
Merhabalar, bugün Defne Yıldız Aksoy'un doğum günü. Ve onun doğum gününe özel bölümü erken attım.
Sizin yorumlarınızı özlediğim için de yorum sınırı koyuyorum.
40 yorum sınırı geçince diğer bölüm gelecek.
O zaman çok bekletmeden bölüme geçelim.
✨İyi ki doğdun ✨
🌸Defne Yıldız Aksoy🌸
Medyada Kerem Çelik.
46.Bölüm: "Bozulmuş Düzen"
Her şeyi zaman bıraktık.
Zamanımız var mı bilmeden...
Özdemir Asaf
Bölüm şarkısı: Sezen aksu Zalim
2 ay sonra.
Savaş'ın anlatımıyla.
"Savaş! Ziyaretçin var." Bugün burada geçirdiğim altmış üçüncü gündü. Ama bana iki ay değil de iki yıl gibi geliyordu. Gardiyanın seslenmesiyle uzanmış olduğum yatağımdan panikle doğruldum. Defne gelmiş olmalı diye geçirdim içimden. Ve hızla yataktan kalkıp açılmış olan kapıya yöneldim. Gardiyanın eşliğiyle hapishane koridorlarının sonundaki demir kapıları tek tek geçmeye başladık. Bir zamanlar komiser olarak geçtiğim bu kapılardan şimdi mahkum olarak geçmek kötü hissettiriyordu. Sarp Baysoy kimliğim tek gerçek ve tek istediğim kimlikti. Ama Sarp'ın gerçek ve düzenli hayatını bırakıp Savaş'ın karanlık hayatını seçmem sadece mecburiyetti. Babamın üzerime dayattığı bir hükümdü. Ona hala kızgındım. Hayatımı mahveden oydu. Ne kadar pişman olsa da bu yaptıklarımı, geçmişimi değiştirmezdi. 19 yaşında üniversiteye yeni girmiş olmanın sevinciyle, havalara uçan gencin eline silah verip, gidip şu adamları öldüreceksin demek suç değil mi? Oysa o gencin hayali suçluları yakalamaktı. Suçlu olmak değil. Ama bana sormadılar ne istiyorum diye. Bana abinin intikamını al ki rahat uyusun dediler. Peki sorarım. Abi, kardeşin içerideyken rahat uyuyor musun? Buna evet diyeceğini sanmıyorum. Çünkü o benim abim. Tanırım, tanırdım...
Ama dürüst olmak gerekirse babam bu olaydan suçlu olsa da bildiği tek doğru buydu. Çünkü gözünü açtığından beri silahların arasında büyüyen bir adam başka ne düşünebilirdi ki? Her insanın bir çemberi vardır. O çember bizim sahip olduğumuz doğrularla doludur. O çemberin içinde kaldığımız sürece tek doğru bunlar diye biliriz. Ama bir adım bile atsak çemberin dışına, gerçekler işte o zaman gözle görülür. Ve doğru sandığımız onca şey meğerse yanlış olduğunu anlarız. İşte babam da tam böyle bir hayat yaşadı. O çemberden uzun bir süre çıkamadı. Çıktığında ise ailesini kaybetmişti. Ama biz abimle o çemberden çıkmaya çalışıyorduk. Çünkü dışındaki doğruları görüyorduk. Fakat babam bizi bir bataklık gibi içine çekiyordu. Çırpındıkça daha çok batıyorduk...
Kapının önüne geldiğimde gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Onu çok özlemiştim. Nihayet kavuşuyorduk. Kapı açılınca gözlerimi açtım ama gördüğüm kişiyle hem şaşkınlık hem de hayal kırıklığı yaşadım. İçeri girip oturmuş olduğu masanın önüne geldim. Hemen ayağa kalktı. "Abi" dediğinde kollarımı açıp Cesur'a sarıldım. "Cesur'um." Omzuna destek verircesine hafifçe vurdum. Geri çekilip yüzüme baktı. "İyi misin?" Başımı ağır ağır sallayıp uzamış olduğu sakallarımı gösterdim. "Biraz sakal bıraktık ama."
"Olsun, böyle de yakışmış" dediğinde sırıttım. "Yakışsa ne olacak ki sanki? Karım beni görmeye gelmiyor." Dertlene dertlene sandalyeye geçtim. Yine yoktu. Yine gelmemişti. "İki ay boyunca bi kere bile gelmedi. Aramalarıma sadece iki kez cevap verdi. Artık telefonlarımı bile açmıyor." Ellerimi masanın üzerinde kenetledim. "Cesur, Defne beni artık sevmiyor olabilir mi?"
"Hayır, abi. Saçmalama. Defne seni çok seviyor." Cesur bana destek vermek için elini omzuma koydu. Ben hissediyordum, bir şeyler oluyordu. "Ben bizzat gördüm. Sana söyleyecek çok şeyi var. Ve bunu kendisi yapmak istiyor. Ama şunu bil ki seni hala seviyor."
Gülümsedim. Nedense bu cümleler bana inandırıcı gelmiyordu. Hele ki iki ay boyunca bana gelen mesajlardan sonra Defne'nin karşıma çıkıp hiçbir açıklama yapmaması artık beni gerçek anlamda şüphelendiriyordu. "Öyle mi dersin?" diye sordum imayla. Cesur başka bir şey demek istediğimi anlayıp, kaşlarını çatmıştı. Etrafı kontrol ederek cebimdeki fotoğrafları çıkarıp masanın üzerine bıraktım. Cesur fotoğrafları eline alıp şaşkınlıkla bana döndü. Fotoğraflarda Defne kapının önünde bir adamla çekilmişti. Hatta bir gün değil. Birkaç gün boyunca. Hatta adamın bir hafta içerisinde arabayla evlerinin önünde olduğuna dair fotoğraflar da vardı. "Abi, bana bunlara inandığını söyleme." Sesli bir soluk verdim.
"Defne iki aydır benimle hiçbir şekilde iletişime girmiyor. Yüzümü bile görmeye gelmedi. Sonra günlerin birinde bana bu fotoğraflar gelmeye başladı. Arkadaşıdır falan dedim inanmadım tabii. Kimden geldiğini de bilmiyorum ayrıca. Sonra adamın fotoğrafları gelmeye başladı. Adam meğerse Defne'nin peşine düşmüş olan bir herifmiş. Aile dostları mıymış neymiş? Tüm bu olanlardan sonra ise ne hikmetse Defne artık telefonlarımı da açmamaya başlamış. Ama o herifle konuştuğuna dair bilgiler de bana geliyor. Sonra günlerin birinde bana başka bir fotoğraf geliyor." Cebimden fotoğrafı çıkarıp masaya bıraktığımda kalbim burkulmuştu. Çünkü fotoğrafta adam Defne'yi öpüyordu. "Bu fotoğraf geliyor. Ve ben her şeye olan inancımı yitirmeden önce gerçekten bir açıklama için günlerdir Defne'yi bekliyorum. Şimdi bana doğru söyle. Sen benim yerimde olsaydın, ne yapardın?"
Gözlerimin dolmasını umursamayıp, gözlerimi ona diktim. Kendimi hiç bu kadar çaresiz hiç bu kadar ezik hissetmemiştim. Cesur ne diyeceğini bilmiyordu. Boğazın temizlemeye çalıştı. "Abi, ben bunların açıklamasını yapamam. Ama Defne'nin buraya gelmemesinin makul bir sebebi var. Bunu öğrendiğinde ona hak vereceksin."
Gözlerimi acıyla kapattım. Onu özlediğim için mi, haksızlığa uğradığım için mi kalbim acıyordu? Sanırım ikisi de... "Neden gelemiyor Cesur?"
"Abi, zamanı geldiğinde sana kendisi açıklayacak."
"Peki, neden telefonlarıma cevap vermiyor? Niye sesimi bile duymak istemiyor? Ben onu bu kadar çok özlemişken, o neden beni hiç özlemiyor?" Aklımda binlerce cevapsız sorular gece uyumama bile engel oluyordu. Günlerdir uyuyamıyordum, bin bir tane senaryo...
"Bunların cevabı bende değil. Ama seni böyle görmek içimi parçalıyor. Ben onunla konuşacağım. Seninle iletişime geçmesini sağlayacağım. Elimden geleni yapacağım tamam mı?" Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Ona ulaşamıyordum ve bu beni biraz daha delirtiyordu. Bi kere arasa, Savaş bana inan. Bunların hepsi yalan dese hemen inanırdım. Hiç sorgulamazdım. Ama yapmıyordu. O adamın Defne'yi öptüğü fotoğrafı gösterdim. "Bu fotoğraf eski. Benden önce mi, yoksa benleyken mi çekilmiş bilmiyorum. Beni yanıltmak için arkadaki tarihi değiştirmişler. Güya ben aptalım ya anlamayacağım."
"Nasıl anladın peki?" dedi sorgulayıcı bakışlarını üzerimde dolaştırarak. Defne'yi gösterdim. "Burada Defne'nin saçlarına bak. Katlı kesim yapılmış. Fransa'dan döndükten sonra katlı kesim yapmıştı ve uzun bir süre onu kullandı. Saçları hızlı uzuyor, şu an saçları belinden olması lazım. Ama burada omuzlarında. Yani fotoğraf benim hafıza kaybımdan sonra çekilmiş. Ya biz barıştığımızda çekilmiş ya da küsülüyken. Ancak her ikisinde de Defne'yi öpmesi o adamı öldürmeme neden olabilir."
"Abi, yapma. Olayı bir anlayalım."
"Ama asıl soru Defne neden bana bunları anlatmadı?" Onun benden bir şey saklamasına artık tahammül edemiyordum. Bu soruların sonu gelmiyordu. Artık boğulmaya başlamıştım. "Her neyse, ben hala oturup açıklama beklemeye devam edeceğim." Bu konular beni sıktığı için konuyu değiştirmek amacıyla "eee? Hira'yla isteme işi ne oldu?" diye soru sordum. Hira'nın adını duyar duymaz yüzü gülmüştü. "Bu ay sonu isteme olacak. Yanımda olmanızı çok isterdim ama" dediğinde gülerek elimi omzuna attım. "Oğlum, sen bizi boş ver. Sen kendi hayatını kur."
"Benim suçumu üzerinize almasaydınız, çoktan çıkmıştınız" dedi üzgün ifadeyle başını önüne eğerek.
"Oğlum, saçmalama. İçimizden birinin dışarıda olması iyi oldu."
"Avukatla konuştum, yakında siz de çıkacaksınız merak etmeyin." Çıkmak istiyordum ama sırf Defne'den o açıklamayı almak için istiyordum. Gözlerinin içine bakarak sorularımı tek tek ona sormak için.
Defne'nin anlatımıyla.
"Kızım, uyandın mı?" Uyumamıştım ki. Nasıl uyanabilirdim? Annemin sesiyle yatakta yan dönüp "gel anne" dedim. Kapı açıldığında annem kahvaltı tepsisiyle içeri girdi. "Günaydınlar benim canlarım" dediğinde hafifçe gülümsedim. Annemi uzun süre sonra tekrar böyle görmek iyi hissettirmişti. Dedemin ve dayımın kaybı ona çok ağır gelmişti. Ama nihayet artık hayatıyla barışmıştı. "Günaydın." Yatakta doğrulup sırtımı yatağa yasladım. Tepsiyi küçük yatak masasının üzerine bıraktı ve masayı önüme yerleştirdi. "Nasılmışlar bakalım benim minnoşlarım?"
"İyiyiz," dedim elimi karnıma götürerek. "Ya da iyi olmaya çalışıyoruz." Yüzüm aniden düştü. Savaş'tan bir parçayı içimde taşıyordum. Ancak bundan onun haberi yoktu. Baba olacağından haberi yoktu. Gözlerim sakladığım bu sırrın ağırlığıyla dolarken içimde bir şey burkuldu.
"Şşş, tamam sakin" dedi annem yanıma gelerek. "Savaşı çok özlediğini biliyorum. Ama az kaldı çıkmasına. Kavuşacaksınız."
"Ne kavuşması anne?" dedim titreyen sesimi umursamadan. "Bana demez mi, benim çocuğumu benden neden sakladın? Ne cevap vereceğim? Ben onu aldırmak istedim, o yüzden bir sürü ilaç içtiğimi mi söyleyeceğim?" Kalbim acıyla titremişti. Sevdiğim adamdan olan bir parçayı yok edecektim. Onun hayalini elinden alacaktım. Ben çok kötü biriyim. Ben bir şeytanım. "Kızım, öyle deme. Delirdin mi?" Ellerimi sıkıca tuttu. "Senin psikolojin yerinde değildi."
Nefes almaya çalıştım ancak içimde tutamadım. Gözyaşlarım akmaya başladı. "Anne, ben çok kötü bir anne olacağım. İlk günden beri çocuğumu sevmediysem, o da beni sevmeyecek." Çaresizce başımı önüme eğdim. Savaş'a bunu nasıl açıklayacağım? O da beni sevmeyecek.
"Senin çocuğun seni çok sevecek. Ama onun önce hayatta kalması gerek." Yüzüme yerleştirdi elini. "Kuzum, ama Savaş'ın bunu bilmeye hakkı var. Telefonlarına cevap vermiyorsun. Sana bir şey oldu diye endişeleniyor. Ona bunu anlat. Kızacak belki, kırılacak ama affedecek."
"Sesini duyarsam, aptal gibi ağlayacağım. Sorularına cevap veremeyeceğim."
"Defne, yatakta uzanman gerektiği için kalkamıyorsun ama onu böyle bırakma. Onu sevmediğini düşünecek." Başımı iki yana salladım. "Ben onun karşısına çıkmaya hazır değilim. Ben korkuyorum, ben bunu yapamam." Savaş beni terk ederse, ben dayanamam. Ben bir daha onu kaybetmeyi göze alamam.
"O zaman izin ver biz söyleyelim. Anlatalım." Başımı hızla iki yana salladım. "Hayır, bu defa da benden duymadığı için sinirlenecek. Kendini değersiz hissedecek. Bana biraz daha zaman verin. Anlatacağım." O hapisten çıkacaktı, benimle karşılaştığı anda onun gözlerine nasıl bakacaktım? Bu kadar şeyi ondan sakladığım için benden nefret edecekti.
"Bunları sonra konuşuruz. Hadi biraz yemek ye. Can parçan acıkmıştır." Söylediği cümleyle gözyaşlarıma rağmen kıkırdadım. Can parçam... Ne kadar da güzel ve özel bir kelime... O benim bizim canımızdan bir parçaydı. Elimi karnımın altına yerleştirip okşamaya başladım. "Bebeğim, annen seni çok seviyor. Baba da sevecek. Babamız yanımıza gelecek, seni her gün okşayacak, sen onu her gün hissedeceksin. Bizi çok sev olur mu?" Aniden telefonuma bir mesaj geldi. Bakışlarım telefona kaydı. Bu saatte kim yazardı ki? Komodinin üzerindeki telefona uzanıp elime aldım. Ekranı açınca Cesur'dan mesaj geldiğini gördüm.
Cesur:
Bu saatte rahatsız ediyorum ama çok önemli bir konu var.
Savaşa seninle ilgili saçma sapan fotoğraflar gönderiliyor.
Ayberk kim Defne?
Fotoğraf
Fotoğraf
Kaşlarımı çattım. Fotoğrafların üzerine tıkladım. Gördüğüm şeyle ağzım açık kalmıştı. Bu fotoğraf aylar önce çekilmiş fotoğraftı. Ayberk'in beni öptüğü fotoğraftı. Nefesim tutuldu o an. Gözlerime inanamadım. Bu gerçek miydi? İyi de bunu kim çekti? Bu bir plan mıydı?
"Bu fotoğraflar Savaş'a mı ulaşmış?" diye yazıp gönderdim. Mesaj hemen mavi tık oldu.
Cesur:
Evet.
Savaş senden bir açıklama bekliyor.
Onu aldattığını düşünecek.
Ben asla öyle bir şey yapmam. Bilmiyor mu?
Savaş benim hakkımda böyle düşünemez
Defne, hamilesin üzerine gelmek istemiyorum ama bu oyun fazla uzadı.
İki aydır kocanla görüşmüyorsun. Ve adama bir gün bu fotoğraflar geliyor.
Sen olsan ne düşünürsün?
Cesur, ne olursa olsun Savaş böyle düşünmemeli
O beni tanımıyor mu?
Defne, onunla konuş. Tüm bunların yalan olduğunu söyle hiç olmazsa.
Savaş'ı ben hiç bu kadar çaresiz ve yalnız görmedim.
Sana ihtiyacı var.
Cesur, bugün benim için Savaş'la görüntülü konuşma ayarlayabilir misin?
Acil.
Tamam deneyeceğim. Benden haber bekle
2 saat sonra.
Cesur:
Defne, aşağıda attığım numarayı ara. Savaş açacak.
Ama sadece beş dakika zaman aldım. Acele et.
Heyecanla numarayı aradım. Birkaç saniyenin ardından ekranda Savaş göründü. Onu gördüğüm anda gözlerim doldu. Benim bu kadar duygusal olmam normal değildi. "Savaş" dedim uzun uzun. "Defne'm" dedi içli içli. "Güzelim," Her kelimesi ok gibi kalbime batıyordu. "Canım," ona dokunmak istiyordum. Ama yerimden kalkamıyordum bile. Yanına nasıl gidecektim ki?
"Neden gelmiyorsun? Neden aramalarıma cevap vermiyorsun? Sana bir şey oldu diye deliriyorum." Yüzünde sakallar çıkmıştı. Sanki iki ayda on yaş yaşlanmış gibiydi. Gözlerindeki hüzünden bahsetmiyorum bile. Benim yüzümden mi bu hale gelmişti?
"Canımın içi, zamanımız çok az. Ben bu kadar şeyi sana beş dakikada anlatamam. Sadece sana gönderilen fotoğrafların hiçbirinin göründüğü gibi değil. O Ayberk'in beni öptüğü fotoğraflar eski. Yeni değil. Ve ayrıca rızam olmadan zorla öptü. Ben seni çok seviyorum. Ve senin çıkmanı bekliyorum. Benimle ilgili ne duyarsan hiçbirine inanma."
"Güzelim, neden gelmiyorsun? Her şeyi konuşabiliriz. Bir şey olduğunu biliyorum. Benden bir şey saklıyorsun. Ama bunu konuşarak atlatabiliriz." Bana yalvaran gözlerine karşı koymak çok zordu.
"Canımın içi, benim sağlığımla ilgili problemlerim var. Doktor bana yatak hapsi verdi. Bir süre daha ayağa kalkamam. Ama iyiyim tamam mı?"
"Defne, beni endişelendirme, ne oldu sağlığına? Sana bir şey mi yaptılar? Doğru söyle kim ne yaptı?"
"Savaş'ım, ben iyiyim. Bu yüzden görüntülü konuşmak istedim. Gerçekten iyiyim. Ama evet senden saklamak zorunda olduğum bir şey var. Bunu sen çıkınca uzun uzun konuşacağız. Lütfen beni birazcık anla." Ağlama Defne. Ağlama şu an sırası değil. Nefesim kesiliyordu onu görünce. Nasıl ağlamayayım?
"Anlamak çok istiyorum ama anlayamıyorum. Benim de sana söylemek istediğim çok şey var. Defne, benim sana ihtiyacım var." Gözlerimi acıyla kapattım. Of, niye her şey bu kadar zor?
"Savaş" dedim gözyaşlarıma engel olmadan. "Seni çok seviyorum. Ben ne olursa olsun seni hep çok seveceğim bunu unutma. Sana olan aşkıma bir gün bile şüphe etmen beni mahveder." Derin bir nefes almaya çalıştım. Hıçkırıklar peş peşe bıraktım.
"Şüphe etmem, ağlama böyle içim parçalanıyor" Bana ağlamam için yalvarıyordu. Ama ben böyle olacağımı biliyordum. "Defne, lütfen ağlama. Sana sarılamıyorum, sana dokunamıyorum. Parçalanıyorum."
"Savaş," dedim hıçkırıklarımın arasından. "Bana bir söz vermeni istiyorum." Benim ağlamama dayanamıyor olacak ki, gözleri dolmuştu. "Ne olursa olsun, bana kızgın olsan da kırgın olsan da içeriden çıktığında benden nefret etsen de bana sarılacaksın." Dedim titreyen nefesimle. "Çünkü benim nefesim senin kokun. Bunları başına ben açtım biliyorum. Ama sana çok ihtiyacım var. Senin sarılmana çok ihtiyacım var. Nefessiz kalmış gibiyim." Kalbim birkaç saniye teklerken yutkundum.
"Zaman bitti" diye seslendi uzaktan bir adam. "Söz veriyorum, ama sen de bana söz ver. Bana ne olursa olsun yalan söylemeyeceğine dair söz ver." Başımı iki yana salladım. "Benden nefret edeceksin."
"Etmem, seni bu hale soktuğum için kendimden nefret ederim sadece. Defne, senin bu sözüne ihtiyacım var."
"Zaman bitti Savaş Karakurt!"
"Söz tamam söz veriyorum" dediğim anda telefon kapandı. Sanki dünyam karardı o an. Onunla tüm bağlantım kopmuştu. Hıçkırarak ağladım, ellerimin arasından kayan telefon yere sertçe düştü. Onu geri almak için gücüm yoktu. Tüm gücüm bir anda tükenmişti.
***
"Defne, artık sakin ol. Bebeğe zarar vereceksin. Onun ne suçu var?" Bakışlarımı tekli koltuğa oturup beni toparlamaya çalışan Hayal'e çevirdim. Gözlerim ağlamaktan şişmişti. Ağlamaktan başka elimden hiçbir şey gelmiyordu. "Anlamıyorsunuz, hiçbiriniz anlamıyorsunuz beni" diye çemkirdim üzerine. Kaşlarını çatıp suratıma sinirle baktı. "Neyi anlamıyoruz tam olarak? Savaş'ı oraya sen tıktın. Neden? Çünkü o lanet olası Tara'da kurtarmak için. Yapmasaydın ne olacaktı Defne? Sen dur ben söyleyeyim. İki ay sonra Savaş'ın cesedini önüne atacaktılar. Onun ölmesini mi tercih ederdin?"
"Hayal" dedi Seren onu uyararak. Ama Hayal susmadı. "Ne Hayal? Görmüyor musun ne halde?" diye sesini daha çok yükseltti. "O karnındaki çocuğunu düşüneceksin. O senin çocuğun olduğu kadar Savaş'ın da çocuğu. Ve ona bir şey olursa senden hesap sorar. Sana deli gibi kızacak. Öfkelenecek. Çünkü sen çok yanlış bir şey yaptın. Ama günün sonunda seni affedecek. Seni affetmek zorunda. Karnında onun canını taşıyorsun sen."
"Ama onun canını öldürmeye çalıştım ben."
"Çünkü anne olmaktan korktun. Onu yalnız büyütmekten korktun. Çünkü senin kocan yaptığı hatalar yüzünden içeride. Sen aile olalım dedin ama o sürekli Tara'yı seçti." Gerçekleri tokat gibi yüzüme vuruyordu. "Defne, senin suçun varsa eğer, en az senin kadar o da suçlu. Sen tehlikeli bir hayatta çocuk doğuramazdın. Seni bu duruma soktuğu için o suçlu."
"Ama onun haberi bile yok karnımdakinden."
"İşte burada da sen suçlusun. Onun baba olma hakkını elinden alıyorsun. Madem bir süre daha söylemeyeceksin, o zaman o çocuğu koruyacaksın. Bebeğin o halde olması da senin suçun. Ben sana defalarca dedim her ay kendini kontrol ettir. Ya bebek o gün ölseydi ne olacaktı? Kendini affedebilecek miydin?"
"Hayal, biraz sakin olur musun?" dedi Hira. Ama Hayal susmak istemiyordu. "4 haftalık hamileyken gitmiş Savaş'la en tehlikeli pozisyonda sevişmiş ve aynı gün kanama geçirmiş. Buna rağmen çocuk hayatta kaldı. Sen ne yaşadığını farkında mısın Defne?"
"Ben bilmiyordum."
"Bilseydin o zaman" diye bağırdığında kendimi tutamadım. Peş peşe hıçkırıklar çıktı ağzımdan. "Bilemedim, başımda o kadar bela varken, o kadar olayla uğraşırken bilemedim. Karnımda bir can taşıdığımı bilemedim ben." Gözyaşlarım içinde Hayal'e baktım. Bana acımasını beklemiyordum. "Ama ne dersen de ben suçluyum Hayal. Ben korktuğum çocuğumu öldürmeye kalktım. Ben anne olamayacak kadar korkağım." Gözyaşı yağmur damlası gibi yanağından süzüldü. "Defne" Seren elimi tuttu. "Evet, suçlusun. Ama şu an bebeğinin sana ihtiyacı var." Elini yanağıma yerleştirip gözlerime baktı. "Senin güçlü olmana ihtiyacı var. Sen güçlü ol ki o da güçlü olsun." Elimi karnıma götürdüm. Oradaydı, hissediyordu üzüldüğümü, ağladığımı. "Bak, sen üzülünce o da üzülüyor. Sakin ol çiçeğim." Elini karnıma götürüp gülümsedi. "Bak, minik bebek burada, tam burada seninle nefes alıyor, seninle hayatta kalıyor. Onu üzme ne olur."
Başımı düşünmeden salladım. "Öyle."
"Evet," dedi Seren, gözleri dolu dolu gülümseyerek. "Savaş gelecek" diye ekledi. "Birlikte cinsiyetini öğreneceksiniz. Kız olursa sana benzeyecek, erkek olursa babası gibi olacak." Sesi titredi, gözyaşı bembeyaz yanağından süzüldü. "Sonra birlikte alışverişe gideceksiniz. Küçük patikler, minik eldivenler, ufacık giysiler. Hepsi küçücük." Bir şey söyleyemedim. Dilim tutulmuş gibiydi. "Doğacak" dedi fısıltı gibi. "Hepsini giyecek. Ve bir gün bakmışsın, Savaş'ın üstünde senin bütün elbiseler kusmuk içinde." İstemeden güldüm. Bu hayalin kendisi bile kalbimi sıcacık etmişti. "Geceleri uyumanıza izin vermeyecek," diye devam etti. "Sürekli ağlayacak. Onu emzirirken sana öyle bir bakacak ki, dünya duracak." Yutkundum. "Sonra gülmeyi öğrenecek. Minik dudaklarıyla gülecek."
Ellerimle karnımı okşadım. Oradaydı miniğim. Bebeğim oradaydı. Henüz hissedemiyordum belki ama varlığını kalbimin en derininde biliyordum. "Ama bunları yaşamak için senin güçlü olman gerek, Defne," dedi Seren. "Sen artık bir annesin. Sizin artık bir bebeğiniz var. Ve o size muhtaç. Güçlü ol."
"Güçlü olacağım," diye fısıldadım karnıma doğru. "Bebeğim için ayakta duracağım." Bu hayat artık sadece benim değildi. Attığım her adım, aldığım her nefes onun içindi. Korkularım vardı, evet. İçimde kara bir boşluk gibi duran endişelerim. Ama onların hepsinin önüne onun küçücük kalbi geçmişti bile. Belki zorlanacaktım. Belki ağlayacaktım. Belki bazı geceler tükenmiş gibi hissedecektim. Ama yine de sabah olacaktı. Ve ben her sabah ayağa kalkacaktım. Onun için. Elimi biraz daha bastırıp gözlerimi kapattım. "Ne olursa olsun," dedim içimden. "Sana bir dünya kuracağım. Kırılmış yerlerimle bile olsa, seni koruyacağım."
Yatakta uzanmaktan sıkılmıştım. Duvarlar üstüme üstüme geliyordu sanki. Biraz dolaşmaya, nefes almaya ihtiyacım vardı. Bir de karnım acıkmıştı. Daha fazla yatamayacağımı anlayınca yavaşça ayağa kalkıp aşağı inmeye karar verdim. Annemle babam Savaş'ın yanına gitmişti. Ev bugün ilk kez bu kadar sessizdi. Hira, Cesur ve Seren'le elbise seçmeye çıkmıştı. Hayal ise Alp'i ziyaret ediyordu. Herkes bir yerlere savrulmuştu sanki herkesin bir uğraşı, bir telaşı vardı. Evde bir tek kuzenlerimle kalmıştım. Kuzey ve Kerem. Merdivenlerden inerken tutunmak zorunda kaldım. Midemden gelen küçük gurultu, beni mutfağa doğru sürükleyen tek gerçekti.
Kuzey'le Kerem'in sesleri zaten koridordan taşıyordu ama televizyondaki tezahüratlar mı, yoksa ikisinin birbirine bağırışı mı daha yüksek, karar veremedim. Merdivenlerden inerken Kerem'in sesi patladı. "Abi o PES mi? Duvar pası yaptım, duvar!" Aşağı indiğimde ikisi de koltuğun iki ucuna kurulmuş, ellerinde koltroller, ekrana kitlenmişti. Kerem'in adamı topu aut'a göndermiş, Kuzey de kahkahayı basmıştı. "Gerçekten buna duvar pası mı diyorsun?" dedi Kuzey, sırıtarak. Kerem ellerini havaya kaldırdı. "Sen adamını tutamadın diye ben suçlu olamam."
"Ne yapıyorsunuz yine?" diye sordum onların yanına gidip başlarında durarak. "Az önce öyle bağırdınız ki, komşular derbi çıktı sanacak." Tabii ki o sırada Kerem'in elinden düşen kontrolcü 'tak' diye yere çarpıp yuvarlana yuvarlana ayak ucuma geldi. Eğilip aldım, ikisine baktım. "Kaç yaşındasınız siz?" Kerem hemen suçsuz moduna geçti. "Beni provoke etti." Kuzey de tabii ki mağduru oynadı.
"Ben tamamen haksızlığa uğrayan taraftayım." Gözlerimi devirdim. "Biriniz de 'kötü oynadım' diyemiyor değil mi?" Kerem parmağını Kuzey'e doğrulttu. "O diyemez zaten, ego izin vermez." Kuzey anında öne atıldı. "Ben mi? O topu aut'a gönderen sensin Kerem." Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Aut maut diyorlar ama ben bu dili bilmiyorum. Salona yürüdüm, ellerimi belime koydum. "Çocuklar..." Tam o anda ikisi de aynı anda, aynı tonda bağırdı: "Başladı!"
Beni duymayı bırak, varlığımı bile hemen unutmuşlardı. "Çocuklar!" diye bağırdım tekrar. "Evet" dedi ikisi de aynı anda. "Ben sıkıldım ve açıktım" dedim sonunda. "Canım biber dolması istiyor." İkisi de gözünü ekrandan ayırmadı. Tekli koltuğa geçip oturdum. "Uygulamadan söyle getirsinler." Kerem anında dönüp kaşlarını kaldırdı. "Kız hamile dışarıdan yemek mi yesin? Deli misin?" Kuzey omzunu silkti. "E o zaman kalk kendin yap." Kerem kontrolcüyü durdurup ona baktı. "Ben mi? Niye ben?" Kuzey hiç bakmadan cevap verdi. "Çünkü en çok sen atarlı çıktın."
Ben dayanamadım, ellerimi açtım. "Bravo ya. İki koca adam. Biri bana uygulamadan sipariş ettiriyor, diğeri 'ben niye yapıyormuşum' diye trip atıyor." Kuzey sonunda bana baktı. "Defne, iki dakika beklesene? Gol geliyor." Umurunda mı acaba? Ben mızmızlanmaya başladım tabii. "Yahu ben hamileyim hamile. Benim canım biber dolması istiyor. Hem sıcak. Hem şimdi. Ama kime söylüyorum? Pes'in iki tutsak oyuncusuna."
Kerem eğilip Kuzey'e "abi o tehlikeli moda girdi bak. 'Ben hamileyim' dediği yer çok kritik." Dedi fısıltıyla. Kuzey de başını salladı. İkisine ters ters baktım. "Şu an ikiniz de inanılmaz zavallısınız biliyor musunuz?"
"Ben dolma yapmayı bilmiyorum ki." Kerem hemen savunmaya geçti. Kuzey iç çekerek "tamam, dur. Maçı durduruyorum" deyip televizyonu kapattı. "Ne?! Gol atacaktım!"
"Gol mol yok," dedi Kuzey. "Kızın canı dolma istiyor. Bu bir üst seviye." Ben iyice dramatikleşip koltuğa yayıldım.
"Of! keşke şu hayatta beni gerçekten düşünen biri olsaydı. Bir dolmayı bile çok gördünüz."
İkisi aynı anda bana dönüp kaşlarını çattılar. "Abartıyorsun!"
"Hamileyim!" dedim iki elimin avuçlarını havaya açarak. "İstersem abartırım. Bu benim hakkım!"
"Keşke ben de hamile olsaydım, erkekleri peşimden süründürürdüm" dediğinde Kerem, Kuzey kafasına vurdu. "Sana bakan erkeğin kafasını sikeyim." Kuzey mutfağa yönelirken Kerem başıyla onu gösterip keyifle güldü. "Görüyor musun, nasıl da kıskanıyor beni?" Ben ise zafer kazanmış gibi gülümseyip kanepeye geçerek ayaklarımı uzattım.
Mutfağa girdiklerinde Kuzey dolabı açtı. Ve ilk şoku ikisi aynı anda yaşadı. "Oha! Sevim abla içliği hazır bırakmış," dedi Kuzey. Kerem de hemen dolmanın içini görünce derin bir nefes aldı. "Şükür ya. Yoksa pirinci falan ölçmem gerekiyordu, beynim donar." Kuzey kolunu sıvayıp tezgâha geçti.
"Tamam, içlik hazır. Sen biberleri hazırlayacaksın." Kerem hemen kaşlarını çattı. "Nasıl yani? Kesiyor muyum? Oyuyor muyum? Patlatıyor muyum?" Kuzey, onun bu sorusuna sanki hayatın gerçeğini açıklıyormuş gibi baktı.
"Kerem, dolma yapıyoruz. Biber dolduracağız. Patlatmıyoruz." Kerem ise şaşkındı. Hayatında ilk kez mutfağa girdiği o kadar belli ki. Biberi eline alıp her yönden inceledi. "Peki bunu nereden açıyoruz? Üstünden mi? Altından mı? Yanından mı? Seçenek çok." Kuzey alnını ovuşturdu. "Tepesini kesiyorsun. Kapak gibi. Sonra içini temizle-"
Kerem biberin üstünü değil, yanından ince bir çizgi halinde kesip "kapak" gibi açtı. "Böyle mi?" Kuzey görür görmez kontrolcüyü düşürmüş bir çocuk gibi "hayır oğlum" diye bağırdığında sırıtmadan edemedim. "Biberi ameliyat etmiyoruz!" Mutfak açık olduğu için onların her hareketini görebiliyordum. "Kerem, biberi dikiş atacakmış gibi niye açtın öyle?"
Kerem yüzünü buruşturdu. "Kızım ben de bilmiyorum ki. İlk defa dolma yapıyorum, heyecan yapıyorum." Elindeki biberi göstererek Kuzey "bak şimdi. Tepesini kes. Şöyle." tık diye kestikten sonra Kerem'e uzattı. "Sen de böyle yapacaksın." Kerem derin nefes aldı, sanki bir tören. "Hadi bakalım Kerem. Sen bunu yaparsın."
Sonra biberi aldı. Ama tepeden kesmek yerine dipten kesti. Kuzey'in gözleri yuvarlandı. "Neden tabanını kestin?!" Kerem savunma moduna geçti. "Ya üstten kesince niye olduğunu anladım. Ama alttan kesince niye olmadığını merak ettim." Ben yine kahkahayı patlattım. Artık dayanacak halim kalmamıştı. Kuzey sabırla ellerini masaya koydu. "Kerem, dolma yapıyoruz. Deney değil bu. Biberi altından kesersen içlik dökülür." Kerem kesilmiş biberi havaya kaldırıp baktı. "O zaman bunu çorbalık yapalım? Yazık olmasın."
Kuzey pes etti. "Yemin ederim fişini çekmek istiyorum ama akrabayız diye yapamıyorum."
"Kerem'i dolma yaparken izlemek National Geographic belgeseli gibi. 'Erkek biberle savaşırken" dediğimde Kuzey de bana katıldı. İkimiz de kahkaha atarken Kerem bana dönüp gözlerini kıstı. "Dalga geçme Defne. Bu biberler yumuşak değil ki. Direnç gösteriyorlar." Kuzey bir yandan gülüyor diğer yandan Kerem'in elindeki bibere bakıyordu. "Kerem, lütfen birazcık zekanı kullanır mısın?"
"Ben zekamı kızları tavlamak için kullanırım, biber için niye kullanayım?" Nihayet Kerem bir biberi düzgün kesmeyi başardı. "Tamam, oldu" diye zafer çığlığı attı. Sonra biberin içini temizlemeye çalışırken çekirdekleri her yana uçurdu. Çekirdekler havaya saçıldı. "Oha! Biber patlaması!"
Kuzey kafasını eğdi. "Ya bir insan nasıl bu kadar çekirdek patlatabilir?" Bir kahkaha daha patlattığımda artık gülmekten yere serilecektim.
"Kuzey bak, ben yapıyorum ama bu biberler agresif. Bana saldırıyorlar. İçlerini açınca patlıyorlar falan-" Onun elinden biberi alıp sakince gösterdi. "Kerem, biber sana saldırmıyor. Sen ona tecavüz ediyorsun şu an." Kerem hüzünlü bir bakışla tezgâha çöktü. "Ben mutfak insanı değilim. Anam beni kız tavlamak için doğurmuş."
"Yalnız sizi izlemek tek kişilik komedi tiyatrosu gibi. İyi ki dolma istemişim" dedim sırıtarak. Kuzey başını kaldırıp bana baktı. "Defne senin için söz veremem ama bebek için her gün yaparız" Kerem hemen ciddileşti. "Her gün deme. Bak hâlâ biberde travmam var. Bence bebek de dayısını bu halde mutfakta görmek istemez. Travması kalır."
Sonunda birkaç biberi düzgünce kesip kuyruğu dik bir kedi gururuyla tezgâha dizdiler. "Bakın. Bunlar güzel oldu. Artık profesyonelim bence." Kuzey onun 'eserlerine' bakıp, sonra bana döndü. "Defne, bunların içinde bir tanesi yine ters kesilmiş. Hangisi olduğunu bulunca ödül verebilirim." Ben biberlere dikkatlice bakmak için ayaklanıp yanlarına gittim. "Şu soldan ikinci olan" diye cevap verdiğimde Kuzey parmağını şıklattı. "Aynen. Kerem, bunu nasıl başardın?" diye sorunca Kerem göğsünü kabarttı. "Ben sanatçıyım. Dolma dünyasında ezber bozan biriyim."
Masaya yaslanıp hafifçe güldüm. Kerem yine biberlerden birini eline aldı. "Şimdi ben bunları içlikle dolduruyorum, doğru mu?" Kuzey ciddi ciddi anlatmaya başladı. "Evet. Ama çok doldurma, şişer pişerken. Bir parmak boşluk bırak." Kerem içliğe baktı, biberin ağzına baktı, sonra bana döndü. "Bir parmak boşluk. Peki parmak kimin parmağı? Benim mi, Kuzey'in mi? Standart yok ki." Kuzey bir saniye sustu, sonra anlatmak için dudaklarını araladı ama vazgeçip işine geri döndü.
Kerem ise biberi doldurmaya başladı, ama o kadar doldurdu ki içlik taşarak dışarı aktığında hemen durdu. "Bu fazla mı oldu acaba?" Biber resmen biri beni bu adamdan kurtarsın diye bağırıyordu. "Bu dolma değil. Bu volkanik patlama."
"Ama dedin ya boşluk bırak diye. Ben bırakmadım. Belki de problem bu?" Kuzey gözlerini kısıp "sen matematikte de böyle miydin? 'Bırak' deyince hiç bırakmıyor muydun?" diye sorunca Kerem kaşlarını çattı. "Ben yapmaya çalışıyorum, ama biberler bana karşı."
Kuzey döndü, eliyle biberi işaret etti. "Kanka bak. Bu bir biber. Karşı gelebilecek en son şey bu. Yani yenilmeyi kabul etmiş bir sebze." Biberlerin baş belası Kerem ise hafifçe suratını asıp biberi yerine bıraktı. "Ben bu biberlerden enerji alamıyorum. Bunların aurası düşük." Ne? Ne? Ne? Enerji? Aura? Ay Allah'ım öleceğim. Kafamı arkaya atıp sesli bir kahkaha attığımda Kerem irkildi. "Ne oldu lan buna? Dönüşüyor galiba?" Ben gülmekten boğulacak hale geldim. "Aura mı? Biberin aurası mı olur?"
"Olur," dedi Kerem ciddi ciddi. "Bazı biberler sıcak, bazıları soğuk enerji verir. Bu soğuk enerji veriyor." Kuzey dayanamadı. "Kerem, biz dolma yapıyoruz. Çakra açmıyoruz." Tam o sırada Kerem biberi doldururken yine içliği döktü. Kuzey ise bıkkınlıkla başını tezgâha dayadı. "Allah'ım, sabır ver."
Biberi havaya kaldıran Kerem etrafına bakındı. "Şimdi bunu kapatıyorum. Kapak nerede? Az önce vardı." Kuzey derin nefes aldı. "Kapak biberin üstünde Kerem. Daha önce kesmiştin ya hani." Kerem durdu, biberin üstündeki kapağa baktı. Onu fark edince gülümseyip işine geri döndü. Biberleri tepsiye dizerken biri yana devrildi. "Hah! Bu kesin benim biber. Hayat görüşü kaymış." Bakışlarım Kuzey'e kaydı. Hayatında bıkmış olan Kuzey başını iki yana salladı. "Ben bu çocukla niye mutfağa girdim?"
"Benimle yatağa girmek isteyenler var. Sen mutfağa girdiğin için şükret bence." Tezgahtaki tahta kaşığı Kerem'in kafasına fırlattı. "Sana bir uçarım, bir daha yataktan çıkamazsın."
Zar zor da olsa biber dolmasını yapan iki kahraman mutfağı temizleyip tepsiyi fırına yerleştirip sıcaklığı ayarladıktan sonra koltuğa geri oturdular. Kuzey, biraz çekingen bir şekilde, karnıma baktı. "Nasıl hissediyorsun kendini? Bir ihtiyacın var mı?" Gülümseyerek omuz silktim. "İyiyiz. İyi olmaya çalışıyoruz."
"Tabii ki iyi olacak. Dayıları var, dolma yapıyor ona. Daha ne isteyebilir ki?" Kerem alaycı ve neşeli bir tonla atladı. Kuzey ise sessizce, gözlerini benden ayırmadı. "İyi olmaya çalış. Her şey düzeliyor. Sadece zamana ihtiyacımız var o kadar." Ben başımı hafifçe salladım, içim ısındı. Kuzey'in sessiz ama emin bakışı bana güven verdi. "Bebeğin artık dolma yapan dayıları oldu." Kerem hala şaka havasını estirirken ben koltuğa yaslanıp gülümseyerek ikisini izledim. Kuzey'in sakinliği ve Kerem'in saçma ama sevimli şakaları arasında mutlu bir huzur vardı.
Bir süre sonra dolmaları kontrol etmek için ayaklanan Kuzey mutfağa yöneldi. Tam o sırada kapı çalınca kapıyı açmak için ayaklanmak istedim. Ama Kerem benden önce davrandı. "Sen otur prenses, biz köleler açarız" deyip kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında Ahu ve Nil'in geldiğini gördüm. "Kızlar, gelin" dedim oturduğum yerden. Tabii onlar benim hamile olduğumu bilmiyorlardı. Daha Savaş'a söylemeden onun ailesinin öğrenmesini istemiyordum. Hatta ailesine kendisinin söylemesini istiyordum. "Ne yapıyorsunuz?" Nil ceketini asıp içeri geçince Kuzey'i mutfakta görmeyi beklemiyormuş gibi şok içinde gözlerini açtı. "Oha! Tamam her konuda iyisiniz Kuzey Bey ama bize de bir şeyler bırakın."
Kerem kapıyı kapatıp "bunlar da başladı flörtleşmeye" dediğinde kahkahamı durduramadım. Kuzey hemen başını uzatıp "Kerem, biberlerin yanına gitmek ister misin?" diye sorunca Kerem ellerini beline dayayıp "hayır, canım almayayım ben, ama siz birazdan mercimeği fırına verecek gibisiniz" dediğinde tezgahı sildiği bezi Kerem'in suratına fırlattı.
"Öh! Lan bu bez ölmüş!" Suratına yapışmış olduğu bezi geri çekerek yüzünü buruşturdu. "Gidip hemen arınmam lazım" deyip bezi tezgaha geri fırlattı. "Ben duşa giriyorum. Defne, bunlar sana emanet" deyip koşarak yukarı çıktı.
Kuzey ise sinirlenmişti. Aslında Nil'in yanında utanıyordu ama utancını sinirle gizlemeye çalışıyordu. "Nilciğim, biliyor musun, Kuzey biber dolması hazırladı" Kerem'in yerini bu kez ben almıştım.
Nil ise hayran hayran Kuzey'e bakınca Kuzey hemen bakışlarını kaçırıp bezi yıkayıp tezgaha geri bıraktı. "Senin bu kuzeninde ne marifetler var be Defne. Gizli hazine gibi kendisi." Şu an Nil gerçek anlamda Kuzey'e yürüyordu. Kuzey bu durumdan memnunmuş gibi omuzlarını dikleştirip çarpık bir gülüşle Nil'e döndü.
"Üniversite okurken öğrenmiştim yemek yapmayı." Diye açıklama yapınca Nil tezgaha dirseklerini yaslayıp ona doğru eğildi. "Ha bir de eğitimlisin." Kuzey kafasını kaldırmadan gözlerini Nil'in gözlerine sabitlediğinde Nil hafifçe gülümseyerek başını yana eğdi. Kuzey ise büyülenmiş gibi bakıyordu. Kerem haklıydı, bunlar birazdan mercimeği fırına vereceklerdi. "Kuzey," diye böldüm bakışmalarını. "Üst katta annem bizim çocukluk fotoğraflarımızı saklıyordu. Nil'e de göstersene onları."
"Aaa, gerçekten mi? Bakabilir miyim gerçekten?" diye sordu Nil, sanki bunu bekliyormuş gibi sevinçle bana dönerek. Başımı hızla salladım. "Evet. Kuzey, yardımcı olur musun Nil'e?" Ne yaptığımı anlamıştı. Bakışıyla bana 'hayır' der gibi karşılık verdi. Ama Nil bunu başka türlü yorumladı. "Eğer göstermek istemiyorsan sorun değil," dedi yumuşakça. Yüzündeki o hevesli ifade, yavaş yavaş solmaya başlamıştı. Kuzey o an durumu fark etti. "Hayır, öyle değil, yani tamam, gösteririm," dedi aceleyle. Ama Nil omuz silkti. "Yok, gerçekten önemli değil." Dudaklarımı büzdüm, ikisine de bakarak "gördün mü, kırdın kızı" mırıldandığımda Kuzey hemen Nil'e döndü. Nil'in elleri arkasında bağlıydı, yüzü hâlâ bana dönüktü. Görmemiş gibi yapıyordu ama belli ki kalbi incinmişti.
"Tamam, gösteririm," dedi Kuzey bu kez daha net bir sesle ve bileğinden tuttu. Nil, bu hareketi beklemiyormuş gibi bir an durdu. Sonra gözlerini kaldırıp Kuzey'e baktı. Yine gözleri buluşmuştu. Şu an romantik bir film seyrediyorduk Ahu'yla. Ahu da onların arasında çekimi çoktan fark etmiş gibi hafifçe dudaklarını birbirine bastırmış gülümsüyordu.
Nil'in bileğinde nazikçe tutup merdivenlere yönlendirdi. "Defne, yemek sende."
"Tamam Kuzi" dedim arkasından.
Nil'in anlatımıyla.
En üst kata çıktığımızda Kuzey hâlâ bileğimi tutuyordu. Geri çekilmek gelmedi içimden. Aksine o tutuş bana garip bir güven veriyordu. Sanki düşecek olsam beni bırakmayacakmış gibi.
Üst kata adımımı attığımda duraksadım. Burası beklediğim gibi karmakarışık değildi. Bir sürü kutu ve eski eşya vardı elbette ama temizdi. Hatta şaşırtıcı derecede düzenliydi. Etrafıma bakarken içimde tuhaf bir his dolaştı. Çünkü burası bir depo gibi değil, bir çocuğun dünyası gibi görünüyordu. Raflarda dizili oyuncaklar, köşeye özenle bırakılmış yumuşak ayılar, küçük arabalar. Hepsi sanki biri birazdan gelip oynayacakmış gibi yerli yerindeydi. Yutkundum. "Burası garip bir yer," dedim, şaşkınlığımı saklayamadan. Kuzey büyük kutulardan birinin önüne çöküp kapağını açtı, içini karıştırmaya başladı. "Burası bizim Defne'nin oyun odasıydı," dedi. "Küçükken hep burada vakit geçirirdi."
Tekrar etrafa baktım. Oyuncakları neredeyse hiç yıpranmamış olması aklımı kurcaladı. Aradan yıllar geçmişti ama her şey hâlâ yeni gibiydi. Sanki zaman buraya hiç uğramamıştı. Ama havadaki ince toz tabakası. O, her şeyi ele veriyordu. "Eşyalar bu kadar yeni gibi durup ama etrafın tozlu olmasını açıklar mısın?" diye sordum.
Kuzey, kutunun içinden eski bir albüm çıkarıp yanıma geldi. "Burayı Dilara halam temizlerdi aslında," dedi. "Ama son birkaç aydır yaşadıklarımızdan sonra sanırım biraz unutulmuş. Yine de eski haline döndürmesi zor olmaz." Elindeki kocaman albümü bana uzattı. "İşte bizim küçüklüğümüz burada." Gülümsedim. Onun küçüklüğünü görecek olmanın fikri bile içimi kıpır kıpır etmişti. Ellerimi çocuk gibi birbirine çırptım, yerimde zıpladım. "Hadi hemen bakalım."
Gülümseyerek başını salladı. Renkli, buraya kıyasla daha temiz görünen koltuğa geçip albümü açtı. Ben de hiç oyalanmadan yanına oturdum. Gözlerim merakla sayfalara kayarken, bir an bakışlarını üzerimde hissettim. Bana öylece bakıyordu. Uzun, sessiz, derin bir bakışla. O an kalbim bir anlığına duracak gibi oldu. Büyülü bir şeyin içindeydik sanki. Sessizlik bile başka bir şeye dönüşmüştü. Ama bir anda gözlerini kaçırdı. Ve ben, o bakışlardan mahrum kalmış gibi tuhaf bir eksiklik hissettim. Albümü açtığında sanki bambaşka bir evrene geçmiştik. Zaman geriye akmıştı. İlk sayfada üç bebek vardı. Üçü de birbirine şaşırtıcı derecede benziyordu. Kaşlarımı çattım.
"Bu baş belası Kerem." Sarışın çocuğu gösterdi. Çok tatlıydı. Hatta Kerem burada gülüyordu. Kerem'in fotoğrafının altında sarı küçük bir saç tutamı vardı. Özenle yapıştırılmıştı. "Bu Kerem'in saçı. Bizde çocukların saçlarının bir tutamı kesilip böyle fotoğrafların altına yapıştırılırdı."
"Çok güzelmiş" dedim ve hemen altındaki yazıyı okudum. 22.08.1998. Bu Kerem'in doğum tarihiydi. Ve hemen altında 08:37 yazılmıştı. Bu da doğduğu saat olmalıydı. Sonra parmağını diğer fotoğrafa kaydırdı. "Bu Defne." Söylediği cümleyle adeta şok oldum. "Ama bu sarışın." Gösterdiği çocuk sarışındı. "Evet" dedi beni onaylayarak. "Defne, çocukken sarışın havası veriyordu. Tam sarışın değildi ortasıydı işte. Büyüyünce değişti." Şaşkınlıkla "ilginç ama çok güzelmiş" dedim. Defne ise uyuyordu. Altındaki yazıyı okudum hemen. 27.11.2000. Saat 00:15.
Hemen sonra diğer çocuğu gösterdi. "Bu da benim işte." Bu çocuk ise esmerdi. Ama çok tatlıymış. Ponçik yanakları kıpkırmızıydı. Hemen doğum tarihine baktım. 17.02.1997. Saat 00:15. Defne'yle aynı saatte doğmuş. Hatta aynı dakikada. Ama fotoğrafının altında saç tutamı yoktu. "Neden seninki yok?" Parmağım o boş yerde dolaştı.
"Halam istemiş saçımı, babam vermemiş. Veririm veririm demiş unutmuş. Tabii beni hiçbir zaman kucağına almadığı için, normal olarak saçıma da dokunamamış." Gözlerimi ona çevirdim. O an kalbim parçalandı. Söylediği bu cümle benim için bile çok ağırken onun neler hissettiğini tahmin bile edemezdim. Gözlerindeki kırgınlığı görünce dudaklarımı büzdüm.
Sayfayı hızlıca çevirdi. Geçmişinden kaçmak istiyordu. "Bak, burada işte Kerem'le birlikte oyun oynarken diğer halam Didem, Kerem'in annesi bizim fotoğrafımızı çekmiş. Kerem oyuncakları kırıyor ben tekrar birleştirmeye çalışıyordum. Kerem tekrar kırınca bu kez onu döverken çekmiş halam" dedi gülümseyerek. Fotoğrafa baktığımda Kuzey Kerem'in boğazına kolunu sarmış sinirle kafasını ısırıyordu. Fotoğrafı gördüğüm anda kahkahamı gizleyemedim.
Ben güldüğümde Kuzey de sırıtmıştı. "Imm çok yakışıklı bir beyefendi görüyorum burada," dedim imayla. "Ben her zaman yakışıklıydım, kızlar hep peşimden koşardı."
İçimde garip bir kıskançlık oluştu o an. "Allah Allah. Hangi kızlarmış onlar?" Tek kaşını dudağının kenarıyla gülümsedi. "Ne yapacaksın?" Kıskançlığımı ona belli ettiğimi görüp hemen kendimi toparladım. "Yo, yani merak ettim."
"Hala koşanlar var yalnız. Haberin olsun" deyip gözünü kırpınca dudaklarımı öfkeyle birbirine bastırdım. Kimden bahsediyordu bu adam? Hayır, söylese ne olacak ki sanki? Öldürecek değilim ya? En fazla saçını koparırım.
Sayfayı çevirdi hızlıca. Diğer fotoğrafa bakınca içi yine burkulmuş gibi olmuştu. Orada ise yedi yaşlarında küçük bir kız çocuğu ve Kuzey vardı. Kız çocuğu kolunu Kuzey'in omzuna atmıştı ama Kuzey suratını asmış sarılmıyordu. Küçük kızın yüzünde gülümseme vardı. Bu Defne olmalıydı. Gülüşünden tanıdım. Gülüş aynıydı.
"Burada on yaşındayım. Ve Defne'yle aram bozuktu. Sırf babam ona sarılıp bana sarılmadığı için asla ona sarılmıyordum. Babamdan nefret etmem gerekirken ondan nefret ediyordum." Başımı kaldırıp tekrar gözlerine baktım. Bu kez gözleri dolmuştu. "Şimdi de o zamanlar ondan nefret ettiğin için kendinden nefret ediyorsun öyle mi?" Başını çevirince dolmuş gözlerini gördüğümde içim acıdı. "Evet, küçük bir çocuktan nefret ettim ben. Ona zarar vermeye kalktım." Onu böyle görünce kendime engel olamamıştım. "Ama sen de küçüktün. Daha nefretin bile ne olduğunu bilemez yaştaydın Kuzey."
Gözlerime öyle derin derin baktı ki, içim gitti bir an. "Beni anlıyor musun?" diye sorunca dudaklarım kenara çekildi başımı hızla salladım. "Anlıyorum," elimi yanağına koydum. "Şimdi ise onu çok severek küçüklüğünüzü telafi edebilirsiniz. Ona bir abi gibi sarıldın mı hiç?" Gözlerini ayırmadan başını iki yana salladı.
Gülümsedim. "Sarıl o zaman. Defne'nin senin gibi bir abiye ihtiyacı var." Kafasını çevirip burnunu çekti. "Sevgi zamanında verilmeli. Geç kalınmış sevginin ne anlamı var ki?" Gözleri tekrar o fotoğrafa kaydı. "Ben şimdi onu çok sevsem bile bu fotoğrafı geçmişten silebilir miyiz? Bu nefreti yüzümden silebilir miyiz? Hayır, hepsi orada duracak. Tekrar dönüp baktığımızda orada bizi bekliyor olacaklar."
İki elini de tutup kendime çevirdim. "Evet, silemeyiz belki. Ama geçmişimizi iyisiyle kötüsüyle kabullenebiliriz Kuzey. Kötü mü? Bırak kötü kalsın. Önemli olan geleceğin. Çünkü bizim değiştirmek istemediğimiz gelecek bir süre sonra geçmişimiz olacak. Ve yine aynı pişmanlıklar yaşayacağız. Neden o zaman güzel bir gelecek kurmuyoruz? Hayallerin ötesinde geçmişinin etkisi olmayan bir gelecek?"
Yutkundu ama gözlerime bakmaya devam etti. "Yalnız sen yaralı değilsin Kuzey. Ben de yaralıyım." Dedim yutkunarak. Gözyaşlarım yanağımdan süzülürken geçmişin tozlu sayfaları bir anda önümde açılmıştı.
"Seni kim yaraladı?" diye sorduğunda gözlerinden gözlerimi çekemedim. Üstünü kapattığım yaramın üstünü açmaya hazır mıydım ki? Kimsenin görmediği o yarayı açmaya hazır mıydım? Yeniden kanamasına, yeniden sökülmesine hazır mıydım? Küçük Nil'in yüzüne tekrardan bakmaya hazır mıydım?
Başımı önüme eğip ellerimi kenetledim. Sanki bu yaşananlar benim suçummuş gibi. Her şeyin sorumlusu benmişim gibi. "Benim annem eskorttu Kuzey. Ben bir eskortun kızıyım." Cümle ağzımdan çıktığında kendimden iğrenmiştim. İnsan anne babasını seçemez kelimesi tam da bana aitti. Evet, seçme şansım olsaydı onları seçer miydim? Asla. "Ben sekiz yaşıma kadar babamın hangi adam olduğunu bulmaya çalıştım. Her eve adam geldiğinde acaba benim babam bu mu diye soruyordum. Ama değildi. Çünkü benim annem-" ağzımı kapattım söyleyemedim o iğrenç kelimeyi. Göz pınarlarım ıslanırken gözlerimi kapattım.
"Şşş tamam" Beni kendine çekip sarıldı. Başımı göğsüne yasladım ama acım geçmedi. Hıçkırıklar ağzımdan kendiliğinden çıkıyordu. O günleri hatırlayınca o odadaki sesler kulaklarımdan asla gitmiyordu. O adamların iğrenç kahkahaları, annemi sadece zevk ve eğlence amaçlı kullanmaları gözümün önünden gitmiyordu. "Haklısın, hepsi geçti. Hepsi bitti" daha sıkı sardı beni. İhtiyacım olan buymuş gibi daha çok sokuldum göğsüne. Her şeyi unutmak adına, kafamdaki sesleri susturmak adına. "Kuzey, her şeyi unutmaya çalıştım, ben yeni bir gelecek kurmak istiyorum" dedim hıçkırıklarımın arasından.
"Senin çok güzel bir geleceğin olacak Nil" dedi çenemi kavrayıp yüzüme baktı. Yanağını avuçlarımın arasına aldım. Toprak kahvesi gözlerine baktım. "Kuzey, sen gözlerime her baktığında o hayal ettiğim geleceği gözlerinde görüyorum." Şaşırdı.
"Bana her dokunduğunda değerli bir varlıkmışım gibi hissettiriyorsun."
"Zaten öylesin, sen çok değerlisin" parmağı yanağımı okşadı. "Nil, sen benim için çok değerlisin." Parmaklarım sakallarını okşadı hafifçe. "Ben seninle kendimi çok huzurlu hissediyorum. Ama sen de nasıl duygular uyandırdığımı bilmiyorum." Dudaklarımı çocuk gibi büzdüm. Gözyaşlarım durmadan akmaya devam ederken "Kuzey, ben galiba seni seviyorum" diye itiraf ettiğimde soluğu kesildi. "Sen sevmeye bilirsin bunu sorun etmem." Ellerimi yanağından geri çektim. O ise hala şaşkınlıkla gözlerime bakıyordu. "Kendimle çok savaştım. Yapma Nil, onunla olmaz dedim hep. O sana bakmaz dedim ama yapamadım. Sen bana her baktığında ben biraz daha eriyordum."
Gözleri doldu aniden. Ağzını açıp tek kelime etmedi. Bu kadar cümlenin ardından en azından bir şey söylemesi gerekiyordu. Ama o sadece susuyordu. Belki de benim hissettiğim duygular tek taraflıydı. Hep olduğu gibi. "Bir şey söylemene de gerek yok. Ben anladım, bana acımanı da istemem" deyip ayağa kalktım. Gözyaşlarımı silip burnumu çektim. Yine gururumu alıp gidecektim. "Ben hikayemi sana anlatınca rahatladım, yani bir arkadaş gibi de anlayabilirsin. Herkesin içinde acılar olur, bazıları yansıtır bazılar saklar."
Gülümsemeye çalıştım içim kan ağlarken. "Ben de saklayanlardanım herhalde?" deyip tam arkamı dönecekken bileğimden tutup kendine çekti. Birden ne olduğunu anlamadan kendimi onun kucağında buldum. Gözleri gözlerime kilitlendi. "Her gözlerine baktığında" sesi yankı gibi içime işleyerek "...içimde atan kalp kendi iradesi dışında hızlanıyorsa bu aşk mıdır?"
Nefesim kesildi. "Ne?"
"Her sana dokunduğumda sanki incitmekten korkmam bu aşk mıdır?" Dudaklarına her nefes alışında o kadar yakındım ki, sesi değil nefesi değiyordu bana. Gözlerimi çekemedim, çekmek istemedim.
"Seninle geçirmediğim bir gün bile bana bir ömür gibi geliyorsa, bu aşk mıdır?"
"Kuzey" dedim teslim olmuş gibi. Ama o susmadı. Gözlerinde kararlık içimdeki fırtınayı dindiriyordu. "Ya da Nil, bana her güldüğünde içimde çiçekler açarken şu an gözyaşını ilk kez görmeme rağmen kendi acımı unutup, senin için paramparça olmam bu aşk mıdır? Bu hissettiklerime sen isim koymak ister misin?"
"Kuzey" dedim içli içli gözlerine bakmaya devam ederek. Ama devamını getiremedim. İkisinin ortasında asılı kaldık. "Nil..." dedi kulağıma yakın, kısık bir sesle. "Bazen seni içime hapsetmek istiyorum." Kalbim acıdı. Ama güzel bir acıyla. "Kimse seni üzmesin diye, kimse seni ağlatmasın diye seni kalbimin içine saklamak istiyorum." İçimdeki savunma duvarları o an çöktü. Dudağımı ısırdım. Gözlerim yandı. Kalbim pes etti. "Eğer bu aşk değilse..." dedim titreyerek, "o zaman ben aşkın başka ne olduğunu bilmiyorum."
"Kuzey"
"Nil"
"Kuzey, bu söylediklerin benim için çok fazla." Belime daha sıkı sarıldı. Kucağındaki sıcaklık, dünyadaki hiçbir şeyle değiştirilemeyecek bir huzurdu. "Daha söyleyemediklerim de var," dedi kısık bir sesle. "Ama onları kelimelerle değil... sana hissettirerek anlatmak istiyorum. Sana yaşatmak istiyorum." Göğsünde duran ellerimi yavaşça boynuna kaydırdım, kollarımı orada kilitledim. İçimdeki korkular, tereddütler, tüm o geçmiş kırıkları, hepsi birer birer eriyordu. "Nefesin benim oksijenim olacaksa," dedim dudaklarına yakın bir fısıltıyla, "ben seninle her şeyi yaşamaya hazırım." Sözlerim dudaklarında iz bıraktı sanki. Gülümsemesini saklamadı. Ben de. Artık saklayacak hiçbir şeyimiz yoktu. Yüzünü bana yaklaştırdı. Ve dudaklarını usulca dudaklarıma bastırdığında içimde gökyüzü parçalandı.
Gözlerimi kapattım. Kendimi ona bıraktım. Dudaklarımız birbirini tanımaya çalışan iki kalp gibi buluştu. Tutkulu ama aceleci olmayan bir öpüştü bu. Suskun ama derin. Belimdeki eli yanağıma yükseldi. Ben de yüzünü iki elimin arasına aldım. Dünya sustu. Kalbimin nasıl attığını umursamıyordum artık. Çünkü o an dudaklarım sadece ona aitti. Beni uzun ve soluksuz öptü. Nefes almak için yalnızca birkaç saniyeliğine ayrıldığında alnımı alnına yasladım.
Ayrılmak istemedim. Ayrı kalmak istemedim. Nefesi nefesime karışırken, gözlerimi açmadan fısıldadım: "Kuzey, durma..." Sesim bir yalvarıştan farkı yoktu. Durmadı, tekrar yapıştı dudaklarıma. Dudaklarımız tutkuyla dans ederken ellerini bacağımın üzerine yerleştirdi ve hafifçe okşadı.
"Kuzey" dedim ayrılarak. "Bu yaşadığımız şey çok güzeldi." Kıkırdadığımda sırıtıp alt dudağımı ısırdı. "Biliyorum, ama sen daha güzelsin." Tekrar dudaklarımızı buluşturduğumda bu kez biraz daha sert karşılık veriyordu. Sanki kendini zor tutuyor gibiydi. Ellerim göğsünden aşağı indiğinde kasılmış ve sertleşmiş kaslarını hissettim. Bu beni ona daha çok sokulmaya itti. Ve o anda Kuzey'in öpüşleri hırçınlaştı. Ama bu sefer çok kısa sürdü. "Canım, bu işin sonu hayra alamet değil" dedi nefes nefese. "Dursak mı artık?"
Ben sanki çok güzel bir rüyadan uyanmış gibi sersem halde kafamı salladım. Beni yavaşça kucağından indirip yanına oturttu. Ben hala biraz önceki büyüden çıkamamıştım. "Sen her defasında bana canım dersen ben her dediğini yaparım" dedim cilveyle omuz silkerek. Yaptığım cilveyle arsızca beni süzüp diliyle dudağını yaladı. "Sen de böyle yaparsan ben de kendime engel olamam." Beni kendine çekip göğsüne yasladığında kokusunu içime çektim.
Saçlarımı okşayıp yüzüme tekrar baktı. "Sakın yanlış anlama. Sana dokunmak istemediğimi sakın düşünme. Sadece her şeyi hızlı hızlı değil, yavaş yavaş zamanında yaşamak istiyorum. Anın tadını çıkarmak istiyorum Nil."
"Yanlış anlamıyorum, ama kendini açıkladığın için de teşekkür ederim. Haklısın, her güzel şeyi zamanında yaşayalım."
Defne'nin anlatımıyla.
Kuzey'le Nil yukarı çıktıktan sonra Ahu'yla baş başa kalmıştık. Ama yüzündeki asıklık gözümden kaçmamıştı. Keyifsizce koltuğa oturunca merakımı daha fazla bastıramadım. "İyi misin?" diye sordum. "Bir tuhafsın, durgunsun." Yüzüme bile bakmadan, kısa bir cevap verdi. "Evet, iyiyim." Ama öyle değildi. İçinde bir şeylerin koptuğu, bir şeylerin büyüdüğü o kadar belliydi ki. Bir süre sessizlik oldu.
"Tolga'yı gördün mü bu aralar?" dedim.
Başını kaldırıp bana baktı. "Kim? Ne? Nasıl?"
"Tolga'yı diyorum," diye tekrarladım. "Gördün mü?" Bakışlarını kaçırdı. Parmaklarıyla koltuğun kenarıyla oynuyordu. Söylemek isteyip de söyleyemeyen birinin hali vardı üstünde. "Ahu," dedim yerimde doğrulup ona doğru dönerek. "Tolga'yla aranızdaki enerjiyi fark etmemek için kör olmak lazım." Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm oluştu. "O kadar mı belli ediyoruz ya?" diye fısıldadı.
"Sence?" dedim. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıp kaşımı hafifçe kaldırdığımda, alt dudağını ısırdı ve tamamen bana döndü. Gözlerinde kararsızlıkla karışık bir tedirginlik vardı. "Aslında flört aşamasını çoktan geçtik," dedi usulca. "Ama benim içimde hâlâ bitmeyen güvensizlikler var. Onu kırmak, incitmek istemiyorum ama şu duyguları da bir türlü susturamıyorum."
"Tolga'ya karşı mı güvensizliğin var?" diye sordum. "Bir şey mi yaptı?" Başını hızla iki yana salladı. "Hayır. Onunla ilgili değil. Sorun o değil aslında. Sorun benim. İçimde cevabını bilmediğim binlerce soru var."
"Tamam," dedim yumuşakça. "O zaman o soruları Tolga'ya sor. Cevap verecek kişi o." Ama yüzündeki ifade hiç de ikna olmuş gibi değildi. "Bilmiyorum," diye fısıldadı. "Açıkçası bu ilişkiyi nasıl sürdüreceğimi de bilmiyorum." Düşünür gibi dudaklarımı büzüp yerimden doğruldum. Karşısına geçip yere çömeldim, göz hizasına geldim. "Bence ondan kaçmamalısın," dedim. "Tolga'ya karşı açık olmalısın. Hissettiklerini anlatmalısın. Bu ilişki tek başına senin sırtında duracak bir şey değil. Buna birlikte karar vermelisiniz."
Kollarını göğsünde birleştirip sırtını koltuğa yasladı. "Korkuyorum," dedi titrek bir sesle. Kaşlarımı çattım.
"Neden?" Gözlerimin içine baktı: "Sizin gibi olmaktan." Şaşkınlıkla ona baktım. "Bizim gibi?" Başımı hafifçe yana eğdim, ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştım. "Seninle abim gibi."
"Ne olmuş ki bize?" dedim istemsizce. "Tamam, eskiden kötü bir ilişkimiz vardı, evet ama şimdi-"
"Eskiden değil, şimdiden bahsediyorum Defne." Sesindeki sertlik beni durdurdu. Yutkundum. Hâlâ ne demek istediğini tam olarak kavrayamıyordum. Boğazım düğümlendi. "Ahu..." dedim. "Açık konuşsana." Omuzları hafifçe çöktü, kamburlaştı. Ellerini önünde kenetledi. Konuşmak onun için de sandığımdan zordu.
"Abimi hapse attın," dedi fısıltıyla. Her kelime bir tokat gibi çarpıyordu yüzüme. "Diğerleri yüzünden içeri girmek zorunda kaldı dedik. Ama sen bir kere bile gidip görmedin onu. Aramadın. Sormadın. Defne, sen abimi unuttun mu?" Nefesim daraldı. "Ben-" diye başladım ama sesim yarım kaldı. 'Hâlâ önemsiyorum' demek istedim. 'Hâlâ geceleri düşünüyorum' demek istedim. Ben gidemiyorum çünkü hamileyim demek istedim. Ama kelimeler çıkmadı ağzımdan. Bu mutluluğu onlara yaşatmak, Savaş'ın hakkıydı. Benim değil.
Ahu'nun oturduğu koltuğun kenarını sıkıca tuttuğunu fark ettim. "Ben seni anlamak istiyorum. Tamam, çok kötü şeyler yaşadınız ama anlayamıyorum Defne," dedi gözlerini gözlerimin tam içine sabitleyerek. "Sen sevdiğin adamı hapse attın. Ve onu görmeye gitmiyorsun. Merak etmiyorsun bile. Sağlığında problem var diyorlar ama ben bir problem göremiyorum." Cümlelerinin altında ezildiğimi hissediyordum. Söylemek isteyip de söyleyememek ne kadar canı acıtıyormuş...
"Abim daha bir ay önce bıçaklandı. Hem de beş yerinden." Donakaldım. "Ne?!" Doğru mu duydum? Hayır, doğru duymuş olamam. "Na- nasıl? Ne-ne bıçaklanması?" Bir anda bacaklarım boşaldı. Oturduğum kanepenin kenarını sımsıkı tuttum yoksa yere düşecektim. Mideme saplanan sancıyla nefesim kesilmişti. "Bıçaklandı mı?" Sesim zar zor duyuluyordu. "Beş yerinden mi?" Kafamın içi uğultuyla doldu. Savaş bıçaklanmıştı ve ben hiçbir şey bilmiyordum. Onun yanında değildim. Neredeydim? Nasıl fark etmezdim? Onun canı yanarken ben kendi acılarıma gömülmüş ondan nasıl habersiz olurdum?
"İşte, biliyordum söylememişler bile sana" Öfkeyle ayağa kalktı. "Yazık ya. Gerçekten çok yazık. Abime gerçekten yazık."
"Ahu" diye seslendim ama sesim içime kaçmıştı. Duymadı beni. "Nil, ben çıkıyorum sen de gel" deyip kapıyı sertçe kapattı.
Benim neden hiçbir şeyden haberim yoktu? Neden kimse bana bir şey söylememişti? "Defne?" Kuzey'in sesiyle başımı kaldırdım. Başımın üzerinde endişeyle gözlerime bakıyordu. "Savaş bıçaklanmış mı?" diye sordum emin olmak adına. Önce dondu, sonra gözleri pişmanlıkla yere baktığında gözlerimi acıyla kapattım. Gerçekten yaralanmış, gerçekten canı yanmıştı. Benim onu görmem lazım. Duramam. Bu evde nefessiz bekleyemezdim. Kuzey'in yakasından tuttum.
"Kuzey, beni Savaşa götür."
"Ne?!"
Ayağa kalktım. "Kuzey, onu görmem lazım. Beni Savaşa götür." Ellerini tutup yalvarmaya başladım. "Sana yalvarırım beni ona götür." Diz çöktüm. "Ayaklarına kapanırım lütfen beni ona götür." Kollarımdan tutarak beni kaldırıp koltuğa oturttu. "Defne, saçmalama. Bu halde gidemezsin yol çok uzun."
"Giderim, lütfen beni ona götür Kuzey. Sana yalvarırım. Onu görmem lazım."
***
"Oğlum, bu iyi bir fikir değil lan" Şoför koltuğunda oturan Kerem arabayı son sürat sürüyordu. "Defne dayanamaz oğlum. Bebekler için riskli."
"Bebekler mi?" diye sordu Kuzey. "Ne bebekleri?" Kerem dikiz aynasında bana baktı. "Ben hissediyorum. Kesin ikizler." Ama şu an o moralde değildim. Bir an önce Savaşı görmek istiyordum. "Biraz daha hızlı gidemez misin?" diye sorunca Kerem "bundan hızlısı devekuşu ve Avustraliya'da olmadığımızı düşünürsek hayır kuzi" yanıtladı.
Kuzey benden daha panikti. "Defne, sakin ol. Cesuru aradın mı? İzni almış mı?"
"Evet almış. Ama sadece beş dakika. Çünkü gelen gideni çok olmuş bugün."
"Sen iyi misin?" Ön koltuktan dönüp bana baktı. "Rahat mısın? Ağrın falan yok değil mi?" Başımı hızla iki yana salladım. Elimi karnıma götürüp "iyiyiz merak etme. Babayı görmeye gidiyoruz" dedim karnımdaki bebekle konuşuyormuş gibi. Kuzey kısa bir bakış atıp gülümsedi.
"Baba da baba yani" Kerem dikiz aynasından bana baktı. "Mafya babası. Doğmamış fetüs içerideki babasını görmeye gidiyor. Acaba başımıza en kötü ne gelebilir?"
"Şom ağzını açma, çarparım şimdi bir tane." Tam o sırada bir sancı girdi karnıma. Elim bir anda karnıma yerleşti. Derin bir nefes aldım. Sıradan bir sancıydı. Bebeğim, babayı göreceğiz daha. Lütfen dayan biraz. Tekrar derin bir nefes alınca acım biraz hafifledi. Rahatladım.
"Çocuklar, Dilara teyzem öğrenirse hepimizi öldürür biliyorsunuz değil mi?" Kerem hala tedirgindi. Şu an hiçbir kuvvet beni durduramazdı. "Biliyorum Kerem. Ama içerideki adam benim kocam. Onu görmem lazım."
Tekrardan bir ağrı girince bu kez acıyla inledim. "Ah!" Kuzey panikle arkaya döndü. "İyi misin? Ne oldu?" Tekrar derin bir nefes aldım acımın hafiflemesi için. Ama aksine daha çok şiddetlendi. "Ah!" diye çığlık attığımda Kerem panikle arkaya bakmaya çalıştı. "Ne oldu? Doğuruyor muyuz?"
"Ne doğurması? Daha iki ay iki hafta!" diye bağırdım. "Daha yedi ay var." Acı biraz daha şiddetlendiğinde gözlerimi acıyla kapatıp başımı geriye attım. "Kerem, hemen hastaneye gidiyoruz." Kuzey öfkeyle Kerem'i dürttüğünde Kerem ne yapacağını şaşırmış halde arabayı sert bir hamleyle durdurdu. "Dur, nerede hastane oğlum?" Etrafa hızlıca bakındı. Kuzey omuzlarından tutup silkeledi: "Lan, manyak! Niye durdurdun?!"
"Hastane ters tarafta kaldı!"
"O zaman dönsene!" diye bağırdığımda Kuzey sertçe Kerem'in kafasına vurdu. "Oğlum, çalıştırsana şu arabayı!"
"Lan, panik yaptırmayın bana. Beynimi kullanamıyorum."
"Kerem, beni hemen hastaneye yetiştir." Kerem tekrar arabayı çalıştırdı. Ve tek bir hamleyle arabayı döndürüp geldiğimiz yöne çevirdi. Acılar şiddetlenmeye başladı. Kıvranıyordum. "Bebeğim, lütfen tut kendini. Lütfen." Evden çıkarak büyük bir hata yapmıştım. Bebeğime karşı çok kötü hata yapmıştım. Beni affetmeyecekti. Beni asla affetmeyecekti...
"Defne dayan, yetişeceğiz." Kuzey arkadan elini uzattığında elini tuttum. "Yetişeceğiz abim" dedi ilk kez. "Bebeğine bir şey olmayacak tamam mı?" Yalvaran gözlerle lütfen dercesine baktım.
"Sen derin nefes al ver" Kerem panikle dikiz aynasından baktı. "Bebeğin nefes alması şart."
"Ne nefesi? Daha akciğeri bile yok çocuğun." Kuzey sinirle tekrar kafasına vurunca Kerem direksiyonu daha sıkı karardı. "Lan ne bileyim, çocuk mu doğurdum sanki?"
"Kerem dikkat et!" dediğini duyduğumda yola baktım. Bir araba üzerimize doğru geliyordu. Kerem arabaya çarpmamak için sağa kırdığında büyük bir sarsılmayla duvara çarptık...
Gözlerimi araladığımda etrafı kaplayan toz bulutunun havada ağır ağır dans ettiğini gördüm. Nefes aldıkça ciğerlerime dolan o yanık kokusu, kazanın şokunu bir tokat gibi yüzüme çarpıyordu. Başım dönüyor, kulaklarım çınlıyor, zamanın akışı bir anlığına tamamen bozulmuş gibi geliyordu.
Gözlerimi kırpıştırarak yanımdakilere baktığımda kalbim yerinden sökülmüş gibi oldu. Kuzey, başını koltuğa yaslamıştı; boynundan süzülen ince bir kan çizgisi gömleğine karışıyordu. Hareketsizdi. O kadar korkutucu bir şekilde hareketsiz. Boğazımdan güçlükle bir fısıltı döküldü. "Kuzey"
Sanki dilim ağırlık bağlamıştı, bedenim itaat etmiyordu. Elimi kaldırmak istedim ama parmaklarım bile beni duymuyordu. O an gözüm direksiyona çarpan Kerem'e kaydı. Başının yanından kan süzülüyordu.
"Kerem" dedim ince, titrek bir sesle. Beni duymamış gibiydi. Nefes alışını bile ayırt edemiyordum. "Ses ver lütfen Kerem, ne olur." İçimde derin bir yerden bir acı yükseldi. Göğsümün tam ortasına saplanmış bir bıçak gibi. Onları kurtarmam gerekiyordu. Kıpırdandığımda, altımdan sıcak bir şeyin aktığını hissettim. Önce anlayamadım.
Sonra o sıcaklığın ne olduğunu fark edince dünya bir anda üzerime çöktü. Kafamın arkasındaki acıyla birlikte başımı biraz kaldırdığımda, bacaklarımın arasından yayılan kırmızı lekeyi gördüm. Kırmızı kan. Nefesim kesildi. Sanki biri göğsümün üzerine oturmuş, ciğerlerimi avuçlarıyla sıkıyordu. Hayır. Hayır bu olamazdı. "Bebeğim" dedim, nefesimin arasında kaybolan bir iniltiyle. "Hayır hayır, ne olur ölmemiştir. Olamaz"
Ellerimi karnıma götürdüm, parmaklarım titreyerek o kana dokundu. Sıcaklığı hâlâ oradaydı. İçimde kopan fırtına dışarı çıkacak yer arıyor gibiydi. Boğazımı yakan bir çığlık içimde sıkıştı. Hayır. Bebeğim ölmüş olamaz. Olamaz.
Gözkapaklarım titrerken, bir yerlerden gelen kısık bir inilti kulağıma çarptı. Tozlar hâlâ havada asılıydı, ortalık ölüm sessizliğine bürünmüş gibiydi. Zorlukla başımı çevirdiğimde Kuzey'in parmaklarının hafifçe kıpırdadığını gördüm. Boynundan akan kan ince bir çizgi hâlinde hâlâ süzülüyordu ama dudakları sanki bir şey mırıldanmak istiyordu. "Defne?"
İsmi bir yarım nefes gibi dudaklarından döküldü. O kısacık hece bile içimde bir şeyleri parçaladı. Sesinde öyle bir kırılganlık vardı ki sanki bilinci ile bilinçsizliği arasında sıkışmış, sadece beni bulmaya çalışıyordu. Ama hareket edemiyordu. Omuzları kilitlenmiş, boynu olduğu yerde asılı kalmış gibiydi. Gözkapakları ağır ağır aralandı. Bakışları bulanık, odaklanmaya çalışan bir savaşçı gibi etrafı taradı. Nefes almaya çalıştıkça göğsü zorlukla yükselip iniyordu. Bir an, kaşları hafifçe çatıldı. Gözleri sağa kaydı. "Kerem..." Bu kez sesi daha hırıltılı, daha endişeli çıktı.
Şoför koltuğunda kan içinde hareketsiz oturan Kerem'e bakmaya çalıştı ama başı yan tarafa düşecek gibi oldu. Yine de zorladı. Yutkundu. Gözbebekleri büyüdü, korkusu yüzüne ince ince işlenmiş çizgiler gibi yayıldı. "Kerem iyi mi-" kelimeler dudaklarında tamamlanamadı.
Vücudu hâlâ tepki vermiyordu. Tozlar onun yüzüne vurdukça gözleri daha çok yanıyor olmalıydı ama bakmayı bırakmadı. Kerem'den bir işaret, bir nefes, bir hareket bekliyordu. Ama Kerem'den hâlâ hiçbir ses yoktu.
Yanımda, çaresizlik iki kişi arasında ağır ağır büyüyordu. Bir yanda ben içimde yitirdiğim canın acısıyla yanarken, diğer yanda Kuzey, diğer yanda Kerem...
"Kuzey ben özür dilerim," dedim, sesim titreyen bir yaprak gibi çıkıyordu. Gözlerimin önünde her şey bulanıklaşmıştı. "Benim yüzümden oldu" Kuzey'in göğsü zorla inip kalktı. Başını oynatamıyordu. "Hayır. Sen suçlu değilsin Defne. Suçlu olan benim. Seni o evden çıkarmamam gerekiyordu."
Kelimeler dilimde yanıyordu. "Kanamam var" dedim, acıyı kabul ederken bile inanmak istemiyordum. "Bebeğim öldü." Kuzey'in gözleri bir an parladı. "Hayır," dedi güçlükle. "Ölmeyecek, seni hastaneye yetiştireceğim. İkinizi de hatta üçünüzü de."
O an yankılı bir mırıltı duyuldu. "Dördümüzü de..." Kafamı çevirip baktım. Kerem... Dudakları kıpırdıyordu. "Kerem?" dedim, şaşkınlıkla doğrulmaya çalışarak. Kerem'in sesi kısık, neredeyse fısıltı gibiydi: "Çocuklar ikiz diyorum." Kuzey, acıdan yüzünü buruşturdu. "Yaşıyor musun lan hâlâ?!" İmkânsız bir anda güldü. Kerem gözlerini yarı araladı. "Uykum var" diye mırıldandı. "Hayır!" dedim panikle. "Sakın uyuma Kerem. Bilincini kaybetme."
"Yapamıyorum" dedi güçsüzce. Kuzey, tüm gücünü toplayarak Kerem'in başını nazikçe koltuğun yastığına dayadı. Elleri titriyordu. "Kerem, oğlum uyuma be. He? Beni yalnız bırakma! Kimim var lan benim?!"
Kerem'in nefesi hırıltılıydı. Kan dolu bir öksürük aniden göğsünden koptu. Kırmızı bir yay dudaklarından akıp çenesine doğru aktı. "Kuzey" dedi, kelimeleri zor seçiliyordu. "İnsanlar ölmeden önce bir itirafta bulunurlar."
"Kerem" dedi Kuzey uyararak.
Kerem'in hırıltılı sesi bir kez daha duyuldu: "Hani okulda beni kovmuşlardı ya?" Kuzey'in çenesi titredi. "Evet, hatırlıyorum." Kerem gözlerini kısarak gülümsedi. "Sana yetim diyen o çocuğu öldüresiye dövdüğüm için kovmuşlardı." Hayır, bunu şu an yaşayamayız. Bu bir kabus olmalıydı.
"Bunu bil istedim. Sen bu hayatta tanıdığım en iyi abi oldun."
"Yapma be Kerem ne olur. Beni sen de bırakma. Tutunacak dal bırakın lan bana!" diye haykırdı. Sesi bir çığlık gibi kabuğumu kırdı. Ama o sırada benim de nefesim düzensizleşiyordu. Hava ciğerlerime ulaşmıyor, dünya üzerime kapaklanıyordu. Kuzey'in sesi uzaklaştı. "Defne? Abim, ses ver Defne?"
Artık konuşamıyordum. Gözlerim, bacaklarımın arasından süzülüp koltuğu boyayan kana takıldı. Sıcaklık yavaşça çekiliyordu. Son bir nefes, son bir güç kırıntısı dudaklarım kıpırdadı. "Sizi çok seviyorum..." Gözlerim kapanırken son kelimem, son sığınağım fısıltı oldu: "Abilerim..." Kerem'in sesi uzaklardan, kırık bir göğüsten yükseldi: "Abin sana kurban olsun." Ve karanlık, hepimizi sessizce içine aldı.
Tamam sakin olun. Beni sövmeyin. Beklemediğimiz bir olay oldu. Ama olsun toparlanırız herhalde. Neden böyle oldu ki şimdi? Bu bölüm final dermişim, okurlarım beni engellermiş. Sdfjkdnskjdn
Yeni bölümü önümüzdeki ay atacağım.
Fikirlerinizi merak ediyorum. Hikayem artık tamamen istediğim gibi oluyor. Eski bölümleri düzenledikçe güzelleşiyor. Umarım okurlarım da artar. Sizi seviyorum. Kendinize iyi bakın.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.04k Okunma |
500 Oy |
0 Takip |
49 Bölümlü Kitap |