
Yıldıza basmadan geçmeyiniz efenim
Keyifli okumamlar dilerim <<33
KÖR KUYULAR
Andaç Ulu/ Haziran 2023
Şaşkınlık sineme uğramayalı bırakalı uzunca bir süre oluyordu. Hayat tepki vermekten alıkoyacak kadar monoton, yersiz ve yetersizdi. Ama duyduklarımdan mıdır yoksa suratıma aval aval bakan Berkin'den midir bilemediğim bir şaşkınlık hissediyordum.
Çünkü o kadın Ruhsuz'un ta kendisi.
Hafiften kanımda yükselen sinirle Berkin'in yakasına yapıştım. "Ulan dingil!" Elime toplanan kumaşı sıkıca sardım, koca bedeni hiç zorlanmadan sarstım. "Ruhsuz'un kadın olduğunu ne zaman söylemeyi düşünüyordun? Hedefi şaşırıp onu vurduğumuzda mı?" dedim sesimdeki sinire rağmen oldukça sakin bir tonda. Baştan aşağı elektrik dalgası gibi vuran farkındalık yeni yeni geliyordu. Neredeyse iki yıldır aktif olarak takip ettiğimiz Ruhsuz kadındı! Durgunluğun altında yatan sinirimden bir saniye bile geri çekilmedi. Aksine gülümsedi. "Dediğim gibi, küçük bir detay..."
"Seni o küçük detayda boğarım Berkin." Ellerini bileğime öylesine sardığında kendimi geri çektim. Buruşan yakasını düzeltirken ters ters etrafına bakıyordu. Dudaklarındaki sinir bozucu gülümseme oraya demir atmış bir gemi gibi varlığını koruyordu. "Komutanımızın cinsiyeti konusunda hiçbir zaman bir şey belirtmedik." dedi Alkın.
Sol çaprazımda kalan Alkın'a diktim bakışlarımı. "Ruhsuz dediğiniz adamın," Gözlerimi sinirle kapayıp sert bir nefes çektim. "kadının," diye düzelttim kendimi. "Adı Ilgaz, diyen siz değil miydiniz?"
Feza mırıldandı. "Vay..."
"Orada bir yanlışlık yok. Adı zaten Ilgaz. Ama tek ismi o değil."
"Anasını..."
Gediz araya girdi. "Hareketlilik var."
"Avradını..." Hilal kızıl beygirin kafasındaki kaskete en sertinden bir tane geçirdiğinde kızıl kafası yana savruldu. "Lan kadınmış!" Hilal bu sefer ensesine vurdu. "Kes sesini artık. Zaten ortam gergin, en sonunda seni paylayacaklar."
Bütün şaşkınlığımı tek hamlede geriye attım. "Her neyse," dedim ters bir tavırla. "Bu konuyu konuşmanın zamanı değil." Dürbünü tekrar aldım. "Durum nedir?"
"Sanki keyfimizden söylemedik!" diye çıkıştı Berkin. Benim konuyu kapatmış olmama rağmen konuşmaya devam etti. "Gizlilik bizim için, en önemlisi de onun için had safhada. Üzerindeki tüm ihtimalleri sıfırlamak için adını bile anmıyoruz. Mecbur kalınca da Ilgaz'ı kullanıyoruz ki erkek sanılsın. Alınan önlemlerin hiçbiri boşuna değil. Geldiğimiz yüzyılda kadınlar hala hedef tahtası olarak görülürken kimse Ruhsuz'un kadın olabileceğini düşünmüyor."
Gözlerim harabelerin arasındaki kalabalıkta dolaşıyordu. "Sırası değil, Berkin." Her bir kelimeyi vurgulayarak söylendim. Söylediklerinde haklı olması böylesine önemli bir şeyi bu kadar sonraya itelemelerinde ne onu ne de diğerlerini haklı çıkarmıyordu. Bir anlık emrimle her şey mahvolabilirdi ve o da bunun farkındaydı.
"Toparlanıyorlar. Değişim saati gelmiş olmalı." Birbirlerine olan tedirgin ve sinirli bakışlı bir avuç piç, dolanma eksenlerini gittikçe küçülterek ortada birleşiyorlardı. Gitme vakti gelmişti.
Keskin bakışlarımı askerlerimin üzerinde gezdirdim. Tek tek gözlerinin içine baktım. "Başlıyoruz."
***
Nevin Ilgaz Dinçel
"Kızılcıklar oldu mu, selelere doldu mu?" Elimdeki keseri çiviye geçirip paslı, yamuk çiviyi var gücümle asıldım. "Hey..." Tahtadan ayrılan çivi, diğerleri gibi beton zemine düştü. Boştaki elimle pencerenin ahşap pervazına çakılı tahtayı yokladım. Çivilerden kurtulduğu için sallanıyordu ama köşede kalan iki çiviyi de çıkarmadan çakıldığı yerden çıkaramayacaktım.
"Yolladığım çoraplar ayağına oldu mu?" Dakikalardır aynı türküyü mırıldanıp duran Bekir sabrımın sınırlarıyla oynuyordu. Onun üzerindeki bakışlarımın elbette farkındaydı ama elindeki işe o kadar kendini kaptırmıştı ki başını bir an olsun eğdiği yerden kaldırmıyordu. Geriye çekildiğini hissettim. "Ayağını bilemeyeceğim ama ağzına tam oldu be Maho." dedi büyük bir coşkuyla.
Maho'nun kirli çorap tıkılmış ağzından anlamsız inlemeler döküldü. Çorapların görüntüsü bile midemi kaldırdı. "Mendili eline," diye devam etti türküsüne. "Mendil verdim geline."
Tahtayı tutan son çiviyi de yerinden söktüğümde artık önümde camı olmayan bir pencere vardı. Dışarıdan biraz olsun içeri giren sıcak hava tüm odayı turladı. "Kara kına yollamış yar benim ellerime. Mendili eline, çorabı verdim Maho'nun eline..."
Bir şeyi art arda yere vurdu. "Cık... Olmadı bu. Kafiye tutmadı." Kemerimdeki tabancaya uzandı parmaklarım. Adeta tabancanın pürüzsüz yüzeyinde gezinmek için yaratılmış parmaklarım, büyük bir tanıdıklıkla sarıldı demir yüzeye. Ucuna taktığım susturucuyu son kez kontrol ettim. Sadece dakikalar kalmıştı. Destek timi ise gelmek üzere olmalıydı. Belki de gelmiş, doğru zamanı kolluyorlardı. İkinci seçenek oldukça işime gelse de iletişime geçene kadar neler olacağını bilemeyecektik.
Bekir eline aldığı tabancasının namlusuyla önünde kıvranan adamın şakağını dürttü. "Dün gece bu ellerle kaç tane silah bozdum, haberin var mı senin?" Karşısında onu gerçekten dinleyip cevap verecek biri varmış gibi konuşmaya devam etti. "Tabii ki yok! Sen o ara uçkurunun peşindeydin. Ama ben dedim Maho, ben dedim. Dağ başında uçkur peşinde koşanın açıkta kalan sikini kurtlar kapar dedim. Dinlemedin."
Ela gözleri piçten ayrılıp bana döndü. Hala kapalı olan diğer pencerelerden birinin tahtaların arasındaki ufak görüş açısından dışarıya göz gezdirdim. Toparlanıyorlardı. Çenemle ileriyi işaret ettim. "Başlıyoruz." Üstünü başını soyduğu, sadece sarıya çalan atlet ve iç çamaşırıyla kalan piçi, iğrentisini gizlemeden baştan aşağıya süzdü. Elleri ve bacakları iki yerden sıkıca bağlıydı. Hatta üşenmemiş iplerin fazla kalan yerleriyle düğümlerin üzerine simetrik fiyonklar bile yapmış, bunu yaparken de dünyanın en komik esprisini yapmış gibi kendi kendine kahkahalar atmıştı.
Tabancasın güvenlik kilidini açtı, mermiyi yatağına sürdü. "Sikinin peşinde dolacağına azıcık bilgi toplasaydın belki işimize yarayabilirdin." Tabancanın namlusunu piçin kasıklarına yasladı. İkinci kez düşünmedi bile. Tetiğe bastığında susturucunun izin verdiği kadar çıkan, piçin bağırışları arasında neredeyse duyulmayan minik bir ses geldi. Bekir'in saniyelik olarak buruşan yüzü gözümden kaçmadı. Ağzında tıkılmış çoraba rağmen büyük bir şey başarıp tüm var gücüyle bağırdı Maho. Zaten kızarık yüzü saniyeler içinde mora döndü. Acıyla kıvranan bedeni öne doğru eğildi, nefes almaya çabası hızla inip kalkan sırtından bile görülebiliyordu.
Bekir ayağa kalktı, kalkarken piçin de yakasını tutup tek hamlede onu da beraberinde kaldırdı. Silahın soğuk kabzasının varlığı avucumu doldurdu. Birkaç adım geri çekildim. Başımla kapıyı işaret ettim. "Onları oyala. Ben araçları ve şoförleri elden geçirip geleceğim."
Başımı küçük boşluktan uzatıp etrafı kolaçan ettim. Ortalıkta kimseler yoktu. Herkes ön tarafta toplanmaya başlamış, son devriyelerini bitirip araçlara geçmeyi bekliyordu. İçeriden gelecek olan yeni devriye burada kalacak, dışarıdakiler ise Faysal ile birlikte ona sınıra kadar eskortluk edecekti. Bacağımı çürük tahta pervaza yaslayıp, dizlerimi kendime çekip ani bir hareketle evin dışına çıktım.
Son kez arkamı döndüm. Askerimin dikkatli bakışları benim üzerimdeydi. "Bekir," Eğildim, botumun kenarlarına sıkıştırdığım üç küçük bıçaktan arasında en büyük ve işlevli olanı çıkardım. "Sakın ölmeye kalkma." Katlanan bıçağı kapalı halde ona doğru savurdum. Hiç zorlanmadan havada kaptı. "Birlikte geldik, birlikte çıkacağız. Sana bugün ölmeyi yasaklıyorum. Bu bir emirdir."
Başını keyifle omzuna eğdi. "Emredersiniz." Çenemle arkasındaki kapıyı işaret ettim. Kafasını her emrimi kabul ettiği zaman yaptığı gibi minik bir açıyla eğdi, kendince selam verdi.
Pencereye sırtını döndü, kapının kilidini çevirip bir hışımla dışarı çıktı. Yakasından tutarak sürüklediği herifi yere savurdu. Piçin inleme sesine Bekir'in sinirli sesi karıştı. "Sana emri bir kere veririm demedim mi lan!" Evler arasına karışan sesi normalde olsa tüm sokağı inletirdi. Daha fazla oyalanma hakkım olmadığı için dizlerimi kırıp hızlı ama sessiz adımlarla evin arkasında ilerledim. Kısa mesafe yitip tükendiğinde yıkık duvarların arasından sağlam adımlarla geçip eski sokaklara daldım. Pikaplar, evlerin bittiği yerde başlayan düzlüğe park edilmişti, yıkıntıların hemen arkasına... Sokaklarda araçların ilerleyebileceği kadar açık alan yoktu. En yakın ve makul yer olan, büyük evin metreler ötesinde kalan çayırlık alandı.
Büyük bir moloz yığının üstünden atlayıp yere çöktüm. Parmaklarımı sıcak toprağa yaslayıp dengemi korudum. Saç çizgimden şakağıma bir damla ter aktı. Avucumu örme taş duvarın çıkıntılarına koyup başımı bir tilki edasıyla usul usul yukarı kaldırdım. İki kişi, dört büyük beyaz pikabın arkasına geçmiş sayım yapıyordu. Çaprazlarında, yaklaşık on metre ötelerinde ise beş adam vardı. Boş boş dolanıyor, diğerlerinin işini bitirmesini bekliyorlardı. Yanlarında götürecekleri mühimmatın aslı küçük bir ticaret meselesiydi. Ülke sınırlarında dönen kaçak silah ve yasa dışı mühimmat alışverişlerinden sonra bu çok küçük bir meseleydi ama ellerine geçecek tek bir kibrit parçasını bile onlardan alacaktık.
Din kisvesi altında kurulan terör örgütünün adamları her yerdeydi. Hem ülkemizin sınır hattında hem de içerisinde... Eğitim adı altında kandırdıkları onca insan bu batağa bir şekilde düşüyor, sonunda ya teslim oluyor ya da onlarla birlikte ölüyordu.
Derin bir nefes aldım. Ateş etmek için ikinci bir şansım olmayacaktı. İlkini tek mermide düşürdüğümde diğerleri fark edecek ve hedef almam için elimde kalan süre tuzla buz olacaktı. Omuzlarımı esnettim. Silahımı taşların üzerine kolumu yaslayarak destekledim ama tamamıyla sabitlemedim. Sırf destek için tamamen taşa yaslanmak, diğer atış için manevra alanımı kısıtlayıp ıskalamama neden olurdu. Bileğimi kolaylıkla oynatabileceğim pozisyonda hedefime nişan aldım. Kafadan iki kurşun tüm meseleyi başlatacaktı. Tam da ihtiyacım olan şey...
Kendi hayatımın baş kahramanı gibi hissettiğimden olsa gerek, ölüm korkusu bana çoğu zaman işlemiyordu. Görevlerde ölüm herkes için var, benim için ise seçenekler arasında bile yokmuş gibi yaşıyordum hayatı. Mevzu bahis sadece kendi canımsa risk almak kolaydı. İşin içine askerlerim girdiğinde her şey altüst oluyor, kendime olan pervasızlığımın yüzde birini bile onlar için göstermiyordum.
Gözümü kıstım, iki sessiz vuruştan sonra yığılacak bedenler fark edilmeden yer değiştirip yeniden mevzilenmeliydim. Bekir'in uzun bir süre tek başına başının çaresine bakabileceğinden adım gibi emindim. Yine de oyalanmanın bir mantığı yoktu.
Parmağım tetiğin üzerinde gerildi. Daha fazla düşüncenin karışmasına izin vermeden ilk mermiyi ateşledim. Mermi havayı ikiye yararak hedefindeki bedene isabet etti. Kafasının yanından giren kurşunla öne doğru düşen beden daha arabaya vurmadan, milimler oynayan namludan ikinci kurşun karıştı yeryüzüne. İlk beden başta arabaya sonra da yere çarptığında ikincisinin yanına uzanması uzun sürmedi.
Hareketliliği fark eden piçlerden ilki arkasına döndüğünde geriye çekilmemi engelleyen bir şey oldu.
Alnının ortasında açılan koyu kırmızı delikle yere yığıldı. Gerisi ise saniyeler içinde yaşandı. Tek tek avlandılar, boş bedenlerce devrildiler. Gördüklerini algılayıp silah çekecek vakitleri bile olmamıştı.
Hızla etrafıma bakındım. Gelmişlerdi. Gelmiş olmalıydılar. Tabii eğer kaçış planı Faysal'ın düşmanlarının kulağına gitmediyse... Mermilerin geldiği yöne, arkama döndüm. Parmaklarımın arasındaki silahı boşluğa doğrulttum. Temkinli adımlarla ilerledim. Ufak eğimde birkaç çakıl yuvarlandı. Ardından büyük botlar yavaş adımlarla göz hizama girdi. Görmek için can attığım yeşil üniformanın içerisindeki renkli gözler bana bakıyordu. Silahımı indirip etrafıma son bir kez daha baktım. "Komutanım?" dedi asker. Beni direkt tanımış olmasını sorgulayacak zamanım yoktu. Yanlarında benim timim de varken beni bulup da tanıyamamaları garip olurdu.
Aylar sonra ilk defa sevinç gülümsemesinin eşiğine geldim. Kaşlarım sadece bizim gibilerin anlayacağı bir rahatlama hissiyle havalandı. Güven dolu eller artık dört bir yanımıza kapanmış, sırtımızı yaslamamız için etrafımıza kalın duvarlar örüyordu.
Uzun asker başta ne yapacağını bilmiyormuş gibi arkasına göz attı. Mevzilendiğim duvarın üzerine çıkıp karşı yakaya atladım. Yanından geçerken elimi omzuna vurdum. Kasketinin altındaki saçları gözümden kaçmadı. "Hoş geldin, kızıl" dedim sesime az biraz yansıyan neşemle. Kendimi burada da frenledim. Yanından hızlı adımlarla geçtim, dizlerimi büküp sol yanımı duvara verdim. "Tam zamanında geldiniz." Ardımdan gelen adımları kolaylıkla bana yetişti. O da benim gibi duvara yaslandı.
"Komutanım, Ruhsuz Üsteğmen yanımda." Telsize bildirdiği cümlenin yanıtını ben duyamasam da kızıl onayladı. "Geliyoruz."
Başımı omzumun üzerinden çevirip gözlerine baktım. "Planı anlat bakalım, kızıl. Komutanın nerede?" İçten içe timin çaylağı olduğu tahmininde bulunduğum genç asker tüfeğini sıkıca tuttu. "Cephaneliğin etrafındaki adamlar temizlendi, ana binaya yöneliyoruz." Sessiz çalışma stillerini oldukça sevdiği söylesem yalan olmazdı.
"Merminiz yeterli mi komutanım?"
Silahı elimde çaprazladım. "Sayenizde iki eksikle devam ediyorum. Ama döndüğümde Alacayla tekrardan konuşmama gerekiyor." Sona doğru kısılan sesimi duydu mu bilmiyorum ama duymasını umursayacak durumda değildim. "İnsanları daha fazla bekletmeyelim." Duvardan ayrıldım. "Takıl peşime." Ezbere bildiğim döküntülerin arasından en kısa yolları tercih ederek çıkış noktamıza vardık. Yine bir duvar kenarına sindiğimde karşıda mevkilenmiş üniformalıları görebiliyordum. Şu dünyada yaşadığım en güzel günlerden biri olmaya hak kazanabilecek kadar güzel bir gündü.
"İki kişi rehineleri dışarıya çıkaracak. Katları temizleyerek ilerleyeceğiz." Muhtemelen kulaklığından duyduklarını benim için tekrar ederken benim gözlerim askerlerin üzerinde geziniyordu. Aralarından Berkin ve Aytekin'i seçmem zor olmadı. Koca cüsseli herifler iki yandan usul usul yanaşırken onları tanıyamamak işten değildi. İkili ardından gelen askerlerle beraber evlerin arasında geriye çekilerek görüş açımdan çıktılar.
İçeriden bir gürültü koptu. Eski kapı büyük bir gürültüyle açıldı, yer yer dökülmüş duvara çarptı. Kaşlarım birbirine yaklaştı, tedirginliğe yakın bir duygu sindi içime. "Ne oluyor?" Kızıl ile senkronize bir biçimde geriye adımlayarak arkamızda kalan köşeyi döndük. Sırtım duvara yaslandı, tetikteki parmaklarım gergin, duruşum dikti. Her an gelebilecek olan saldırıya hazırdım. "Emir geldi. Yeni devriyenin dağılmasını bekleyip sessizce avlayacağız."
Etrafa dağılan adamları göremesem de sesini duyabiliyordum.
İçerideki onlarca adamın arasına dalmak bizi elbet bir yere götürürdü ama bu bizim istediğim son olamazdı muhtemelen. Ortalık karıştığında, işler arap saçına döndüğünde her şey için senkronize olmak kolay olmayacaktı. İçinde bulunduğumuz vaziyeti sessizce dağıtmanın tek yolu bütünü parçalara ayırarak yok etmekti.
