Epey uzun bir bölüm oldu ama sona adım adım yaklaşırken Kılıç ve Karnelyan'ın kendilerini daha fazla anlatmaya ihtiyaçları olduğunu hissettim. Genelde bölümleri yazarken beş bin kelimeyi aşmamaya çalışırım, bu kez bölümde de olduğu gibi sınırlar aşıldı, aşılabilir, bazen sınırları aşmak gerekir... Keyifle okumanız dileğiyle, oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin.
♔
Birilerinin tutunacak dalı olmazdı, birilerinin tutunacak kolu... Hayat acımasızdı herkesin bildiği gibi fakat çoğunun idrak edemediği bir şey vardı ki hayatı acımasız kılan kendi tabiatı değil, tabiatı acımasız olan insanlardı. Ve istisnalar daima bunların arasında da bulunurdu. Bir hayat yaşamak için doğmuş, ölmeden cehennemle buluşmuştu bazı insanlar, sonrasının cennet olamayacağı günahkar bir yaşam sürmek zorunda kalınırsa cehennemde yanmanın da ne anlamı kalırdı?
Doğduğu ilk gün hayatı altüst edilen Kılıç'a odaklandım, şimdiki bedbaht haline gelebilmesi için ince ince işlenmiş günahlar silsilesi görüyordum sırtında, sanki o bir hedef tahtasıydı ve günahtan oklar yüzünden günahsızca kamburlaşmıştı. Kılıç'ın, gözlerimin önünde yitip gitmesine razı olmamı beklediğine inanamıyordum, onu Seryum'dan bile daha çok umursayarak hatayı yapan ben miydim ya da kendinden çok Seryum'u umursaması bir yöneticiden bekleyeceğim iyi bir özellikken Kılıç'ta neden bu beni rahatsız ediyordu? Cevabı duymak istemiyordum.
Ona doğru attığım adım da edeceğim sözler de sesi bıçakmış ve ben kuru bir etmişim gibi tek seferde kesildi. Beni yerimde donduran adamın ayağa kalkma girişimi ise hareket edemeyeceğim kadar telaşlandırdı beni. Elim ayağım buz tutmuş ve hissini kaybetmişti saniyeler içinde, sanki yeni bir kurşun yemişti nazik kral ve bu kez onu kollarıma bile alamıyordum.
"Mahkemeye katılacağım ve siz de bana karşı çıkmayacaksınız. Bu öyle bir şey değil."
"Kılıç, öyle bir durumda değilsin," diye karşı çıktı Valof.
Valof'un benden daha güçlü olduğu bir gerçekti, ben buzun içine hapsolmuş halimle hareketsizken o engelleri aşıp dostuna ulaşmayı kolayca başarabilmişti. Sağlam omzuna uzanan eli silkinerek uzaklaştırdı Kılıç. İtiraz kabul etmeyen kararlığıyla odadaki herkesi tedirgin ediyordu. Yeniden teni soğuk terlerle parlıyordu, yeniden bir kireç gibi beyazlamıştı eti; yeniden çaresiz hissettiriyordu beni.
Omuzlarımı silktim, buzdan zincirlerimin kırılıp yere çakıldığını, usul usul eridiğini hissedebiliyordum. Yuna "Sizin için bu belgeleri mahkemeye delil olarak sunabilirim, bu haldeyken sizden gelmeniz beklenemez," dediğinde ve Kılıç "Halimde bir şey yok," diye çıkışırken delice ter boşaltınca Valof'la göz göze geldim. Ben Kılıç'a doğru harekete geçerken Valof, Yuna'ya doğru ilerledi.
Yuna itiraz etti mi ya da kalmak için direndi mi, belki de koşarak kaçmıştı, tüm bunları bilmiyordum çünkü Kılıç odağımı öyle sağlam ele geçirdi ki ondan başkasını ne duydum ne gördüm.
"Bunun önemli olduğunu biliyorum ama iyi değilsin Kılıç."
"İyi olmak zorundayım. Buradan elim boş dönemem, dönmeyeceğim."
Ona yaklaştım hatta onun için öyle çaresizdim ki kalkmasına yardım bile ettim. Yeni değiştirilmiş sargının kar kadar beyaz yüzeyinde kara delik gibi büyüyen kandan portre gözlerimi yaşlarla doldursa da ayakta kalabilmesi için kaslarımı titretecek kadar zorlayarak koca kralın kolunun altına girdim ki karşımda dururken tutunacağı biri olsun.
"Elimiz boş değil Kılıç, birçok ülkeyi şantaj dosyalarını bularak ateş hattından kurtardık, DYK kurulduğu tarihten bu yana ilk kez böyle ağır bir darbe aldı, pek çok gerçekle yüzleştik Kılıç. Elimiz boş değil."
"Boş Karnelyam," derken resmen güçlükle çıkan ses hırıltıdan ibaretti. "Ben bir kral olacağım Karnelyam. DYK yok olmadan bunu yapmamı istiyor musun?" Benden uzaklaşıp ilerlemeye çalışsa bile nereye gidecekti? O vurulmadan önceki odasında kalmayı şiddetle reddettiğim için yeni bir odada kalıyordu ve dolabını buraya taşımamıştık. Gidip giyinecekse eğer daha çok yürümesi gerekecekti ve bunun mümkün olmadığını bir ben biliyordum sanırım.
"Ama henüz yaralarının birazı bile iyileşmemişken ve muhtemelen mahkemeye katılma ihtimalin yüzünden böyle adice saldırıya uğradıktan sonra oraya gitmene nasıl müsaade edeyim? Yapma Kılıç."
Kolunu benden kurtarmaya çalıştığında çenesinden boynuna süzülen bulanık ter omzuma düştü ve kumaşa dağılıp iz bırakırken Kılıç'ın zihnine böyle damlamak istedim. Verdiği uğraşın sonunda sendelediğinde öyle uzun bir soluk verdi ki gözlerinin kayıp ifadesi bile bayılmak üzere olduğunu gösteriyordu bana. Belini kavradım sıkıca.
"Buraya neden geldiğimizi unutma Nimfea, izin ver gideyim."
Öyle bitikti ki direnirken bile alnı başımın tepesine yaslanmıştı, eli sıkıca omzuma tutunuyordu çünkü ayakta duracak gücü yoktu, yine de direniyordu. Ve böyle yaparak yalnız beni kahrediyordu.
"Buraya seni kaybetmeye gelmedim." Sesim nazikti çünkü içimdeki arbede organlarım canlı canlı kesiliyormuş gibi hissetmeme yol açıyordu, Kılıç'ı ise düşünemiyordum.
"Seryum'u düşünmek zorundayız." Kayıp bir diyardan, çok uzaktan geliyordu çatlayan sesi; kendini kaybediyor gibi. "Seryum için Karnelyam. Burada olmamızın tek sebebi bu."
"Artık değil," dedim hızla. Olduğu yerde yaylanırken, hızlı solukları güçlü bir rüzgar gibi beni ondan iterken daha da sıkı tutundum ona, bana daha sıkı tutunsun diye. Bir fısıltıya dönüştü sesim, onun rüzgarı andıran soluklarına uyum sağlamak için. "Seni anlıyorum, yemin ederim ki anlıyorum Kılıç. Ama benim burada olma sebebim Seryum değil, sensin. Sen buradasın diye buradayım artık tatlı ve nazik kral..." Tükenmişliğiyle arttı titreyişleri fakat öyle inatla ayakta durmayı sürdürüyordu ki yerinden kıpırdatamıyordum onu. "Sana zaferden vazgeçelim demiyorum. Seryum'dan vazgeçelim demiyorum Kılıç. Ama zaferin gecikmesi bizi mağlup yapmaz, bugün değilse yarın ama muhakkak bir gün DYK'ye karşı zafer kazanacağız."
"Bunu kaçıramayız, anla." Bilinçsizce öteki elini kaldırmaya çalışmış olacak ki acıyla boğdu bir inleme boğazını; ona çarpan dalga beni sarstı, çektiği acı benim içime doldu. "İyiyim. Gitmek zorundayım, bırak. Bırak Karnelyam, iyiyim." Tüm bu sözleri benden evvel kendini ikna etmek için söylerken parmaklarımın arasında tir tir titriyordu gövdesi. Onu tam da istediği gibi bırakabilirdim, istediği gibi izin verebilirdim gitmesine ve gidemediğini görmek yine en çok beni kedere boğardı. Ayakta durmakta bile bu denli zorlanırken adım atmakta başarılı olması imkansıza yakındı. "Seryum için Karnelyam. Bunu yapmak zorundayız... Bana engel olamazsın."
"Kılıç," diye seslendi Valof arkamdan. Kılıç'ın her geçen saniye daha da nemlenen alnı başımın üzerinde ağırlaşıyordu, ikimiz de Valof'a dönemedik, adam büyük avcunu Kılıç'ın omzunun tepesine koyduğunda nazik kral yerinden edilmeye direnerek daha sıkı tutundu bana. "Otur şuraya da konuşalım."
Tüm hasarlarına rağmen öfkeyle hırlamayı kusursuzca becerdiğinde şaşırmamam mümkün değildi.
"Bırak," diyerek alnını başımın üzerinden çekip aldı ve bizden uzaklaşmak için bir adım geri gitti. Şayet Valof orada olmasaydı ellerimin arasından kayan hasta adam yalpaladığında ona ulaşamaz, yere çarpmasına engel olamazdım. Valof hızla müdahale edip Kılıç'ı yere çarpmaktan korusa da yatağa kadar onu sürüklemekten geri durmadı, dizlerinin arkası yatağa çarptığında oturmaktan başka çaresi kalmayan Kılıç kendini yatağa bıraktığı an başını ellerinin arasına gömmüştü acı içinde.
Onu bu haldeyken izlemek midemdeki acı safrayı boğazıma taşıdı, acının tadı her zaman acıydı. Bacaklarım beni taşımak istemeyerek ağırlaşsa da Kılıç'ın önünde durana dek adımlarım beni ona sürükledi. Parmaklarımı saçlarının arasından geçirip başını kaldırdığımda bana karşı çıkmadı, yer yer ölü kadar soluk yer yer yanmış gibi kızarmış hasta ve bitkin yüzünü kaldırıp bana baktığında buna hiç hazırlıklı değildim. Yüzünü göğsüme gömüp ona eğildim içimden taşıp yerlere saçılarak israf olan bir merhametle.
"Aşkım," diye başladığımda yüz kilodan belki daha ağır olan adamın tek bir kelime ile baştan ayağa ürperişine şahit olmak tüylerimi diken diken etti. Şayet yaralı olmasa ona öyle sıkı sarılırdım ki etim ikiye ayrılır ve onu içime kabul ederdi. "Seryum'un sana ihtiyacı var, kabul ediyorum. İyi bir yöneticiye, onun için savaşan birine, sana. Ama sana bizim için savaşabilecek kadar sağlıklıyken ihtiyacımız var aşkım. Seni bu kadar geç bulmuşken erken kaybetmemize izin verme."
Aldığı soluk ve seğirip dursa da az evvelden daha gevşek olan kaslar doğru bir yol izlediğimin kanıtıydı, yürümeye devam ettim.
"Çünkü Seryum sensin Kılıç. Kılıç Kül Seryum'un zaferinden çok onun kendisine ihtiyacımız var."
Yüzü karnıma indi, sağlam eli beni kendine öyle sıkı bastırdı ki gücünü bir nebze de olsa geri kazandığına memnundum.
"Karnelyam," dedi ızdırap içinde. Aynı ızdırapla karşıladım onu. "Aşkım."
"Bir daha seslen," diye talep ettiğinde üstümden kalkan yük sayesinde öyle hafiflemiştim ki gevşemiş dudaklarımdan kıkırtı kaçarken başımı yukarı kaldırdım ve Valof'un iki böceğin çiftleşmesini izleyen şaşkın, başı eğik, kulakları dik bir kedi ifadesiyle karşılaştım. Sırıtışım yüzümden silinirken Valof da insana dönüşürcesine başını doğrulttu ama çatık kaşları, garip bakışları olduğu gibi duruyordu karşımda.
"Bana bir daha öyle seslen Karnelyam." Kılıç başını kaldırıp bana baktığında ellerimden kayıp gitmesinden korkarak eğilip ateş kadar sıcak elmacık kemiğinin üzerine öpücük kondurdum. Yangından kalan kabarık eti dudaklarımın altında hissetmek benim için öyle tanıdıktı ki eve döndüm diye bağırmak istiyordum. Burnumun ucuyla kor parçasını andıran yüzünü dolaşırken, ara ara tüy kadar hafif öpücükleri değdiğim yerlere yerleştirirken istediğini verdim ona. "Buna çok alışma aşkım. Her zaman duyamayacaksın."
"Kriz çözüldüyse sizi baş başa bırakayım." Neredeyse varlığını unuttuğumuz Valof'un sesiyle irkilen yalnız bendim ve yanıt beklemeden uçarca odadan çıkarken bile yüzündeki o ifadeden kurtulmamıştı. Kılıç, yüzünden değilse de arkadaşının sesinden işkillenmiş olacak ki "Bizi kıskanıyor," diyerek bitap haline rağmen bir espri girişiminde bulundu. Bu girişimi boşa çıkarmaktan korkarak öptüm dudaklarını, tüy kadar hafif ve masumca.
"Ona biraz nezaket öğretmezsen yalnız ölecek."
Sözlerimi duymuşsa da tepki veremeden düştü başı kollarımın arasına. Bir krizi ardımızda bırakmış olabilirdik fakat yeni bir krizin kapıda olduğuna adım kadar emindim.
🕑
Ömrümün geri kalanını Rastaban'da geçireceğimi düşünmeye başladığımda doktorun sıkı tembihleriyle beraber gelen onay sayesinde ülkeyi terk edebilmiştik. Mahkemeyle ilgili öğrendiklerimiz ve Seryum adına tek bir karar bile alınmadığıyla yüzleştikten sonra Kılıç'ın DYK şehrinden uzaklaşması sağlığı için bile daha etkili olacaktı, bu fikrin ilk kez Mizan'dan çıkmış olması biraz tedirgin edici olsa da.
Biraz avuntumuz vardı tabii... Seryum'u göz ardı edebilmişlerdi ancak Kılıç'ın DYK başkanlığında Mizan kadar hakkı olduğuyla ilgili gerçeği çürütmeyi başaramamışlar ve bir mahkeme için gün bile vermişlerdi, evet bu kabul de etmediklerini ve işi sürüncemeye ittiklerini gösteriyor olabilirdi fakat ret de edememişlerdi. Bu umutla beraber davacı ülkelerin çoğunun mahkeme sonunda az da olsa DYK boyunduruğundan kurtulup nefes alacaklarına ilişkin karar doğru yolda yürüdüğümüzün kanıtıydı. Umut hep vardı ancak hiçbir zaman bu kadar elle tutulur görünmemişti gözüme. Hele de mahkeme Kılıç orada olmadığı için DYK'nin iki merkezlilik olasılığı bahsini açmak istememiş, Mizan ise koltuğu sallantıda olmasına rağmen ısrarla bu konuya değinilmesi gerektiğini savunmuşken her şeyin daha iyiye gideceğine inanmak çok kolay olurdu. Lakin önemli bir nokta vardı ki, minik bir tepeyi irice bir dağa çevirmekle meşhur Mizan Taban'ın varlığı... Mizan Taban'ın bir cümlede ismi bile geçse keyif kaçıracak en az bir virgülde parmağı olurdu.
Rastaban'dan ayrılmamız gerektiği düşüncesiyle Kılıç'ı görmek için ilk ve son kez geldiğinde bir sabah vaktiydi. Serhan Ala'dan mahkemeye dair bilgileri almış olsak da Mizan DYK başkanı olarak tüm fiyakasıyla olan bitenden yeniden haberdar olmamızı istemiş ve tüm o buzdan maskesine rağmen belli olan gerginliğiyle yeni bir saldırı ihtimali olduğunu söylemişti bize. Yeni bir saldırı... Eskisinin yaraları kapanmamışken yenisini ne ben ne de Kılıç atlatabilirdik. Diken diken olmuş tüyler, dışarı fırlamış gözlerle sanki saldırı Mizan'dan gelebilirmiş gibi bedenimi ikisinin arasında konuşlandırdığımı hatırlıyorum, Kılıç'ın kemikli parmaklarını benimkilerle birleştirmiş, Mizan'a ne bildiğini sormuştum. Saldırıyı düzenleyen hakkında ne biliyordu, nedeni hakkında, o kişinin Kılıç'ın mahkemeye katılmasını neden istemediği hakkında ne biliyordu.
Söylediği "Henüz hiçbir şey bilmiyorum," olsa da her şeye biraz yakındı söyleyiş tarzı, çok şey biliyor gibiydi.
Kılıç oturduğu tahta sandalyede dik durmak için çaba verirken, hastalıktan dehşet biçimde bitkinken bile Mizan kurduğu göz kontağı benim bilmediğim dilde, yalnız ikisinin bildiği bir şey hakkında konuşuyor olduklarını düşündürtmüştü. Sonrasında Kılıç'a doğrudan ya da dolaylı yoldan defalarca kez saldırıyı yapan hakkında sorular sormuşsam da Mizan'dan daha az ketum davranmamıştı bu konuda. Bu da bilmediğim bir canavara, bilinmeze açılan savaştı benim için. Korumam gereken en az bir can varken darbenin nereden geleceğini bilmek en doğal hakkımdı, Kılıç tam tersi düşünüyor olsa da. İkisinin bakışlarının arasında dudaklara gerek duyulmayan sözcüklerin gidip geldiği bir ağ örülmüştü o sabah; birbirini pek az tanıyan, sınırlı sürede birbirlerine fazlaca öfke -belki nefret- biriktirmiş bu iki adamın öyle kolay iletişim kurması konu ne olursa olsun beni hoşnut etmişti. Ta ki Mizan'ın berbat espri anlayışı kontağı bozana dek.
"Karnelyan onunla gitmek zorunda olmadığını biliyorsun değil mi?" diye sorduğunda Kılıç'la kurdukları göz bağı kopmamış, şekil değiştirmişti. Sahiden nedenini asla anlayamacaktım ama çok iyi biliyordum ki Kılıç'ı öfkelendirmek ona hastalıklı bir zevk veriyordu. Sanki arkadaş edinmekte zorluk yaşayan bir çocuğun yetişkin hali gibiydi, nasıl sağlıklı ilişki kuracağını bilmiyor ve tepki almanın en kolay yoluna başvuruyordu, öfkelendirmeye.
"Sağlam tek bir elim olması seni yanıltmasın Taban, kafanı gövdenden ayırmak için bana iki el gerekmez."
Mizan tehdit edilmekten aldığı zevki gizlemeye bile çalışmadan parlayan gözlerle Kılıç'ı duymazdan gelmiş ve sinsice bana dönmüştü.
"Ondan daha iyisini hak ettiğini söylemiş miydim?"
Kılıç'tan gelen hırlamayı da kulak ardı etmişti Mizan keyfine keyif katmak için ve hızla Kılıç'a döndüğünde bunun nedeni daha harlayıcı bir laf bulmuş olmasıydı. "Bunu sana söylemiştim, hatırladım. Karnelyan'dan nasıl hoşlandığımı ona söyleme fırsatı olmamıştı, ona ilettin mi Seryum?"
Kılıç elini elimden öyle hızlı çekmişti ki ben henüz ne olduğunu bile anlayamadan yapışmıştı Mizan'ın yakasına, masada karşısında oturan Mizan sandalyede geri yaslandığında Kılıç ayağa kalkmak zorunda kalmış ve Mizan müdahale etmedikçe öfkesi daha da önüne geçilmez olmuştu.
"Bunun gerçek olmadığını söyle ona Mizan. Onu kışkırtman çok saçma, daha iyileşmedi bile!"
Mizan sanki buraya stresini atmak için gelmiş şımarık bir çocuk gibi omuz silkince Kılıç'ın tutuşu sıkılaşmış ve adamı masaya doğru çekecek kadar artmıştı baskısı.
"Neden ondan hoşlanmam seni öfkelendiriyor, Karnelyan'ın bana aşık olmasından mı korkuyorsun?"
"Siktir git yoksa senin korkacak çok şeyin olur." Kılıç'ın öfkeden beslenen gücü Mizan'ı sandalyesinden kaldırmaya yetmişti, adamı silker gibi bıraktığından Mizan hiç etkilenmeyerek kırışan yakalarını düzeltmeyi seçmişti.
"Belki de Karnelyan gitmemi istemez."
Ona git demeyeceğimi bilerek dönmüştü dipsiz gözleri bana, nasıl bir baskı altında ise burada yarattığı kargaşayla onu unutmaya çalıştığını yalnız bir saniye gözlerine bakmamla anlamıştım.
"Mizan lütfen otur ve Kılıç sen de.
İkisini oturmaya hatta birer kahve içmeye bile ikna edebilmişsem de kaotik ilişkilerine bir zerre beyazlık katmayı başaramamıştım. Kılıç'a Mizan'ın sözlerini sarf ediş gayesini tekrar tekrar anlatmıştım ve Mizan ise bana hiç arka çıkmadan Kılıç'ın öfkesini büyütüp hasta halinden silkinmesini sağlamıştı. Bu tuhaf dinamiklerini bozamazdım ama şu an Mizan'dan uzaklaştığımız için gerçekten memnundum.
Derin bir nefes aldım, göğsüm öyle doluydu ki asansörün içindeki sınırlı hava ciğerlerime ulaşamadan geri çekildi. Artık Rastaban'da olmadığım için gevşemeliydim, değil mi? Şimdi olduğum yer Kılıç ve Mizan kavgasının ortasında kalmaktan bile beter olmasaydı gevşeyebilirdim belki.
"Yaptığımızın doğru olduğunu sanmıyorum," derken destek oluyormuş gibi koluna girdiğim Kılıç'ın yakınlığında destek arayıp ona daha da sokuldum.
Uzun ve aşamalı yolculuğu kaldıramayacağını söyleyen doktora Raxeria ve Serenyum'da mola verebileceğimizi söylediğimizde uygun olduğunu düşünmüştü ve şafak sökmeden Serhan Ala'nın evine vardığımızda planımızdan fazlaca memnundum. Şu ana dek... Kılıç ısrarla DYK'nin Raxeria'daki toplanma merkezine uğramamız, günlerce tutulduğum odayı yeniden görmemiz gerektiğini düşünüyordu.
"Gelmeyi kabul etmiş olabilirim ama bunu nasıl yaptığımı bile bilmiyorum." O sessiz kaldıkça konuşmam gerektiğini hissediyordum, vazgeçen bensem de onu vazgeçirmeye uğraşıyordum. "Geri dönüp dinlenebiliriz, değil mi? Yeniden yola çıkmadan önce yapmamız gereken buydu nasılsa."
Asansör çınlayarak açıldığında Kılıç çıkmak için bir hamlede bulunmadı ve gövdesine yapıştığım için el verdiğince bana döndü. Üzerindeki kaşe kaban omuzlarında duruyordu. gövdesine sabit duran kolu kazağının altından gizlenmişti ve tüm yaralar ve izlerle heybetine heybet katan adamın yüzünü iyi görebilmek için başımı arkaya atmam gerekiyordu.
"Bana bak aşkım." Nazik kralın nazik sesi sözlerine itaat edeceğim kadar içime işledi. Rengi yerine gelmişti son birkaç günde ve onu zaten böyle tanımış olmama rağmen solgun hali zihnime öyle işlemişti ki şimdi onu böyle görmek mucize gibiydi, nadir bir esere bakıyormuşum gibi. Kılıç bakışlarımdan düşüncelerimi okumuş olacak ki ifadesini saran taş kırıldı, yumuşak gülüşle yüzü aydınlandı beni öpmeden önce. "Kötü anıların yakanı bırakmıyor, değil mi?"
Gocunmadan onayladım onu, korkularımı saklayacağım pek çok insan hala vardı fakat rol yapmanın da bir anlamı yoktu; Kılıç onlardan biri değildi.
"Kötü anılarını yok edemem, edebilseydim öteki kolumu da feda ederdim, inan..." Sesindeki inanç ve şuhluğa kapılmış, yürümeye başladığımızı çok geç fark etmiştim. "Ama kötü anılarını iyileriyle değiştirebilirim, izin ver bana."
İzin vermek için duyduğum karşı konulmaz isteğe boyun eğsem de bocalamayı sürdürdüğüm de kesindi. Değiştirilmiş çelik kapıyı açtığımızda, Kılıç belimden itip içeri girmem için elimi bıraktığında odanın ilk gördüğüm haliyle birebir aynı oluşuyla yüzleşmek sağlam bir tokat yemekle eş değerdi çünkü. Ve güzel sözlerine karşılık veremeden buz gibi bir telaşa kapıldım.
"Belki de kapıyı açık bırakmalıyız." Kılıç gözlerini gözlerime dikip nispet yapar gibi özgüvenli bir yavaşlıkla kapıyı kapattı. Yutkunmakta zorlandım, bana doğru yürürken öyle güçlü ve sağlıklı görünüyordu ki bir haftadır onu bir bebek gibi kundaklayıp yanımda taşımak istediğim günlerin geride kaldığını anlayabiliyor ve olduğum odaya rağmen mutluluğu hissedebiliyordum.
Bel hizama kadar uzanan yuvarlak beyaz masanın yanına varmak için yanımdan geçip gitti sessizce. Gergindim, nabzım fazla hızlıydı nefeslerimse sığ. Burada olmaktan ve burada olmaya zorlanmaktan hiç hoşlanmamıştım. Enkaz halinde bıraktığımız ufak oda hiçbir şey yaşanmamış gibi steril ve el değmemiş görünürken çektiğim o ızdırap yalanmış gibi hissettiriyordu, bu da hoşuma giden bir şey değildi.
Şaşkınlığını gizleyemeyen çatık kaşları omuzlarımdaki düğümleri az da olsa gevşetince silkindim, soğuk ve nemli ellerimi kaşmir eteğime bastırıyordum.
"Beni kurtarmak için değil cezalandırmak için bulduğunu sanmıştım."
Ve hızlı kavrayan beyni elektrik akımına bir parmağıyla kapılıvermiş gibi kendine getirdi onu. "Hayır." Hızlı reddine ve çatık kaşlarının ifadesine kattığı karanlık derinliğe bakılırsa inanamayarak dürüsttü.
"O zaman kızgın olduğun için miydi?"
Gözlerim kapanmak üzereyken ve ben sürüklenerek geldiğim uçurumun kıyısından kendimi bırakmadan önce dudaklarında yazan 'Karnelyan'ı okumuştum, ismimi duymak canımı yakmamalıydı fakat yakmıştı. Halıya düşen kül gibi izi kalmıştı yaktığı yerde, kaldırıp atılmaya elverilmeyecek fakat her gözün takıldığında yüz buruşturacağın cinsten bir yanık.
"Hayır." Aynı keskinlik ve dürüst çatıklıkla verdi karşılığını. "Hayır Karnelyam. Hayır Nimfea." Başını sertçe iki yana sallıyordu, tüm bedeniyle reddediyordu inandığım yanlışı. Ne kadar kötü olduğundan emin değildim. Beni tanıyacak kadar iyi olup olmadığından emin değildim. O an yalnız kendini tanıyor olabileceğini düşündüm."
O kadar derinden sarsılmıştım ki gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım nehir yeşili gözlerinden. Kötü anıları silemeyeceğini iddia ederken yanılmıştı çünkü tam da buradaki en kötü anımı iyiye çevirmiş ve bunun için yalnızca dürüstçe kendi olmuştu.
Ona inandığımın farkındaydı, biliyordu ki bana yalan söylemeyeceğine artık inanıyordum; gizlediği gerçeklerin yerine hiç yalanlar koymamıştı.
"Ne kadar ince düşünceli ve çekici bir adam olduğumu mu düşünüyorsun?"
Başımı kaldırdım ki devirdiğim gözlerimi görsün, tebessümümü gizlemeye uğraştığım dudaklarımı değil. Göğsümün ortasında taştan yumuşak pamuktan sert büyük bir baskı hala varken dudaklarım gülebilse de kafamın içindeki çığlık dikkat dağıtıcıydı.
"Bu masanın üzerinde ikimize ait bir sürü fotoğraf vardı," dedim nefeslerimi düzene sokarak ona yaklaşırken. Halbuki dikkatimi dağıtmam gerekiyordu ama şimdi tümüyle o günü yeniden yaşıyordum. İhanet ettiğimi sandığım adamın yüzünü sermişlerdi önüme, sanki daha fazla acı çekmem için gerekli olanın bu olduğunu biliyorladı ve sanki kaderimi yazılmadan okumuşlardı. Kılıç'a ihanet etmiştim evet, ülkem için olsa bile... "Neredeyse her birinde sapık gibi bana baktığın için üyeler bana aşık olduğunu sanmıştı."
Masanın yuvarlak köşelerinden süzülüp ateş gibi sıcaklığıyla bana yaklaşıyordu ve bana her nasıl bakıyorsa tenimi yakıyordu. Başımı kaldırıp onunla yüzleşmeye cesaret edemedim, insanın içindeki köklü ağaçların yaprakları sallayabilen sesiyle "Öyle mi sanmışlardı?" diye sorduğunda da cesaret kavramı benden daha da uzaklaşıyordu. "Peki senin için hissettiğim şeylerin aslını bilmek ister misin?" Düşüncelerimin kaydığı yeri benden bile iyi tespit etmiş olacak ki müdahale ederken bocalamadı bile. Başımı hızla kaldırdığımda bu yüklenen cesaretten değil aşırı doz meraktandı. Ve yalnız heyecanımı onay kabul eden Kılıç konuşmaya başladığında cesaret de minik dozlarla kanıma karışıyordu.
Yanımdan geçip arkamda kalan demir yatağa ilerlediğini takip etmeden anlıyordum. Gıcırdayan yatak, ağırlığı altında ezilen şilte, adamın yerleşmek için kıpırdanırken çıkardığı hışırtılar ve inler gibi dökülen nefesini dinledim bir süre. Sonunda "Buraya gel," emri beni ona döndürdü. Yatak onu taşımakta güçlük çekse ve Kılıç'ın altında bir çocuğa aitmiş gibi ufak görünse de kolunu başının altına alıp ayak bileğini diğer bileğinin üzerine rahatça bırakıp gevşek bir pozisyonda uzanan Kılıç'a bakmak tüm gülünçlükler ve acılara rağmen nefes kesiciydi. "Gel aşkım," dedi yeniden. Sesi gözlerimi karartan arzuyu fark etmiş gibi yoğun çıktı. Yalnızca bulanık görüntüler ve uğultulu seslerle bilincim eksik biçimde saatler geçirdiğim kıytırık yatağa uzandığımda ağırlığımın bir kısmı Kılıç'ın göğsünü eziyordu, bilincim belli belirsiz geri geldiğinde sancı gibi zihnime saplanan o adamdı Kılıç o saati takip edemediğim rezil günlerde.
Parmakları dalgınca saçlarımın arasına süzüldüğünde içimi saran rahatlık ne düşündüğümü biliyor ve beni anılardan sürüklemek istiyor oluşuyla doğmuştu. "Bana en büyük hayalini söyle?" diye talepte bulunduğunda bana olan hislerini anlatmaktan vazgeçtiğini düşünmekten sorunun yanıtını zihnimde uyandırmakta güçlük çekmiştim. Yanımda tüm canlı, kanlı haliyle duruyor olsa da gözlerimi kapatmaya korktuğum için titrek bir nefes ve göz kırpışların arasında "Bir yuva," demeyi seçtim. Parmakları bir an için dondu, sıcaklığı olduğu gibi göğsümün içine işliyordu; bir an sonra yumuşak masajına geri dönmüşken yumuşak ancak pürüzlü sesi "Aynı ateşten yaratılmışız," gibi ağır bir yükü, kutlu bir zaferi andıran cümleyle kulaklarıma doldu. Heyecan, biraz da beklentiyle "Seninki ne?" sorusunu sordum, başımı kaldırıp yüzüne bakmak için duyduğum istek aldığım yanıtla kat be kat arttı.
Her zaman bir kral olmayı hayal ettiğini, işi biraz büyütüp koca bir krallık, bir imparatorluk sahibi olmayı düşlediğini varsaymıştım. Belki DYK'yi yok etmek onun en büyük hayali olabilirdi ancak bu basit lakin herkese nasip olmayan minik istek göğsümü sızlattı.
"Bir aile güzel olurdu." Fikrimi paylaştım çünkü sıkıştığımız yatakta dirseğimin üzerinde koca bir çabayla yükselip titreşen kirpikleri, şeftali tonundaki dudakları, dikildiği tavanda hayalini izler gibi bakan gözleri bana olduğum yeri unutturmuş, yanında olduğumu hatırlatmıştı, yanımda olduğunu. Burada haftalar önce sefalet içerisinde yatarken onu bir kez daha görme şansım olacağına inanmıyordum bile, görecek olduğumda ise yüzüme bakacağına imkan vermiyordum.
"İşte sana karşı hislerimin en çarpıcı olanı... Seninle bir aile kurmak istemiyorum, kuracağımı hissediyorum."
Buraya gelirken kötü anıların beni ele geçireceğinden korkuyor, Kılıç'ın yapacağı şeyin işe yaramayacağından korkuyordum. Fakat Kılıç ondan tamamen koptuğumu ve yaprağın değil ağacın rüzgarda savrulduğu sanılacak kadar şiddetli bir öksüzlük hissettiğim o anları yerle bir etmeyi yine tam aynı yerde silip atmayı yalnız bu berbat odayı benimle paylaşarak başarmıştı.
"Bazen seni omuzlarından tutup dünyanın önüne sunmak, benim olduğunu haykırmak istiyorum çünkü sana karşı hislerim beni delice bir ispata sürüklüyor. Bazen Karnelyam, seni sırtımda bir evde taşıyıp tüm dünyadan gizlemek, koruyup saklamak adına ilkel bir arzu duyuyorum. Sana karşı hislerim bembeyaz ve simsiyah..."
Sözlerinin yoğunluğu üzerime kazak gibi örülüyordu, ilmek ilmek yerleşiyor, oturuyordu üstüme ve başımı göğsüne yaşamasaydım başım sarhoşluktan yine düşerdi göğsüne.
"Aşkın kırmızıya yakın olduğunu söylerler. Ama ben senin için en temiz renk gibi hissediyorum ve en karanlık olanını."
"Güzel bir renksin." Kazağının örgüleri üzerinde göğsüne yumuşak okşayışlardan izler bırakırken elimin altında yükselen göğsü ve alçalan kaburgaları gözlerimi kapatmama yol açacak derecede güven vericiydi. Oysa odaya girdiğim ilk andan itibaren gözlerimi kırpmaktan bile imtina ediyor, yeniden tuzağa düşecek gibi diken üstünde hissediyordum.
"Öyle mi?" Alay ederken göğsü kıkırtıyla kıpırdadı. "Senin için deli olan bir adama sahipsin, tabii ki güzel bulacaksın."
"Deli olan bir adama, evet." Alaycılığının doğurduğu intikam hissiyle uzanıp çenesine dişlerimi geçirdim. Fakat buna yaptığım anda pişman olmuştum. Zevk alarak inlerken örtülü dudakları yüzünden çıkan sesin titreşimi gövdesiyle birlikte beni de sardı hemen. Deli bir adamın nelerden keyif alacağını nasıl bilebilirdim ki? O ana kadar sağlam eli saçlarımda, omzumda, kolumda gezinirken bir anda kolumun altından geçebilmek için benimle mücadeleye girişti.
Sonunda koca avcu tüm engelleri aşıp göğsümü bulduğunda olduğumuz pozisyona rağmen eliyle tartar gibi yaparak "Neden her geçen gün avcumu daha da dolduruyorlar?" diye sorarak ağzımı bir karış açık bırakmayı başardı. Naziklikle saldırganlık arasında bir noktada elini bedenimin mahrem yerlerinden silkelemekle meşgulken hızlı bir yanıt çıkmamıştı benden.
"Kilo aldığımı iddia etme şeklin çok salakça."
Eli son bir kez daha canımı yakmak ve zevk vermek arasında bir baskıyla mememi ezdikten hemen sonra çekilerek omzuma yerleşti. O esnada "Bu öyle bir iddia değil ama kilo alma ihtimalin bile beni etkilemeyi başarıyor."
Onunla çatışmaya öyle alışmıştım ki bu olmayınca ortaya çıkan arsız karakteri beni hiç azalmadan şaşırtıyor ve bu tavrı bana karşı takındığı için de ergenliğimin zirvesindeki bir kızmışım gibi bocalamama yol açıyordu. Yine de bu ahlak sınırlarından çıkmaya fazla meyilli konuşmayı sürdürmek niyetinde değildim.
"Az evvelki romantik konuşmaya devam edebilir miyiz? Hislerinden bahsediyorduk."
"Şu anki hislerim kesinlikle temiz beyazdan epey uzak."
Düşünmeden omzuna geçirdiğim tokatla yeniden inledi ve bu kez beni pişman eden acı çekmesiydi. Böyle konuşurken yaralı olduğu gerçeği aklımdan hızla çıkıyordu çünkü yaralı olduğunu ve bunun uzun süreceğini kabullenmek istemeyen koca bir yanım vardı.
Sorun olmadığını mırıldanırken saçlarımın arasındaki dudaklar ikna ediciydi. Birkaç dakika sessizlikte bu lanet odada geçirdiğim son anlara teslim olmamak için çaba harcadım, soluklarımın huzursuzca sıklaştığını hissetmiş olacak ki Kılıç yarattığı sessizliği yırtıp attı.
"Öpüşmek ister misin?" Bu salak soru beni ansızın sarsınca tırmalayan bir sesle kahkahalar atmak zorunda kaldım. Bir kral olmak için doğmuş, otuz altı yaşındaki bir adamdan gelince bu talep sevimli biçimde etkileyici oluyordu ve Kılıç amacı yalnızca beni güldürmekmiş gibi ben kıkırdarken saçlarımı okşamaktan başka bir şey yapmadı.
Kahkahalar kıkırtılara, kıkırtılara ara ara vuran alaycı iç çekişlere dönene dek beni parmaklarıyla teselliyi sürdürdü, sessizce.
"Sana karşı hislerim ne kadar devrilmez, biliyor musun?" Kahkahalarımdan hiç etkilenmeden ciddi tona geçmişti birden. "Tüm kahkahaların benim olsun istiyorum, tüm göz yaşlarınla beraber. Tüm iyi kelimelerin benim olsun istiyorum Karnelyam." Eli kolumda bir aşağı bir yukarı gidiyor, sözleri ile birlikte beni ürpertiyordu, zevkle. "Tüm güzel sözcüklerini bana ver, benimle konuş, sesin yalnız benim kulaklarıma dolsun ama tüm kötü kelimelerini de istiyorum." Araya giren sessizlik rahatsız edici olmaktan çok uzaktı, hatta sessizlikten bile. Sustuğunda az evvel sarf edilen sözcüklerin yankısını duymaya devam ediyordum, tekrar tekrar. "Sessizliğini de. Seni, tümüyle. Kusur sandığın her muhteşemliğinle. Her düşüşünle, her kalkışında aşkım bana ait ol istiyorum."
Yoğunluk can yakacak kadar derinleşti, sonu gelmez bir tuzağa adım atıp aşağı düşer gibi çekiliyorduk aramızdaki bağa. Her ikimiz de biliyorduk ki bu yoğunluk tek bir kişi için fazlaydı, hala hasta bir adamın sanrılarını tetikliyor gibi hissetmekten geri alamıyordum kendimi. Ona hasta ediyormuşum hissi derimin altına kabuk gibi yerleşmiş olmalıydı.
Sahiden de sesimle birlikte sessizliğimi de istiyor olacaktı ki onca güzel sözün ardından tek bir laf etmeme takılmadan devam ederek geçmişimi, tüm kötü anılarım, inançlarımı, yanlışlarımı bir an için silerek tümüyle onunla olduğum andan ibaret kılınmamı sağladı.
"Göğsümü ikiye yarıp seni ait olduğun yere, kalbime yerleşmek istiyorum. Bunun nasıl bir his olduğunu biliyor musun Karnelyam."
"Sanırım biliyorum," dedim dürüstçe. Bu his ona düşman maskesi taktığım o günlerde bile beni ele geçirmeyi başarmıştı çünkü.
🕑
Usturada kalan köpüğü havluya silerken Kılıç'ın havaya kaldırdığı çenesine bakıyordum. Sürekli havaya kalkan bileğimdeki büyük saat bana zamanın 15.46'da seyahat ettiğini gösteriyor, bundan tam bir saat önce uyandığımız yorgun uykuyu hatırlatıyordu.
"Bir karar verdim." Parmaklarımın arasındaki pürüzlü çeneyi hafifçe yana eğdikten sonra bu işi milyonlarca kez yapmışçasına bir özgüvenle usturayı cildinde gezdirmeye başladım. Çıkan hışırtı tehlikeli ve iç gıdıklayıcı hissettiriyordu tıpkı Kılıç gibi. Azarlamalarım sonucu ben onu tıraş ederken sessizliğe bürünmek durumunda kalan Kılıç bana kirpiklerinin arasından ısrarla bakıp sözlerimin devamını beklese de yüzünü havluyla silene dek onu merakta bırakmak hoşuma gitmişti. Cam şişedeki balzamdan birkaç damlayı avcumda ısıtırken aldığım koku keyiften gözlerimi dolduruyordu. Kılıç'ın şişelenmiş haliydi sanki ve ben de cebimde taşıma isteği uyandırıyordu. Bunu ona da söylediğimde kafasını eğip beni öpmeye çalışmak gibi vahşice bir hata yaptı. Güzel kokan ellerimi yanaklarına yerleştirip kafasını geri iterken "Neye karar verdiğimi merak etmiyor musun?" sorusuyla dikkatini dağıtmak niyetindeydim. Pürüzlü tenini olması gerekenden daha nazikçe okşayıp kokuyu cildine yayıyordum ki huysuz sesi "Neymiş?" diyerek çınlattı Serenyum'daki odamızın banyosunu. İkinci ve son durağımızda dinlenmek keyifliydi. Henüz deniz yolculuğu yapmamış olmak da keyfin bir kısmını inkar edilemez kadar oluşturuyordu.
"Tıraş olduğun günlerin en sevdiğim gün olmasına karar verdim." Şakacı ancak baştan sona gerçek bir cümle Kılıç'ın yüzünde çözemediğim ağır bir ifade oluşturdu. İnanamıyor muydu, memnun muydu ya da huzursuz? O takındığı ifade altında ezilerek sesini çıkaramayınca açıklama ihtiyacı hissettim. "Çünkü o günler iş diye tutturmuyorsun, seninle vakit geçirmek daha keyifli oluyor." Şakaya vurma kısmı yeniden gelmişti. "Ve daha güzel kokuyorsun çünkü balzamı senin kullanacağından fazla kullanıp her yerine boca ediyorum."
Başı önüne düşse de dikkatle beni izlemek dışında tepki vermek konusunda acele etmiyordu. Onu karmaşık düşünce yumağının ucunu bulmaya terk edip etrafı toplamaya başladığımda onun sessizliğinin de beni rahatsız etmediğini fark etmiştim. Usturayı yumuşacık havluyla kurulayıp kutusuna koyarken ara ara Kılıç'a dönüp bakıyordum ve sonunda kendimi tutamayarak sordum.
Sonunda boğuk bir kıkırtıyla tepki vermişti bana. "Eğer gülmeyeceksen."
Kıkırdarken lavabonun köşesindeki mermere tırmanıp ayaklarımı sallamaya başladığımda bacaklarımın arasına yerleşip kuru dudaklarını alnıma sabitledi ve güzel kokan oyken benden derin bir nefes aldı.
"Eskiden en nefret ettiğim günler hep tıraş olduğum günlere denk gelirdi." Sarf ettiği her cümle dudakları alnımdayken şekilleniyor, tüm kelimelerin aklıma kazınmasını istiyordu. "Kendi yüzümü tüm kusurlarıyla görmek zorunda kalır, tüm yansıyan yüzeylerden nefret eder, birkaç gün boyunca hassas bir çocuk gibi gizlenmek isterdim." Dudaklarını tenimde sürerek şakağımda durdu ve sıcak nefesi saçlarımın arasına çiçekler yeşeren bir tarla ekti. "Şimdiyse berbat bir ayna yerine karşımda sen varsın. Sana o kadar bakıyorum ki bazen senin kadar güzel olduğuma inanıyorum." Yeşeren, açan çiçekler bir bir solarken göğsümde acı yüklü bir kervan yol alıyordu şimdi, tüm ayaklar çiğniyordu iyi hislerimi ve bıraktıkları izlere öfke adını veriyordum. Ona bunu yapan herkesten nefret ediyordum.
Başımı iki yana sallayıp içimi ezen kervanı bir kum fırtınasında derinlere gömdüm ve lake kapıyı omzumla itip içeri daldım. Kılıç bize tahsis edilen odadaki devasa masanın arkasında oturmuş kağıtlara hayati bir dikkatle bakarken içeri geldiğimin farkında değil gibiydi. Yüzü yeniden solgunlaşıyordu sanki, belki de yarası yeniden iltihaplanıyordu. Karamsar düşünceleri zorlukla da olsa bir kenara itip önümdeki işe odaklandım.
"Bu harika yemeği yiyecek olan kimmiş?" diye çınladı sesim. Başını kaldırmaya zahmet etmeyerek abartılı neşeme karşı "Birazdan kıçına sağlam bir şaplak yiyecek olan kimmiş?" diye homurdandı Kılıç'ın huysuz sesi.
"Ben değil." Son hece uzarken ben de uzanıp elindeki kağıtları aldım ve yapmayı bildiğim, onu da layığıyla yapamadığım tek yemeği önüne bıraktım. Sonunda başını kaldırıp bana bakmasını sağlamışsam da yüzündeki huysuz ifade yeniden işine dönmesini diletiyordu bana.
"O zaman bebek bakıcılığını bırak."
"O zaman bebek gibi davranmayı bırak."
"Karnelyam," diye hırlarken bana uzanan elinden kaçarken kalçam masaya çarptı ve kasedeki çorbadan masaya sıçrayan birkaç damla dikkatimi dağıttı. Tehditkar eli ve sesi birleşerek beni kapana kıstırdığında tüm o solgun, yaralı haline rağmen kuvveti baş döndürüyordu. Bileğimi kurtarmaya çalışmalarımın başarısızlıkla sonuçlanacağını anladığım an taktik değiştirerek kucağına bıraktım kendimi. Eli bileğimden belime indi anında ancak huysuz ruh hali hiç değişmedi. "Seni uyarmak yerine doğrudan cezaya-"
"Öpüşelim mi?" diye kestim sözünü ani bir telaşla. "Belki özlemişsindir."
Yeniden "Karnelyam," dediğinde bu kez olumsuz hislerden eser yoktu. Çenesini kaldırmış onu öpmemi beklerken gerilen kasları yüzünden dudakları aralık duruyordu ve öpülesi.
"O zaman önce yemeğini ye." Ve kendi topuğuna sıkmak deyimini canlı kanlı yaşamama neden olmuştum böylece.
Tahrikle dolu sesi "Derhal," kelimesiyle gürlerken başımı eğip dudaklarımızı sertçe birleştirmişti. İşte, kazdığı kuyuya düşmek deyimi de biraz bu anın içinde benim aleyhime gizliydi sanki. Gücüne ve ansızın çarpan şehvetine karşı koymak için önce dudaklarından beslenip güç toplasam da yeterli gelmedi, ne onu uzaklaştırabiliyor ne ondan uzaklaşabiliyordum fakat sıcak ağzında eriyip gitmemek için yine de savaşmak zorundaydım. Benim yerime savaşı sonlandıran yine oldu.
"Mmm leziz bir yemek aşkım." Arsız, ıslak dudakları benimkilerin üstündeyken sürdürdü konuşmasını ve bu yeni bir savaşı başlattı. "Bir tabak daha?"
İki elimde sağlam omzunu itiyordu ondan kurtulmak için ve o sanki bunu tatlı bir meydan okuma olarak görüyordu. Dudaklarını dudaklarıma sürtüp 'yeni bir tabak' beklese de bu kez karşı koymayı başarabilmiştim.
"Yapmayı bildiğim tek yemeği yemekten sıkıldın demek."
Alıngan tutumuma karşı dişlerinin arasından onaylamaz bir tıslama koyverdi Kılıç.
"Senin hiçbir şeyinden sıkılmadım." Tatlı olması gereken tümce sert ve hoyrat biçimde sarf edilince ürkütücü bir etki bıraktı tenimde. Bu sert tutumu destekleyerek güçlü tek kolu ile beni havaya kaldırırken kendi de sandalyesini itiyor ve ayaklanıyordu. Ben henüz ne amaçladığını anlayamadan ikimizin de ayakta durabildiğinden emin oldu ve parmaklarını bileğimin çevresine altın bir bilezik gibi sararak kapıya yönlendirdi ikimizi.
"Buraya gelmişken yapacak işlerimiz var."
"Kılıç!" Şaşkın bir feryat koparmamdan etkilenmeden kapıyı açsa da geri dönmek için onu zorlamak istemiyordum, bunu yapamayacağımızı anlayabilsin istiyordum. "Buraya işle ilgilenmeye gelmedik. Burası bir durak noktası unuttun mu? Sen iyileştikten sonra yapamaz mıyım tüm o işleri?"
Sözlerim onu ne duraksatmış ne de bana dönmesine yaramıştı. Güçlü tutuşu güçlü adımlarına eşlik ediyor, bizi Serenyum Saray'ının altın işlemeli duvar kağıtlarıyla döşenmiş abartılı dekorasyona sahip koridorlarından geçiriyordu, tıpkı bir kral gibi, tıpkı bu sarayın hükümdarıymış gibi.
"Endişelenme Nimfea, bu sandığın türden bir iş değil."
En azından kafasının içindeki talaşları bir kenara itip beynine ulaşabilmiştim, kaçak bir rahatlama soluğunu serbest bıraktım ne yapacağımızı sormadan hemen önce.
"Göreceksin," dedi yalnızca ve dakikalar boyunca nefeslerimizin yankısını abartılı biçimde duyabileceğimiz ıssız katlara inip durduk. Bebek bakıcılığı istemiyor, ne zaman düşünceli davransam diş çıkaran huysuz bebek şekline bürünüyordu, tam da bu yüzden ona yeniden nereye gittiğimizi, ne halt ettiğimizi soramıyordum. Fakat devasa sarayın merdivenlerini indikçe koridorlar daha az şık daha fazla iç karartan sade bir hal alıyordu. Bu öyle bir sadelikti ki kötü ruhlara ait bir saraydı da sırf göz boyamak için gözlerin sık gördüğü yerler bunaltacak derecede süslenerek dikkat dağıtmayı amaçlıyor, alt katlar ise maskelerden birer birer kurtuluyordu. Sarayın kötücül kalbine indiğimizi anladığımda önümüzde paslı bir demir kapı belirdi; yerden duvara uzanan, daha görmeden bile etrafa o berbat demir kokusunu saçan, parmaklıkları arasında tehlikelere ev sahipliği yapmış zindanı gizleyen kapı ve ortamda nerede estiği belirsiz bir esinti ile titreşen duvar meşaleleri tüylerimi diken diken etti. Okuduğum peri kitaplarında zalim kralların saraylarındaki zindanların tasviriydi burası, sanki bilinçaltımdan kanlı elleriyle çıkmış, bir anda karşıma fırlamıştı.
"Kılıç." Sanki taş duvarların arasından esen bir nefes varmış gibi daimi uğultu sesi bir canavara aitmiş de sesim onu uyandırabilirmiş gibi siniktim her anlamda. Fark etmeden Kılıç'ın koluna yanaşmıştım bile. "Burada ne yapıyoruz."
Zihnindeki şeytanlar onu uykuya yatırmış olmalı ki sorumu duyduğunda irkilip bana döndü, yüzünde kafa karışıklığının mikro izleri vardı ve ben neden benimki gibi korku olmadığına şaşıyordum.
"Aşkım endişelenme." Nazikti, iki elim sağlam koluna yapıştığı ve öteki eli bir süreliğine -belki de sonsuza dek- işlevsiz olduğu için beni yatıştırmak için avcunu yüzüme koyup teselli edemedi. Ancak sıcak alnını alnıma yaslayıp aynı ısıdaki tatlı nefesiyle yüzümü yalayarak teskin etti. "Burada senin için bir tehlike yok. Yalnızca sana göstermek istediğim şeyler var."
"Burada bana gösterebileceğin ne olabilir ki?" Aslında şakacı bir yanıt vermesini bekliyordum sahiden teskin edilebilmek için, zihnimde yüzlerce kötü senaryo dönerken ve her biri de Kılıç'ı içerirken burada olmak konusunda gevşeyemezdim. Kılıç tüm beklentilerimi kumdan bir kaleymiş gibi yıktı, üzerini çiğnedi ve iyiden iyiye tedirgin olacağım kederle karışık alışmış bir tavır takındı. "Çok şey."
Ona yeniden soramadım, o da bana açıklamak için hevesli değildi; beni kendi şeytanlarımla uğraşmak zorunda bıraktığında bunun farkında bile değil gibiydi.
Kapı uzun bir zamandır yerinden oynatılmamıştı belli ki, Kılıç ayakkabısının ucuyla parmaklıkları itti ve çıkan korkutucu sesle birlikte etrafa ince bir toz saçıldığında midemde olan her şey boğazıma yükselmek üzereydi. Bir an için açılmayan kapıyla umutlanarak geri dönüp burayı tarihe gömeceğimi düşünsem de Kılıç elini elimden söküp cebine ittiğinde umutlarımın boşa çıkacağını henüz eski bir anahtar tomarını çıkarmadan önce bile anlamıştım.
Anahtarı çevirse bile kapı, altındaki taşa gömülmüş gibi hareket etmedi önce, Kılıç alnında ince bir terden tabaka oluşana kadar sertçe ittiğinde ürkütücü kapı kendine uygun sesle açıldı, duvarlar o gürültüyü yutmakta zorlandı ve ben korktuğumu kuş gibi çırpınan yüreğimi okşayarak kabul ettim. Karanlık ormanlar beni korkutmazdı, yüzünde kötülük akan tehlikeli bir adam geri adım attıramazdı bana, oksitli bir kapıdan korkmak Güneş ve Dünya arasındaki mesafe kadar uzaktı, eski bir zindan dizlerimi titretemezdi. Şimdi ise deli gibi korkuyor, Kılıç duvardan aldığı meşale ile kapının arkasındakileri yaka yaka ilerlerken sırtında gerilen kazağa tutunuyordum; içerisi pas ve toz, kan ve kül kokuyordu ve korkuyordum. Çünkü korktuğum burada yitip giden çığlıklardı, bu izbe yerde birkaç ömre yetecek ızdırabın kesif kokusu vardı.
İki yanı sayamadığım hücrelerle dolu koridorun sonuna kadar yürüdük, ben bunu tercih eden olmasam da yürüdüm. Aynı anahtar tomarını kullanarak içi ölüm kadar karanlık hücre parmaklıklarının kilidini açmadan önce meşaleyi tutmam için bana veren Kılıç'tan gözlerimi ayırmadım. Konuşmaya çekiniyor çünkü burada huzura kavuşmak üzere gayba karışmış ruhları rahatsız etmek istemiyordum, birilerinin bu kan donduran yerde bir geçmiş heba ettiklerine emindim.
Nazik kral parmaklıkları sonuna kadar açtığında arkasındaki duvara çarpıp tok bir ses çıkarmasına neden oldu. Bana dönüp meşaleyi elimden alırken his ve düşüncelerimin gürültüsüne gözlerini kırpıyordu sanki Kılıç, sonra alnıma uzun bir öpücük kondurdu gücünü hissettirircesine. "Korkma bebeğim, ben buradayım ve başka kimsenin gelmeyeceğine emin oldum."
"Bir başkasının sarayında bile sözünü geçirebiliyorsun demek ki." Bu espri girişimi acılı ruhların bile bir nebze gevşemesini sağlamıştı. Belki de Kılıç'ın rutubetli zindandaki tüm meşaleler tüm güçleriyle yanmış gibi odanın aydınlanmasına katkı sağlayan parlak gülüşünün etkisiydi, nedeni umurumda değildi, sonuçtan memnundum.
"Bir başkasının sarayı değil Karnelyam." Meşaleyi birkaç metre genişliğindeki bunaltıcı derecede ufak hücrenin duvarına yerleştirdikten sonra gözlerimi içeride gezdirirken duyduğum tiksinti sözlerini algılamamı engellemişti. "Kısa bir süre sonra kesinlikle olmayacak."
Gri, belki de kirden rengi bambaşka olan, koca deliklerle kaplı bir battaniye duvara ekli taş bir yatağın üzerinde duruyordu, bu dar alandaki koku daha yoğun, daha küflü, daha asidikti. Metalik koku biraz paslı kapıları biraz kuru kanı andırıyordu.
"Bunu sonra konuşuruz, buraya gel."
Midemdeki safranın burayı terk edip kaçıp gitmek niyetiyle boğazıma yükselmesi tüm duyularımı aksatıyordu. Gözlerimi kırpamıyor, yutkunamıyor, biraz az duyuyor, aldığım kokuları birbirinden ayıramıyordum. Görüşüme giren tanıdık ele tutunarak taştan yatağın birkaç santim ötesinde durana dek yürüdüm. Duvarda sayısız iz vardı. Kazınmış şekiller, harfler, kelimeler, semboller. Kılıç meşaleyi yeniden eline alıp duvara yaklaştırana dek benim için hiçbir şey ifade etmeyen duvar, üzerindekileri okuyabildiğim burnuma darbe almışım gibi yüzümdeki her kası zonklatarak gözlerimi doldurdu.
"Burada kaldın mı?" Kendi sesimi duymadım; bu kez duyularım körelmişti, sebebi ise yalnız gözlerimin çalışabilmesiyle ilgilenen beynimdi. Duvara kazınan sembollerin arasında kendi adımı, soyadımı gördüğümde hissettiğim korku bir anlam kazanmıştı. Buradaki hayalet Kılıç'a aitti, benim olana. "Lütfen hayır de."
"Arkan Seren'in garip bir terbiye anlayışı vardı." Zorlukla duymuş olsam da sesinde hüzne rastlamadım. Gözlerimi zorlukla ayırdığım duvar beni yeniden kendine çekse de Kılıç tüm zaaflardan daha güçlü varlığıyla yanımdayken ona bakabilmiştim. Yüzünde biraz bile iz yoktu duygudan.
"Seni cezalandırmak için buraya mı kapatıyordu Kılıç?"
Başı iki yanına sallanırken, kolu bir sargı ile işlevsizce göğsüne yapışıkken, acıdan doğmuş bir zindanın içinde geçmişi yatarken inanılmaz güçlü görünüyordu. "Ceza değil, hayır," dedi dönüp duvara bakarken, eski bir dostun mezar taşına bakar gibi. "Bu bir terbiye yöntemiydi. Nefis terbiyesi. Tek bir hedefim olduğuna dair etkili bir ders, bir hatırlatma."
Kanımın donmasına neden olan bu yer değildi, az evvel Kılıç'ın söylenmemiş sözlerinin farkındalığıydı beni mahveden, şimdi de söyleyip kurtuldukları.
"Bir çocukken?" Bir soruydu. "Bir çocukken," oldu yanıtı.
Ellerimi dizlerime dayayıp öğürdüğümde, safra damağımda tadını bıraksa da yere düşmemek için çabaladığımda müthiş biçimde güçsüzdüm fakat ilk kez insani boyutları aşacak kadar güçlü olmayı diliyordum. Kılıç'ın geçmişindeki lekeleri silebilecek kadar güçlü ve iz bırakan herkesi yok edecek kadar.
"Geçti aşkım," diyordu kanıma karışan acının sahibi. "Geçti bir tanem, nefes al." Beni kahredenin tam da 'geçmiş olması' olduğundan bihaber, teselli ediyordu. Nazik kralımın zorlu yollardan geçtiğinin farkındayım fakat bu yol değildi tahmin ettiğim, olmasını umduğum... Burası bir yol değil bir kapandı, Kılıç vahşi bir hayvan gibi kafese kapatılmış ve terbiye edilmişti. Neden mi? Tatlı bir soru...
Geçmişin güçlü kolları onu benden ayırabilirmişçesine gövdesine bastırıyordum kendimi, kolunu sıkıca sırtıma sarıp teselli sözcükleriyle acımı dindirmeye uğraştıkça onu harladığının farkında olmayan adamın göğsüne sızıyordu kordan hallice göz yaşlarım.
"Onu öldüreceğim." Kendimden geçmiş, Kılıç'a karışmış olmalıydım ki gözlerimi açıp başımı göz yaşlarımla ıslanmış göğüsten çektiğimde adamın kucağında olduğumu gördüm. Delik deşik eski battaniyenin üzerine oturmuştu ve sert bacak kasları altındaki taşın soğuğundan beni koruyordu. Omzuna dikkat ederek boynuna sarıldım. Duvardaki adımla göz göze geldiğimde yeni bir öğürme refleksi dayandı kapıya, onu savuşturup gözlerimi bir çocuğun nefretle kazıdığı kelimelere diktim. Sanki bu eski acısını paylaşabileceğim anlamına geliyordu, bunu öyle çok isterdim ki.
"Burada seni düşünmeden geçirdiğim bir saniye bile olmadı." İşte beklediğim keder şimdi oradaydı, çektiği acıdan değil beni nefretle tanımasından keder duyuyordu. "Uyuduğumda bile buradaydın. Rüyalarımın," diyerek kendi sözünü kesti ve çok beklemeden doğru sözcükle devamını getirdi acılı cümlenin. "Kabuslarımın hepsinde vardın. Burada uyumak seninle uyanmak demekti. Sana duyduğum nefretle. Önceleri bana hep buraya tıkılmamın nedeninin sen olduğu söyleniyordu. Sen bana ait olana sahiptin, bense bir başkasının sarayındaki hücreye. Beni inandırdılar Karnelyam, düşünüp doğruyu görecek kadar özgür değildim, yemin ederim. Eğer biraz bile kendimle, boğazıma tıkılan yalanlar olmadan tek bir an yaşayabilseydim nefret edilmeyi hak etmeyen masum biri olduğunu anlardım. Bir aptaldım, kulağımın ardında hep bir ses vardı, öyle ki kafamın içindeki sesin yerini bile o ses almıştı bir süre sonra."
Sözleri önce kaburgalarıma saplanan bıçaktı, sözlerin arasına ektiği, zorlanışından doğan soluklar, sessizlikler, boğaz temizlemeri ise bıçağın kemiği aşıp yüreğimi kazımasına neden oluyordu. Duyduğum tiksinti ne onunla ne benimle alakalıydı ve şu an ne olursa olsun söz konusu olan benim hislerim değil tümüyle Kılıç'tı. O yüzden kolumu boynuna sıkıca sardığımdan emin olduktan sonra parmaklarımı onunkilerin arasına geçirdim, elinin üstünü dudaklarıma bastırdım, aslında ağzımı açmamak içindi bu fakat yaptığımı sandığı, sert tenine öpücükler dizdiğimdi.
"Serenyum zindanında... Buradayken hep hayaller kurardım, bazen kral olduğumu, bazen de çıkıp oyun oynadığımı, bazen babamın beni almaya geldiğini, bazen annemin bana sarıldığını hayal ederdim. Sen olmasaydın kendi sarayımda olacağıma inanıyordum o zamanlar ama daha da kötüsü ailemle olacak günler olduğuna inanıyordum. Senin masum minicik bir kız olduğunu anlayamıyordum aşkım."
Elinin üzerine düşen yaş benimdi, onu yumuşakça yüzüme yayan da yine o eldi.
"Ağlaman için anlatmıyorum bebeğim, beni anla diye tüm bunlar. Şimdilerde ne zaman o sesi kafamın içinde duyar gibi olsam yanıldığını kanıtlamak için daha da derinlerime çekiyorum seni, öyle seninle kaplanmak niyetindeyim ki hiçbir ses yer bulamasın bende..." Burnunu eğip benimkine sürttü yumuşakça, kucağında yığılmış durumdaydım ve yine yaraları olan oyken teselli eden de oydu. "Sana olan tutkumu hastalık olarak gördüğünü biliyorum ama bil ki o şey beni iyileştirendi. Senin yüzüne bakarken iç geçirmediğim tek bir sefer bile yok çünkü sen sana olan nefretimi geldin ve zehirli bir sarmaşık gibi söküp attın. Bir başkası zehirlemişken, sen o zehri sökmüşken bana sadece senin için savaşmak kalıyor. O zaman çocuk olmanın ne olduğunu bilmiyordum, tüm o ekilen nefretle ne yapacağımı bilmiyordum ama şimdi biliyorum. Sen benim savaşımın zaferisin Karnelyam. Seni buraya getirdim çünkü buraya adını nefretle kazıdığım duvarlar da seni görsün istedim. Nefreti hak edenin o, eken olduğunu bu duvarlara da öğrettim senin sayende. Bu duvarlar senin düşman olmadığını öğreniyor bugün."
Her ne kadar ağlamamı istemese de son sözleri dizginlerin elimden yitip gitmesine sebep olmuştu. Bir çocuk gibi kontrolsüzce ve bağırarak ağlarken Kılıç'ın nefret dostu bu duvarlar hıçkırıklarımı yansıtıp kulaklarıma geri döndürüyordu. Tam da onun bahsettiği gibi nefret ediyordu bu duvarlar benden, sanki tam da onun istediği gibi benden intikam alıyorlardı parçalanışımın izlerini kulaklarıma doldurarak.
"Ağlama sevgilim," dedi o nefretle bildiği çocuk kadar küçükmüşüm gibi nazikçe. Kollarımı omzuna sarmadan önce elimin içindeki elini belime yerleştirdim. Gözlerim yaşlarla bulansa bile görüyordum duvardaki adımı ve Kılıç'ın hak etmediği acıyı.
"Senden hiç nefret etmedim Kılıç." Bunu aklına kazıması gerekiyordu, sürekli beni yanlış tanıdığı o günleri telafi etmesi gerekiyormuş gibi bana karşı mahcubiyetle yaşamaması için. "Etmeyeceğim de." Korkunç biçimde çatlayan sesim, üstüne bir de boğuluyormuşum gibi çıktı fakat Kılıç'ın ensesindeki saçları parmaklarımın arasında sıkıştırarak ona tüm gücümle tutunduğum için onun sesi de boğuk çıkıyordu, üstelik acıyla.
"Biliyorum bebeğim, biz karşı karşıya gelemeyecek kadar biriz, sen de bunu bil. Ne Arkan Seren ne Kamer Mahver ne de dünyanın tüm kötüleri bizi gerçek birer düşman edebilir. Çünkü buna asla izin vermem. Ne olursa olsun."
Şiddetli iç çekişlerim ikimizi de sallarken bir de sertçe başımı sallayarak sarstım bizi çünkü onu onaylamazsam ölürdüm. "Ben de izin vermeyeceğim."
Ve Kılıç ömrümde yaşadığım en, en ama en ağır anın yükünden birden sıyrılarak beni geri çekip kolunun üzerine yatırdığında kirpiklerimi kırpıştırmaktan başka bir şey yapmaya vaktim olmadı.
"Bu kelime..." dedi resmen hırlayarak, dudaklarını olabilecek en sert baskıyla benimkilerle birleştirmeden önce. "Senden duymak beni delirtiyor."
Bu kadar ani his değişikliğine bedenimin ayak uyduramadığı ortadaydı. Kirpiklerim ıslak, göğsüm acılı hıçkırıklarla tıkanmaktan sancı doluyken kasıklarımda patlayan havaifişek misali zevkle birlikte tek sağlam kolun üstünde pelteye döndüm. Fakat Kılıç'a asla dur demeyecektim. Duvarlara kanıtlamak istediği daha pek çok şey vardı belli ki ve ben ona engel olacağıma ölümle yüz yüze gelmeyi tercih ederdim.
"Bana tutun ki aşkım tek sağlam elimle sana dilediğimce dokunabileyim." Müthiş bir itaat ele geçirdiğinde beni iki kolumla boynuna asılıp başımı geri ittim. Ekilmeye hevesli bir tarla gibi her zerremi beni güzelliklerle yeşertecek nazik kralıma açıyordum. Onun düşmanı olduğumu sandığıma inanamıyordum, çocukluklarımız birbirimize düşman olalım diye yanlış fikirlerle donatılmışken iki iğrenç başrolün hayatımızı ele geçirdiğine inanamıyordum. Kılıç'ın iradesi şimdi bile delice etkiliyordu beni, beni krallığa onu başkanlığa düşman etmiş hayatlarımızda bir zindanın karanlığından çıkıp beni aydınlığıyla kuşatmayı başarmıştı. Ve babamdan nefret ediyordum. Bu bir çocukça histen doğmuyordu, ondan nefret ediyordum; beynim bir oyun hamuruymuş gibi ona şekil verdiği için, ablam adına mücadele etmeyip onu koruyamadığı için, beni ilk kurşunu sıkan bir günahsız gibi öne sürüp günahkara çevirdiği için, annemin yaşanacak güzel günlerini zehirle donattığı için. Toplantı gününden sonra ona ne olduğuna dair ne merakım ne bilgim olmuştu, belki ölmüş belki bir şeytan gibi boynuzla uyanmıştı ama biliyordum ki uzattığı boynuzlar dünyanın çeperlerinden taşacak kadar büyüse bile bir daha bana uzanacak kadar büyüyemezlerdi.
"Çıkar şunu," diye resmen bir öfke ile kükreyen Kılıç'ın nasırlı eli etimi yoğuruyor, dişleri gömleğimin yakalarını çekiştiriyor ve beni ana döndürüyordu. "Yaranın iyileştiğini görmek istiyorum," dedi geri çekilip bana bakmadan önce köprücük kemiğimin üzerine sıcaklığını bırakarak.
Onun krallığındaki yegane vatandaştım sanki ve kralım beni memnun etmek istiyor, bense onu daha da yüceltmek istiyordum. Aceleyle düğmeleri çözmeye giriştim, Kılıç'ın dudakları boynumdaki kolyeyi bulduğunda etrafın benden saçılan bir ışıkla aydınlandığına yemin edebilirdim. Kolyeme eklenen yeni inci dikkatini çekmemiş olabilirdi ama ben ona yine de gösterme hevesiyle dolup taştım bir anda.
"Afelya incilerin yalnız görünmemesi gerektiğini, benim bir inciye benzediğimi söylemişti biliyor musun? Bu kolyedeki yalnız inci gibiydim bana verdiği zamanlarda." Soluk soluğaydım, dili köprücük kemiğimi okşarken mantıklı düşünmek zorundaydım. Bu yüzden de çenesini buldum yüzünü karşıma çekebilmek için. Odağını yitirmiş, vücudumla ağza alınmayacak şeyler yapmayı düşünür haline rağmen yine de sözlerimi dinlemeye ve anlamaya çalışıyordu. "Şimdi değilim Kılıç." Diliyle nemlenmiş iki inciyi tuttum ki sözlerimin şekil aldığı resmi görebilsin. "Bana bu kolyeyi verdiğinde tek bir inci vardı, o inci bendim. Yalnızdım ve arkadaşım yanına yeni inciler eklemem gerektiğini düşünüyodu." Benim kadar hızlıydı solukları, çok küçük bir an onun yaralı bir adam oluşu beni endişelendirmiş ve susmam gerektiğini düşündürmüştü fakat bana sevgilim diyen Kılıç'ın sözlerine bu kez sonuna kadar inanacaktım. Vücudunda ne kadar zehir olursa olsun panzehiri bendim. "Ben de ekledim. İkinci inci sensin, diğerinin ve uzun zamandır yalnız başına boynumu süsleyen incinin hemen yanındaki... Sensin."
Onu şehvetli halinden sıyırmak kolay bir meziyet değildi, fakat arzulu öfkesi her ağzımı açtığımda şekil değiştirirken bunu başardığımı görüyordum. Tutkusu boyut atlıyor, kaybolmuyor, artıyordu ve beni can kulağıyla dinliyordu şimdi.
"Bu iki incinin yanına yenilerini de ekleyeceğim çünkü asla yalnız olmayacağız... Aslında sana bunu yirmi bir kasımda, havalı bir iç çamaşırı takımıyla göstermeyi planlıyordum." Omuz silkerek kendi ellerimle yarattığım yoğun bakışların etkisinden kurtulmaya, şaka yaparak havayı yumuşatmaya çalıştım ancak Kılıç'ın hayali zincirleri çok gürültüyle sallanıyor, kopmak üzere tehlikeli bir ses çıkarıyordu. "Ama kötü anıların yerine iyisini eklemek gerek. Senin söylediğin gibi. O yüzden de tam da burada paylaşmanın iyi olacağını düşündüm..."
"Yanına yenilerini ekleyeceğiz?" Nedense bu cümlemden sonrasını duymamış gibi davrandı. "Bir aile gibi mi?"
Huzursuzca kucağında kıpırdandım çünkü biraz yanlış anlaşıldığımı hissetmiştim. Yeniden omuz silktim onu da kendine getirecek kadar yoğunluğun azalmasını beklerken.
"Bir aile, arkadaşlar, mutlu bir halk... Hiçbiri olmasa bile bu ikisi yan yana kalmayı sürdürecek. Biz. Sürdüreceğiz."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.6k Okunma |
2.39k Oy |
0 Takip |
45 Bölümlü Kitap |