🌸
Bugün hayatımda çok büyük bir şey öğrenmiştim.
Ne kadar kararsız kalıp boğulsan da ne kadar boşluğa düşüp sonsuzluğa uğurlansan da eğer hayat sana koşman gerek diyorsa o zaman koşacaktın. Karşına çıkan engelden bir ders alıp onun üzerinden atlayarak geçecektin.
Ne olursa olsun arkana bile bakmayacaktın…
Ve bir gün o engel senin hayatına yön veren en büyük kararın olacaktı.
Hayallerimin ne olacağını bulamayıp kâğıdı bir kenara bıraktığımda aslında doğru olanın akışa bırakmak olduğunu anladım. Bir insan hayalini bir günde boş bir kâğıda sığdıramazdı. Ya da bir şeye tutunup sadece o şeye takılı kalamazdı. Yani kısaca benim sadece tek bir hayalim olamazdı.
Ayça’da olan karamsarlık yanımı Minji’de bir kenara bırakarak yaşamaya odaklanmıştım artık. Hayalim yok diye de ölemezdim ya. Elbet bir şeyler gerçekleşecekti. O da ya yarın olurdu ya da başka bir zaman. Bunun için sadece beklemem yeterliydi.
Bugün her zamanki gibi annemin yanağına öpücük kondurarak evden ayrılmış ve okula doğru yol almaya başlamıştım. Havalar iyice soğumuştu, kar kokusu artık buram buram geliyordu. Hissedebiliyordum, çok yakında kar yağacaktı, karın ardından da her zaman bahar gelirdi. Baharın gelmesi için sabırsızlanıyordum.
Üzerimdeki kalın şişme montun fermuarını çekmeden okul yolu boyunca koşmuştum. Bugün biraz daha uykunun bedelini okula geç kalarak ödemiştim ve birazdan zil çalacaktı. Ben hala daha yolu yarılayamamıştım bile. Kulaklarımın üşümesiyle birlikte şapkamı kafama geçirdim. Sonra da tüm gücümle koşmaya devam ettim.
En sonunda okul gözükmüştü. O koskocaman kasvetli yapısı beni nedense hiç içine çekmiyordu. Üstelik oraya koşarak gitmekten nefret ediyordum. Tamam, bazen içinde güzel anlara şahit olmuştum, hatta arkadaşlarım bile olmuştu ama okulda iyiden çok hep kötü olaylar oluyordu. Ve genellikle bu kötü olaylar beni buluyordu.
Buranın sistemine alışamamıştım bir de. Benim okuduğum özel okullardan bin kat daha farklıydı. Mesela okul ağustos ayında başlıyordu. Ama benim, yani Minji’nin hastalığı yüzünden ben dönemin ortasında başlamıştım okula. Çok yakında doğum günüm olacaktı ve ben artık on yedi yaşımda olacaktım.
Hayatımda pek bir şey değişmeyecekti ama yine de her yeni bir gün yeni bir başlangıç olacaktı, değil mi?
Tam okulun önüne geldiğimde duraksadım. Okulun kapısında benim gibi yetişmeye çalışan bir sürü öğrenci vardı ve herkes karşımızda olan o görünmez duvara çarpıp duruyorlardı. Umarım o duvara ben de çarpmazdım. Çünkü hiç onlarla muhatap olacak havamda değildim.
Hızlı bir şekilde bahçe kapısından geçmek için çaba içerisine girerken bir anda kendimi korktuğum şeyin gerçekleşmesiyle birlikte görünmez bir duvara çarparken buldum. Başımı ağır ağır kaldırırken içimden “yine çattık birine” diye geçirmeden edemedim. Önceden de dediğim gibi bu okulda ne oluyorsa hepsi beni buluyordu.
Başımı ağır ağır kaldırırken beni durduran kişinin yüzüne bakmaya çalıştım. Şapkamın tüyleri önümdeki kişinin yüzünü kapatmıştı. Şapkamı hafifçe ittirdiğimde onu görmeyi beklemiyordum. Kendimi geriye çekerek ondan uzaklaştım.
Bunun burada ne işi vardı? Tamam, üst sınıflardan olduğunu biliyordum ancak bu yine de küçüklerle uğraşması anlamına gelmiyordu. Özellikle ben diyeceğim ama sanırım biraz ben kaşınmıştım. Bana neydi ki onların arasına girip durdurmak. Ama kıza vurmasına da izin veremezdim. Bu bana yakışmazdı.
Onun bana yakınlaşmasıyla gözlerim irileşti ve hemen başımı eğerek onunla olan göz temasımı kestim.
“Vay, vay, vay…” dedi o kişi. “Burada kim varmış bakalım?” Alaycı ve ukala sesi kulaklarımda yankılandı. Yutkunmamak için kendimi zor tuttum.
“Kim Minji. Bana karşı koymayı deneyen ilk kız.” Yüzüme biraz daha yaklaştı. “Geç kalmış gibisin.”
“Senin ne işin var burada?” dedim normal ama sorgulayıcı bir sesle.
“Nöbetçiyim. Senin gibi sazanları avlıyorum.” Pislikmiş gibi güldü. Gibi değil o gerçekten de pislikti. Hatta pisliğin önde gideniydi.
Elini kaldırdı ve sol tarafıma doğru getirirken tepki vermedim. Ondan hiçbir zaman korkmadım. Ben Minji değildim. Bir köşeye gidip ağlayamazdım. Yi Mari’ye nasıl karşı koyduysam ona da karşı koyabilirdim.
Shin Haru! Senden bir gram bile korkmuyorum!
Şapkamın arkasından tuttu ve onu indirdi. Kalbimin hızlı atmasına izin veremezdim. Bu korktuğumu belli ederdi. Bu yüzden tepki vermemeye çalıştım. Saçlarım önüme düşerken de hissiz bir şekilde bakmaya devam ettim.
“Sonunda başardın. Beni Sunie’den ayırdın. Şimdi mutlu musun?” Yüzündeki pis gülümseme şimdi öfkeye dönüşmüştü. Bunu gördüm ama yine tepki vermedim. “Pekâlâ, artık boştayım. Beni elde etmek için ne yapacaksın? En baştan beri amacın bu değil miydi?”
Üzerime doğru gelmeye başlayınca onu göğsünden sertçe ittirerek bağırdım.
“Ne yapıyorsun! Uzak dur benden!” İtmek bir hataydı. Uzun bir huysuzlanmadan sonra daha da hırslandı ve bileğimi yakalayarak beni çekiştirdi.
“Shhhhhhiiisss, sen gel buraya! Şimdi sana gününü göstermez miyim?”
Güçlüydü. Hem de çok güçlüydü. Benden on kat daha güçlüydü. Ona asla gücüm yetmezdi. O ne Kang Donghyun’du ne de Jae Seon ne de diğerleri… Onun öfkesi karanlık ve acımasızdı. Bir volkan gibi her an patlamaya hazırdı. Ona bulaşmak benim şu ana kadar yaptığım en büyük hatalardan biri olabilirdi, şu anda da ben o hatamı büyük bir acıyla çekiyordum.
Bileğimi sıkıca tutarken kemiklerimin birbirine değdiğini hissettim. Ağzımdan acı bir çığlık çıktı.
Kimse görmüyor muydu? Neden kimse karşı durmuyordu?
Tam o sırada arkamdan bir ses geldi Ses o kadar yüksek ve rahatlatıcıydı ki bir an için o içimi kemiren korku kaybolup gitti.
Bu sesi duyduğuma bu kadar sevineceğimi bilmiyordum. Kafamı hızla çevirip ona baktığımda Donghyun’un öfkeli gözlerini görmem bir oldu. Beni bu durumdan kurtarabilecek tek kişi oydu. Hatta hayatımda ilk defa birinden yardım isteyecek duruma bile gelmiştim. Markette olanlardan daha dolu bir histi bu. Zaten her an o karşıma çıkıyordu, bu karşılaşmalar tesadüften daha fazlası olmuştu artık.
Donghyun yumruğunu sıkmış bir şekilde yanıma gelirken Haru’nun parmakları hala daha bileğimdeydi. Donghyun’u görünce biraz hafifletmişti ama aynı sertlikte tutmaya devam ediyordu.
“Bırak onu!” dedi Donghyun sertçe. Tam yanımda durdu ve onun kolunu yakaladı. “Ona dokunabileceğini kim söyledi sana!”
Dişlerini sıktı. Cidden öfkeli gözüküyordu. Bir an benim bile gözüm korktu.
“Hayal bile edemezsin…” dedi Donghyun dişlerinin arasından.
Bileğimi onun elinden kurtardı. Beni arkasına doğru çekti. Kalbim bir anda hızlandı. Korkudan mı yoksa oluşan adrenalinden mi bilmiyordum ama duruma el atmalıymışım gibi hissediyordum. Yoksa karışmamalı mıyım?
Donghyun’la aralarındaki mesafeyi kapatmıştı. Donghyun yumruğunu sıktığı sırada hemen koluna yapıştım. Ona vuracaktı. Bunu fark etmiştim. Vurmasına izin veremezdim çünkü okulda ceza alırsa bu sefer yine atılırdı ve defalarca okullardan atıldıktan sonra başka sansı kalmayabilirdi.
“Bırak onu Donghyun. Hadi gidelim!” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştım. Sonra da kolundan tutup onu çekiştirdim.
Diretmedi, beni takip etmeye başladı. Ama ikisi de hala daha kavga eden iki erkek kedi gibi kabarık bir şekilde duruyorlardı. Biliyordum, bu olay burada bitmeyecekti. Donghyun, son noktayı koymadan duramazdı. Ama şimdilik durmalıydı.
“Kaç Kang Donghyun! Bu burada bitmedi! Bekle!” dedi arkamızdan. Ondan şu andan itibaren daha çok nefret ettim. Biz kaçmıyorduk, bu daha başlangıçtı.
Bunu o da biliyordu. Bildiği için meydan okuyordu.
Ama bilmediği bir şey daha vardı, ben ondan daha psikopattım…
Donghyun’un kolundan çekiştirip onu okulun koridoruna getirdikten sonra kaşlarımı çatarak yüzündeki ifadeye izlemeye başladım. Beni o durumdan kurtardığı için ona teşekkür etmem gerekiyordu ama benim yüzünden de az kalsın başını belaya sokuyordu. Shin-joo’nun anlattığına göre onlar dört sefer okuldan atılmışlardı. Bu okul da ağustostan beri gittikleri beşinci okuldu.
Tam ağzımı açıp ona bir şey söyleyeceğim sırada yüzünü bana döndürdü ve endişeli gözlerle beni süzdü.
“Sen iyi misin? Bağırdığını duydum, o bir şey mi yaptı?”
Onun tuttuğu bileğimi tutarak kendine çekti. Montumun kolunu ittirdiğinde ise kızaran bileğimi gördü. Birkaç saniye duraksadı. Sonra da öfkeyle çıkışa yöneldi.
“Dur! Ne yaptığını sanıyorsun sen?” dedim gömleğinin kolunu tutarak. Bu soğukta incecik giyinmişti. Ben bile olduğum yerde titrerken o… Neyse konu şimdi bu değildi.
Öfkesini bir kenara bırakarak benim yüzüme baktı. Gözleri irileşmişti.
“Okulda ona gidip saldıracak mısın?” Kollarımı bağlayarak küçümseyici bir bakış attım. “Söyle bana Donghyun. Ona burada saldırınca eline ne geçecek?”
Hiçbir şey demedi. Gözlerini gözlerimden çekip bileğime baktı. Kolumdaki kızarıklığa üzülmüş olmalıydı. Bu daha neydi ki? O hiç sırtına kemer yememişti belli ki.
“O neden senin peşindeydi? Neden bileğinden tutup seni çekiştiriyordu? Hem ben olmasaydım ne olacağını biliyor muydun sen?”
Olduğum yerde donakalmıştım. Bu kadar hızlı konu değiştireceğini hiç tahmin etmemiştim. Beni hazırlıksız yakalamıştı. Üstelik o orada olmasaydı başıma ne geleceğini bende bilmiyordum. Belki de şu anda kimsenin olmadığı bir yerde çığlık atıyor olurdum.
Derse geç kalmayı bahane ederek sorularından kurtulabilirdim ama ne kadar kaçabilirdim bilmiyordum.
Sorularını duymazdan gelmeye çalışarak merdivene doğru ilerledim. Ancak o susacak gibi değildi. Hala daha onun sorgulayan sesi koridorda yankılanıyordu.
“Onu nereden tanıyorsun Minji?” dedi ısrarla. En sonunda, “Cevap versene!” diye bağırdığında artık bardağı taşıran son damlayı da dökmüş oldu.
O zamana kadar onun benim peşimden merdivenlerden çıktığını fark etmemiştim. Arkamı döndüğümde dik bir şekilde bana bakıyordu. Onu başımdan savmak için, “Sana ne!” diye kükredim. Bazen çok ısrarcı olabiliyordu. Bazen mi...?
Önüme dönüp iki adım daha attıktan sonra yine ensemde kükremeye başlayınca daha fazla dayanamayarak yine yüzümü ona döndürdüm. Saçlarım hızlı bir şekilde yanaklarımı döverken gözlerimden kıvılcımlar çıkıyordu. Ondaki bu ısrarcılık benim hoşuma hiç gitmemişti. Önceden böyle değildi. Belki de sınırlarımı çizmem gerekiyordu artık.
“Yeter be! Tamam, söyleyeceğim.” dedim onun sesine karşılık. “Sunie ile ayrıldılar ve bunda birazcık benim de payım olabilir.” Parmaklarımı yaramaz bir çocuk gibi birbirine değdirdim.
“Ne yaptın dedin?” Aklı kıttı galiba.
“Onların ayrılmasına sebep oldum.”
Yüzü öyle bir şekle büründü ki yaptığım şeyin yanlışlığı sertçe yüzüme vurmuş oldu. Bu yüzden ona anlatmak istemiyordum işte. İşine gelince yargılamayı çok iyi beceriyordu çünkü.
Haklıydı da. Çünkü şu anda diğerleri gibi bu belayı da kendi üzerime çekmiştim.
Yanımızdan iki tane öğrenci koşarak geçtiğinde bile yüzündeki ifade değişmedi. Donghyun’un mimikleri de öfkeden ve ukalalıktan başka şekillere bürünebiliyormuş demek ki.
Onu o yüz ifadesiyle bırakarak arkamı döndüm ve yürümeye devam ettim. Merdivenler bittiğinde bile o öyle duruyordu. Neden bu kadar şaşırdı anlamadım. Sonuçta herkesin bir gün sevgisi biterdi değil mi? Ben sadece aralarındaki toksikliği azaltmaya çalıştım. Sonuç ayrılık olmuş, bunda benim ne suçum olabilirdi ki?
Sınıfa doğru ilerlerken Donghyun’da sonunda peşime takılmıştı.
“Neden?” diye sorduğunda yüzüne bakmadan ilerlemeye devam ettim.
“Çünkü Sunie, hayalleri için idol seçmelerine katılmış. Ama Haru istemedi ve kıza defalarca el kaldırdı. Bende buna dayanamadım ve…”
“Evet, tam üstüne bastın.” diyerek cümlemi tamamladım.
Artık hiçbir şeye gözlemci gözüyle bakmayacağıma dair kendime söz vermiştim ve Haru gibi kendini düşünen birine de bir şey yapmadan duramazdım. Sunie’nin ona destek olacak birine ihtiyacı vardı. Yi Mari ve arkadaşları onu görmezden geldiğine göre iş bana düşmüştü. Şimdi ise başıma Haru belasını almıştım.
Sorun değildi, ben karşıma koskocaman haraç çetesini almıştım. Shin Haru neydi ki bunun yanında? Bir şekilde bu da hallolurdu.
Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra, “Pekâlâ, bunu da çözeceğiz.” dedi Donghyun inanılmayan bir sakinlikle. Sınıfa girmeden önce ona doğru döndüm. Bu sakinliği beni şaşırtmıştı. Şaşkınlığımı fark edince sözlerine devam etti.
“Shin Haru anlamadığım bir şekilde kafayı bana takmıştı zaten. Bu da bahane olur.”
“Buna karışma.” diyerek onu sertçe ikaz ettim.
“Sen çoktan bizim işlere karıştın. Hem…” Yüzüme doğru eğildi. “Arkadaşlar ne içindir.” dedi ve ağır ağır uzaklaştı. Gözlerimi onun yüzünden çekemedim. Ne demekti bu şimdi? Donghyun kendini kahraman falan mı sanıyordu? Ne bu özgüven?
Ben daha ağzımı açamadan o çoktan sınıfa girmişti. Bana da sadece arkasından bakmak kalmıştı.
Donghyun her zamanki halindeydi. Bu hali beni sinirlendirse de o asık suratlı ve mutsuz halinden bin kat daha iyiydi. Eh, bana da “geriye hoş geldin gıcık” demek düşüyordu.
Evet, aramıza hoş geldin gıcık. Seni özlemişim…
🌸
Yepyeni bir bölümle hepinize merhaba. Elimden geldiğince yetiştirmeye çalıştım ama olmadı biraz geç kaldı. Ama kaldığı yerden maceralar devam ediyor. Hemde birbirinden karmaşık bir halde. Büyük çekişmeler olacak umarım seversiniz.
Hepinize iyi okumalar ve iyi tatiller dilerim 😊
Yeni bölümlerde görüşmek üzere 🥰
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
3.56k Okunma |
578 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |