🌸
Ben hayatı rüzgârlı bir fırtınaya benzetirdim.
Rüzgâr estikçe ve fırtına çoğaldıkça anıların içinde sakladığımız kapılardan, sırların ansızın saçılarak ortaya çıktığını görürdüm. Rüzgâr kapıları öfkeyle açardı, ben de o kapıları sertçe kilitlemeye devam ederdim. Ta ki kapının bir önemi kalmayana kadar…
Sırlar gün yüzüne çıkardı artık. Ve o saatten sonra hiçbir sır kalmazdı.
Ben annemi kaybettiğim gün tüm sırlarımı kalbime gömmüştüm. Olanları kimseye anlatamadan bir hayat sürmüştüm. Şimdi ise Minji kendi sırlarının üzerini örtmeye çalışıyordu. Onları benden ve kendinden saklıyordu. Sakladıkça da onun korkuları bana geçiyordu. Gün geçtikçe de onun gibi olmaya devam ediyordum.
Anıları hatırlamak benim lanetimdi. Ama ya anılar bir sırra dönüştüyse… O zaman ben neyi hatırlamalıydım?
Minji’nin sırları bir kapının ardına mühürlenmişti ve ben az önce bir mührü farkında olmadan kırmıştım.
Bir süre dışarı sızan sır kalbimde dolaştı, sonra beynimi ardından ruhumu ele geçirdi.
Koridorun sonunda sevimli bir kız beni çağırıyordu. Sarıya yakın saçları güneşin etkisiyle parlıyordu ve kocaman gülümseyerek bana doğru koşuyordu. Önündeki iki dişi yoktu. Dünyalar tatlısı bir kızdı. Koştu ve en sonunda küçük Minji’nin koluna girdi.
“Bugün birlikte oynayalım mı!”
Anılar onun gülümsemesiyle birlikte kayboldu ve tekrardan kilit vuruldu o sırlarla dolu kapıya.
Bir daha açılmasın diye, kalın bir kilit…
Kolunu tuttuğum Pak Sunie ile birlikte lavabonun kapısından içeriye girerken boşluktaydım. Duyularım donmuş kalbim sanki atmayı bırakmıştı. Sonra tuttuğum kol sıyrıldı parmaklarımdan ardından beyaz mermerlere bakarken bulduk kendimizi. O acıyla bense anlamsız bakışlarla bakıyordum. Beni ele geçiren anıları tekrar arıyordum ancak çoktan mühürlenmişti. Onunla birlikte hislerim de mühürlenmişti. Arkamdaki Sunie’e döndüm.
“Eğer bana neden aranıza girdim diye kızacaksan, hiç başlama! Çünkü ben de bayılmıyorum. Ama yine de sana vurmasına izin veremezdim.”
Dik dik bir şey desin diye yüzüne baktım. Ancak o yüzde öfke yerine hayal kırıklığı ve korku gördüm.
“Bir şey desene!” diye çıkıştığım anda aniden yere çöktü. Ve haykırarak ağlamaya başladı.
Sanki az önceki acısını ağlayarak bastırmaya çalışıyormuş gibiydi. Durdum ve sadece onun ağlamasını izledim. Daha önce teselli edecek bir arkadaşım olmamıştı hiç. Ona arkadaş da denir mi bilmiyorum.
“Hey, Sunie…” dedim onun yanına eğilerek. “Senin hiçbir suçun yok. Sakın kendini suçlama. Sen hayallerini takip ederek doğru olan şeyi yaptın.”
Elimi onun omzuna koydum. Sessizce telkin etmeye çalıştım. Hiçbir şekilde tepki vermedi, bir süre sonra ağlaması da sakinleşti zaten.
Şimdi ise sessizce ağlıyordu. Az önce içinde biriktirdiği tüm hıçkırıkları bir anda tüketmişti. Sakinleştiğindeyse ayağa kalktım. Artık gitmemiz gerekiyordu.
