

“Bazı yollar karanlıktır, ama en derin izler hep orada atılır.”
Şah ve Mat'mazel 2. Bölüm
Ben genelde bir şeyi kafaya koyduğum an onu yapmak zorunda hissederim bu da onlardan biriydi.
O adamı bulup içeri attırmak.
Bu yarın ya da bir kaç gün sonra olamazdı hemen bugün olmalıydı. O yüzden şimdi hazırlanmakla vakit kaybetmeden harekete geçiyordum.
Bir elimde çantam, diğer elimde topuklu ayakkabılar... Asansörle vakit kaybetmek istemediğim için parmak uçlarımda hızla merdivenleri inmeye başladım. Merdivenlerin soğukluğu ayaklarımı buz gibi yapmıştı; artık parmak uçlarımı hissetmiyordum.
Otoparka indiğimde hemen arabaya bindim, elimdekileri yan koltuğa bıraktım ve motoru çalıştırdım. Çantamdan telefonumu çıkarıp saate baktım: gece yarısını geçmişiz. Eve gidip sıcak bir duş alıp yatmak yine hayal olmuştu.
Kendi talihsizliğime söylenirken, emniyetteki tanıdık birini arayıp geleceğimi haber verdim. Telaşla bir sürü soru sormaya başladı, ama hepsini geçiştirip "oraya gelince anlatırım" dedim.
Telefonu rastgele bir yere attım, direksiyonu kıvrak bir hareketle çevirip otoparktan çıktım. Sitenin çıkışına geldiğimde güvenlik kulübesine yanaştım. Camı indirip başımı dışarı uzatarak içerideki güvenlik görevlisi Bekir’e baktım.
Yine dizi izlemeye dalmıştı.
Az kalsın ölüyordum be adam!
“Şiişt! Aloo Bekir! Yine mi diziye daldın? Azıcık kameraları takip etseydin, zaten aksiyon filmi izlemiş gibi olurdun! Millet elini kolunu sallaya sallaya girip çıkıyor!”
Azarımla irkilip tekerlekli sandalyesinden kalktı.
“He? Ne oldu ki savcım… Aaa size ne olmuş! Saçınız başınız dağılmış...”
Sinirle gözüm seğirmeye başladı. Bir de utanmadan “ne olmuş” diyor!
“Bir şey olduğu yok Bekir’cim. Alt tarafı bir yabancı siteye girdi ve beni boğmaya çalıştı. Sorun yok yani. Sen rahat ol,” dedim kinayeyi bastıra bastıra.
Yine de anlamamış gibi bakıyordu.
“Allah korusun savcım, böyle şakalar yapmayın. Öyle bir şey olursa hemen haber verin, ben bir koşu gelirim yanınıza,” deyip saf saf sırıttı.
Hayatımda senin kadar salak birini tanımadım Bekir.
En yakın zamanda imza toplayıp bu adamı görevden aldırmam lazım.
“Bekir sus. Lütfen sus ve bana bugünün kamera kayıtlarını gönder. Otopark, apartman içi, hepsi. Tamam mı? ACELE!”
Elimle hızla işaret ettim, camı kapattım. Bekir bariyeri kaldırınca gaza bastım ve emniyete doğru yola çıktım.
Öyle hızlı gittim ki nasıl vardığımı bile hatırlamıyorum. Kafamda bin tane senaryo dönüyordu. Arabayı park ettim, çantayı kaptığım gibi binaya girdim. Merdivenleri koşarak çıktım. Ayaklarım hâlâ çıplaktı ve buz gibiydi ama umurumda değildi.
Girişteki memurlar bana selam veriyor, ardından dağılmış halime ve çıplak ayaklarıma şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Kimseye bir şey söylemeden sorgu bölümüne geçtim.
Tanıdık bir yüz gördüğümde içim biraz rahatladı: Emir.
Beni görünce elindeki kahveyi düşürecek gibi oldu. Gözleri ayaklarımdan boynuma doğru kaydı ve durdu. Gözbebekleri büyüdü, elindeki karton bardağı masaya sertçe bıraktı. Sıçrayan kahveyi bile umursamadan hızla yanıma geldi. Saçlarımı arkaya atarak boğazıma baktı.
“Ceylan bu ne! Kim yaptı bunu?! Parmak izleri resmen belli!”
Bağırışıyla yüzümü buruşturdum. Elini nazikçe kendimden uzaklaştırdım ve en yakındaki sandalyeye çökerek oturdum.
“Bağırma Emir, kulağımın dibinde… O kadar belli mi ya? Ben hiç bakamadım. Bekir de bir şey demedi, herhalde karanlıktı da göremedi—”
Emir elini masaya sertçe vurdu.
BAM.
Olduğum yerde irkildim.
Sinirlenince çok korkunç oluyordu bu adam.
“Ceylan! Saçmalamayı kes! Doğru düzgün anlat, sabrım taşmak üzere!”
Normalde olsa böyle artistik hareketlerin bedelini ödetirdim ama şu an ona bile mecalim yoktu. Başımı salladım, el hareketiyle karşımdaki sandalyeye oturmasını işaret ettim. Etrafımızda birkaç kişi toplanmıştı, Emir’in sesi yine olay çıkarmıştı.
O da etraftaki dikkatleri fark etmiş olacak ki sessizce yanıma yaklaştı, beni kaldırdı.
“Tamam, gel. Odama geçelim. Orada anlatırsın. Sıcak bir şeyler ister misin? Çay, kahve?”
Kafamı iki yana salladım. Şu an hiçbir şey içmek istemiyordum.
Emir'in çok da büyük olmayan ofisine geçtiğimizde, o kendi koltuğuna geçerken ben de masanın önündeki misafir koltuğuna oturdum. Dirseklerini masaya yaslayarak kaşlarını kaldırıp indirdi; anlatmamı bekliyordu. Ben hâlâ elimde sımsıkı tuttuğum çantayı önüme koydum. Derin bir nefes alarak arkama yaslandım.
Nefes almak… ne kıymetli bir şeymiş.
Kafamı geriye atıp beyaz tavana baktım. Emir’in bakışlarını boğazımda hissediyordum. Sinirle soluyordu ve bunu bu mesafeden bile duyabiliyordum.
“Eve gelmiştim. Otoparkta asansöre bindim. Sonra biri bana seslendi ve o da asansöre bindi. İlk başta bir şey söylemedi, ben de tanışıp tanışmadığımızı sordum. Alaycı bir cevap verdi. Başka da bir şey demedi. Tam inecekken beni tekrar asansöre çekip boğazıma sarıldı...”
O anları tekrar yaşar gibi olunca nefesim tekledi. Emir yerinde rahatsızlıkla kıpırdandı.
“İşte öyle… Sonra Cemil’i aklamamı, yoksa beni öldüreceklerini söyledi. Sonra da gitti.”
Emir’in bakışlarının anlamını biliyordum. Hemen başımı iki yana salladım.
“Asla, Emir. Teklif dahi etme. Öyle bir şeyi asla yapmam.”
Emir gözlerini devirdi, sinirle iç çekti. Tam itiraz edecek gibi oldu ki ben kaşlarımı çatarak baktım ona.
“Bana bir şey olmasını istemediğini anlıyorum, teşekkür ederim. Ama olmaz, Emir. Böyle bir şeyi kabul edemem.”
Sehpanın üstündeki çantayı yine fular yardımıyla tuttum ve onun masasına koydum.
“Bana yardım etmek istiyorsan eğer, bu çantanın üstündeki parmak izlerini al ve o adamı bul, Emir. Lütfen.”
Emir kısa süreli bir kararsızlık yaşadı. Gözleri dosyadan bana, benden dosyaya gidip geldi.
“Bu çok tehlikeli Ceylan. O adamların neye bulaştığını bilmiyoruz. Sen çok iyi bir adalet savunucususun ama herkes senin kadar güçlü değil maalesef. Biliyorsun, bu işlerde kaç kişi gitti…”
O an, o isimleri düşündüm. Hatıralar tekrar canımı yakmak için içimde yükseldi ama hemen engelledim. Sıkıca yumduğum gözlerimi açıp Emir'e kararlı bir şekilde baktım.
Evet, haklıydı. Ama geri adım atmayacaktım.
“Vazgeçmek benim lügatımda yok.”
Bu kararlılığımı gören Emir’in omuzları yavaşça düştü. Hayal kırıklığı içinde gözlerini benden ayırmadan “Ali, buraya gelsene aslanım,” diye seslendi.
“Bana öyle bakma lütfen. O adam içeri girecek. Pes etmeyeceğim, susmayacağım, geri çekilmeyeceğim. İstersen yanımda dur, istersen karşımda. Ama ben, senin yanımda olmanı istiyorum Emir.”
Masanın üzerinden eline uzanıp dostça elini sıktım. O sırada kapı açıldı, içeri Ali adında genç bir adam girdi. Ben de refleksle elimi hızlıca çektim. Emir, elimin az önce durduğu yere kısa bir süre baktı.
Hemen toparlandı.
Masanın üstündeki çantayı işaret ederek, “Bunu hemen incelemeye sokun. Parmak izi analizinde çıkan kişinin dosyasını masamda görmek istiyorum,” dedi.
Ali başını sallayıp dışarı çıktı. Kısa bir süre sonra elinde eldivenler ve kanıt poşetiyle geri döndü. Masadaki çantayı dikkatlice poşete koydu. Başını selam verir gibi salladıktan sonra odadan çıktı.
Emir bana bakmadan, masadaki telefonu eline aldı. Birkaç tuşa bastı. Trip atıyordu!
“Semra, bana iki orta şekerli Türk kahvesi getirebilir misin, canım? Sağ ol.”
Kapatmadan önce bile bana bakmamıştı.
“Söylemiştim ya, ben kahve istemiyorum,” dedim hafif sitemle.
“Zaten sana değil,” diye huysuzca cevap verdi.
Gözünü hâlâ kaçırıyordu, eline rastgele bir dosya almış, sözde onu inceliyordu.
“Kime o zaman? Başka bir misafirin mi var?”
Oflayarak dosyayı masaya bıraktı.
“İkisini de ben içeceğim, Ceylan. Oldu mu?”
Nihayet yüzüme baktı. Bu kez sinirli değildi. Üzgündü. Gözlerinde endişe vardı.
Burun kıvırarak kollarımı göğsümde birleştirdim, başımı başka yöne çevirdim.
Üzülmesini istemiyordum. Bana sinirlenmesini tercih ederdim.
“Sormayı da unuttum... Ayakkabıların nerede?” dedi Emir, kaşlarını çatarak.
Kaçamak bakışlar atarak başımı yere eğdim. Ayaklarım hem pislenmişti hem de acıyordu. Bazı yerlerinde çizikler bile vardı.
“Büzme şu dudağını öyle. Ya sabır…” deyip yerinden kalktı, dolabına yöneldi.
Bazen burada uyuduğu için yedek kıyafetleri vardı. Biraz karıştırdıktan sonra bir çift mavi Crocs terlik çıkardı, birkaç eşya daha aldı. Masanın etrafından dolanarak karşımdaki koltuğa geçti.
Ben hâlâ dudaklarımı büzmüştüm. Elindeki terlikleri gösterdim.
“Bu ne oğlum? Bebek mezarı gibi. Kaç numara giyiyorsun sen?!”
Gülüşüm onun keskin bakışıyla soldu. Hayali bir fermuarı ağzıma çektim, sessizce yaslandım. Kafasını iki yana salladı, sabır çeker gibi.
“Bulmuşsun, hâlâ beğenmiyorsun. Nankör kadın! Uzat şu ayağını, deli etme beni. Ve konuşma!”
Ayağımı kabaca masanın üzerine uzattım. Kaşlarımı çatarak baktım ona.
“Hayırdır koçum? Bugün bir tarafların mı kalktı senin? Masaya vurmalar, susturmalar… Bir oldu, iki oldu bir şey demedik ama abartma sen de. Şımarma hemen. Bak bir daha olmasın, yoksa çok pis döverim seni!”
Makinalı tüfek gibi söylenirken, o da bana far görmüş tavşan gibi baktı.
Sonra kahkahayı bastı.
“Kızım… Sakin bir nefes al. Ciddi diyorum, seni alsınlar sorguya... Bu çeneyle adamlar delirtirsin milleti. ‘Yeter!’ diye dökülürler zaten her şeyi.”
Yine kendi yaptığı şakaya sadece kendi güldü. Ağzımı yamultarak onu taklit ettim.
Bu hareketim onu daha da güldürdü. “Haha! Ne komik! Stand-up mı yapsan sen, ha? Yan meslek olarak?”
Yalandan bir alınganlıkla kollarımı göğsümde birleştirdim ama ben de kendimi tutamadım. Gülmemek için yanaklarımı içten ısırmayı bırakıp kahkahayı koyuverdim.
İkimiz de sinirlerimiz bozuk bir şekilde gülüyorduk. O sırada Emir elime uzanıp ayağımı nazikçe tuttu ve ıslak bir mendille temizlemeye başladı. Ben ayaklarımı temizleyen bu adama bakarken, o sanki çok önemli bir iş yapıyormuş gibi ciddi bir ifadeyle işine odaklanmıştı.
Bir anda içimde rahatsız edici bir his oluştu. Yerimde kıpırdandım.
Hareket ettiğimi fark edip duraksadı, başını kaldırdı. Bakışlarında tedirginlik vardı.
“Fark etmeden canını mı yaktım? Yakarsam söyle, çekinme. Elimden geldiğince yumuşak davranmaya çalışıyorum.”
Sözcükleri hızla sıraladı. Ardından yanındaki çantayı karıştırmaya başladı.
Aradığını buldu ve tekrar doğruldu. Elinde bir yara bandı vardı.
Ama ben hâlâ yerimde kararsızca oturuyordum.
Normalde biz her zaman tartışır, birbirimizi gıcık ederdik. Ama şimdi bambaşka davranıyordu.
Belki de bana bir şey olacağından korktuğu için…
Bilemedim.
Temastan rahatsızlık duyarak ayaklarımı çekip geriye aldım. Canım sıkılmıştı.
Kafam karışıktı. Şu an tek isteğim evime gidip tuvallerimin başına geçmek, renklerle zihnimi boşaltmaktı.
Bu hareketimi beklememiş olacak ki duraksadı. Elindeki yara bandını sehpaya koydu.
“Ne oldu? Yarabandı yapıştıralım, mikrop kapabilir…”
Masadaki yara bandına bakıyordum. Gözümü ondan ayırmadan konuştum:
“Gerek yok. Abartılacak bir şey değil. Terlikleri ver yeter, ben biraz dışarı çıkıp hava alacağım.”
Bir şey söylemek ister gibi oldu ama o an kapı açıldı. Elinde tepsiyle genç bir kadın içeri girdi — kahveler gelmişti. Ben yerimden kalkarken Emir hızlı bir hareketle mavi terlikleri önüme koydu.
Kadın tepsiyi masaya bıraktı.
“Sağ ol Ezgi. Giderken Ali’ye, dediğim işi halletti mi bir sorar mısın?”
Ezgi başını sallayıp “Afiyet olsun,” dedi ve odadan çıktı.
Terlikleri giydim. Odadan çıkmak üzereydim ki Emir nazikçe kolumdan tuttu. Omzuma dokunan eliyle yavaşça döndürdü beni. Gözleri benim dışımda her yeri tarıyordu. Bir eliyle ensesini ovaladı.
“Kahveni içip öyle çık, Ceylan. Niye acele ediyorsun?”
Başımı iki yana sallayıp tek kaşımı kaldırdım.
“İkisini de sen içmeyecek miydin?” dedim alayla.
Ciddiyeti bozmaya çalışıyordum, bir an önce uzaklaşmak istiyordum.
Bana “şaka mı yapıyorsun?” der gibi bakarken kolumu nazikçe bıraktı.
Kapıyı açıp arkamı döndüm.
“Sonuçlar çıkınca beni çağır. Bahçedeyim,” dedim.
Arkamdan kapı kapandı. Derin bir nefes aldım. İçerideki ağır havadan çıkmıştım ama dışarısı da pek iç açıcı değildi.
Emniyetin koridoruna çıktığımda, herkesin bakışları üzerimdeydi. Başımı yere eğdim — hiç bana yakışmayan bir hareketti.
Kombinimle alakasız mavi terliklerim, dağılmış saçlarım, boynumdaki izler...
Rezil gibiydim. Hayır, değil rezil… fazla rezil.
Lavaboya doğru hızlı adımlarla ilerledim. İçeri girer girmez kapıyı kapatıp sırtımı yasladım. Başımı yana çevirdiğimde aynadaki yansımamla göz göze geldim ve az daha çığlığı basıyordum.
RE-ZA-LET.
Evet, beni şu anda anlatan tek kelime bu.
Berbat durumdaydım. Uzun kumral saçlarım karışmış, her tutam ayrı bir yöne gitmişti. Gözlerimden aşağı inince boynumda mor parmak izlerini gördüm. Ne kadar sıktığını o an fark ettim.
Demek bilincimi kaybetmişim ya da sadece tenimin hassasiyeti...
Rimelim akmış, göz altlarıma yayılmış... Beni zombi gibi gösteriyordu.
Gözlerimin içindeki damarlar kırmızı haritalar çizmişti. Zaten yanıyordu ama şimdi daha da fena hissettirdi.
Gözlerimi kırpıştırdım. Gözlerim dolmaya başladı.
Ama bu bir duygusal patlama değildi — sadece kızarmış gözlere bakınca hep böyle olurum.
Kendime daha fazla bakamadım. Soğuk suyu açtım.
Yüzümün her yeri yanıyordu. Avucuma aldığım buz gibi suyu yüzüme çarptım. Ovaladım.
Rimel temizlenene kadar defalarca tekrarladım.
Tamamen geçmedi ama en azından o zombi hâlimden biraz kurtuldum.
Kağıt havluyla yüzümü kurulayıp saçlarımı elimle kabaca düzelttim. Ama bir tokaya ihtiyacım vardı, çünkü bu dağınıklıkla dolaşamazdım.
Bugün yeterince darbe almış olan özgüvenimi toparlamam gerekiyordu.
Kimseden çekinmeye, utanmaya gerek yoktu. Hayattaydım.
Ve şu an benim için en önemli şey buydu.
Aynada kendime baktım. Gözlerimin içine…
Yapabilirsin Ceylan.
Kafamı kaldırdım. Buradan her zaman olduğu gibi başım dik çıkacaktım.
Kapıyı açtım ve koridora süzüldüm.
Polis memurları ellerinde dosyalarla ordan oraya koşturuyordu.
Telsizlerden hışırtılı sesler geliyordu.
Birkaç kişi bana baktı ama umursamadım.
Gözüme kestirdiğim bir kadın memurun masasına ilerledim.
Başında dikilince varlığımı fark etti. Kafasını kaldırıp bana baktı ve şaşkınlıkla ayağa kalktı.
“Bir şey mi istiyordunuz, savcım?”
Utanarak sordu, muhtemelen geç fark ettiği için çekinmişti.
Başımı hafif eğerek samimi bir gülümseme ile sordum:
“Evet, acaba yanında yedek toka var mı?”
Hemen heyecanla çekmecesini açtı, siyah bir lastik toka çıkarıp bana uzattı.
“Buyrun savcım, başka bir isteğiniz var mı?”
Nazikliği karşısında ben de gülümsedim. Kolunu dostça sıvazladım.
Kaçamak kaçamak boynuma bakıyordu. Ama bu bakışlarda yargı yoktu.
Sadece üzüntü… Sessiz bir destek.
“Çok teşekkür ederim, çok naziksin. Bu şu an fazlasıyla yeterli. Adın ne bu arada?”
“Berra, savcım.”
Tanıştığımıza memnun olduğumu belirttim.
Gülümsedi. Yerine oturdu. Ben ise biraz ilerideki boş bir alanı bulup yere eğildim.
Saçlarımı öne doğru sarkıttım, büyük bir tutamı kıvırıp topuz yaptım.
Sonra başımı kaldırıp tokayla topuzu sabitledim.
Doğrulup etrafıma baktım.
Yine üzerimde o tanıdık garip bakışlar…
Başımı eğip kendime baktım:
Krem rengi kumaş pantolon, beyaz gömlek, krem blazer ceket — ve mavi terlikler…
Başımı tekrar kaldırdım, etrafa “Ne bakıyorsunuz olum?” bakışı attım.
Hemen bazıları kafasını önlerine çevirdi, kimisi dosyalarla koridorda yürümeye başladı.
“Fanınızım savcım…”
Berra çenesini ellerine dayamış bana öylece bakıyordu.
Şapşal hâline gülümsedim, yanındaki koltuğa geçtim.
“Teşekkür ederim, burada bu kadar ünlü olduğumu bilmiyordum.”
Utanarak başını eğdi. Gözlerini sakladı.
“Özür dilerim, sizi utandırmak istememiştim.”
“Hiç de bile. Çok samimi ve iyi biri olduğunu hissettim, dışın bir.”
Bu sözler onu rahatlattı. Yüz hatları yumuşadı.
O sırada Emir kapının önünde belirdi ve bana el etti.
“Ceylan, sonuçlar çıktı. Hadi, odama gel.”
Berra’ya göz kırparak ayağa kalktım. Emir’in yanına yürüdüm.
Emir’le birlikte tekrar sorgu katına indik. Onun odasına doğru yürürken dosyayı elinde tutuyordu. Sert ve ciddi adımlarla ilerliyordu. Ben ise gözümü onun elindeki dosyadan ayıramıyordum.
“Kimmiş?”
Merakımdan delirmek üzereydim.
“Adı Yavuz Şahin. Daha önce sabıkası yok. Ama dikkat çeken bir detay var... Kimin koruması biliyor musun?”
Başını bana çevirdi, gözleri ciddiyetle daraldı.
“Cemil’in.”
Sanki biri içime buz gibi bir kova su döktü. Bekliyordum ama yine de midem bulandı.
Yani beni tehdit eden adam, Cemil’in en yakın adamıydı.
Boğazımı sıkan o eller, yıllardır nice suçun gölgesinde dolaşan ellerdi.
“Geldi mi? Burada mı şu an?”
Sesim keskinleşmişti.
“Evet. İfade için hazır. Evinden alınmış, sorgu odasında seni bekliyor.”
Emir kapının önünde durdu, eliyle kolumu tuttu.
“Bak, içeride ne kadar dik durursan dur, ne kadar güçlü görünürsen görün… o senin canına kast etti. Gerekirse bu davayı devret başkası yapsın. Sana bir şey olmasını istemiyorum.”
Başımı iki yana salladım.
“Hayır Emir. Bunu ben başlattım. Bitirmesi gereken de benim.”
O, beni ikna edemeyeceğini anlayınca başını öne eğip kenara çekildi.
Kapıyı açtım.
Soğuk, beyaz floresan ışıklarının altında metal sandalyeye oturmuştu.
Kollarını iki yana açmış, sırtını yaslamış, beni görür görmez umursamazca sırıtıyordu.
Ama bu sırıtış uzun sürmedi.
Çünkü ben içeri adımımı attığımda, göz göze geldiğimiz an...
Benim kim olduğumu hatırladı.
Ve yüzündeki ifade o saniyede değişti.
Korku mu? Şaşkınlık mı? Belki ikisi birden.
Kapıyı arkadan kapattım, elimdeki dosyayı masaya koydum. Karşısına geçip sandalyeye oturdum. Bir süre hiç konuşmadım. Sadece baktım. O da kımıldamadan karşılık verdi.
Sessizliği ilk ben bozdum:
“Seninle en son asansörde karşılaştık, değil mi?”
Sözlerim sakin ama keskin çıkmıştı. Gözleri kaçamakla doluydu.
“Hatırlamıyorum.”
Kendinden emin gibi davranmaya çalışıyordu.
“Hatırlarsın. Çantamı yere fırlatıp beni boğmaya çalıştın. Bir de Cemil için tehdit ettin. Sonra kaçtın.”
Dosyayı açıp içinden bir fotoğraf çıkardım — kamera kayıtlarından alınan net bir kare.
Asansörde bana saldırdığı an. Suratında öyle bir ifade vardı ki, inkâr etmesi imkânsızdı.
Fotoğrafı önüne koydum. Parmak ucumla ona doğru ittirdim.
“Bu kim?”
Göz ucuyla bakıp hiçbir şey demedi.
“Susmak hakkınız ama şu an benden değil, devletten korkmalısın.
Ben seni affetsem bile sistem seni affetmeyecek.”
Kollarını iki yana açtı.
“Sistem dediğin şey, bizim parayla kurduğumuz düzen, güzelim. O sisteme güvenip yola çıkmak, ölüme yürümektir.”
Gözlerimi kıstım. Sesimi alçalttım, ama içindeki tehdit netti.
“Sen beni öldürebilirdin. Ama hayattayım. Ve bu, senin hayatın boyunca yapacağın en büyük hata oldu.”
Birkaç saniyelik sessizlik...
Sonra gülümsedi. O aynı pis sırıtış.
“Bu kadar akıllı olduğunu bilmiyordum. Daha dikkatli olmalıymışım... Ama ne fark eder? Senin gibileri çok gördük biz.”
Kalemimi elime aldım. Masaya vurdum.
Tık, tık, tık.
“Senin gibiler ne oldu peki?”
Kalemi yere bıraktım. Gözlerimi dikerek konuştum:
“Ben seni yakaladım, Yavuz.
Bu gece yatağında uyuyamayacaksın.
Bir daha özgürce nefes alamayacaksın.
Ve senin gibi düşünenler de düşünsün:
Bu ülkenin hâlâ korkusuz savcıları var.”
Emir kapıyı araladı, gözleriyle “Yeter mi?” diye sordu.
Kafamı hafifçe salladım.
Emir içeri girip Yavuz’un kelepçesini kontrol etti.
“Hazırla, tutukluluğa sevk edilecek,” dedi memura.
Yavuz hâlâ inanamayan gözlerle bana bakıyordu.
Ben sadece göz kırptım.
Emniyetten çıkarken gece çoktan sabaha dönmüştü.
Gökyüzü hâlâ karanlıktı ama o karanlıkta bile hafif bir serinlik vardı.
Kaldırımdaki rüzgarla sallanan bayrağa baktım bir süre.
Sadece nefes aldım.
Sonunda, gerçekten nefes alabildim.
Arabamı buldum, içine oturdum ve kafamı direksiyona yasladım.
Gözlerimi sımsıkı kapattım.
Çok yorgundum.
Hem fiziksel hem zihinsel hem de… duygusal.
Sadece boğulmamıştım bu gece.
Kendi içimde de tekrar boğulmuştum.
Çok uzun zamandır bastırdığım duygular, yıllar önce üstünü örttüğüm korkular… hepsi bir bir uyanmıştı.
Gözüm yan koltuktaki çantaya kaydı.
O çanta bu gece her şeyi başlatan şeydi.
Ama ben, bitiren kişi oldum.
Arabanın motorunu çalıştırdım.
Yola çıktım.
Radyo sessizdi.
Telefonum çalmıyordu.
Kimse bir şey sormuyordu.
Ve ben… hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim.
---
Kafamı göğe kaldırdım.
Derin bir nefes aldım.
“Hayattayım.”
Bunu kendime hatırlatmak istedim.
Çünkü bazen savaşın içinde o kadar kayboluyordum ki…
Yaşadığımı unutuyordum.
Sonra ağlamaya başladım.
Sebepsiz değil.
Çünkü bu gece hayatta kalmam tesadüf değildi.
Çünkü bu gece birileri beni susturmak istedi.
Çünkü bu gece, yine yalnızdım.
Ama bu gözyaşları zayıflıktan değil…
Direnmekten.
Biraz olsun nefes alabilmek için sahile gelmiştim. Açıkçası eve gidebilecek cesareti şu anda kendimde bulamıyordum.
Kısa bir süre sonra, uykusuzluğun da etkisiyle gözlerim yanmaya başladı.
Tam gitmek için arabaya binecektimki telefonum çaldı.
Zorlukla kapıyı açıp kendimi koltuğa bıraktım, ekrana baktım.
“Emir”
Açmadım.
Sadece ekrana baktım.
Sonra ekran karardı.
Ama ekranda yansıyan şey…
Kendi yüzümdü.
Gözlerim kan çanağı.
Ama hâlâ o kararlılık var bakışlarımda.
Ben Ceylan Karaca.
Cumhuriyet Savcısı.
Ve bu savaşı kazanana kadar durmayacağım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |