
Bahçede kaçıncı turumdaydım bilmiyorum ama düşüncelerim asla değişmiyordu. Aklım dün gece Asil’le olan konuşmalarımızdaydı.
Beni kardeş olarak görmüyordu ama neydim ben onun için? Gökçe. Gökçe. Senin de sıran gelecek, Rosa.
Telefonum çaldığında aslında açmayacaktım ama sesi beni ilk saniyeden rahatsız edince çıkarıp açtım. “Efendim?”
“Başkan hepimizi çağırıyormuş. Senin için diğer telefon sıkıntı olur diye buradan aradım, sormadan söyleyeyim.” Tam soracaktım.
“Niye çağırıyormuş?” Birkaç saniye sessizlik oldu.
“Eğer ona sorsaydım şu an seni arıyor olmazdın herhalde, Umay.”
“Tamam. Geliyorum birazdan,” Kaşlarım çatıldığında adımlarım durdu. “Sen İstanbul’a ne zaman geldin?”
“Yeni geldim. Gel hadi seni bekliyoruz.” Telefonu kapatınca yukarı çıktım ve üzerimi değiştirdim. Aşağı inerken kabanımı giyiyordum. Tam ayakkabılarımı giymiş çıkarken arkamdan duyduğum ses kapıya uzanan elimi durdurdu. “Nereye, Alpagu?”
“Ankara’da olmasam bile işime devam ediyorum, Soykar. Beni kaçıran adamın haberi var, sorun mu senin için?” Dudaklarını büzdü ve başını iki yana salladı. Üzerinde siyah bir gömlek ve kumaş pantolon vardı. “Tabi ki değil. Hatta ne yap biliyor musun? Her şeyini alıp git, bir daha da gelme. Nasıl fikir?”
Düşünür gibi dudaklarımı birbirine bastırdım. “Hiç beğenmedim. Asil de beğenmez büyük ihtimalle zaten.” Çenesini sıktı ve bir adım daha yaklaştı.
“Kardeşimi öldürdünüz madem, yaşıyor gibi Asil deyip durma. Yarasın, Dilge.” Yarasın, yarayı açansın.
Bende geri durmadım ve yangına bir odun daha atarak harlanmasını sağladım. “Kardeşini ben öldürmedim ama yaşatacağım, Algan. Sende beni göndermek için plan falan yap, görüşürüz.” Son cümlemi söylerken umursamazca onu süzdüm.
“İllaki.” dediğini duydum en son çıkarken ve kapıyı kapatıp arabama yürüdüm. Bahçeden çıkıp dün gittiğim yollara girdiğimde telefonumu kapattım, torpidodaki telefonu çıkardım. Ana yoldan çıkıp ara sokağa girdiğimde arkamdaki araçta döndü. Tekrardan başka bir sokağa daha söndüm yolum olmamasına rağmen. Ve evet, takip ediliyordum.
Doğu’yu aradım ve telefon saniyesinde açıldı. “Takip ediliyorum, biraz gecikeceğim. Siz başlayın.”
Birkaç saniye sessizlik oldu. “Başlayamayız. Başkan özellikle seni bekliyor. Rosa ve ekibi de içeride.” Ara sokakta çok fazla hız yapamıyordum ama ana caddeye çıkarsam izimi kaybettirme olasılığım fazlaydı. “Gelince ağzıma sıçacak, bilmiyorum sanki!”
Ana caddeye çıktım ve ani bir şekilde karşıdaki ara sokağa kırdım. Arkamda kalan araçta aynı şekilde döndü. Işıklara kadar son sürat ilerlediğimde tam ben geçtikten sonra kırmızı yandı ama araç aynı hızda devam etti. Hızımı düşürmeden başka bir ara sokağa döndüğümde artık ağaçlık alan görüş açımdaydı. Aynadan baktığımda araçla aramda mesafe olduğu gördüm ve başka bir sokağa girip tekrar ana yola çıktım. İzimi kaybettirmiştim ama yolumu uzatmıştım ve Başkan delirecekti. “Herkes gelmedi zaten daha, sakin ol.” Kapattım telefonu yüzüne. Sakin ol diyordu bir de!
Tekrar aynı yere dönüp şehir dışına yakın bölgeye çıkmak kolay olmadı. Yirmi dakikalık yolu kırk dakikada bitirdim ve kırk dakikanın sonunda binanın önünde indim. Hızla asansöre binip -3’e bastım. Toplantı odasının kapısı hala açıktı. Benim girmemle kapatıldı. En son ben gelmiştim. Sanırım yine…
“Kusura bakmayın, geç kaldım biraz başkanım.” U şeklindeki masanın ortasında oturduğu koltuğunda arkasına yaslandı ve ellerini masanın üzerinde birleştirdi.
Şeytan kulağıma fısıldadı.
Bir gün orada ya sen oturacaksın ya da oturulacak bir koltuk bırakmayacaksın, Umay.
Hiç susmuyordu ama ona hak vermiyor da değildim.
Rosa’yla göz göze geldim. Sarı çiyan. “Fallon, toplantıdan sonra konuşalım.” Ve bakışmamız başkanın sözüyle kesildi. Başımı salladım ve yerime geçtim.
“Hanginiz başlamak istersiniz?” dediğinde Rosa’ya baktım ve elimi hafifçe kaldırarak ona öncelik verdim. Gülümseyerek kalktı ve başkanın karşısına geçti. “Öncelikle başkanım, Karga’ya olabildiğinde bireysel olarak yakın duruyorum,” gülmemeliydim. Bireysel yakınlığının başkan da ben de ekip de farkındaydı. Bana döndü gözleri birkaç saniyeliğine. “Ama Fallon benim görevime hangi hakla karışıyor, kendisine sormak isterim baş-”
Masum rolleri kesip başkana beni ispikleyecekti. Ama başkan zaten biliyordu. “Benim verdiğim hakla, senin için sorun mu bu Rosa?” Sanırım ilk kez benim yanımdaydı. Olması gereken bu zaten, Umay.
Gerçi örgüt aileden bağımsızdı.
Rosa afalladı. “Üzgünüm, başkanım. Ben bilmiyordum, görevden alındık mı?”
“Bu güne kadar kim görevden alındı, Rosa? Sen Gökçe’ymişsin, Fallon Umay. Hanginiz yaparsanız yapın. Bana sonuçlarla gelin yeter, demiştim. Ama sen aylardır bir sonuç alamadın.” Gökçe’ymişsin. Başkanın bu sözü bile yetti Rosa’nın mıhlanıp kalmasına. Görevlerde yazdığımız raporları başkana sunup gidişatı gösterirdik ama Rosa birkaç detay atlamıştı ve bu detayları başkan kendisi öğrenmişti. Öğreneceksin, Rosa. Yavaş yavaş öğreneceksin.
“Haklısınız, başkanım. Bağışlayın.” Başkan devam etmesini istediğinde Rosa birkaç şey daha anlattı ama pek dikkat etmedim. Zırvalıklardan ibaretti.
O oturunca ben konuşmaya başladım. “Soykar’ın beni kaçırması planlarım arasında yoktu ancak işime geldi. Onların eline kendimi gerekirse yem olarak da atarım ama bana güveniyorlar. En azından Umay’a.” Arkama yaslandım. Gözlerim başkana döndü.
“Ferit Kıran’dan şüpheleniyorlar. Doğu’yu kullanarak bilgi alacaklar elbette. Hepimiz orada olacağız, yalnızca ben değil. Her şeyi takip edeceğiz. Ekstrem bir olay olursa bildiririm. Şu anlık benden sadece Algan şüpheleniyor ama diğerlerinden de emin değilim. Dediğim gibi güveniyorlar. Ters bir hareketlilik yok.” Her şeyi anlattım. Toplantı süresince karşımda oturan Rosa ve ekibi hangi ara olaya dahil olduğumuzu bile anlayamamıştı.
Biz böyleydik. Hayalet derlerdi örgütte bize ama sanırım bazıları henüz kavrayamamıştı.
Herkes toplantı bittiğinde çıktı ama başkan ve ben kaldık. Oturduğum yerden kalkmadım. O da bana bakmadı. “Benim için ne kadar değerli olduğunu biliyorsun, değil mi?”
Biliyorum, en iyi silahınım. Kızınım bir de ama önemsiz bir detay.
“Biliyorum,” dedim sadece.
“Ona göre davran o halde. Dikkatsizsin, duygular demiştik ama sen bunun bilincinde değil gibisin.”
“Sadece yakın davranmaya çalışıyorum, güvenlerini kazanmak için.” Ayağa kalktı. Örgütteki bir kuralda, başkan ayaktaysa kimse oturamazdı. Ama ben bu kurala dahil değildim. En azından ne olursa olsun yapmamıştım ve başkan da benden bıkmıştı artık. Aslında örgütteki hiçbir kural beni bağlamıyordu. Ben kukla değildim, askerdim. Ve askerler bir gün komutan olurdu.
“Aklını topla, kalbin önemli değil. Elin boş gelirsen,” durdu. Kapı açıldı. Cümlesine devam etmedi. Çıkıp gitti ama ben cümlenin devamını biliyordum.
Buradaki herkes bana torpil diyordu bir vakte kadar ama bilmedikleri çok şey vardı. Onlar buraya tırnaklarıyla kazıyarak gelirken ben tırnaklarımı sökerek gelmiştim. Aslında zorunda bırakılmıştım ama her şeyin bir zamanı vardı ve zamanı geldiğinde yapılanların karşılığını verecektim misliyle. Borçlu kalmayı sevmezdim.
Odadan çıktığımda ekip kapının önünde bekliyordu. Ne ekibi diyeceksiniz. Doğru, çok hızlı bir girişti. Biz örgütte tutulan en önemli ekiptik. Saklı bir kutuyduk. Görevler bittiğinde bile sonuçlarını çekenler bizi bilmezdi. Beş kişiydik ve örgütteki herkes gibi her birimizin anlamları olan kod adları vardı, kimse özel hayatlarımızı bilmezdi. Ekip liderleri olmama rağmen ben bile bilmiyordum. Ama bir tek benim hakkımda bilinen bir şey vardı.
Ben başkan tarafından deşifre edilmiştim ceza olarak. Ama başkan bunun kendisi için de sonuçları olacağını tahmin etmemişti. Mesela benimle olan bağı gibi. E tabi, baktı kendine de dokunuyor cezamı değiştirmişti. O ne isterse o olurdu.
Ama artık bilen biliyordu kim olduğumu.
Her birimiz, birbirimize olan bağlılığımızı seneler devirerek göstermiştik. Üç senedir kimse eksilmemiş ve yeni üye gelmemişti.
-5.katta her ekibin kendine ait odası vardı. Hepsi sayıyla ifade edilirken bizim kapımızda hiçbir şey yazılmazdı. İçeri girdiğimizde East kapıyı kapattı ve ışığı açıp tekli koltuğa oturdu.
“Sarı çiyan, ortanca Soykar’a aşık olmuş şimdi öyle mi?” dedi Öktem masanın başına geçip otururken. “Delirirsin,”
Öktem, ekibin keskin nişancısıydı. Örgütte tam dört tane kadın keskin nişancı vardı ve Öktem onlardan biriydi. Genelde görevlere bizden daha yüksek ve uzak alanlardan katılırdı.
“Umay varken Gökçe o yolun kırmızı ışığında bile duramaz.” dedi Poker alayla ve bana göz kırptı.
Poker, her şeyi yapardı. Her alanda uzmanlığı vardı, en saçma şeylerde bile. Eğer bilmiyorsa da anında kavrar ve ustalaşırdı. Her alanda olmazsa olmazdı. Onu ekibimde istediğimi söylediğimde işine yaramaz demişlerdi ama şimdi onu bırakmam için hepsi an kolluyorlardı.
Öktem’in karşısına geçip oturdum, ayaklarımı masanın üzerine uzattım ve arkama yaslandım. “O kadar emin olmayalım. Başkan beni yem olarak göndermediğini söyledi ama yem edebilir.”
Victor her zamanki ciddi ifadesini koruyarak yanımdaki sandalyeye oturdu. “Haklı.” Yumruğumu uzattığında yumruğunu vurdu.
Victor, yakın dövüş ve bıçaklar konusunda master yapmıştı desem abartı olmazdı. Bir insanı nasıl hızlıca etkisiz hale getireceğini çok iyi bilirdi.
“Ee, plan ne?” dedi Poker masanın başında dikilirken.
“Fallon ne derse o.” dediğini işittim East yani Doğu’nun. Birkaç saniye sonra sandalyemin arkasına geçip ellerini koydu. “Karga’nın planına mı sadık kalıyoruz?”
East, ekibin beyniydi. Doğu yamacımdı ve n e kadar onu sevmiyor gibi görünsem de benim için çok değerliydi. Her şeyi öğrenir ve bildirirdi. Yazılım konusunda müthiş bir sayısal zekası vardı. Doğu, her ne kadar kötü çocuk tiplemesinde olsa da East için kendini feda etmişti. Algan’ın onun hakkındaki şüpheleri doğruydu ve elbette bu şüpheleri beni korkutmuyor değildi.
“Şimdilik evet. Bir süre şüpheleri Ferit Kıran’a çekelim.”
Ve ben, Fallon. Soydan gelen. Ekibin lideriydim ve sahada iş hepsinden önce bana düşerdi. Geri planda durmayı sevmezdim ve görevlerde hep kendimi gösterirdim.
Öktem, Doğu’ya baktı kaşlarını kaldırarak. “Mesele örgütse babamı bile tanımam,” dedi Doğu onun bakışlarına karşılık. Ah, Doğu ah. Örgüte olan sadıklığın umarım sonun olmaz.
“Peki, ya aslında senden şüpheleniyorsa? Belki de o yüzden yakın tutuyordur. Rosa’dan uzak ama s-” Hepimizin sorgular bakışları Poker’e döndüğüne sustu.
“Geri zekâlı, Rosa açık vermediyse Fallon nasıl veriyor? Ben örgüte çalışıyorum dese yine inanmazlar,” Victor’un kurduğu en uzun cümle buydu işte. On üç kelime falan. “Tamam lan! Bir şey dedik sanki.” diye homurdandı Poker.
“Peki, biz seninle nasıl iletişime geçeceğiz cumartesi? İçeri girmesi kolay,” dedi Poker.