“Sunie, artık gitmemiz gerekiyor. Elini yüzünü…”
“Sen git.” dedi lafımı bitiremeden. “Ben eve gideceğim.”
Bir iki saniye başında durdum. Bileklerindeki kızarıklar gözüme takılsa da bir şey diyemedim. Sadece gücü kızlara yeten bir erkeğin nefretini içimde istemsizce hissettim. Neden kendinden zayıf birine vurmaya çalışırsın ki?
Başımı sallayıp onu kendiyle yalnız bırakmak için ilerlediğim sırada aniden “Teşekkürler,” dediğini duydum.
Arkamı dönüp baktığımda daha iyi göründüğünü fark ettim. Normalde bana zorbalık yapmasa da olanlara göz yumduğu için ondan nefret etmem lazımdı ama ben ondan nefret edemiyordum.
“Rica ederim” dedim usulca. Ve onu kendi kendine bıraktım.
Bazen bazı şeyleri arkanda bırakman gerekiyordu. Bu anda, arkada bırakmamız gereken bir andı ve sonsuza kadar ikimizin arasında kalacaktı. Bunun teminatını sessizce birbirimize vermiştik. Oradan uzaklaşırken de bundan emindim.
**
Saatler geçip öğlen arasına geldiğinde sıkılgan ruh halimle birlikte tabağımı doldurdurulan yemekleri izliyordum. O olanlardan sonra her teneffüste dışarı çıktığımda birilerinin gözleri sürekli beni izliyormuş gibi hissediyordum. Beni kimin izlediğini bilmiyordum. Bu yüzden aşırı bir gerginliğe sahip olmuştum. Belki de bugün yaşananlar beni fena etkilemişti. Bu sebeple de paranoya bağlamış olabilirdim.
“Öğrenci, daha ne bekliyorsun?” diye bana seslenen aşçıyı gördüğümde kendime gelerek hızla tepsimi aldım ve arkamı dönerek oradan uzaklaşmaya başladım. Kendimi toparlamam gerekiyordu artık. Bu benim meselem değildi, umursamamalıydım.
Her zamanki gibi kalabalık olan yemekhaneye göz gezdirdiğimde ilerde sol tarafta bizimkilerin oturduğunu gördüm. Bütün gün top peşinde koştukları için ve bunu okul kıyafetleriyle birlikte yaptıkları için aşırı terlemişlerdi ve eşofmanlarını giymek durumunda kalmışlardı.
Hepsinin farklı renk eşofmanları onları anaokulu öğrencisi gibi gösteriyordu. Bu durum nedense beni güldürmüştü.
Tam onlara doğru gideceğim anda Yi Mari’nin pusuya yatmış bir şekilde koridorun sağ tarafında yemek bahanesiyle beklediğini gördüm. O an ne yapmak istediğini çok iyi anlamıştım. Bana yine o klişe hareket olan ayağa takılma esprisiyle güya günümü mahvedecekti. Yok ya! Bu sefer yemezler!
Sanki onun önünden geçecekmiş gibi ilerlemeye başladım. Birkaç adımlık mesafem kalmıştı ki saçımı savurarak aniden sola döndüm ve başka yoldan ilerleyerek bizimkilerin yanına geldim. Onlarında gözünden kaçmamıştı yaptığım hareket. Diğerlerinin yüzündeki gülümsemeyi ve Ma-ri’nin yüzünde kıskançlığı gördüğümde keyiflenemeden edemedim.
“Ooo, bugün Bayan Kim’in keyfi yerinde…” dedi Koo Shin-joo çilekli sütünün dibini sömürmeye çalışırken. Hafifçe gülümsedim ve saçımı savurdum.
Bu hareketime karşın Jae-seon gülerken, Kang Donghyun göz devirdi. Shin-joo sütünü bıraktı, Soo-oh olmayan saçını savuruyormuşçasına elini havaya kaldırdı. Güya benim taklidimi yaptı. Gözlerimi kısarak dörtlüyü süzdüm.
Hepsi bir anda kahkaha attılar, bende onlarla birlikte güldüm. Buraya geldiğim andan beri benim tesellilerim bu dörtlü olmuştu. Hala daha anlamaya çalıştığım bir hayatın içindeydim ve bir günüm bile sakin geçmiyordu. Okulda bu olanlar, sokakta tehlikeli çeteler, evde annemle babam yani kısaca her günüm aksiyon içerisindeydi ve ben Ayça’da yaşadığım monoton hayatı burada bulamıyordum.
Bu durumdan şikayetçi değilim, hatta alışmaya bile başladım.
Her gün günlüğüme bunları yazarken gerçek Minji’ye verdiğim sözü aklımın köşesinden ayırmıyordum. Ona bu şansı çok iyi bir şekilde kullanacağıma dair söz vermiştim. Bazı şeyler kendiliğinden gelişse de hayatım eskisine nazaran keyifli gidiyordu. Tabii bazı aksilikleri gözden çıkartmamak lazım. O da haraç çetesi…
Bu işin ardında kim var bilmiyorum ama sanırım işlerine burnumu sokarak büyük bir bela almıştım başıma. Üstelik burnumu her yere sokmaktan da geri durmuyorum hiç. Bugünle birlikte okulda bana düşman olanların sayısı ikiye çıkmıştı. Açıkçası okul pek umurumda değil, okulu bir şekilde hallederim ama dışarıdaki o çete belki de karşıma aldığım en kötü düşmanlardan birisiydi.
Çünkü onlar masum bir insanı öldürdüler. Sadece para için…
Bana para Ayça’dayken çok değersiz gelirdi. Aslında düşündüm de hala daha değersiz geliyor. Demek ki insanlar o kadar pis zihniyetli ki para için birini acımasızca katledebiliyorlar.
Aniden tüylerim diken diken oldu. Sanki bir şey bana bu daha ne ki diyordu da ben buna kulak asmıyormuşum gibi...
Ağzıma çorba kaşığını getirdim ve düşünceler içerisinde kaşığı iki dudağımın arasında beklettim. Acaba ben Minji’nin hayatına girerken o yaşlı kadın bundan mı bahsediyordu? Belki şu an yaşadıklarım bir başlangıçtı. Belki de her şey aslında yeni başlıyordu. Düşüncelerimin arasında kör bir kuyuya düşmüşken gözlerimin içine bakıp benden bir cevap bekleyen Donghyun’u görünce aniden kendime geldim.
“Sana diyorum,” dediğini işte o anda anladım. Dikkatimi vererek ne sorduğunu anlamaya çalıştım. “Sınavlardan sonra hep birlikte geziye çıkalım. Sence uygun mu?”
Bu konuya hangi ara geldiklerini anlamasam da bu cazip bir teklifti. Kore’ye geleli uzun bir süre oldu ve ben sadece evden okula, okuldan eve gidip geliyordum. Diğer yerleri gezmeyi, buranın kültürünü görmeyi çok isterdim tabii.
Ağzımdan kaşığı bırakıp başımı salladım.
“Çok isterim. Hem biraz sakinleşmiş oluruz. Malum yaşananlardan sonra…”
Kaşığı masaya bırakıp bugünkü menüde olan kimçiden bir parça alıp ağzıma attım. Ve o anda, başımıza gelen o olayı anlatmadığımızı fark ettim.
Gözlerimi irileştirerek kaldırdığımda üçü aval aval suratıma bakıyordu. Hemen Donghyun’a döndüm.
“Nasıl fırsatın olmadı? Bütün hafta sonu ne yaptın?”
“Ne yaptığımı sanki bilmiyorsun…”
Kollarını bağlayınca ne demek istediğini anladım. Hafta sonu babasıyla uğraşıyordu.
“Durun!” dedi Jae-Seon. “Siz tüm hafta sonunu birlikte mi geçirdiniz?”
“Ne?!” dedik ikimiz de aynı anda. Sonra gerçekten de öyle olduğunu fark etmem kısa sürmedi.
“Olabilir…” Mahcup bir şekilde dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ama önemli olan bu değil.”
“Bundan daha başka ne olabilir ki önemli?”
Soo-oh’un sinsi ve bir şey ima eden bakışları ikimizin üzerinde gezdi.
“Bana bakmayın öyle.” diyerek itiraz ettim. “Ben yemek yiyorum o anlatsın.”
Önümdeki tabaktan kocaman lokma aldım ve ağzımı tamamen yemekle tıkadım ki ben değil o konuşsun diye. Zaten o da çok diretmeden her şeyi en baştan anlatmaya başladı. Onu bir yandan dinliyor, bir yerden anlattıklarına destek veriyor ve öbür taraftan da yemeğimi bitirmeye çalışıyordum. Zaten bir süre sonra da benim yemeğim onunda konuşması bitmişti.
Her şeyi ayrıntısı ayrıntısına anlatmasını dinlerken bazı yerleri atladığının farkındaydım. Babasıyla kavgasını ve bizde yemek yediğini söylememişti. Belli ki onların yanlış anlamasını istemiyordu. Ama anlatsa da bir şey değişmezdi benim için. Diğerleri olsa onlar için aynısını yapardım.
“İşte böyle oldu.” diye lafı bitirdiğinde bakışlarım birkaç saniye durdu. O anlatınca bir şeyi çok iyi fark etmiştim. Ne kadar çok şey yaşamışız biz böyle. O anlatınca fark ettim.
“Bir kızı öylece öldürmüşler mi yani?”
“Evet,” dedi başını sallayarak. “Eğer o gün Minji yardıma gelmeseydi belki biz de…”
“Hey!” dedim kaşlarımı çatarken. “Ben olması gerekeni yaptım.”
“Biliyoruz ama…” dedi Shin-joo. “Bir insan ölmüş. Bu ciddi bir konu.” dedi sesini en kısık tonda tutarken. Başımı doğru dercesine salladığımda diğerleri de Shin-Joo’nun dediklerini desteklediler. Bir insan ölmüştü sonuçta. O kızın yerine biz de olabilirdik.
“Peki, babamlara bunu söyleyecek miyiz?” dedi Soo-oh. Donghyun ağır ağır başını salladı. “Şimdilik onlara bunu söylemek saçma olur.”
“Bize inanmazlar.” diye destekledi Jae-seon. Gözlerim ona döndü. Aileleri onlara inanmaz mıydı? Niye ki? Ben eğer anneme söylesem annem babamı beklemeden tek başına dalar valla.
“O zaman ne yapacağız?” Shin-jo umutsuzca başını sallarken Kang Donghyun aksine rahat ve kayıtsızdı.
“En güzel yaptığımız şeyi yapacağız, bir şeyler olması için bekleyeceğiz. Eminim ilk hamleyi onlar yapacaktır.”
Donghyun bu kadar yürekli miydi? Yoksa bana mı öyle geliyordu? Şu an karşımda tanıdığım Donghyun yerine bambaşka biri vardı. Kendinden emin, zeki ve bir sürünün lideriymiş gibi davranıyordu. Masadaki kaşığımı ağzıma alırken gözlerim ona kilitlenmişti. Bu çocuğu tanımak gerçekten uzun sürecekti. Çünkü her gün bambaşka bir tarafını görüyordum.
“Peki siz hafta sonu ne yaptınız?”
Hiç ummadığım soru kulaklarımda yankılanınca bakışlarım sorunun sahibine döndü. Jae-seon meraklı bir şekilde sorduğu sorunun cevabını beklerken diğerlerinin de bakışları ikimizin üzerinde durmuştu. O sırada masamızın üzerine çilekli süt koyuldu. Bu sefer herkesin gözleri bizden çilekli sütün sahibine döndü.
Ne yazık ki sakin sandığım yemeğin sonuna gelmiş bulunuyorduk…
🌸
Evet, bir bölümün daha sonuna geldik. Diğer bölümlerde görüşmek üzere...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
3.59k Okunma |
579 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |