz, ya karşımızdaki insan bizden daha fazla kırılırsa?








Herkese merhabalar efendimmmm... Normalde oy sınırı geçmeden bölüm gelmezdi ama diğer okurlarıma da haksızlık yapmayayım dedim. Ne de olsa finala çok az kaldı. Bu yüzden bölümleri normal şekilde atmaya devam edeceğim. Hayal ve Alp'le ilgili düşünceleriniz nelerdi? Sizce barışacaklar mı? Pek imkansız gibi gözüküyor hayırlısı.

Ama size birazcık spoiler vereyim mi? Topuklu belalar bu işe bir el atacaklar. Tamam bu kadar spoi yeter. Seren'i özlediniz biliyorum, önümüzdeki bölümlerde onu okuyacağız. Ha bir de isteme var tabii. Bilin bakalım kimin istemesi olacak. Yorumlara. Sizi seviyorum. Kendinize iyi bakın.

Bölüm : 28.11.2025 09:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Adelina / Savaş'ın Yıldız'ı / 44.Bölüm: 'Çizginin Ucunda'
Adelina
Savaş'ın Yıldız'ı

7.04k Okunma

500 Oy

0 Takip
49
Bölümlü Kitap
Giriş1.Bölüm: "İçimizdeki Kötülük"2.Bölüm: "Savaş'ın Peşinde"3.Bölüm: "Tesadüf Değil Plan"4.Bölüm: "Kırılmış Kabulleniş"5.Bölüm: "Arkadaş Olalım mı?"6.Bölüm: "Geri Dönüş"7.Bölüm: "Bilinmeyen Hata"8.Bölüm: "Kaçırılma Krizi"9.Bölüm: "Dağ evinde dağ ayısıyla"10.Bölüm: "İlk Mühür"11.Bölüm: "Kıskançlık Savaşı"12.Bölüm: "Şeytanın Tohumu"13.Bölüm: "İhanet Hançerinin Ateşi"14.Bölüm: "Gerçeklerden Uzak Hayallere Yakın"15.Bölüm: "Korkusuz Yürek"16. Bölüm: "Rüya Gibi Kabus"17.Bölüm: "Aile Olmaya Hazır mısın?"18.Bölüm: "Bir Yıldız İntikamı Düşünün"19.Bölüm: "Topuklu Belalar"20.Bölüm: "Acı Gerçeklerin Rüzgarı"21.Bölüm: "Karanlığı ışığımdan daha güçlü."22.Bölüm: "Kraliçe Geri Dönüyor"23.Bölüm: "Büyük Buluşma"24.Bölüm: "Yıldız Kayması"25.Bölüm: "Yüzleşme"26.Bölüm: "Anne sana ihtiyacım var."27.Bölüm: "Şimdi Sıra Bende"28.Bölüm: "Ben Defne Yıldız Karakurt"29.Bölüm: "Herkesin Kendi Acısı Kendine Yeter"30.Bölüm: "Mahşerin Karanlık Perdesi (Sezon Finali)24.Bölüm: "Özel Bölüm"Özel Bölüm: "Akşam Yemeği(Savaş ve Defne)"(İkinci Kitap) 31.Bölüm: "Dönüyoruz"(2.Sezon)32.bölüm: "İki Ateşin Aşkı"33.Bölüm "Karanlığında Işığımı Kaybettim"34.Bölüm: "İçimizdeki çocuk"35.Bölüm: "Cehenneme Bir Adım Kala"36.bölüm: "1.Gün-Şeytanın Pençesinde"37.Bölüm: "2.gün Kayboluş ya da yok oluş"38.Bölüm: "Savaşın Ortasında Sen ve Ben"39.Bölüm: "Oyunun Gerçek Piyonları"40.Bölüm: "Tutsak Zihinlerin Zincirli Kalpleri"41.Bölüm: "Siyahın Beyaz Lekesi"42.Bölüm: "Karanlığın Sonu"43.Bölüm: "Sahte Sevgi Çemberi"44.Bölüm: "Çizginin Ucunda"45.Bölüm: "Son Seçim"46.Bölüm: "Bozulmuş Düzen"
Hikayeyi Paylaş
Loading...