“Maçta biz locada olacağız, size bilet aldım ben. Fallon’la değil benimle iletişime geçeceksiniz. Bir şey olursa eğer o yakın olsa bile iletişime geçmemeye çalışalım. Şüpheleri çekecek üstüne.” dedi arkamda duran kişi.
Doğu, ekibin beyniydi demiştim, değil mi? Doğru demişim, hızlı ve kıvrak bir zekası vardı. Bana göre örgütte harcanıyordu ve daha iyi bir muameleyi hak ediyordu ama o öyle düşünmüyordu. Şu an yaşadığı hayatı bile kendine hak görmüyordu. Neden olduğunu bilmiyordum ama dediğim gibi, hepimizin kod adları bizi temsil ediyordu ve Doğu’nun da bir hikayesi olduğuna emindim. Onun özel hayatı hakkında magazin dışında pek bir şey bilmiyorduk elbette. Zaten örgütte soylu ailelerden olmayanlar dışında diğerleri bir ölüden ibaret sayılırdı. Bir de örgüt soydan ayrıdır, diyorlardı.
Ekiple bir süre olabilecek her ihtimali konuştuk. Saatin geçtiğini fark ettiğimde örgütten çıktım. Daha fazla zaman kaybetmeden Soykarların evine doğru yola çıktım. Eve vardığımda güneş batıyordu. Gökyüzü kızıla boyanmıştı. Tıpkı kan gibi. Gün batımını sevmezdim bu yüzden. Güneşin batışı bir insana vahşeti hatırlatır mıydı? Hatırlatıyordu.
Arabadan indiğimde dış kapı açıldı ve ben daha merdivenlere varmadan Asil önümde bitti. “Neredeydin?” diye bir soru yöneltti. Kaşlarım kendiliğinden havalandı. “Efendim?”
“İçeri gir, Umay.” dedi ve önden yürümem için işaret verdi. Onu daha fazla sinirlendirmeden içeri girdim ve mutfağa girdim. Biz girince çalışanlar bize döndü. “Hepiniz çıkın.” dedi Asil. Hepsi birkaç saniye içinde işlerini bırakıp çıktılar ve kapıyı kapattılar.
“Telefonunu ver.” Açtığı avucuna baktım. “Neden?”
“Umay, hadi.” Vermedim. Üzerime doğru yürüdü ve bana yaklaştı, o yaklaştıkça ben geriledim. En sonunda mutfak tezgahına sırtım değdiğinde o da durdu bende. “Saatlerdir seni aramaktan iflahım kesildi, haberin var mı? Aradım açmadın, telefonun kapalıydı. Umay, dün ne konuştuk sen hatırlamıyor musun? Anlatamıyor muyum ben sana derdimi?”
“Şarjım bitmişti,” diye mırıldanabildim. Ama duymazlıktan geldi. “Kafayı yedim ben, kafayı! Algan senden şüpheleniyor, sen kayıplara karışıyorsun. O herifler uğraşmak kolay mı? Kolay mı lan evde oturup beklemek?” Elimden telefonumu çekip aldı. Birkaç saniye sonra bana çevirdiğinde telefon yüz tanımayla açıldı ve bana göstermeden bir şeyler yaptı. “Bu telefon çaldığında açıyoruz, tamam?” Daha sakindi ve bu beni korkutuyordu. Başımı salladım, telefonu cebime koydu ve sanki yer varmış gibi bir adım daha yaklaştı. “Yarın hiçbir yere kaybolma.”
“Neden?” Sen sor diye salak!
“Şirketten tasarımcılar gelecek. Cumartesiye düzgünce hazırlanalım.” Bir şey demedim. Hatta ona bile bakmadım. “Umay, bana bak.” Bakmadım.
“Umay,” adımı sabır ister gibi söylüyordu. “Umay, bak bana.” Ona baktım. “Tamam mı?”
“Tamam.” dedim sadece.
O daha çekilmeden mutfağın kapısı açıldı ve arkasına bir bağırış koptu. “Mutfak lan burası! Çıkın gidin nerede yapıyorsanız yapın şeyinizi!” Kapıya doğru döndük aynı anda. Kartal gözlerini eliyle kapatmış, kapı eşiğinde duruyordu.
Asil, sabır çekerek gözlerini kapattı. “Salak mısın Kartal sen?”
“Ben mi salak oldum şimdi? Ulan yanık kokusu geliyor mutfaktan, sizden geldiğini bilsem girer miyim hiç?” Yanık kokusu mu?
“Ne yanığı lan?” dedi Asil havayı kokarken. Arkasını döndü ve fırına yürüdü. Orada ne varsa yanmıştı, hem de bayağı yanmıştı. Asil söve söve fırını kapattı ve mutfaktaki tüm camları açtık. Biz nasıl almamıştık kokuyu anlamamıştım. “Biz nasıl anlamadık?”
“Siz kendi yangınınıza odaklanmışsanız deme-” Asil’in sırtına vurduğu sert darbeyle lafı yarım kaldı. “Ah! Kıza o kadar yakın duran sen, yanık kokusu alamayan sen, suçlu ben. Where is the adalet, diye sorarlar adama, Karan Soykar?” diye homurdana homurdana dolaba yürüdü Kartal. Bir tabak erik çıkardı ve kınayıcı bakışlarını bizden ayırmadan mutfaktan çıktı.
Elim belimdeyken Asil’e baktım. Omuz silkti sadece.
🐦⬛
Elimdeki tabağı düşürmemeye çalışarak kapıyı tıklattım ve cevap beklemeden açtım. İlk önce sadece başımı uzattım. “Gelebilir miyim?”
Bana bakmadı bile. Önündeki kitapla ilgileniyordu. “Girdin zaten.” Tamamen odaya girdim ve kapıyı kapattım arkamdan. Elimdeki tabağı masanın kenarına bıraktım. “Annem, üniversite sınavına çalıştığım dönem hep meyve tabağıyla gelirdi odama. Küs olsak bile.” dedim son cümlemi bastırarak. Sırf dikkatini çekmek için boş boş konuşuyordum. Elindeki kalemi bırakıp bana baktı yani der gibi. Yatağının köşesine oturdum. “Niye küstün abine?”
“Konuşmak istemiyorum, Umay Abla.” Tekrar önüne döndü.
“Meyve ye ama, üzülürüm bak. Yemekte de bir şey yemedin.”
“Aç değilim.” Ayağa kalkıp yanına geldim ve elma dilimi uzattım ona. Bir tane de kendime aldım. Naz yapmadan aldı elimden ve döner sandalyesini biraz geri itip bana baktı. “Abim mi gönderdi seni?”
Omuz silktim. “Abin gönderir mi sence beni?” Güldü ve başını olumsuz anlamda salladı. “Ben merak ettim, anlatmadı bir şey. Yüzü sirke satıyor yine. Nemrut gibi dolanıyor ortalıkta. Negatiflik diye bir terim olmasa abin bulurdu kesin.”
“Kesin.” dedi abisine olan siniriyle. Bende, o içini döksün diye abisini kötüledim birazcık.
“Anlat bakalım, ne yaşadınız Nemrut Dağı’nın bir alt sürümüyle?” Güldü. Yine buruktu ama.
“Yardım etmek istiyorum, dedim. Celallendi hemen.” Kaşlarım havalandı. “Yani, biraz üstüne gitmiş olabilirim.” Daha da havalandı. “Bakma öyle. Vallahi sadece yardım etmek istiyorum,”
“Abin seni korumak istiyor sadece, Miran. Farkındayım küçük değilsin ama o herkesin üstüne titriyor. Sen onun için çok değerlisin.” Uzattığım elmayı aldı ve ısırdı tekrar. “Ayrıca sen okuyorsun.”
“Ben ona her yerde beni taşı demiyorum ki. Şirkette on sekiz olunca staja başlayayım dedim, ona da hayır diyor. Kartal Abi her şeyi uzaktan hallediyor, gerektiğinde Deniz Abi de öyle, o İstanbul’da bile değil üstelik.
Deniz kimdi ki? İlk kez duyuyordum. Bunu fark etmiş olacak ki açıklamada bulundu. “Deniz Abi, halamın oğlu. Abim onu pek sevmez gerçi ama,”
“Niye sevmiyor?”
“Dedikodu mu yapalım?”
“Yapmayalım mı?”
Oturduğu yerde bana doğru eğildi bende bağdaş kurup yere oturdum. “Halamın üç çocuğu var. Zeliha, Efsun ve Deniz. En büyükleri Efsun Abla. Algan abimle onlar arasında da bir şeyler olmuş zamanında ama abim sevdiğim var, demiş. Başkasıyla evlendirmişler Kars’ta. Deniz Abi ortancaları. Pek kötülüğünü görmedim, iyiliğini de görmedim gerçi. Ama asıl bomba Zeliha.”
Daha Algan hakkındaki bilgileri hazmedemeden o yenileri ekledi. “Zeliha yirmi yaşında. Abla bile demem ama abime yakmış abayı.”
Kaşlarım bugün bilmem kaçıncı kez havalandı. Yanaklarımı hatta tüm vücudumu nedenini anlamadığım bir ateş bastı. Abim dediği Asil miydi? “Hangi abin?”
“Karan Abim. Hatta abime söylemiş bu yaz geldiklerinde. Abim de sinirlenmişti bayağı. Halamdan anneme kadar herkese kök söktürdü, bir daha gelmediler o zamandan beri ama bence hala aşık.”
Asil peki?
Ama sinirlendiyse sevmiyordur.
Ya başkasını seviyorsa?
Sana ne oluyor geri zekalı!
“Umay abla?” Bakışlarım ona döndü. “Ne oldu?”
“Bir şey yok, anlat sen.”
Yüzünde anlam veremediğim muzip bir ifade oluştu. Birkaç saniye sonra sırıtışı büyüdüğünde gözlerimde eş zamanlı büyüdü. Bacağına vurdum. “Manyak!” Güldü. “Ne var? Nasıl baktığını görsen keşke.” Nasıl bakıyordum ki?
“Ders çalış, gelmiş dedikodu yapıyor bir de.” diye homurdanarak ayağa kalktım. "Abine de kızma, tamam mı?”
Yine yüzü düştü. “En azından bana da bir şeyler öğretsin istiyorum. Ben böyle bir durumda kalırsam ne olacak? Kendimi yaşatabilmek istiyorum sadece, çok mu Umay Abla?”
Elimi omzuna koydum ve sıvazladım sıcak bir şekilde. “Sen bu duruma düşme diye yapıyorlar her şeyi. Yaşa diye yapıyorlar. Senin zamanlarında abinin bir şey yaptığını sanıyorsun? Asil’de tıpkı senin gibi ders çalışıyordu. Abin kaç senedir yaşıyor ve bunun nedeni bu işlerle uğraşması değil, Miran. Seneler de geçse değişmedi,” Elim kapı kolundayken ona döndüm. “Takma kafana bunları.” Çıktıktan sonra kapıyı kapatmadan seslendim. “Bir şey olursa çağır.” Başını salladı.
Kapıyı kapatıp arkamı döndüm ama aynı saniye büyük bir bedene çarptım. Ellerim refleksle havaya kalktı. “Pardon,” diye mırıldandım ve ona bakmadan geçip gideceğim sırada bileğimi tuttu. “Ne dedi?”
“Sana ne? Bizim aramızda.” Bu tepkime anlam veremese de zorlamadı. “İyi geceler,” dedim sadece.
“İyi geceler.” dedi o da. Başkabir şey demeden odama girdim. Kendimi yatağa bıraktığım gibi yine bana rüyalar kadar sıradan gelen bir kabusta gözlerimi açmıştım.
🐦⬛
Sabah duş almış ve üzerime bir kot pantolonla kazak giyip aşağı inmiştim. Bugün evde hiçbir çalışan yoktu dışarıdaki korumalar dışında. Mutfağa girdiğimde sadece Asil vardı, mutfak adasında oturuyordu. Yanına gidip diğer tabureye oturdum. Beni fark edince bakışları tabletten bana döndü ama birkaç saniye sürdü. Kulağında airpods vardı. “Tamamdır, konuştuğumuz gibi.”
Birkaç saniye karşı tarafı dinledikten sonra bakışları üzerimde gezindi. Sanırım. Gözlerini benden çekmeden konuştu bir de üstüne. “Zorlanmazsınız. Her şeyin olacağına eminim.”
Birkaç saniye sonra kulaklığı çıkarıp kahve fincanın yanına koydu. “Günaydın,”
“Günaydın.”
“Ekip gelecek. Bir şeyler atıştır istersen,” Nerede ısrar, nerede zorlama Asil Bey?
İstersen kelimesine anlamsız bir nefret oluştu içimde. Şımarıklık ediyordum tamamen tabii ki de.
Bana neydi. Salak gibi davranmayı kes...
“İstemiyorum,” ayağa kalktı birkaç saniye içinde ve önüme bir tabak bıraktı. Ben tostla bakışırken kahve de getirmişti. “Çay seviyorsun ama idare et.”
Gözlerimi kaldırıp ona baktım kirpiklerimin altından. Oturup bana doğru çevirdi sandalyesini. “Ben hiçbir şeyi senin inisiyatifine bırakmam bundan sonra.” Güldüm alayla. Elbette böyle bir şey yapmazdı.
Tosttan bir ısırık aldım ve kahveden içtim. “Keyfin bilir.” dedim yalnızca, yavaşça yemeye devam ettim. Ben kahvaltımı yapana kadar o beni izleyip bir yandan da homurdandı. Bu kadar sinir, stres bünyeye zarardı.
Tabağımı ve bardaklarımızı makineye yerleştirdim, kapı çaldığında gidip açtı ve birkaç dakika içinde evin büyük salonu, tıpkı bir mağazaya döndü. Ayakkabılar, çantalar, elbiseler, takılar... Yüzümde nasıl bir ifade varsa bilmiyordum ama “Nemrut suratlı,” diye seslenince ona dönmüştüm. Komik miydi şimdi? Erkeklerin kim olursa olsun zeka seviyeleri sorgulanmaya değerdi gerçekten.
“Komik misin?” diye homurdandım yanına yürürken. Bir çalışan elindeki üç elbiseyle bize doğru yaklaşınca elbiselere bakmak Gözlerimi büyüttü. Hayatım boyunca böyle şeyler giymemiştim. Görevlerde bile.
“Asil?”
“Hm?” diye mırıldandı.
“Bu ne?” bana baktı. Bende ona baktım kafamı kaldırarak. “Elbise?”
“Dört karış bir kumaş parçası.”
İlk başta tepki vermez sandım ancak çenesi kasıldı, çalışanın önümüzdeki askıya taktığı elbiselerden birine dokundu. Anlamadım ama sanırım karışlarıyla ölçtü. Gerçekten dört karışına denk elbiseyi kendi haline bırakıp arkamdaki diğer elbiselere yürüdü.
Elinde birkaç elbiseyle yanıma döndü. “Dört karıştan büyük, dener misin?” Benimle açık açık alay ediyordu. Onun çevresindeki çıtı pıtı kızlar gibi olmadığım için sanırım beni garip bulmuştu. Gerçi doğru ya, çok da umurumdaydı!
Biraz mırın kırın ettim ama elindekileri alıp salonun köşesine perde çekerek yapılan kabine girdim ve perdeyi çektim.
Üstümdekileri çıkardım ve üstteki elbiseyi aldım. Lacivertti ve dizlerime kadar geliyordu. Aynada kendime bakmadığım için nasıl göründüğümü bile bilmiyordum. Saçlarımı dışarı çıkardım ve fermuarını çekip perdeyi araladım.
Hangi ara geldiğini bilmediğim Kartal’dan ıslık geldi. “Kupa Kızı,” Asil’e döndü. “Sinek Valesi eksik ama hallederiz.” Asil ona aldırmayınca sırıtışı büyüdü. “Afet-ül derya denizlerde boğuluyor Karan’ım,”
“Kartal!” dedik aynı anda.
“Ne? Doğruları söylüyorum.”
Asil ona döndü kaşlarını çatarak. “Sen ne ara geldin lan?”
“Gidiyim mi, abisi?” Hemen araya girdim. “yok yok, gitme.” İkisi de bana dönünce gereksiz bir açıklama isteğiyle doldum. “Gerek yok yani,” diye mırıldandım.
“Bir moda ikonu olduğum için benim yorumlarımı merak ettiğini söyleyebilirsin, Kupa Kızı. Bu andaval kıskanır ama olsun. Çünkü ondan çok daha iyiyim.” Elindeki ayakkabıları bana uzattı. “Giy şunları.” Asil’e baktım, gözlerini kapattı bir onay ifadesi olarak. Arkamdaki koltuğun kenarına oturdum ve beyaz çizmeleri giydim. Dizime kadar ulaşmasa da bacaklarımın büyük kısmını kapatmıştı.
Ayağa kalktığımda Kartal parmaklarımı tutup beni etrafımda döndürdü. “Helal olsun, yemin ediyorum. Çok güzel bir sosyal sorumluluk projesi.” Ben miydim o proje?
Asil sabır çekti.
Bendim o proje.
Çalışanlar birkaç tane daha bu şekilde elbise getirdi ama hepsini denememek için bir bahane bularak geçiştirdim. Kartal ikna olmayınca onun hayrı için birkaç tane daha denedim ama hiçbiri ilki gibi durmamıştı. En sonunda Kartal koltuğun kenarına oturup bacak bacak üstüne atmış, elindeki gözlüğün kenarını kemirirken üzerimdeki elbiseyi inceliyordu. Kendini bayağı kaptırmıştı. “Olmadı gibi bu.” diye mırıldandım.
“Yani,” dedi Kartal garip bir ifadeyle. Asil bir kenara oturmuş bacağını sallayarak Kartal’ı izliyordu garip bir ifadeyle. Sanırım boğazına atlayacaktı. Kartal bir şey demeyince Asil araya girdi hemen. “Olmadı bu, diğerleri yeter. Değiştir üstünü, Umay.”
Başka bir şey ya da söz beklemeden hemen perdenin arkasına geçtim ve üzerimi değiştirdim. Kartal Asil’e söyleniyordu ama benim derdim bana yeterdi. Üzerimi değiştirmek bile beni rahatlatmıştı. Kabinden çıkmadan saçlarımı topladım. Ekibe de haber vermem gerekiyordu ama şu an veremezdim. Babamla buraya geldiğimden beri hiç konuşmamıştım, bir de o vardı. Başkanla konuşmuştum, babamla değil.
Birkaç saat içinde yarın akşam için hazırlık yapılmıştı. Ekip evden gittiğinde mutfakta oturmayı sürdürdüm. Diğerleri onlar gidene kadar beklemişti, Miran dershaneden gelmişti. Algan ortalıklarda yoktu. Aslıhan Ablayı Ankara’ya götürecekti ama bugün olsa gitmeden önce illaki benimle konuşur, atışmadan gitmezdi. En azından öyle umuyordum.
Yanımdaki sandalyenin çekilme sesiyle daldığım yerden koptum. Karşımdaki tabure de çekildi ve Kartal oturdu. “...Deniz sınırdaki işleri bağlıyormuş. Sen ne kadar sevmesen de herif işe yarıyor.”
Tamam, itiraf etmek gerekirse ilk kez Kartal’ı böylesine ciddi görüyordum.
“Yapsın bir zahmet. Boşuna göndermedik onu oraya.” dedi Asil dik tavrını koruyarak. “Sen kimsin biz seni genel müdür yapalım? Torpilli iş patlatır adamı, şirketi batırmak isteseydi Tuğrul Soykar yapardı onu genel müdür.” diye devam etti.
“İstanbul’a tek gelmez ama,” dedi Kartal. Ben anlamasam da Asil anlamıştı sanırım.
“Gelebilir istediği kişiyle. İsterse tüm sülale gelsin, bu eve hiçbiri giremez, oğullarının evine gidebilirler. Başka bir yer açarız gerekirse.” Neden bu kadar netti anlamıyordum.
“Deniz, halanın oğlu değil mi?” diye bir soru çıktı ağzımdan ve anında pişman oldum. İki göz de bana döndü, sanırım beni yeni fark ediyorlardı. “Miran bahsetmişti biraz, oradan biliyorum.” diye açıklama yaptım bir de.
“Aynen, halamın oğlu.” Resmen nefretle homurdandı bunu söylerken. Ne kadar seviyordu kuzenini...
Kartal’ın yüzünde bir sırıtış oluştu. Bunun Asil’in diğer kuzeni Zeliha’yla ilgisi olduğuna neredeyse emindim. “Çok sever kuzenleri Karan’ı, o da çok sever.”
“Siktir git lan, şerefsiz.”
“Sevmiyor musun, Karan?” dedi Kartal dudak büzerek ama kırılmış görünümünü tamamen alaydan ibaretti. “Kartal,” dedi Asil sinirle.
Kartal güldü birkaç saniye ama sonra kendini toparladı. “Her neyse. Şimdi Doğu veled-i zinasına nasıl tongayı saplıyoruz?” Bildiğim çok fazla atasözü ve deyim vardı. Hatta bunları günlük hayatımda sıkça kullanırdım ama Kartal, öyle bir hale getiriyordu ki tüm kelime dağarcığım sıfırlanıyordu sanki. Atasözlerini hayata uyarlıyordu.
“Orada Umay etkili olacak, doğaçlama gelişir her şey, belki de Umay’dan hoşlanmaz.” Sen öyle san.
Kartal kaşlarını çattı. “Umay hoşlanılmayacak bir kız mı?” Bunu düşünmemiştim. Ben de Asil’e döndüm. İkimize de baktı ve en son bakışları Kartal’da durdu. “Dangalak, ben onu mu diyorum?”
Kartal kaşlarını kaldırdı bu sefer de. Tek amacı Asil’le oynamaktı. “Ha yani, hoşlanılacak kız?” Asil boş gözlerle ona bakarken bana döndü, “Allah sahibime bağışlasın mı bir de?” dedim bakışlarındaki anlamsızlığa karşılık. Başını salladı ağır ağır.
“Bağışlasın.”
Kartal ıslık çaldı uzunca ve arkasına yaslandı. “Öyle bir dedi ki, sanki bana bağışlasın, der gibi.” Asil bakışlarını benden çekmedi. Gözlerini kapattı ve sanırım yine sabır diledi. “Ben bahçedeyim.” deyip kalktı ve mutfağın sürgülü kapısından çıkıp kapıyı geri kapattı.
“Bir şey mi dedim?” Ona döndüm. “Dememiş halin buysa,” başımı umutsuzca iki yana salladım. Güldü. Bakışları yüzümde gezindi ve aramızda birkaç dakikalık sessizlik oldu. Sessizliği bozduğunda sesindeki merak ve ciddiyet yine beni bozguna uğrattı.
“Karan ona Asil denilmesinden nefret eder, hatta bir keresinde bir adamı öyle bir dövmüştü ki adam hastane faturasını bile atmaya korkmuş, fatura iki metre çıkmış.” Anlamamıştım ne demek istediğini ama anlattığı şey bile gözlerimin büyümesine neden oldu. “Sen Asil diyorsun ama bir kere olsun tepki bile verdiğini görmedim. Neden?” Şimdi anlamıştım. Asil ölmüştü onun için, tekrar gelmesinden korkuyordu. Babası da ölmüştü ama Asil gibi değildi. Çünkü o kendini, kendi içinde öldürmüştü. Ruhu mezarlık, bedeni tabuttu.
“Ben onu son gördüğümde Asil’di. Hatta tek ben Karan derdim ve bana kızardı. Bende bununla eğlenirdim çocuk aklımla. Belki de tepkisizliğinin nedeni ona Asil’i hatırlatmadığım içindir.” Ona Asil’i hatırlatmadığım için. Ona ne hatırlatıyordum ki?
“Umarım tek nedeni budur, Umay.” Ellerini masaya yasladı ve ayağa kalkmadan önce tekrar etti. “Umarım tek neden budur.” Ve sonra kalkıp gitti, beni de o dört kelimeyle baş başa bıraktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