Plan gayet basit ve işlevliydi fakat taşın altına elimi koymak ulaşacağımız sonu garantiler mi yoksa her şeyi berbat mı eder onu düşünüyordum. "Burada kal, komutanının emirlerini dinle." Durduğum yerden geriye çekildim. "Faysal ile ilgileneceğim. Komutanına bildir."
Rengine dikkat etmediğim açık tondaki gözleri açıldı. "Komutanım emir var. Üst..."
"Onun emri bana işlemez." diye sertçe söylensem de ekledim. "Komutanına söyle, içi rahat olsun. Sadece arkamızı sağlama alacağım." Güveneceğim adamların kim olduğunu en başından öğrenirdim. Karşıma kimlerin çıkacağını bir süredir biliyordum. "Komutanım Ruhsuz gidiyor!" Aylarca bu delikte sürdüğüm hayatımın en önemli gününün amacından sapmasına izin vermeyecektim. "Nasıl durduracağım? Bacaklarına mı yapışacağım?" Her ne kadar titiz ve sessiz çalıştıklarını bilsem de önlem amaçlı bir şeyler yapmak ömrümde öğrendiğim en değerli derslerden biriydi.
Görevi tehlikeye atacak bir atakta bulunmadan küçük bir önlem alacak, binaya erken girecektim.
Kızıl'ın arkasından dolanıp binanın diğer cephesine koşturdum. Orayı temizleyebileceklerinden adım kadar emindim ama onlar meşgulken piçi elimizden kaçırma riskine giremezdim. Hızla ikinci köşeyi de dönünce ilk pencerenin önünde durdum. Silahımı bedenimin arkasına doğru kemerime sıkıştırdım. Ayağımı tahtalarla çaprazlanmış pervazına koyup parmaklarımla duvardaki boşluklardan destek aldım. Uzanıp üst katın pervazına tutunup gücümü dirseklerime yığıp kendimi yukarı çektim. Bu saatlerde boş olduğunu bildiğim mutfakta tam da düşündüğüm gibi içeride yeller esiyordu.
Birçok cam ya kırılmış, yerini tahtalar almıştı ya da gazete kağıtlarıyla boydan boya onlarca kat halinde kapatılmıştı. Spesifik bölgeleri seçmediğiniz sürece dışarıyı görüş açısı neredeyse hiç yoktu. Buradaki güvenlik dışarıdaki adamlarla sağlanıyordu. Bir tek mutfağın penceresi camsız olmasına rağmen açıktaydı. Yemek yapmak için ya da pis işleri için kullandıkları bu oda doğru düzgün hava alan tek odaydı. Cam kırıklarıyla dolu pervazı aştım, içeriye girdim. Çöplükten beter mutfakta oyalanmadan sessiz adımlarla kapı eşiğine kadar yanaştım.
Boş mutfaktan kendimi dışarıya, kalabalığın yığıldığı koridora daldım. Hayat sanki normal akışında devam ediyormuşçasına bu iğrenç kokan yerde insanların arasına karıştım. Omuzlarım çökmüş, vücudum özgüven eksikliği ve korku doluymuş gibi sakin ama korkak adımlarla sıyrıldım aralarından.
Her zaman yaptığım gibi hayalet oldum, yokluğuma sığındım. Bu kadar göz önünde olanı görememek insanlara bahşedilmiş en acınası özellikti zannımca. Burnunun dibinde olup bitenleri görememek, onun için harcanan çabaları sudan çıkan buhara bakar gibi görmek çok aciz bir yaradılıştı. Gölgelerde olana sahip olmak ister, gözünün önündekini acınası körlüğüyle gölgelere sürüklenmek zorunda bırakırlardı. Bilinmeyenin saçtığı ışığa karşı merağa kapılıp doğrularından şaşmak can atan bir varlık olarak bir ömür yitip gitmek insanlığa verilmiş bir cezaydı.
Rutin konuşmalar, plandan haberdar olanların emirleri altında oradan oaraya geen onca boy beynin yanından geçtim. Aralarında zeka parıltısı gösterenleri teker teker rütbelendirip koyun sürüsünün başına geçiriyorlardı. Aynı gerçek hayatta olduğu gibi... Aklını kullanmayıp koyun olmayı seçenler, çoban köpeklerini yönlendiren çoban tarafından güdülmeye mahkumdu.
Geriye kalanların birçoğu daha ne amaç uğruna yaşadığını bile bilmezken, doğar doğmaz kulağına ismi fısıldanan bebekler gibi duyduğunu zihnine kazıyıp, kısa ömürlerinin son anına geldiklerini anlayana kadar omuzlarında taşıyorlardı. Ölüm her şeyi ters düz ettiğinde iş işten geçmiş, kervan çoktan yol almış oluyordu. Bölücü birliklerin işine en yarayan insan tipi sorgulamayan, kendi karar verme yetisi olmayan, algıları gelişmemiş parlak beyinlerdi. Gençler, çocuklar veya yetişkinler... Kandırması, kendi sahlarına çekilmesi kolay; işlemesi ise oldukça rahat beyaz birer sayfaydı onlar için.
Kalabalık bir grup sınırdaki güvenliği sağlamak için dün geceden gönderilmişti. Sadece aralarında rütbeli olarak seçilen birkaç kişinin silahında gerçekten mermi vardı. Adamların ek cephaneliğe ulaşımı yoktu. Her şey lehimize işlerken yarı yolda kalmak bize yakışmazdı.
Yanımdan geçen gruptan bana en yakın olanı omzuma vurup geçtiğinde gözlerim öfkeyle kısıldı. Hiçbir şey yapmadan geçip gitmesine, beni zayıf olarak görmesine izin verdim. Geriye kalan son dakikalarını yaşıyordu.
Sağa sapıp koridorun sonundaki beton merdivenleri ikişer ikişer çıktım. Basamakların dönüşüne ulaştığımda, alanın yer verdiği kadar geriye çekildim. Üst kattan gelen bir ses var mı diye kulak kesildim. Baş piçin kapısının önünde her daim bir adamı bulunur, hem kapıyı korur hem de içeriye girip çıkanları kontrol ederdi. Kemerime sıkıştırdığım silahımı kavradım. Tabancayı kaldırdım, dikkatli bir adım attım.
Aklımın bir köşesinde diğerlerinin ne yaptığı dönüp duruyordu. Merdiven boşluğuna kısaca göz attım fakat ne gelen vardı ne giden. Tek dileğim, kızıl askerin komutanının emrinden çıkmayıp aynı yerde kalmış olmasıydı. Aylar önce otuzuma basmış bir kadın olarak kadın olarak hayattan istediğim uçuk kaçık dileklerim yoktu. Gündemdeki derdim, neredeyse iki yıl kadar ertelenen asıl amacımı yerine getirmek ve patlamadan sonra etrafa dağılan insanları tekrar bir araya getirmekti.
Ailemden birini görmeyeli üç yıl kadar olmuştu. Yüz yüze görüşülmemiş, seslerin duyulmadığı, sevinçlerin paylaşılmadığı özlem dolu koskoca yüz yıl. Üstelik yaşayıp yaşamadığımı bile bilmeden arafta kalınan üç yıl... Güzel bir haber ya da eve döneceğime dair besledikleri umudu hala yaşatabiliyorlar mıydı? Yoksa her normal insanın yapacağı gibi hayatlarına devam mı etmişlerdi? Onlar benden, ben onlardan bihaber.
Ben unutmazdım, vazgeçmezdim, dedi içimde bir ses. Sen normal değilsin, dedi bir başkası. Hatta belki de insan bile...
Her seferinde tek bir şey diye söz verdim kendime. Ulaşılacak limanların rotası kafamda diziliydi. İlk önce askerlerim, sonra ben...
Mavinin en soluk tonundaki gözlerim, beni henüz fark etmeyen hedefime kitlendi. Parmaklarım tetiğe tutundu, küçük bir adım; sadece bedenimin yarısını ortaya çıkaracak şekilde sağa kaydım. Dünyadan habersiz beklediği kapı önünde elindeki taşları çevirip duran kılıksızın görüş açısına girdim. Kukla olarak kullanılan, en ufak sorunda en öne atılan birçoğu silah tutmayı bile bilmeden çıkıyordu dağ başına. Eğitimsiz; şansa, kör kurşuna yaşayabiliyorlardı.
Namlunun soğuk ucu göğsünün tam ortasına kilitliydi. Gözleri beni gördü, beyni saniyelik işlemlerle beni algılamaya çalıştı, sakallı suratındaki kalın kaşları atıldı. dünya onun için çoktan durmuştu da daha haberi yoktu. O silahına uzanırken ben önce davrandım. Yerinden fırlayan tek bir kurşun göğsünün soluna, kalbine saplandı. Gözleri dudaklarıyla eş zamanda açıldı ama sessiz bir soluk vermekten öteye gidemedi. Kıyafetlerinin altından bile zayıftı olduğu belli olan bedeni öne doğru sendeledi. Kapalı avcundaki taşlar beton merdivenlere döküldü, minik tıkırtılar eşliğinde ayaklarımın dibine düştü.
Saniyeler bana saatler gibi gelse de her şey göz açıp kayıncaya kadar olup bitmişti. Eli, yaralı göğsüne ulaşamadan bedeni dizlerinin üzerine çöktü. Mavilerim yerdeki bedeninin arkasında yükselen ham meşe yapılma kapıya dolandı. Aşağı katlardan büyük bir gürültü koptu.
Başım direkt merdiven boşluğuna indi. Boş geçen birkaç saniyenin ardından ilk önce kamuflajlı bir omuz göründü, sonrasında ise yukarıya dönen koyu renkte gözlerle denk düştük. Yüzünde görünen tek yer olan gözleri bende fazla oyalanmadan etrafına döndü, emir yağdıran sesi boğuk bir şekilde bana ulaşsa da ne dediğini anlayacak kadar dikkat etmedim.
Adrenalinin cirit attığı damarlarım özlemle kabarıyordu. İçimde dalga dalga yayılan heyecan uzun süre sonra yeni bir şeydi, kalbim hızla çarpıyordu. Bunun sebebi kondisyonumum düşmüş olması da olabilirdi ama sonuç olarak keyfim yerindeydi.
Onlar temkinli adımlarla yukarı tırmanırken ben kendi işime döndüm. Yerde yatan, zayıf soluklar alan bedenin yanından geçtim, kulağımı kapıya yasladım. İçeriden gelen bir kişiye ait adım sesleri kapının yakınlarında dolaşıyordu. Kalbimin kulaklarıma dolan sesine karıştı silik adım sesleri. Tedirgin adımların kapıdan uzaklaştığından emin olduğum an, paslı kapı kolunu indirdim, soluksuz bir anda içeriye sızdım. Arkası bana dönük yapılı beden kapının karşısındaki masaya doğru adımlıyordu. Kapıyı bana dönmesi için bile isteye ses çıkararak kapattığımda bedeni durdu, kulakları bir tilkinin kurnazlığıyla dikildi.
Yanından bir an bile ayırmadığı silahı birkaç metre ötesinde duvara yaslıydı ama ona uzanmayı bırak yan gözüyle dönüp bakmadı bile.
Ellerini ahşap masaya yasladı, yerinden bir milim bile oynamadı. "Kim benim odama kapımı çalmadan girme cüretine düştü?" Halihazırda onu hedef alan silahımı tam sırtına doğrulttum. "Gitme zamanı geldi, Faysal." Omuzlarındaki gerilmeye anbean şahit oldum. "Seni almaya geldim." Aşağıdan art arda ateşlenen silahın sesleri odaya doldu.
Başı ağır hareketlerde arkasına döndü, gözlerindeki korkuyu bastırmaya çalışarak bana baktı. Gözlerime, elimdeki silaha, sonra tekrar mavilerime... Bedeniyle başı düz duruşa geçtiğinde ellerini iki yanında kaldırdı. Ama ilk kaygısı artık yerinde yoktu. Korkunun kol gezdiği gözlerinde şimdi gizlemeye bile ihtiyaç duymadığı alay cirit atıyordu. "Sen beni bu odanın bir ucundan diğerine bile götüremezsin, kadın."
Başım omzuma eğildi, dudak büktüm. Silahın namlusunu aşağı eğdim. "Boş konuşuyorsun,"
"Cesaretini taktir ediyorum," dedi sakallarının arasına gizlenmiş dudaklarını bükerek. "Kadın başına kahramanlık yapabileceğini düşünmen ne hoş."
"Bu söylediklerini unutma." Ellerini iki yanına saldığında ona doğru büyük adımlarla ilerledim. "Canına bir zarar gelmeden çık..." Aramızda iki adımlık mesafe kaldığında botumu karnına indirdim. "git..." Koca bedeni sert darbemle arkasındaki masaya çarptı, bir eli karnına diğeri masaya tutundu. Ağzından küfürler dökülüyordu. Öne eğilen kafasındaki pis saçları avucumun içine hapsettim. Başı geriye yatana kadar asıldım, acı dolu bakışlarına denk düştüğümde dudağımın bir kenarı kıvrıldı. Sağ elimdeki silahı çenesinin altına bastırdım.
"Sana bir kez anlatacağım, tekte anlayacaksın." Ona başka bir şans bırakacağımı düşünüyorsa mükemmel bir yanılgı çukuruna düşmüş demektir. Yüzümü yüzüne eğdim. "Buradan çıkacağız. Ya severek ya da severek..." Elinin beline doğru gittiği görürü gibi oldum, başını şiddetle sarstım. "Anlatabildim mi?"
Yutkundu, başını salladı. Ama kabul ettikleriyle yaptıkları tutmuyordu. Elini yeleğinin cebinden çıkarıp yüzüme bıçağını savurdu. Alışılmış refleksle geriye doğru sıçrayıp hamlesinden kaçtım. Aramıza giren mesafeler onun dezavantajıydı. Belki de değildi.
İleriye atıldım. İkinci tekmem kasıklarına oldu. Geriye savrulup es vermeden tekrar üzerime saldırdı. Solumdan gelen bıçağı, bileğini tuttuğum gibi engelledim. Dişlerimi sıktım, verdiğim efordan boynumdaki kaslar kasıldı, bedenim adrenalini yeterli düzeyde tutmak için büyük bir savaş veriyor olmalıydı. Kısılmış gözlerini görebilsem de o beni göremiyor gibi göz bebekleri kocaman olmuş, irisleri kontrolsüzce titriyordu.
Bana bıçakla karşı gelmeye çalışmak hayatının hatasıydı. Bıçaklarla oynayarak büyümüş bir çocuktum ben.
Yüzüme bir karış mesafede havada kalan bıçak, tutulduğu yerde bir o yana bir bu yana titriyordu. Tüm gücüyle bıçağı bastırıyor, en ufak bir yanılgımda yüzüme saplanacağı konusunda ümitle yapışmıştı elindekine. Nerdeyse başa baş olan itişlerimizle bıçak milimler oynuyordu. Ani bir hareketle başımı sağa eğdim, silahın kabzasını çenesiyle kulağının arasına geçirdim. Hareketimle bana doğru savrulan bıçak elimle itile itile omzumun üstünden sıyırdı geçti. Odaya dolan kumaş sesini duyabilsem de herhangi bir acı hissetmiyordum.
Karşımdaki beden sendeledi. Ama daha fazla oyalanmaya izin vermedim. Bıçağı tutan elini iki yerden tutup dizimi geçirdim. Hasar gören bilincine daha fazla sahip çıkamadı, bıçak yere düştü, kendi iki adım geriye gitti.
Ayaklarımın dibine düşen bıçağı hızla yattığı yerden kaptım. Soğuk metal parmaklarımın arasında birkaç kez çevirdim. Benden uzaklaşan bedene döndüm. Dişlerini sıkmış, üzerime atlamak için büyük bir hırsla tekrar öne atıldı. Gözlerimin önünde şimşekler çaktı. Havadaki elini yakaladığım gibi hamlesinden kaçtım, dirseğimi karın boşluğuna geçirdim, kolunu içimden yükselen ani bir sinirle ters çevirip masaya yasladım. Parmaklarımın arasında çevirdiğim bıçağın sapını tutup büyük bir kuvvetle elinin tam ortasına sapladım. Acı dolu haykırışı kulaklarıma tek nefeslik bir fısıltı gibi geldi. "Sen," dedim dişlerim arasından. "Hayatının hatasını yaptın." Demir sapı bir an bile bırakmadan bıçağı bastırdıkça bastırdım.
Derin nefeslerimle alçalıp yükselen göğsüm hırıltılıydı. Omzumda yeni yeni hissettiğim bir ıslaklık vardı ama umursamadım. Adrenalin hala damarlarımda cirit atarken, sıcağı sıcağına acıya dair bir şey hissetmeyeceğimi bilecek kadar süredir bu mesleğin içerisindeydim. Elimi gözlerimin üstüne yasladığımda son gördüğüm titreyen elinin bıçağa uzanmakla geri çekilmek arasında kalmış görüntüsüydü. Pis küfürleri arttıkça arttı, ağlamalarına karıştı.
Sinirimi yatıştırmayı amaçlayarak derin bir nefes daha çektim ciğerlerime. Ama soluduğumun bana bir faydası yoktu. Alnımın tam ortasına saplanan sancıyı dağıtmak için parmaklarımı bastırdım. "Elimde ölüp gideceksin," Geriye döndüm. Bıçağı çekip çıkarak kadar cesaretli olmadığı biliyordum. "Sen onlara dua et, seni canlı istemeseler fazladan aldığın tüm nefeslerin hesabını keserdim."
"K... Kimsin sen?"
"Kim olduğumun bir önemi yok."
"Ne yapacaksın beni?"
"Bana kalsa buraya gömerim."
"Kime çalışıyorsun? Söyle, onun iki katı para veririm." Gözlerim kapaklarının altında bile kaydı gitti. Elimi geri çektim. "Yeterince salağa yattın, Faysal. Artık oyun bitti." Şeytanla kumara oturan, masaya ruhundan parçalar koyardı. Her yitirilen parça da masadan kalacak bütün eksilir, yite yite biterdi.
Kapı tek hamlede açılıp duvara vurduğunda Faysal'ın fısıltısı solup gitti. "Türkler..." dedi acı içinde. Silahımı kaldırmak gibi bir girişimde bulunmadım. Boşluktan gördüğüm kahveler şimdi karşımda, elinde piyade tüfeğiyle odaya girmiş bulunuyordu. Üniformasının çoğu kanla kaplamıştı. Gözleri kısılmış, vücudu gergindi ama buradaydı. Sonunda buradaydılar... Kör kuyulara benzeyen gözleri önce masaya mıhlanmış adama, sonra usulca bana kaydı. Gözlerinin üstüne yerleştirilmiş kaşları birbirine yakın değilmiş gibi daha da çatıldı, alnının ortasında bir çukur oluşturdu. Gözlerimiz birbirine vurulmuş iki kilit gibi bir arada kaldı.
Kafasını masaya yaslayan adam son kez fısıldadı. "Türkler geldi."
Yavrularım sonunda tekrar bir arada, çok heyecanlıyım!
En sevdiğiniz karakter?
En sevdiğiniz sahne?
Sizce ilk kez karşı karşıya gelen üsteğmenlerin arasındaki ilişki nasıl gelişecek?
Gelecek bölümler hakkın
da tahminleriniz var mı?
Pamuk eller yıldıza basmadan geçmesin efenim!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |