
Yıldıza basmadan geçmeyiniz efenim
Keyifli okumamlar dilerim <<33
GÖKTEN DÜŞEN ALEV
Andaç Ulu/ Haziran 2023
Biz ömrümüzün en güzel yıllarında kara sevdaya tutulmuş insanlardık. Anamızın kanatları altından, yârimizin yüreğinden kopup kilometrelerce ötede savaşmayı göze alan insanlardık.
Askerdik biz.
Başımızı yastığa koyduğumuzda güzel günlerin değil, al sancağın hayaliyle uyuyan insanlardık. Kalbimiz tek bir şey için atardı:
Vatan.
Bir kayıp verdiğimizde vatan sağ olsun demek için yaşayan, her şeyi göze almış insanlardık. Yurdumun her bir karışındaki kansızların kökünü kazımak için yeminler etmiş insanlardık. Vatanını para için satan köpeklerin, onların yardakçılarının sonu olmak için yıllarca eğitilmiş insanlardık.
Sadece birimizin bile onlarcasına denk olduğu Şanlı Türk Askerleriydik.
Dağların sessiz fırtınaları, dumansız yangınlarıydık. Karşımızda kıvranarak can verenlerin hiçbirine nefesi kesilene kadar öldüğünü bile fark ettirmeyecek gölgelerdik. Her daim bir adım gerisinde, ölümün nefesi gibi enselerindeydik.
Her yeri ateşe verip tek bir is lekesi bile bırakmadan geri dönen insanlardık. Bugüne kadar ne dumanımızı ne de is lekemizi gören, görüp de yaşayan oldu. Eğer ölümün lekelerini görmeye başlamışsa, onun fark etmesi için bıraktığı küçük izler demektir. İşte o zaman yapılması gereken tek şey ecelini beklemek. Çünkü bir Türk Askeri her daim bulur. Uçanı da kaçanı da...
Hızlı adımlarla, sadece postal seslerinin duyulduğu uzun koridorda ilerlemeye devam ettim. Düzenli nefeslerim, gideceğimiz görevin ne olduğunu düşünmekle meşgul olan beynimle aynı frekansta çalışıyor, hızlı adımlarıma rağmen hiç sekteye uğramıyordu. Görevden döneli daha saatler olmuşken, şimdi yenisi için adımlar atıyorduk. Düzensiz görev saatlerine alışan bedenime rağmen birkaç saat daha uyku isteğiyle acıyan gözlerine sertçe kapatıp açtım. Gözlerimin üstündeki ince deri sızım sızım sızlıyordu.
Arkamdan gelen adım seslerinden diğerlerinin de peşimden geldiğini duyabiliyordum. Bizi görüp kenara çekilen askerlerin arasından kendi kalabalığımızla ilerliyorduk. Koridorda yankılanan ayak seslerimiz gelecek olan müjdenin habercileriydi sanki. Bugünlerde dışarıyı kavuran kuru sıcak, içeride daha da beterdi. Etraf gece yarısından sonra bir nebze de olsa serinlemişti. Usul usul esen rüzgar da olmasa uykular bize haram olacaktı. Gündüzleri insana nefes aldırmamaya yemin etmiş gibi bir hava vardı Ankara'da
Askeriyede bir kargaşa hâkimdi, bu da görevin düşündüğümden daha acil olduğu düşüncesini destekliyordu. Etrafımızda elinde kağıtlarla koşturan askerler bize çarpmamak için saniyelik esler verip kenara çekiliyordu. Durup selam verdikten sonra hızla uzaklaşıyorlardı.
Koyu meşeden yapılmış ahşap kapıya ulaştığımda, oyalanmadan kapıyı açıp içeri girdim. Boş olmasını beklediğim geniş odada Ruh Timi vardı. En başından beri iki kişi eksik halde oturuyorlardı. Havadaki gerilim saniyeler içinde zihnime sızdı. Hiçbir cam olmamasına rağmen ferah odaya doluşmuş gözler üzerimde gezinde. U şeklindeki masaya kurulmuş, albayı, dolaylı yoldan da bizi bekliyorlardı. Benim girdiğimi görünce hepsi birden ayaklandı. Odanın önemi vurgulayan iyi ışıklandırma, duvar ve etraftaki masalarda dizili onlarca ekranla birlikte odanın ağırlığını karşılıyordu. Onlarca bilgisayar, toplantı nedeniyle boş olsa da ekranlara yansıtılmış veri yığını, teşkilatın çalışanlarının iyi iş çıkardığını yine ortaya koyuyordu. Biz bir vücudun gücünü temsil eden eller isek, geri planda çalışan onca insan vücudun gözü, kulağı ve hatta beyniydi. Alınan istihbaratlar, görev paylaşımı diğer departmanlar ve binalarla iletişime kadar birçok önemli işle onlar uğraşıyordu. Son kaleleri olan bize sıra geldiğinde işin cafcaflı bölümüne giriş yapıyorduk.
Elimle oturmalarını işaret edip, kapıya en yakın fakat herkesi rahatça görebileceğim sandalyelerden birine oturdum. Arkamdan askerlerim de sandalyelerini bir bir çekip oturduğunda odadaki sessizlik kendini yaşatmaya devam ediyordu.
Benim tim uykusundan ayılmaya çalışırken, Ruh Timi onların aksine gayet uyanık ve gerginliklerini bastıran bir heyecanla bekliyorlardı. Yüzlerinde nedenini çözemediğim bir mutluluk ve canlılık zuhur ediyordu. İçerinden en genç olan Alkın'a döndüm. " Bugünün alametifarikası sence de oldukça garip değil mi, Kavas." Genel olarak oldukça hareketli bir kişiliğe ve yapıya sahip olmasına rağmen onun için anormal sayılabilecek kadar durgundu. Sadece olduğu yerde gülümseyerek oturuyordu.
Berkin'in yeşil gözlerindeki safi mutluluğu fark edebilecek kadar uzun zamandır tanıyordum. Elini kısa kesim saçlarının arasından büyük bir keyifle geçirdi. "Sonunda beklediğimiz haber geldi, Andaç. Yeni istihbarat aldık, bizimkileri almaya gideceğiz. Faysal piçi yurt dışına kaçmak için hazırlıklara başlamış. Mustafa Albay detaylıca anlatacak zaten.." Berkin'in lafı kapının açılmasıyla kesildi. İçeriye giren Mustafa Albay'la hepimiz ayağa kalktık. Geniş omuzlu, uzun boylu, heybetli bir adamdı. Saçına aklar vurmuş olsa da dinç görüntüsünü gölgeleyemiyordu. Her zamanki kendinden emin, hızlı adımlarıyla ilerledi.
Mustafa Albayın ardından peşi sıra İdris Yüzbaşı ve istihbarattan iki kişi girdi. Dimdik duruşunu hiç bozmadı. Hepimize hızlı bir bakış atıp tam olduğumuzu görünce memnuniyetle başını salladı. Fakat tam değildik, sadece emir erdiği askerleri buradaydı. Keskin bakışları bana döndü. "Atakan'ın durumu nasıl?"
"Kurşun hayati organlara zarar vermemiş. Doktor birkaç hafta istirahat edecek, dedi." Düşünceyle dolu bakışlarından kıl aldırmasa da elini yavaşça çenesinde gezdirdi. Eğer göreve çağırılmasaydım, karnından kurşun yiyen Atakan'ın yanında bu gece ben kalacaktım. Son dakika beklenmedik bir yerden yediği darbeye rağmen durumu iyiydi. Doktor birkaç hafta dese de o, en fazla bir hafta evde yatar sonra askeriyenin kapısının aşındırırdı. Kanına yatmak yoktu itin. Her yere atılmasının sonucunu şimdi hasta yatağında, karnında kurşun yarasıyla çekiyordu zibidi.
"İyi. O serseriyle sonra özel olarak ilgileneceğim. Şimdi mevzu başka..." Mustafa Albay yaşanmışlığını göstermekten gurur duyulması gereken ellerini belinde bağladı. "Oturun. Kaybedecek vaktimiz yok. Hemen plana geçiyoruz."
Albay, masadaki baş köşeye oturdu, ellerini masanın üzerine koyup parmaklarını birbirine kenetledi. Her hareketinden belli olan tecrübesi, insanı çekince kuyularına itse de incelemekten geri kalamıyordum. "Bu görevde Ruh Timi ve Duman Timi olarak birlikte ilerleyeceksiniz." Üzerimizde gezen bakışları bende durdu. "Andaç, görevi sen yöneteceksin." Ufak bir baş hareketiyle onayladım. "Emredersiniz komutanım."
"Gideceğiniz yer Iğdır'ın Şiracı köyünün on beş kilometre güneyinde, zamanında terör saldırıları yüzünden orada yaşayan insanların güvenliği için boşaltılmıştı, bu şerefsizler de kendine boş kabuk arayan sümüklü böcek gibi buldukları ilk deliğe girmişler. Çevreye uzun zamandır büyük bir tehdit oluşturuyorlar. Çok yakınında birkaç tane köy var ve sizin göreviniz onlar harekete geçmeden olayı çözmeniz. Aldığımız istihbarata göre, yarın başlarındaki it yurtdışına kaçmak için bölgeden ayrıldığında arkasında bıraktığı köpekleri çevre köyleri yağmalamak için hazırlık yapıyormuş." Masanın üzerindeki küçük kumandayı aldı, ilerideki ekranda Iğdır'ın sınırlarını ve köylerini gösteren bir harita açıldı.
"Arazi genel olarak açık. İntikalde sorun yaşamayacaksınız ama açıkta kalma ihtimaliniz var. Yılın bu zamanlarında saklanabileceğiniz hiçbir unsur yok. Bulundukları yerde beş tane sağlam ev var, bunlardan birisi dört katlı, orada bu parazit kılıklılar kalıyor. Diğer dört evde ise mühimmatlar var ve hepsi yok edilmeyi bekliyorlar." Askerlerin duydukları şeyle gözleri parlarken en sevdikleri yerleri dinliyorlardı. Yok etmek... Bulup yok etmek bizim işimizdi.
"Kaç kişi olduklarının bilgisi var mı?" Albayın bakışları Hilal'e döndü. İçimizdeki en detaycı askerlerden birisiydi. Timde benden sonra adı en çok geçen, sözü en fazla dinlenen kişi olduğundan bu hallerine alışkındım. Bilgisayardan duvarın büyük bir kısmını kaplayan koca ekrana bir evin krokisini yansıttı, o tarafa dönüp konuşmaya başladı. "Tahmini olarak yetmiş kişi var. Bunlardan yirmisi, sırayla onar onar evlerin etrafında nöbet tutuyorlar. Aldığımız istihbarata göre evlerin merkezinden yaklaşık olarak en fazla yirmi metre kadar açılıyorlarmış. İlerisi için koydukları adamlarını bu gece karanlık çöker çökmez geri çekmiş. Nöbetçiler dışında dışarıda kimse olmayacak." Düğmeye bir kez daha bastığında ekranda dokuz kişinin kimlik resmi çıktı. "Yedi yetişkin kadın, iki çocuk, bir de bebek rehin alınmış durumda." Eliyle evin girişinin hemen yanını işaret etti. "Onlar bodrum katında kilitli bir odada tutuluyor. Ruhsuz ve Adanalı ne kadar onları korumaya çalışsa da dikkat çekmemesi için fazla yardım edemiyorlar, o yüzden bu iş daha fazla uzamayacak, anlaşıldı mı?"
"Anlaşıldı komutanım!"
Ruh Timi yaklaşık bir buçuk yıl önce görev yerleri Iğdır'dan Ankara'ya alındığında haber askeriyede hızlıca yayılmıştı. Herkes bilinmeyene olan merak duygusundan dolayı iç güdüleriyle savaşıp, yeni bilgileri kapmak için laf arıyordu. Adlarını tüm camiaya duyuran askerler hakkında en ufak bir bilgi kırıntısı dahi yoktu. Hepsinin dosyası sadece üst rütbeli kişilerin erişime açıktı. Tıpkı bizim dosyalarımızda olduğu gibi isimlerinin dahi belirtilmediği bomboş dosyalardı.
Ruh Timini gören yoktu ama başarıyla tamamladıkları görevlerin haberleri askeriyede onların iyice popülerleşmesini sağlamıştı, gerçi sadece askeriyede değil teröristlerin arasında da bayağı konuşuluyorlardı. Ruh Timi uzun süredir onların korkulu rüyasıydı. Tabii en çok konuşulan kişi Ruhsuz'du. Teröristler ona kendi aralarında 'Ruh timinin ruhsuz komutanı' diyorlardı. Aralarına yerleştirdiğimiz adamlarımızdan aldığımız duyumlardı bunlar. Ama kilometrelerce öteden kulağımıza ulaşmayı başarmıştı. Yıllar içindeki etkileyici derece başarılı görevleri ve gizliliği bu kadar ön planda tutmaları insanların gözündeki merak unsuru olma olaylarını hat safhaya taşımıştı.
Yıllar önce Mustafa Albaya yeni bir birlik kurma görevi verildiğinde, meslekte en iyileri bir çatı altında toplayıp alacağı askerleri bir bir seçip kendi elleriyle eğitmişti. 'Yuva' adını verdiği bu birlik, yıllar içinde yetiştirdiği başarılı askerleriyle TSK'nin en güçlü gizli alt birimlerinden birisi haline gelmişti. Art arda yapılan başarılı operasyonlar ülkenin dört bir yanına yerleştirdiği adamlarıyla yer altındaki güvenlik sağlanmıştı. Yuva'nın yöneticilerinin oluşturduğu özle timler, aylar süren ağır eğitim ve sınavlardan geçtikten sonra tıpkı teşkilat personelleri gibi sivil görevlendirmelerle mevkilerine dağılıyorlardı.
Bizim gibi temel taşları oluşturan sadece üç beş tim sürekli olarak ana merkezde, Ankara'daydı. Yurt dışı görevlerinin çoğunun planlanıp yönetildiği merkezden çıkan askerler, yıllar içindeki sadakatinden şüphe edilmeyecek kadar kendini kanıtlamış insanlardan oluşuyordu.
Hepimiz mesleğimizin en iyilerindendik. En iyilerinden olduğumuz için şu an bu masada oturabiliyorduk. Kendimizi sayısız zorluk ve sınamada kanıtlamış, buralara gelmeyi hak etmiştik. Farklı analardan doğan onurlu kardeşlerdik.
Kıskançlık, diğer duyguların yanında gazı bitmiş çakmağın çıkardığı kıvılcım gibiydi. Zararsız ama her an yanmaya da hazır. Sama alevi gibi bir anda parlayan, bir anda sönen...
Ruh Timi gelmişti gelmesine ama komutanları ve yanında seçtiği askeri acilen çağırıldığı özel bir göreve katıldığı için iki kişi eksiklerdi. Adını çokça duyduğumuz Ruh Timi bu şehre indiğinde duruşlarından bile o söylentilerin nedeni kendini apaçık ortaya atıyordu. Ardı arkası kesilmeyen başarılarının nedeni onların yanlarında oldukça aşikâr kalıyordu.
Komutanlar gelene kadar onun yerine ondan sonra en rütbeli olan Berkin Üsteğmen emir komutayı ele almıştı. Ruh Timi cidden denilen kadar iyiydi ama insan ister istemez düşünüyordu; onlar bu kadar iyiyse komutanları olan adam nasıl birisi diye. Böyle bir timin komutanı olan adama ister istemez merak duygusu besliyordu insan. Başarılı bir timin arkasında her daim zeki ve cesur bir komutan vardır. Ve ben her aklı başında yetişkinin yapacağı gibi o komutanla tanışmak için gün sayıyordum. Üzerimdeki fazla duyguları attığımda sadece tecrübelerimiz hakkında konuşmak istediğim bir zaman dilimini bekliyordum. Tabii komutanları sağ salim geri dönebilirse. Bugüne kadar oldukça iyi bir iş çıkarmıştı ama biz askerlerin bir saniye sonrasının bile garantisi yoktu. Hızlı olmalıydık ama onun yanında dikkatimizden de ödün vermeden sıfır kayıpla bu görevi tamamlamalıydık.
"Helikopter sizi evlerden yaklaşık üç kilometre uzaklıkta bir açıklıkta bırakacak, yolun kalanını yürüyecek devam edeceksiniz. Evin etrafında gezenler dört saatte bir değişiyor. Tam onların değişim saatinde sessizce yaklaşıp hepsini etkisiz hale getireceksiniz." Eliyle, beş evden en ortadakini işaret etti. "Ana evin bodrum katında iki oda var, odaların birisi boş ve odadan dışarıya direkt çıkış var." Dedi. Gözleri üzerimizden asla ayrılmıyor, büyük bir dikkatle elimizdeki her detayı bize aktarıyordu.
"Eve girdiğinizde onlara geldiğinize dair bir işaret vermelisiniz. Bundan sonrası sizde, rehineleri ve Faysal'ı canlı ve sağlam bir şekilde istiyorum ve sizi de... Sorusu olan?" Yüzünün bir parçası haline gelmiş çatık kaşları ve sert simasıyla bize bakmayı sürdürdü. Kimseden ses çıkmayınca Albay ayağa kalktı.
"Size güveniyorum ve güvenimi boşa çıkarmayacağınızı adım gibi biliyorum. Göreyim sizi aslanlarım. Ayağınıza taş değmesin. Allah yardımcınız olsun. " Adımları ahşap kapının önünde durduğunda dışarıya çıkmadan önce bize döndü. "Gizlilik bizim için her zaman esas. Ama önünüze çıkan engelleri ezmekten çekinmeyin. Gerekirse o evleri onların başına yıkın ama sizden istediğim üç kişiyi sağ salim buraya ulaştırın."
"Emredersiniz komutanım!" Başta albay, arkasından da diğerleri kaybolduğunda artık biz bizeydik. Beklenti içinde kaşınan ellerimi birbirine sürttüm. Kafamın içinde onca durum ve ihtimal, eski fotoğraf kareleri gibi gözlerimin önünde bir bir canlanıyordu.
Albayın ardından her şeyin üstünden birkaç kez daha geçtik. Gideceğimiz mekânın yeryüzü şartları, helikopterin bizi bırakacağı yerden oraya giden en kısa ve güvenli yollar, ulaşacağımız bölgelerin harekete geçeceğimiz saatleri, öncü birlik, ağır makineliyi kimin alacağı, sıhhiyeden sorumlu olacak kişi, hava durumu...
Saatlerimizi alan planı tamamen oturttuğumuzdan emin olunca hep birlikte ayaklandık. "On dakikanız var, herkes hazırlansın."
"Emredersiniz komutanım!"
***
"Günün araç piyasasını sun bakalım, Lambo Feza." Aytekin, günün klasiği haline getirdikleri muhabbete giriş yapınca Feza'nın yeri izleyen gözleri avını görmüş balıkçı gibi hareketlendi.
Kızıla kaçan kaşları havalandı. "Komutanım, 2015 model Aventador gördüm ilanda. Ama nasıl güzel nasıl güzel. Cennetten düşmüş bir melek. Çiziği, boyası, kaplaması yok. Kilometresi düşük, mis gibi bir şey. Yani al bunu, ömür boyu nefes alma, öyle bir canavar."
Feza'nın tam karşısında oturan Berkin, kafasını koltuğa yaslayıp gözlerini kapattı. Keyifli ifadesi bir an olsun bozulmuyordu. "O Lambo'yu almak için götün de dahil diğer organlarını da satacağın için istesen de nefes alamazsın." Dediği şeyle diğerleri de gülecek gibi olsalar da ifadelerini bastırdılar. En azından denediler.
Lambo'nun yüzündeki umut çıtırdadı. "Komutanım öyle demeyin, Allah büyüktür."
Feza'nın yanındaki Gediz, elini omzuna koydu, dostane bir tavırla sıktı. "Allah büyük de herkesin rızkı da belli be Lambo. Sen üç kuruşluk halinle 40 milyonluk arabaya el açarsan, o uzattığın avuca martı bile sıçmaz, benden söylemesi. Sonra gözün arabada, elin böğründe kalakalırsın." Duygusuz herifin mağara adamı yorumuna göz devirip, "Kes sesini Muğlalı." diye uyarsalar da üstüne alınacağı falan yoktu.
"Bu seferkinin rengi ne?" diye sordu Mihrimah. Az önceki yorumdan sonra bir kadının iletişime dahil olması tüm havayı dağıtıp konuyu başka yerlere çekmişti. Diğerlerinin aşıladığı umutsuzluğa aldırmadı. Lambo sağ çaprazında kalan Mihrimah'a uzandı.
"Sarı... Civciv gibi parlıyor valla."
"Yaptığı benzetmeye bak." Gediz öne doğru eğilerek Feza'nın görüşünü kapattı. Biraz daha zorlarsa sivri çenesine yiyeceği yumruğu pek de önemsemiyor olmalı ki yayık yayık konuşmaya devam etti. "Oğlum sarı arabaların piyasası yok, alsan zaten elinde kalır, satamazsın. Bak herifin de binmeye götü el vermemiş, şimdi de satmaya çalışıyor."
Feza kollarını silahına yaslayıp dertlerine yüklenince sağımda oturan Bedirhan, "Çok istiyorsan ben konuşurum bizim köyün muhtarıyla. Bir tanıdığın sarı şahini var, sana uyguna yaparız." diye teselli vermeye çalıştı. Aramızdaki en entel dantel kişiliğe sahip olduğu için alay konusu olmasına rağmen böyle bir öneriyi sunmasına bakılırsa durum onun için bile vahimdi.
Feza'nın umudunu yitirmiş gözleri itirazlarla parlarken sesin sahibine döndü. "Bedir'im sen bari yapma."
"Senin cebini düşünüyorum be oğlum. Gel alalım sana bir kara düzen, ne yapacaksın elin cırtlak sarı lambosunu? Memlekete fayda sağlamaz o. Hem sen yokken taksiye verirsin, ek gelir olur sana da."
Ortaya konuyu atıp kenara çekileceğini düşündüğüm Aytekin beni şaşırtarak tekrar araya girdi. "Diyelim bir şekilde aldın, sonra ne olacak? Algısı, vergisi, mazotu, bakımı, vizesi, sigortası, kaskosu derken hangi birine yetişeceksin? Hadi bunlara yetiştin, ne zaman kullanacaksın oğlum o arabayı? Görevden bir dönüyoruz, yatakhaneye zor atıyoruz kendimizi." Yaşının verdiği sorumluluktan mıdır bilinmez, üzerindeki bütün negatif düşünceleri Feza'nın üzerine yıkınca, genç askerimin omuzları iyice çöktü. Genel ruh hali sakinlikle ölü durgunluğu arasında gidip gelen Aytekin'in son zamanlardaki sinir atakları dikkatimden kaçmamıştı. Bugüne kadar kendini ufak ufak açsa da derdinin tümünü gözler önüne sermeyi reddediyordu. Ağzından dökülen çeşitli cümleler çoğu ise beklemesi gerektiği yönündeydi. Komutanını bekliyordu. O geldiğinde ne olacağını biliyor olmalı ki sabrediyordu.
Algı-vergi meselesine Alkın da sırf boş tenekeden gürültü çıkarmak için dahil olduğunda ben de sabretmeye çalıştım. Bindiğimiz helikopterin gürültüsü yetmiyormuş gibi kulağımdaki kulaklıktan gelen ikilinin atışmaları insanı çileden çıkarıyordu. Genelde ne bok yediklerine karışmasam da çizmeyi aştıklarında uyarmamak kendimi cezalandırmaktan başka bir şey gibi hissettirmiyordu.
İçimdeki sabırlı kişiliği korumam hiçbir zaman kolay değildi ama bunun için eğitilmiştim. Sabretmek, katlanmak, sorunu teşhis etmek ve çözüm bulmak. Şimdi de bu adımları aynen uyguluyordum.
Sinirle birbiriyle uğraşan Alkın ve Feza'ya baktım. "Kesin şu tantanayı. Ya da beni yormadan kendi iradenizle aşağı atlayın." Toplantı odasından çıktığımızdan beri yediden eski hallerine dönmüş, ipin ucunu kaçırmışlardı. Ben ses etmedikçe durmaları gerekirken daha da azıtıyorlardı. Aylardır yaptığım en büyük hata bu ikisini yan ayana bırakmaktı. Götle don gibi gezmelerinden ben bile bıkmıştım. Damarlarımda kaynamaya başlayan öfkemi dizginlemek için derin derin nefesler çektim ciğerlerime.
Saniyesinde suspus olan ikiliye dahil olmuş Bedirhan'ı fark etmek de geç kalmıştım. Çatık kaşlarımın Alkın tekrar ağzını açacak gibi olduğunda, "Kaptan!" Kübra'ya seslendim. "Kapıyı aç, inecek var."
Telsizden keyifli gülüşü yükseldi. "Hay hay,"
Feza kendini savunmaya geçip Alkın'ı hedef gösterdi. "Komutanım vallahi ben bir şey yapmıyorum, bu yerinde durmuyor." Kaskının altından görünen kızıl saçlarını tek tek cımbızla çektiresim vardı.
Tamam Andaç, sakin ol oğlum, iki askerini helikopterden atmak istiyor olabilirsin ama görev var ve onlar sana lazım, sakin ol. Nefes al... Sen koskoca Türk Silahlı Kuvvetlerinde Kıdemli Üsteğmensin, sen bunun eğitimi aldın. O bordo bereyi sana süs olsun diye vermediler. Sakil ol.
Askerlik içimize düşmüş kor alevdi. Düştüğü yeri yakan, değdiği her şeyi kül eden, asla sönmeyecek bir ateş... Uğruna yıllarımı gömdüğüm, tek bir anından bile vazgeçmeyeceğim en onurlu yoldu.
Yol, iki timin kafa ütüleyen muhabbetleriyle geçti ve sonunda helikopterin bizi bırakacağı noktaya ulaştık. Açtığım kapıdan ilk ben indim. Vücudumu helikopterin pervanelerine değmemek için içgüdüsel olarak eğip diğerlerine de inmesini işaret ettim.
Telsizden Kübra'nın sesi yükseldi. "Benimkine selam söyleyin. Özletti kendini." Kastettiği kişinin kim olduğunu bilmiyor ve hiç de merak etmiyordum. Önümüze baktığımda elimizde pek fazla seçenek de yoktu. Ya Adanalı dedikleri Bekir ya da komutanları Ilgaz Üsteğmendi. Birlikte geçirdiğimiz iki yıllık silah arkadaşlığında olası görmediğim şekilde iyi anlaşmayı da geçmiş farklı bir seviyeye ulaşmıştık. Fakat bu süreçte ağızlarına neredeyse hiç almadıkları iki isimdi içlerindeki eksikler. Onlardan olabildiğince az bahsediyor, isimlerini ise gerekmedikçe anmıyorlardı. Bilinmeyenlerin gizliliği oldukça önemliydi.
Onlar teker teker inerken etrafı kolaçan ediyordum. Uçsuz bucaksız topraklara iniş yapmış bulunmaktaydık. Upuzun otların ortasına iniş yapan helikopterin pervanesi kuru otları ruhu çıkmış bir beden gibi rüzgarın estiği her yöne savurup duruyordu. Bu noktada bir şeyler hissetmek en az ölüme kafa tutmak kadar gereksizdi. Görev kafasına girdiğimde aldığım eğitimlerin getirisi olan hissizlik kaçınılmaz oluyordu. Bunun için eğitilmiştik. Hayatımda hayal dünyamın en uçlarında yaşasaydım dahi tahmin etmenin yakınından bile geçemeyecek şeyleri görmüş, bizzat yaşamıştım.
Terör, dibi olmayan çamurlu bir kuyuydu. İçerisinde bulundurduğu çeşit çeşit pislik, insanın doğrularını sorgulatacak kadar iğrençliklerle, acımasızlıkla ve insanlığın en ücra köşeleriyle doluydu. İçine düşürdükleri kurbanlarının etinden kemiğine kadar acımasızlığın lekesini işliyorlardı.
Hepsi indiğinde dikkatlice pervanelerin altından uzaklaştım. Pilot verdiği işaretle tekrar havalanırken birkaç adım geriye çıktık.
Havanın sıcaklığını tarif etmek için Neyzen Tevfik'i diriltip buraya getirseler, eminim ki bu sıcaklara yazacak olduğu birkaç dizesi olurdu. Üniformamın altındaki derimi kurutmak istercesine azimle parlayan güneş birçok zaman şükür sebebimizken bugün o günlerden biri değildi. Daha doğalı dakikalar olmuşken bile dünya üzerindeki hakimiyetini yüzümüze vurmak ister gibi tüm sıcaklığını dünyanın üzerine kalın bir yorgan misali örtüyordu. Saç diplerimin yandığını hissetmeye başlamıştım. Ayağımdaki kalın botlar, bırak hava geçirmeyi içinde boşluk kalır korkusuyla ikinci bir deri gibi ayaklarımı sarıyordu. Zaten haftalardır görev boyunca giydiğim bot, şişen ayak tabanımı ve parmaklarıma vura vura her yerini yara bere içinde bırakmıştı. Şimdi ise birkaç saatlik dinlenmenin üzerine ince ince sızlıyorlardı. Attığım her adımda onlarca bıçağın kesik ucu derimi sıyırıp geçiyordu.
Gölgesini ardında sürüye sürüye uzaklaşan helikopterin arkasından bakmayı bırakıp asıl işime odaklandım. Aytekin çantasından çıkardığı haritası yere serdiğinde sağ dizimi toprağa dayayıp haritaya eğildim. İhtiyar, kenardan bulduğu dal parçasını uzatarak haritanın üzerine iki kere vurdu. "Mevcut konumumuz." Dalın incelerek uzayan ucunu haritada çok az kaydırdı. "Hedef ise burası." Başını haritadan kaldırdığında kahverengi gözleriyle aynı konumda kaldık. Elimde arka tarafımı işaret ettim. "Arazi engebeli diyemeyeceğim kadar düz. Bu büyük bir dezavantaj. Hem biz hem de onlar için. Başta sıkıntı olmasa da hedefe yaklaştıkça görülme ihtimalimiz katbekat artacak. Ancak bunu lehimize çevirmek çok da zor değil. Yol boyu neredeyse boyumuz kadar otlarla kaplı. İçlerinden sessizce ilerlemek zor olmaz ama yaklaştıkça daha dikkatli olmak gerek. Biz nasıl açıktaysak onlar da öyle olacak. Biz çalıların arasında gizlenirken onlar apaçık evin etrafında turluyor olacak ve işte o zaman keklik avı oldukça kolayca başlayıp bitecek."
Üzerimde dolaşan sabırsız gözlerin farkında olarak sakin soluklar aldım. Ciğerlerime dolan sıcak havadan alacağım oksijenin pek hayrı yoktu. Ya da saatler öncesinde sınır ötesinden, karlı dağların tepesinden geldiğimiz için vücudum yerli yersiz tepkiler veriyordu belki de. Diğerlerine baktığımda oldukça iyi durumdaydılar. Havanın boğuculuğu bir tek banaydı sanırım. "Kısaca tekrar anlatıyorum: Yolu aştıktan sonra evlerin olduğu bölge çukurda kalıyor. Mihrimah ve Gediz, siz çevredeki iki tepeye yerleşip uzaktan asayişi sağlayacaksınız ve ilk atışı siz yapacaksınız. Ortamı en sessiz ve temiz şekilde temizleyip devam edeceğiz. Evin etrafındakileri hızlıca indirdikten sonra ana binanın arka kapısından giriş yapacağız. Evin her yeri kameralarla izleniyor ve bizim gireceğimiz odanın olduğu katta kamera odası var. Kameralardan Ruhsuz'un ve Adanalının yerini tespit edip onları korumaya almadan önce Hilal ve Alkın siz rehinelerle ilgileneceksiniz biz ortalığı kontrol altına alana kadar insanları koruyacaksınız."
Alkın'ın gözlerinde filizlenen itiraz ışıklarını görsem de ondan herhangi bir istek gelmedi. "Hilal ve Alkın rehinelerin başında dururken," konuşurken Alkın'ı kesin bir dille belirterek devam ettim. "Biz yukarı katlara yönelerek en kısa sürede askerleri de yanımıza alarak geri döneceğiz. Tabii kansız iti de unutmamak lazım, o bize canlı lazım her ne olursa olsun o canlı bir şekilde tugaya götürülecek. Anlaşıldı mı?"
"Anlaşıldı komutanım!" aldığım cevap beni memnun ederken ayaklandım. Bol gözlem ve huzursuz sessizlikle ilerleyen yolumuzda her ihtimali kafamdan geçiriyordum. Hedefe yaklaştıkça usul usul kaçan huzurlar, yavaş yavaş yüklenen sinir bize hata yaptırmasın diye her ihtimali göz önüne almam gerekiyordu.
Rütbe alma ihtimalim her geçen gün yükselirken atacağım her adımı onlarca kez düşünüyordum. Üçüncü yıldıza kavuşmama bu kadar az kalmışken üstüne bir de bu kadar insanın canı mevzu bahisken planın hata kaldırma payı sıfırdı.
Yaklaşık iki kilometre boyunca ilerledikten sonra Mihrimah ve Gediz yanımızdan ayrılıp konuşlanacakları tepeye doğru yöneldiler. Biz de evlerin arka tarafında kalan kurumuş dere yatağından evlerin arasına sızmak üzere yolumuza devam ettik. Kuru otların bir nebze olsun kendine gelmeye başladığını görmek dere yatağına ulaştığımızı gösteriyordu. Yüzeydeki tüm su buharlaşmış da olsa, toprağı kazdığımızda bizi karşılayacak nemli toprağın beslediği bitkiler biraz olsun yeşile çalıyordu.
Belirli aralıklarla alçaltıya konuşlandığımızda binalar metreler ötemizdeydi. Sıvaları dökülmüş, yer yer koca çatlaklarla bezenmiş ortadaki büyük binanın tüm pencereleri eski gazete kağıtlarıyla kapatılmıştı. En üst katında, bize bakmayan cephesinde büyük bir delik vardı. Gözlerimdeki dürbünle kırığı daha net görmeye çalıştım ama bize oldukça ters kalıyordu. Buradan sadece kırığın başladığı ufak bir kenarı görebiliyordum. Tahminlerime göre diğer duvara doğru büyüyor olması ihtimaldi.
Kulaklığımın mikrofonunu aktif hale getirdim, az sonra buralar bayram yerine dönecekti.
"Alaca, Çakır, sesimi net bir şekilde duyabiliyor musunuz?"
"Olumlu." İkisinden de aynı anda gelen cevapla devam ettim.
"Durum ne? Kaç kişiler?"
"On kişi saydım. Evin etrafında ellerinde kalaşnikofla dolanıyorlar. Kıyafetleri silah gizlemeye pek olanaklı gözükmese de küçük şeyler taşıyor olabilirler."
"Belirli bir güzergahta gezinip gezinmediklerini bildirin."
"Bir birlik algısı yok. Oldukça dağınıklar." Konuşan Gediz'di.
"Yani kafalarına göre dolanıyorlar."
"Olumlu."
"Tek katı evler ne durumda."
"Ana binaya en yakın olanın kapısında iki, diğerlerinin kapısında bir kişi var. Camlar hem içeriden hem de dışarıdan tahtalarla kapatılmış."
Bir elimi kuru toprağa bastırıp dengemi korudum. Aklıma yatmayan bir şeyler vardı. Beynimde dönmeye başlayan çarklara yetişmek her zamanki gibi yüzümde durgunlaşmaya neden oldu. Kaşlarım çatıldı. "Tüm camlar mı kapatılmış?"
"Evet, tüm camlar..."
Birkaç günlük sakallarımla bezeli çenemi sıvazladım. "Ters giden bir şeyler var..."
"Kendi mezarlarını kazmak istemiyorlarsa dışarıya olan tüm erişimlerini kapatmamalılardı." Berkin düşündüklerimi kısmen dile getirdiğinde diğerleri benden hala emir bekliyordu. "Giriş-çıkış için sadece kapıyı bırakmaları onlar için dezavantaj olur."
"İçeride tünel olabilir," Diye tahminde bulundu Hilal. "Eğer tünel varsa bizi arkalamaya çalışacaklardır."
Mihrimah konuştu. "Tünel olsaydı bize bilgisi gelirdi."
"Ya onlar da bilmiyorlarsa? Faysal denen sıtma kaçmak için herkesi harcar. Elinde böyle bir koz varsa kimseye duyurmak istemeyecektir." Dedi Feza.
Aytekin'in, "Başımıza ne geliyorsa anasını siktiğimin tünelleri yüzünden geliyor." diye söylenmesi geldi kulağıma. Kimse üzerine yorumda bulunmadı. "Evlerin doğusunda üç tane boş pikap var. Arkaları brandayla kapatılmış, yakınlarında kimse yok."
"Komutanım ne yapalım?" Aklıma yığılan bilgileri hızlıca gözden geçirdim.
Elimdeki dürbünü Aytekin'e uzattım. "Değişim saatine kadar bekleyeceğiz. Yenileri geldiğinde onları ekarte edip, yorgun ve kafası dağılmış olan kalanların boşluğundan yararlanıp içeri sızacağız."
"Sonrası rutin temizlik..."
Beklemek bu mesleğin mihenk taşlarından birisiydi. Sadece tek bir adamı almak için dağ başında, karın, ayazın altında günlerce beklemişliğimiz vardı. Yerimiz belli olmasın diye ateş yakamadan, mümkün mertebe kamuflajların altında yatarak gizlendiğimiz soğuk günlerin ardından burası çocuk oyuncağı gibiydi.
Dizimi kuru kabuğu çatlamış toprağa dayayıp, susturucuyu tüfeğime sabitlerken gözlerim hep etraftan gelebilecek olası tehlikeleri hesaplıyordu. En güvenli kaçış rotasından, ayrılmamızın gerektiği durumda unsur bölünmesine kadar her şeyi düşünüp duruyordum.
Feza, toprak sırta yaslanmış tüfeğinin namlusunu çeviriyordu, "Ya o değil de benim kuponum nasıl yattı birader ya?" dedi birden. Bedirhan eğdiği başını kaldırmadan konuştu. "Ben sana dedim o at başı çekemez diye."
"Sen çok biliyorsun zaten. Yarağıma bak, hayatında at görmemiş, hasbelkader salladığı şeye ben demiştim diyor." Bedirhan kafasını sallayarak onaylamaz mırıltılar çıkardı. "İnsan ruhundan anlamayan ne anlar sessiz kullardan..."
"Başladı yine Filozof Atakan..." Alkın elindeki taşı öylesine Bedirhan'a savurdu. "Hoş geldin birader, bayağıdır yoktun, özlettin kendini. Arayı bu kadar açma, bünyem alışkın değil. Pat pat indir sen lafları, ben boşluğa düşerim yoksa."
"At yarışı mı oynuyorsun lan sen?" Aytekin kısık gözlerini Feza'ya dikmiş, sorusunun yanıtı onun yüzünde arar gibi büyük bir dikkatle kızıl beygire bakıyordu. "Şahtın şahbaz oldun başımıza."
"Abi öyle deme. Gel seni de götüreyim görev dönüşü, birlikte kupon yapalım." Alnının kenarlarına vurmuş ak saçları gerilen suratıyla bir geriye çekildi. "Siktir lan oradan." Diye yanıt aldı kızıl beygir. "Evli, çocuklu adamım ben, o taraklarda bezim olmaz benim."
Feza ellerini iki yanında kaldırdı, omuz silkti. "Teklif var, ısrar yok."
İhtiyar kızıl beygire ters ters bakıp, "Yok bir de yakama yapışıp zorla götürseydin, at pezevengi seni..." diye söylendiğinde kalın sesli arkadaşlardan birkaç kıkırtı yükseldi.
"Kaliteli sohbetinizi balla bölüyorum ama bir sorunumuz var gibi görünüyor."
Alaca'yı duyar duymaz ellerim anında dürbüne uzandı. "Sorun nedir?" Mercekleri hızla göz hizama getirdim. Ortadaki evin ölü noktasına geçmeden önce, aceleyle ilerleyen iki beden gördüm. Kadın ve erkeğin ardasından da aynen onlar gibi hızla yürüyen şişman sayılabilecek biri daha mühimmatların bulunduğu ilk eve girip gözden kayboldu. "Bekir ve Ilgaz, bir numaralı evden çıkıp güneydoğudaki eve girdiler."
"Üç kişilerdi," dedim. "Onlar olduğuna emin misin?"
Yanıma yanaşan Berkin de görebileceği bir açı arıyordu. "Kesinlikle..."
"Şişmana dikkat edin." Diye ekledi. "Onlar için işe yarayabilecek biri olabilir."
Kaşlarım gerildi. "Kadın zayıftı." dedim. "Aynı kişilerden bahsettiğine emin misin, Alaca?" Berkin titrek ama keyifli bir nefes aldı. Göz ucuyla bakmasam neredeyse gülecek olduğunu fark demezdim. Dürbünü indirip tamamen ona döndüğümde gözlerimde gördüğü şey her ne ise gözleri kocaman oldu. Yeni hatırladığı bir detay varmış gibi eliyle yüzünü sıvazladı. "Ne yapıyorsun lan?"
"Kadın zayıf..." diye tekrar etti. "Atladığımız ufak bir detay var. O kadının buradan canlı çıkması önemli, Andaç." Yüzüm tamamen karmaşaya boğuldu. Kalın kaşları kavislendi, yüzünün kenarındaki deri tedirginlikle kırıştı. "Çünkü o kadın Ruhsuz'un ta kendisi."
Yıldızı parlatmadan geçmeyiniz, pamuk eller yıldıza!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |