🌸
Her zaman kendi içimde sorguladığım şeyler oluyordu.
Mesela ben şu anda ne yapıyordum? Ya da seçtiklerim doğru muydu?
Koştuğum yol beni sonuna kadar götürecek miydi? Ellerini tuttuğum insanlar sonsuza kadar elimden tutacaklar mıydı?
Bana nefret dolu gözlerle bakan insanların karşısında duracak mıydım? Yoksa korkuyla bir yerlere mi sinecektim?
Bilmiyordum, belki de şu anda yaşadığım ve seçtiğim bu yolun henüz başlangıcını bile görememiştim daha…
Ve galiba her şey asıl şimdi başlıyordu.
Donghyun’un ve onun egosunun peşinden bakarken, sanki az önce hiçbir şey yaşamamışım gibi koridordan sınıfa girdim. O benden önce otururken ben de üzerimde fazlalık yapan montu çıkarttım ve askılığa asarak sırama doğru yürüdüm.
Tam oturacağım sırada Sunie’nin boş masası gözüme çarpmıştı. Birkaç gündür okula gelmemişti ve bugün de yoktu. Eminim Haru’yla muhatap olmamak için gelmiyordu. Yoksa bunun başka bir açıklaması olamazdı. Belki de o da karşı durmanın sonucunu korkarak ya da saklanarak geçiriyordur, kim bilir?...
Sınıfıma göz gezdirdiğimde herkesin diğer günler nasılsa bugün de öyle olduklarını gördüm. Yi Mari ve arkadaşları, sınıfın başkanı ve diğer öğrenciler her gün olduğu gibi bugün de aynı atmosferin içerisindelerdi. Birbirleriyle konuşuyorlar, yorumlar yapıyorlar hatta bazıları ukala gözlerle bizi izliyordu.
Bizim ekip de normal olarak erken gelmişlerdi ve kendi dünyalarında takılıyorlardı. Koo Shin-Joo kafasını sıraya koymuş uyukluyordu. Soo-oh telefonunda bir şeyler karıştırıyordu ve Jae-seon kulaklıklarını takmış, dünyadan soyutlanmış bir şekilde müzik dinliyordu. Her şey o kadar normaldi ki bir an gözlerim yaşarmış gibi oldu. Normal olmayı mı özledim, ne?
Jae Seon beni görünce kulaklıklarını çıkartarak kocaman gülümsedi.
Onun yüzündeki samimi ve sıcak gülümseme nedense beni mutlu ediyordu. Sanki bu çocukta sihirli bir gülümseme vardı ve o gülünce otomatikman ben de gülümsüyordum. Bu sihri onu gerçekten iyi bir oyuncu yapabilir hatta birçok kişinin kalbini çalabilirdi. Belki de hayallerinden bu kadar kolay pes etmemeliydi, değil mi?
Bende aynı şekilde gülümsemek istedim ama niyeyse otuz iki tane dişim varmış gibi kocaman sırıtırken bulmuştum kendimi. Onun kadar güzel bir gülümsemem yoktu belki ama bende biraz eh işteydim. Belki de gülümsemek bana yakışmıyordu. Olabilirdi, herkese her şey yakışacak diye bir kural yoktu. Bu yüzden gülümsememi küçülterek sırama oturdum.
O sırada Soo Oh’un sesini duydum. O da bana ‘günaydın’ demişti.
Hepsine günaydın derken aklımdan Haru ve sabah olanlar tamamen çıkmıştı. Şimdi ise rahat bir şekilde çantamdan çıkardığım kitaplarımı sırama koyuyordum.
Tam kitaplarımı aldığım sırada, “Eee, kâğıdı doldurabildin mi?” diye sorunca Soo Oh, kitapları bırakmam yavaşladı ve düşünmeye başladım. Hayallerimi yazacağım kâğıt demek istemişti. Böyle bir kâğıdı nasıl bir anda doldurabilirdim ki? Daha ne yazacağımı bile bilmiyordum. Daha önce hayal kurmak daha kolay gibi geliyordu. Şimdi ise o kadar zorlaştı ki? Farkında olmadan büyüdüm galiba…?
Mesela ilk hayalim; mutlu bir aileye sahip olmaktı. Kötü yoldan da olsa mutlu bir aileye sahip olmuştum.
İkinci hayalimse; iyi bir arkadaşa sahip olmaktı. Biraz tehlikeli olsa da iyi bir arkadaş grubuna denk gelmiştim.
Üçüncü hayalimse tamamen karmaşaydı. İyi bir meslek sahibi olmak… Bunu söylemek kolaydı. Şu yönden baktığımda da kendimi sorgularken buluyordum. Ne olacağımı bilmeden nasıl meslek sahibi olurdum ki?
Dördüncü ve diğer hayallerim ise şu anlık beklemede kalsa iyi olacaktı. Çünkü üçüncü olmadan diğerleri asla gerçekleşemezdi.
“Akışına bırakmaya karar verdim.” dedim tok bir sesle. Başımı kaldırarak yüzümü Soo Oh’a çevirdim. “Hayatımı şekillendirecek bir kararı tek güne sığdıramadım. Hayatın karşımıza ne çıkaracağını bilemeyiz, değil mi?”
Tüm gücümle gülümsedim. Çünkü elimden şu anda bu geliyordu.
“Biz ona işsizlik diyoruz.” dedi Donghyun arkamdan beri. Yüzümdeki gülümseme o kadar hızlı silindi ki bir an ben bile kendime inanamadım. Ama Kang Donghyun gibi bir gıcık yanınızda olunca maalesef en güzel anlar bile kısacık bir anda bozulup kaybolabiliyordu.
Öfkeli gözlerle sertçe arkama döndüm ve onun yakasından tutmak için saldırdım. Ama o benden hızlıydı. Gıcık, ben daha uzanamadan hemen uzaklaştı.
“Sen ne anlarsın ki? Zaten yapacağın iş çoktan belli!” Gözlerimde fırtına değil kasırga yükseldi.
“En azından işsiz değilim.” Bana biraz daha yaklaştı. “Ne? Niye öyle bakıyorsun?” Eğlenen gözleri beni çıldırtıyordu. Niye bu kadar gıcıksın ki Kang Donghyun? Neden beni bu kadar sinir ediyorsun?
“Ne olacağımı buldum!” dedim sertçe. “Katil olacağım ve ilk önce seni öldüreceğim,” diyerek boynuna saldırdım ama daha ben ulaşamadan Jae Seon beni kucakladı. Ben krize girip sinirle söylenirken Donghyun eğleniyordu. Diğer yandan da Koo Shin Joo uyanarak gürültü yaptığımız için bize çemkiriyordu. Soo Oh’da hiç işi gücü yokmuş gibi bizi videoya çekiyordu.
Şimdi ona bu sebeple sinir oluyordum ama gelecekte açıp bu videoları izleyerek birbirimize gülecektik. İşte o anlar bize en büyük hediye olacaktı. O günlerin çabuk gelmesi için sabırsızlanıyordum.
Bütün gün aynı hızında geçmişti ve öğleden sonra yağmur yüzünden hepimiz sınıflarda mahsur kaldığımız için, vakit harcayacak bir şeyler aramış ve sonunda bulmuştuk. Donghyun ve Jae Seon telefonlarında bir şeylerle uğraşıyordu. Ben de Shin Joo’ya öğrencilik hayatında bilmesi gereken en güzel oyunu öğretiyordum. Tabii ki de SOS’u…
Her öğrencinin bilmesi gereken bir oyundu bu ve burada hiç kimse bilmiyordu. Ah, resmen topraklarımın kokusunu özlemiştim. Gurbet zordu, cidden çok zordu ve bu oyunu Shin Joo’ya öğretmek daha zordu.
“Ya!” dedim bağırarak. “Öyle yapılmıyor o! İki tane ‘S’ koyarsan o zaman SOS yapamazsın. Şöyle yapacaksın.” diyerek ‘S’ koyduğu yere o koyarak ‘SOS’ yaptım ve bir puan daha kazandım. Soo Oh alaycı bir şekilde gülerek Shin Joo’nun kafasına vurdu.
“Aptal, ben bile öğrendim sen hala daha öğrenemedin.”
“Çok kolaysa sen oyna.” Shin Joo yüzünü asarak Soo oh’a meydan okumuştu. Bu duruma gülmeden edemedim.
“Kolay,” diyerek Shin Joo’nun dikkatini üzerime çektim. “İngilizce’deki X.O.X mantığını düşün. Bu da aynı şey. Sadece X yerine S koyuyoruz. Zor değil ki!”
Soo Oh, “Onun İngilizcesi de iyi değil ki IQ’su düşük.” deyince birbirlerine saldırmaya başladılar. İkisi de şu anda kedi köpek gibiydi. Neyi anlamıyorlardı? Bu kadar aptal olamazlardı, değil mi?
Gözlerimi onlardan çekip yaptığım skora baktım. On farkla ben kazanmıştım.
Ama bu durum hiç eğlenceli değildi ki. Arkadaşım olunca ilk işim bunu oynamak olmasını istemiştim ama maalesef böyle bir şey gerçekleşmeyecek gibiydi. Olsun, hiç arkadaşım da olmayabilirdi. En azından biraz tuhaf olsalar da benimde arkadaşlarım vardı.
O ikisini kendi başına bırakarak diğer ikiliye döndüm. Neyle uğraştıklarını bilmiyordum. Açıkçası bilmekte istemiyordum. Eminim kendileri için önemlidir. Hem zaten benim yapacak başka işlerim vardı. Kalemi bırakarak notlarımı çıkarttım. İki hafta sonra sınavlar başlıyordu ve ben kendi analizlerime göre okulun bayağı bir gerisindeydim.
Ders çalışmam gerekiyordu. Sonuçta artık ben üniversite kazanması gereken bir lise öğrencisiydim.
Ders notumu tam okumaya başlamıştım ki, Jae Seon’un sesini duymamla dikkatimi ona verdim. Gözlerim hala daha kağıttaydı ama kulaklarım onun sesine kilitlenmişti.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu usulca. Telefonda işlerinin bittiğini anlamam için bakmama gerek yoktu. Çünkü dördününde bakışlarının üzerimde olduğunu hissedebiliyordum.
“İyi de neden?” Başımı kaldırıp ona baktım.
“İki hafta sonra sınavlar var, bilmiyor musunuz? Çalışmamız gerekiyor.” Donghyun Türk tabiriyle bıyık altı gülümsedi.
“Sınavlara girmeden defalarca kovulduğumuz için çalışmak gibi bir şeye ihtiyaç duymadık.” Sertçe gözlerimi ona diktim. Bakışlarımın sertliğini görünce gülümsemesi soldu. Ona hala daha kızgındım, neden kızgın olduğumu unutmuş olsam bile…
“Buradan da mı kovulmak istiyorsunuz?”
Hepsi olumsuz bir şekilde başlarını salladı. Bence de benim beklediğim cevapta buydu zaten. Yoksa böyle gidişle mezun olana kadar Kore’nin tüm okullarını gezmek zorunda kalacaklardı. Bu hepsi için yorucu olurdu.
“O zaman sizde benim gibi çalışmak zorundasınız. Artık kaytarmak yok.”
Bu sözlerimden sonra aniden aklımda bir fikir yankılandı. İzlediğim bir dizide ders çalışmak için bir grup kuruyorlardı ve hep beraber birlikte notlarını yükseltiyorlardı. Biz neden yapmayalım ki? Ne kadar işleri önceden de planlı olsa da yine de mezun olmaları gerekiyordu sonuçta, değil mi?
“Aklıma bir fikir geldi. Neden çalışmak için bir grup kurmuyoruz ki? Hep birlikte ders çalışalım.”
“Bu harika!” dedi heyecanla Soo Oh. “Babam notlarımın yükseldiğini duyunca belki başka meslek seçmeme izin verir.” Sonra heyecanı sahteleşti. “Bu olmayacağına göre çalışmaya ne gerek var ki?”
“Katılıyorum,” dedi Shin Joo. “Biz zaten mezun olup şirkette çalışmamak için ders çalışmıyoruz.”
“Çünkü ne kadar çalışırsak o kadar çabuk mezun oluruz.” diyerek son sözleri Donghyun tamamladı.
Hepsinin yüzlerine bakakaldım. İşte o zaman onları gerçekten anladım. Onlar babalarının izinden giden çocuklar olmak istemiyorlardı. Onlar kendi hayatlarını yaşamak isteyen ve bu yüzden onların düzenine karşı koyan bir avuç genç olmak istiyorlardı. Ben ise, arsızca tırım tırım kendime gelecek ararken aslından onların bir geleceğinin olmayacağını bilerek onlarla aramak, şu ana kadar yaptığım en büyük bencillikti.
Onları anlayamamak benim aptallığımdı.
“Üzgünüm.” dedim başımı eğerken. Düşüncesizlik ettiğim için üzgünüm…
“Üzgün olma. Senin bir suçun yok. Babalarımızı değiştiremeyiz. Bizim çabamızda sadece boş bir kuruntu.”
Jae Seon’un sözleri kulaklarımdan girdi, kalbimde yankılandı. Onlar kendi hayallerini isterken babalarının hayallerini gerçekleştirsinler diye büyüyorlardı. Bu yüzden belki de bu yüzden sürekli kovulan taraf onlar oluyordu. Bu üzücüydü. Gerçekten üzücüydü.
Tam dudaklarımı aralayıp bir şey söyleyeceğim sırada, koşarak gelen sınıf başkanının sesini duymamla söyleyeceklerimi geri yuttum.
“Donghyun,” dedi endişeli bir ses tonuyla. Sonra diğerlerine baktı. “Müdür sizi çağırıyor.” Gözlerimi başkanın üzerinden çekip diğerlerinin üzerinde gezdirdim. Başlarına bir bela mı almışlardı? Neden onları çağırıyordu ki? Yoksa kovulacak bir şey mi yapmışlardı?
“Yine mi?” dedi hayıflanarak Soo Oh. Shin Joo ona bakmadan çoktan ayağa kalkmıştı bile.
Donghyun aynı kayıtsızlıkla ona hak verirken Jae Seon’un omzuna dokundu. O da arkadaşının mimiklerinden anlayarak ağır ağır ayaklanmıştı. Ben ise sadece onlara bakmakla yetinebilmiştim.
Tam hepsi dönüp gidecekleri sırada başkanın sesi yine ortamın havasını bozdu.
“Sen de Minji.” dedi garip bir sakinlikle. Dönüp başkanın yüzüne baktım. “Müdür seni de çağırıyor.”
Beni neden çağırsın ki? Okulda kötü bir şey yapmadım. Yi Mari’yi tehdit etmek dışında, ki o da bunu hak etmişti. Onun yüzünden saçlarım gitmişti. Ancak başka bir şey hatırlayamıyordum.
Daha düşüncelerimi toplayamamışken cama doğru biri koşarak aniden sınıfa seslendi.
“Aaa, bakın okula polis gelmiş!”
Meraklı ve heyecanlı sesi tüm sınıfın dikkatini çekmişti. Hepsi büyük bir merakla cama koşarken ben Donghyun’a bakakalmıştım. Müdür, polis falan derken… Galiba başımız büyük bir beladaydı.
“Donghyun…!” Endişemi belli edemeden yürümeye başladılar. Cinayet bizim üzerimize kalmazdı değil mi? Biz sadece kötü bir adam yakalamıştık, o kadar. Onu da zaten polise teslim etmiştik. Dahası ne bilmiyorum? Neden durduk yere çağırılıyoruz ki?
Onlar usul usul yürümeye başladıklarında ben de onları takip ettim. Donghyun’un elleri ceplerinde hiç gerilmemiş bir şekilde yürüyordu. Diğerleri ise sanki bir sorun yokmuş gibi davranıyorlardı. Peki ben niye onlar gibi hissedemiyordum? Eğer annem polisle başımın dertte olduğunu düşünürse ne hissederdi? Peki ya babam?
Koridorun sonuna doğru ilerlerken diğer öğrencilerin konuşmaları kulaklarıma değiyordu. Onların fısıltıları anılarımı kurcaladı sanki. Bir tane anı ruhumu deldi geçti.
Minji, ağır adımlarla koridordan ilerlerken kulaklarına çevredekilerin sesleri ilişiyordu. “Kalbi hasta mıymış,” diyordu bir kız.
Başka bir kız da “Hiç de hasta gibi değil.” diyordu.
Başka biri de “Sırf derslerden kaytarmak için hasta numarası yapıyor.” diyordu. Onları duymak istemiyordu. Kulaklarını tıkadıkça onların nefret dolu sesleri kalbinde toplanıyordu. Nefes alamıyor ve ağlıyordu.
Kendimi şu anda da öyle bir anın içinde hapsolmuş hissediyordum. Herkes polisin gelişi hakkında konuşuyordu. Ama kimse beni suçlamıyordu. Peki anıların beni böyle yoğun bir şekilde karşılaması nedendi? Geçmişteki Minji neyden korkuyordu?
Müdürün odasının kapısına geldiğimizde Donghyun teker teker bize baktı. Sonra da “İlk önce neler olduğunu öğrenelim. Gerisini sonra düşünürüz.” dedi soğuk bir sakinlikle. Onun bu olaylardaki soğukkanlılığı beni hep şaşırtıyordu. Bu sefer sinir bozucu bir insan değil de tam tersine aklı başında bir lider gibi duruyordu. Bu da diğerlerine gerçekten büyük bir özgüven ve cesaret aşılıyordu. Ben o kadar özgüvenli değildim ama eğer önümde büyük bir olay varsa onu sessizce gözlemlemeyi tercih ederdim.
Bu yüzden Donghyun’un sözlerine kafa sallamakla yetindim. Diğerleri de hemen bana katıldı ve Donghyun kapıya vurdu. “Gel,” sesinden sonra kapıyı açtı ve o anda bizi görür görmez ayağa kalkan o dedektifi gördük. Bize ortağıyla birlikte kinayeli gözlerle bakarken ben artan kalp atışlarımı engelleyemiyordum. Sakinleşmek için elimi kalbime gömdüm ve o anda gözlerim Donghyun’a döndü. Aynı şekilde o da bana baktı.
O anda kimse konuşmuyordu ama biz ne olduğunu çok iyi biliyorduk.
İşler şimdi arapsaçına dönmüştü işte...
🌸
Herkese merhaba... Yine sizi bekleterek bir bölüm daha atıyorum.
Aslında daha erken atacaktım ama maalesef ki fırsat bulamadım. Şimdi paylaşıyorum. Biraz daha bekleteceğim sizi ama merak etmeyin gerçek emek harcayarak ve bölümler üzerinde düşünerek ilerliyorum.
Bölüm yazmak biraz zaman alıyor. Ancak yakında stok yapmaya çalışacağım.
O süre içinde sizi bekleteceğim.
İyi okumalar dilerim. Kendinize iyi bakın. Sizi seviyorum 💞
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
3.57k Okunma |
578 Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |