
Bölüm 11:
“Yara Bandı”
Bölüm Müziği: Lana Del Rey-Cinnamon Girl
🐸
Her çocuk masalları sever fakat hayat gerçekleri ağır ve acı olan çocuklar masalları daha çok sever. Bu yüzden Lale, birçok yaşıtından daha fazla seviyordu masalları. Çünkü masallar onun için bir kaçış noktasıydı. Masalları dinleyince gerçeklerden uzaklaşıyor ve hiç var olmadığı everenlerin biricik kahramanı oluyordu. Hepsinden öte o evrenlerde gerçek bir ailesi oluyordu. Babaların çocuklarını terk etmediği bir aile…
Kim ne derse desin en kötü babanın gidişi bile çocukta muhakkak iz bırakır. Lale’nin babası Cemal, zamparanın, düzenbazın, üç kağıtçının tekiydi. Eline iki kuruş para geçse gider pavyonlarda tüketir, akşamda ya gelir ya gelmezdi. Çocuklarıyla muhabbeti sınırlıydı. İşi düşmedikçe karısı Meryem’in bile yüzüne bakmazdı. En sonunda da mahallenin dillere düşmüş bir kadınıyla kaçıp gitti. Şimdi Cemal nerededir, ne yapar bilinmez. Fakat bıraktığı enkaz hala toparlanmış değil.
Gitmesinin üzerinden henüz çok geçmemişti. Lale, babasının yine ortalardan kaybolduğunu ama döneceğini düşünüyordu. Çünkü onun babası böyleydi. Sihirbaz gibi bir görünüp bir kayboluyordu. Çocuk kafasıyla bunu bir oyun haline getirmişti. Hatta bir keresinde arkadaşların -benim babam sihirbaz, bir görünüp bir kayboluyor- deyip kendi inandığı yalana onları da inandırmaya çalışmıştı. Fakat çocuk kalbi merhamet koktuğu kadar acımasızdı da. Can gibi diğer bazı çocuklarda acımasızca Lale’ye, babasının bir kadınla kaçtığını ve onları terk ettiğini söylemişlerdi.
Lale, küçüklükten bu yana babası tarafından açılan derin boşluğunun biraz daha derinleştiğini hissetti. Zaten yalnızdı ve bundan sonra daha da yalnız olacağını çok iyi idrak etti. Kendini ifade edememenin yetersiz güçlüğüyle zaten savaş halindeyken bir daha sınıfta parmak kaldırmaya yeltenemeyecekti bile. Lale, henüz doğuştan solgun bir çiçekken günden güne kuruyup gidecekti.
Burada en çok Cemal’i suçlamalı elbette. Çünkü baba olmak çocuk yapmaktan ibaret değildir. Cemal, bunu hiç idrak edemedi. Ne Harun’a ne de Lale’ye gerektiği gibi babalık etti. Bunun sonuçlarını elbette çocuklar ödememeliydi fakat dünya denen bu yerde çoğunlukla masumun canı daha çok yanar. Çünkü savunmasız olan, korunmaya muhtaç olan odur.
Yine bir gün okul çıkışı o hep oturduğu bankta abilerini bekliyordu. Canı çok sıkkındı. Banktan yere uzanmayan ayaklarını üzüntüyle sallayıp duruyordu. Ağlamak için an kollayan göz yaşlarını tutmaktan, boğazı düğüm düğüm olmuştu. İçten içe babasına o kadar çok kızıyordu ki. Yaralıydı. Çok yaralıydı. Ve bu yarasını Tarık abisi dışında kimse görmüyordu. Harun abisi onunla yalnızca dalga geçiyordu. Ama Lale, ona kızamıyordu. Çünkü bir gece gizli gizli odasında ağladığını duymuştu. Abisi de üzgündü işte. Lale, biliyordu, abisi de henüz çocuktu.
Ayaklarını tekrar şiddetle salladı. Önüne gelen bir tutam saçı çekiştirerek kulağının arkasına soktu. Rüzgar aykırı bir şekilde o tutamı geri çıkardı. Lale, tekrar saçı sokuşturdu. Ve yine rüzgar geri çıkardı. Hırçın yüreğinin de etkisiyle öfkeyle saçını çekti. Canını acıtana kadar hem de. Biraz da bilerek yaptı. Bu sebeple ağlayabilirdi. Biri sorarsa da elim saçıma takıldı, canım acıdı, ağlıyorum derdi. Öyle de oldu. Göz pınarlarında bekleyen yaşlar bir bir dökülmeye başladı.
Can’dan nefret ediyordu.
Sude’den nefret ediyordu.
Salih’den nefret ediyordu.
Baban gitti, diyen herkesten nefret ediyordu.
Okul bahçesine baktı. Göz yaşlarını hızla koluna sildi. Ona doğru yaklaşan Can ve arkadaşlarına karşı gözleri korkuyla açıldı. Daha fazla onların çirkin sözlerine katlanabilecek gibi hissetmiyordu. Onlar henüz Lale’ye yaklaşamamışken Lale, banktan atladığı gibi koşarak okul bahçesinden çıktı.
Harun abisi kızacaktı.
Tarık abisi kızacaktı.
Fakat ikisi de umurunda değildi.
Küçük ama hızlı adımlarla başı eğik bir şekilde soluksuz yürümeye başladı. Bazen hızını alamayıp yerdeki çakıl taşlarını tekmeledi. Daha çok ağlamak istediği için saçlarını çekiştirdi. Ona çarpan bir kadına hırçın bir şekilde çemkirdi. Yine de öfkesini alamadı, içindeki üzüntüyü atamadı.
Üzgün adımları en son büyük çınar ağacının gölgesinde durdu. Burada çoğunlukla Tarık abisiyle yıldızları seyrederdi. Ne zaman yıldızları seyretse mutlu olurdu. Keşke şimdi de yıldızlar olsaydı. Özellikle Tarık Yıldızı…
Ağlamaktan kızarmış olan zeytin gözlerini göğe kaldırdı. Güneşin kavurucu sıcağı zaten ağlamaktan yanan gözlerini daha çok yaktı.
Çınar ağacının gövdesine yaklaştı. Etraftaki kalabalık çok canını sıkıyordu. Dilediğince ağlayamıyordu. Hepsinden öte herkes ona bakıyor gibiydi ve bundan çok fazla rahatsızlık duyuyordu.
Sırtını ağacın gövdesine yaslayıp küçük bedenini insanlardan gizlemeye çalıştı. Sırt çantası fazlalık yapınca çıkarıp kenara attı. Bağdaş kurup öylece önündeki çimenleri küçük parmaklarıyla koparmaya başladı. Öyledir ya, acı acıyı kovalar. Bıçak kadar keskin olan çimen otları ince derisini anında kesti. Parmağında yükselen sızıyla, akan kanla ağlamak için bir başka bahane daha buldu ve kanlı parmağına bakarak ağlamaya devam etti.
Ne kadar geçti bilemedi. Yaşı küçük olduğu için zaman kavramıyla çok ilgili değildi. Hoca saatler konusunu da işlemişti ama yıldızlar haricinde diğer konular çok da ilgisini çekmiyordu. Bu yüzden dinlememişti. Tek bildiği uzun çubuk kısa çubuğu hep yeniyordu.
Güneş batmak için iyice aşağı düşmeye başladığında arkasında hızlı, telaşlı adımlar duyumsadı. Ama geri dönüp bakmadı. Çok geçmeden de kim olduğunu zaten anladı.
Tarık, alnındaki boncuk boncuk terlerle kendini Lale’nin yanına bıraktı. Mavi gömleğinin yakasını sökmüş, düğmesinden asılıyordu. Özenle taradığı saçları da dağılmıştı. Perişan bir halde gözüküyordu.
Lale’nin koluna yavaşça vurdu “Aklımızı aldın! Neden bizi beklemedin? İki saattir seni arıyoruz?”
Tarık, bir cevap alamadı. Başı öne eğik bir şekilde oturan Lale’ye dikkatle baktı. Saçları yüzünü kapattığı için yüzünü de göremiyordu. Eğilip o şekilde baktı yüzüne. Akan burnunu, gözündeki yaşları görünce içi sızladı. Zaten Lale’yi ne zaman bu şekilde görse yüreği dağlanırdı.
“Ne oldu?”
Lale, hızla burnunu koluna silip başını iyice öne eğdi.
“Parmağımı kestim, ağladım. Baaak!” deyip minik işaret parmağını Tarık abisinin burnuna kadar soktu. Tarık, kan içindeki parmağı görünce anında yüzünü buruşturup iki eliyle Lale’nin elini kavradı.
“Nasıl kestin?” derken kurumuş yaraya üflüyordu. Lale, gördüğü ilgiden memnun bir şekilde omuz silkti.
“Otları koparırken oldu.”
Tarık, Lale’nin parmağına hala üzüntü içinde bakarken küçük arkadaşının sadece bu kesik yüzünden ağlamadığını da hissetmişti.
“Biri bir şey mi dedi sana?”
Göz ucuyla Lale’ye baktı. Kızarık burnunu çekişini izledi. Zeytin gözlerinin an be an doluşuna şahit oldu. Sıkıntıyla derin bir nefes çekti.
“Kim ne dedi? Can mı yine?”
Lale, omuz silkip elini de Tarık’ın elleri arasından çekip aldı.
“Ver şu elini!”
Öfkeliydi, Tarık. Çok öfkeliydi. Arkasını döndüğü anda Lale’nin başına bir şey geliyordu. onu yeterince iyi koruyamadığı için kendine çok kızıyordu. Oysa onu gözünden bile sakınmalıydı. Eline diken batsa en çok onun canı yanardı. Şimdi de yanıyordu. Hem elinin kesiğine hem gönlünün yarasına.
Cebinden çıkardığı yara bandını açıp bir çırpıda parmağına sardı. Lale, sürekli bir yerlerini yaraladığı için Tarık, muhakkak cebinde yara bandı bulundururdu. Yine şaşırtmamıştı. Yine yaralanmıştı.
İçinden geçirdi -parmağının yarasına yara bandı bulurum da gönlünün yarasına nasıl yara bandı bulacağım be Lale-
Lale gibi sırtını çınarın gövdesine yasladı. “Yaralı Prenses ’in hikayesini biliyor musun sen?”
Lale, meraklı gözlerle Tarık’a bakıp -cık- diye bir ses çıkardı.
“Anlatmamı ister misin?” Cevabı bildiği halde sormuştu bu soruyu. Lale’nin hevesle başını salladığını gördü.
Dizlerinin önünde ellerini bağlayıp başını çınara yasladı. Sonra da Lale için uydurduğu masallara bir yenisini daha ekledi.
“Zamanın birinde, bir krallıkta güzeller güzeli bir Prenses yaşarmış. Bu Prenses o kadar güzelmiş ki güzelliği dillere destan olmuş. Uzak diyarlardan sırf Prenses’in güzelliğini görmek için gelirler, uzun uzun kuyruklar oluştururlarmış. Prenses’in güzelliğine hayran olanlar olduğu gibi onun güzelliğini çekemeyenler de varmış. Prenses, çirkin olsun diye ona bir büyü yapmışlar. Büyü hemen etkisini göstermiş. Prenses, ertesi gün büyük büyük yaralarla kaplanmış ve yatağından bile çıkamaz hale gelmiş. Kral babası Prenses’i için dünyanın dört bir yanından hekimler getirse de bir çare bulamamış. Güzel kızı günden güne gözünün önünde eriyip gidiyormuş. Bir gün Prenses’in bu halini merak eden bir Prens gizlice saraya, Sonra da Prenses’in odasına girmiş. Prenses’i o halde görünce çok üzülmüş. O bir şifacı değilmiş elbette fakat annesi -sevginin her yarayı iyileştireceğini- söylemiş. Prens, sevgiyle Prenses’in yaralarını bir bir öpmüş. Öptüğü her yara saniyesinde kaybolmuş ve Prenses gözlerini açmış. Haberi alan Kral, Prens ve Prenses’i evlendirmiş ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar.”
Masal bitince Tarık, tepkisini ölçmek için Lale’ye baktı. Lale ise dinlediği masalın etkisiyle öylece çimenleri seyrediyordu. Sonra bir anda mırıltıyla “Tarık abi,” dedi. Tarık, meraklı arkadaşına gülümseyerek kulak kabarttı.
“Efendim?”
“Kalpteki yaralar da sevgiyle iyileşir mi?”
Tarık’ın yüzünde buruk bir gülümseme oluştu. Önce dudağını büktü sonra yavaşça Lale’nin yaralı parmağına uzandı. Elini kavrayınca hiç düşünmeden az önce yara bandı sardığı parmağını öptü. Yüzüne utanç dolu bir gülümseme yerleşmişken başını kaldırıp beklemeden bu defa da yanağına uzun soluklu bir öpücük kondurdu.
Geri çekildiğinde kalbinin gümbürtüsünden kendi sesini duyamayacağını bilse de “Az da olsa geçti mi?” diye sordu, çocuk yüreğiyle.
Lale, kalbinin atışını neye yoracağını bilemese de iyileşmesine yorup ufak ufak başını salladı.
“Ben her yara aldığında seni sevgiyle iyileştiririm. Aynı masaldaki gibi.”
Lale, bu küçük ama yüreği büyük arkadaşına minnetle gülümseyip verdiği söze canı gönülden inandı. Çünkü Tarık abisi şimdiye kadar verdiği tüm sözleri tutmuştu, bunu da tutardı.
🐸
İki gün. Dile kolay, gönle zor tam olarak iki gün geçmişti. İki gündür yüzünü bir defa olsun görememiştim. Fırına gelmemişti, perdesini hiç açmamıştı.
Bu iki gündür yaptıklarım da sınırlıydı. Sabah erkenden fırına gidip var mı yok mu diye kontrol etmek, yoksa kalan günü pencere kenarında perdeyi açacak mı diye bekleyerek geçirmek. Ve tabi düşünmekten kafayı yemek.
Neye bu kadar öfkelendiğini anlamadığım için kafayı yiyecek raddeye gelene kadar düşünmüştüm. Vardığım sonuç ise kocaman bir hiçti. Makul hiçbir seçenek yoktu. Ve tüm bunlar daha fazla kafayı yemem için kapı aralıyordu.
Sıkıntıyla kitaplığımın önündeki pufa savruk bir tekme attım. Boktan bir durumun içine düşmüştüm. Evet, son günlerde yaşadıklarımı bu cümleye sığdırabilirdim. Her şey çok boktandı ve yapacak hiçbir şeyim de yoktu.
Telefonumu bininciye elime alıp rehberden adını buldum. Elim yine hep olduğu gibi tereddütle isminin üzerinde durdu. Aramaya cesaretim yoktu. Belki mesaj atarım diye telefonu elime alıyordum ama ne yazacağımı bilemediğim için bu seçenekten de vazgeçiyordum.
Pufa oturup en azından vakit öldürmek için sosyal medya hesaplarımı kontrol ettim. Henüz yeni takibe aldığım Günebakan Mahallesi hesabı yeni bir gönderi paylaşmıştı.
Bugün günlerden Pazar’dı. Genelde hafta sonu gerçekleştirilen açık hava sineması bu hafta yine Pazar günü yapılacaktı. Filme baktım. Alonge for the Ride, Yol Arkadaşım filmiydi. Filmi daha önce izlemiş ve beğenmiştim.
Aklıma gelen fikirle yutkunup gönderiyi Tarık’ın sosyal medya hesabına atıp, -gidelim mi- diye ek bir mesaj daha attım. Gerginlikle parmak uçlarımı kemirirken telefonu bir köşeye fırlatmamak için kendimi zor tutuyordum. Ayağımı ritmik bir şekilde sallarken parmaklarımı daha çok kemirdim.
Aradan yaklaşık üç dakika geçmişti ki mesaj görüldü oldu. Nefesimi tuttuğumun bile farkına varmadan beklemeye başladım. Önce yazıyor işareti belirdi ve çok geçmeden mesaj geldi.
-Olur. Akşam görüşürüz.-
Yumruğumu sıkıp -yes- diyerek sallarken aynı zamanda da asla anlam ifade etmeyen birkaç dans figürü yaptım. Ve evet, tüm bunlar oturduğum yerde gerçekleşti.
Saate baktım. Beşi kırk beş geçiyordu. Film saat dokuzda başlayacaktı. O kadar saat nasıl bekleyeceğimi bilemediğim için abimin yanına gittim. Odasına bilgisayar oyunu oynuyordu. Hafta içi yoğun çalıştığı için tüm bunlara fırsat bulamıyordu. Hal böyle olunca da hafta sonu onun için tam olarak bitkisel hayattan ibaret geçiyordu.
“Akşam sinemaya gidiyoruz,” dedim, kulaklığına vururken. Öfkeyle elime yapıştırıp sanal düşmanlarını öldürmeye devam etti.
“Kime diyorum,” derken kulaklığına bir tane daha vurdum.
“Ya kızım, defol git başımdan. Görmüyor musun, oyun oynuyorum.”
Göz devirdim. “Kör değilim.”
“Kör gibi davranma o zaman. Hay!” Yenilince öfkeyle kulaklığı çıkarıp masaya attı.
“Senin yüzünden. Gelecek zamanı buldun!”
Saçlarını karıştırmaya başladım. Huysuzca kıpırdanmaya devam etti.
“Sinema diyorum, sağır mısın?”
Boynunu geri yatırıp aşağıdan yüzüme baktı.
“Kendi isteğinle sinemaya mı gitmek istiyorsun sen?”
“Evet, ne olmuş?”
Şüpheyle gözlerini kıstı. “Ateşin falan yok, değil mi?”
Alnına yavaşça vurup geri çekildim.
“Geleceksen gel, gelmeyeceksen sus.”
Tavrıma sinirlenmiş olacak ki hızla kalktı oyun koltuğundan. “Yolarım o kıvırcık saçlarını. Doğru konuş benimle.”
Burnumu kırıştırıp üstten bir bakış attım. Kollarımı göğsümde bağlarken “Ne zaman doğru konuştum ki şimdi konuşayım?”
Tehditkar bir şekilde tek kaşın kaldırdı. Belki biraz ürkmüş olabilirim.
“Bizim kedi ne zamandan beri aslan rolü yapıyor?”
“Konuştu, yaban keçisi!”
“Lale!”
“Harun!”
“Harun ha!” Gülmemeye çalışırken başımı salladım.
“Harun,” diye tekrarladım.
“Abin olduğumu hatırlatmanın zamanı geldi,” derken tişörtünün kollarını geri katlayıp kaslarını iyice ortaya çıkardı. Ona karşı galibiyet almam çok düşük bir ihtimaldi. Abim, Tarık’tan da uzun, yapılı bir adamdı. Buna rağmen ona diklenmekten kendimi geri alamamam biraz da benim salaklığım olsa gerek.
“Hatırlatmazsan adam değilsin,” deyip, sonunda sağlam bir şekilde kaşındım. Başını hiddetle sallayıp üzerime atladı.
Evet, neredeyse bir doksan boyuna sahip olan adam üzerime atladı. Kemiklerim birbirine geçerken kollarımı arkada tek eliyle toplayıp diğer eliyle de saçlarımı çekiştirmeye başladı.
“Abi!” diye acıyla inledim
“Bir daha söyle,” deyip kötü bir kahkaha attı.
“Abi, valla canım acıyor.”
“Bir daha söyle!”
“Abi!”
🐸
Apartmanın önünde beklerken sürekli terleyen avuçlarımı eşofmanıma silip duruyordum. Kalbim heyecandan ve gerginlikten kulak zarlarımı zorluyordu. Damarlarım her an çatlayabilirmiş gibi gerginlikle atıyorlardı. Serin rüzgarı tenimde hissetsem de vücudumdaki yangını söndürebilecek gibi değildi.
Dudaklarımı dilimle ıslattım. İlk önce ne demem gerektiğini defalarca tekrar ettim. Önce, merhaba, diyecektim. Sonra, nasılsın. Sonra bir şekilde sohbet ilerlerdi. Evet, kesinlikle böyle olacaktı.
Bizim apartmanın altındaki küçük butiğe baktım. Sonra onun yanındaki çay ocağına. Sonra bininciye fırına baktım. Mümtaz amca fırındaydı.
Gözlerimi alttan alttan gelip geçenlere dikmişken karşı apartmanın kapısı açıldı. Derin bir soluk alıp kalp atışlarımı az da olsa hizaya sokmaya çalıştım.
Üzerine gri bir tişört, altında da siyah bir kot giymişti. Oldukça sade olmasına rağmen yine de nefes kesiciydi. Kahverengi saçlarını yine özenle tarayıp yana yatırmıştı. Sakalları da yine nizami bir şekilde kesilmişti. Yeni kısaltıldığı belliydi. Yaklaşınca tıraş losyonu kokacağından emin oldum.
Yüzünü kaldırıp bana baktığında gülümsemesi için bekledim. Ve o an yüzünde küçükte olsa bir gülümseme meydana geldi. Sandım ki kalbimde çiçekler açtı. İki gündür hasret kalmıştım bu ana.
Karşıya geçmek için kaldırımdan indiğimde hızla sağı ve solu kontrol etti. Her koşulda beni düşünüyor olması ona olan aşkımın sarmaşık gibi coşmasına sebep oluyordu.
“Merhaba,” dedim, kaldırıma çıkarken.
“Merhaba.” Sesi, tekdüzeydi. Bir anlam aramak için çok düzdü. Hem, neyin anlamını arayacaktım ki?
“Nasılsın?”
Omuz silkti. “İdare eder, sen?”
Aynı onun gibi omuz silktim “Bende idare eder.”
“Harun, yok mu?”
“Süsleniyor,” deyip, güldüm. Ve bu sefer o da gerçekten gülümsedi.
Kollarımı arkada bağlarken ritmik olarak da sallanmaya başladım.
“İki gündür fırında yoksun.” Bunu söylerken o kadar can çekişmiştim ki. Her şey bu kadar karmaşıkken cümlelerimi seçemiyordum. Dönüp -sana ne- dese hiçbir şey diyemezdim. Ama demeyeceğini bildiğim için de ekstra bir güven içerisindeydim.
Ellerini pantolonunun ceplerine yerleştirip ayağıyla yerde daireler çizmeye başladı.
“Biraz kırgınlık vardı üzerimde.”
İnanıp inanmamak arasında ikilemde kalsam da şimdiye kadar bana hiç yalan söylemediği aklıma gelince inanmayı tercih ettim.
“Önemli bir şey yok ya?”
Başını olumsuz anlamda iki yana salladı. “Yok. Geçti zaten.”
Daha fazla diyecek bir şey bulamadığım için sessiz kalmaya devam ettim.
Başını gökyüzüne kaldırıp tek tük yanıp sönen yıldızlara baktı. Yüzünde oluşan sıkıntılı ifadeyi görebiliyordum.
“Lale,” dediğinde bir anda yüzünü bana çevirdi. Ona bakıyor olmamı beklemiyor olsa gerek ki bir anlık şaşkınlığa uğradı.
“Efendim?”
Ellerini ceplerinden çıkarıp tişörtünün kollarını özenle katmaya başladı. Ne zaman gergin olsa bir şeylerle uğraşmaya başlardı.
“O gece… Yani. Neden? Yanlış anlama sakın ama kimdi o?”
Bakışlarımı kaçırdım. Verecek bir cevabım yoktu. Ne diyebilirdim ki? Bir iddiaya meze olduğumu öğrenirse daha çok sinirlenirdi. Onun için katlandıklarımı gördükten sonra öfkeden deliye dönerdi. Ama yalanda söyleyemezdim.
“Fırat, liseden,” dedim, düz tutmaya çalıştığım sesimle.
Aramızda esen rüzgarı hissedebiliyordum. Belki biraz da soğukluk. Bu canımı sıkmıştı.
“Öyle mi? Güzel.” Sesindeki anlamlandıramadığım tını içimdeki sıkıntıyı daha da büyütmüştü.
“Öyle.”
“El-” boğazını temizledi “Elbise peki? Yani, yakışmıştı, çok yakışmıştı ama seni daha önce hiç öyle görmediğimden. Yani. Her neyse, sormadım farz et.”
Dudağımın içini kemirdim. Ona baktığımda yine ayağıyla yerde daireler çizdiğini gördüm. Yüzü asıktı. Belki de her şey anlamıştı ve kendini suçluyordu.
Kesik bir nefes çektim. Bir şey söylemedim. Yalnızca iç gıdıklayan bir heyecanla baş başa kaldım. -Yakışmıştı, çok yakışmıştı…- Bunu bir başkası söyleseydi yalan söylediğini düşünürdüm ama Tarık söylüyorsa, muhakkak doğruyu söylüyordur. Bir noktada beni beğendiği anlamına da gelir.
Dilimin ucuna gelen soruyu yutmaya çalışsam da dayanamayıp sordum. “Gerçekten… Yakışmış mıydı?”
Bakışlarımı kaçırıp kaldırım taşlarına diktim. Bana baktığını hissediyordum ama artık ona bakmaya cesaretim yoktu. Çok dikkatli bakıyor gibiydi ve bu kendimi daha da çirkin hissetmeme yol açıyordu.
“Bir elbise birine ancak bu kadar yakışabilirdi.”
-Bir elbise birine ancak bu kadar yakışabilirdi.-
Kulaklarıma kadar kızardığımı bildiğim halde yüzüne baktım. Kaç gündür görmediğim sıcak gülümsemesi yüzündeydi. O an beni ikna etmek içine yüzüne yerleştirdiği bu gülümseme için ona tekrar ve tekrar aşık oldum. O, bir insanın olabileceği en uç noktadaki incelikteydi. Bana kızmasına rağmen kendime olan yabancılığımı bildiği için bu yabancılığı artırmamak adına her şeyi bir kenara bırakıp beni güzel olduğuma ikna etmeye çalışıyordu.
Ve o gün, orada ilk defa elbiseleri sevmek istedim. Sevmek ve daha çok giymek… O görsün ve daha da güzel bulsun diye…
“Teşekkür ederim,” derken mutluluktan ağlamaya çok yakındım. Yüzümde her ne gördüyse daha çok gülümsedi.
“Ateş ediyorum ya!”
Abimin sesi çok yakından geldiğinde Tarık’tan bakışlarımı çekip abime baktım. Beyaz, salaş bir gömlek giymiş, siyah saçlarını özenle yapmış, altına da yine bol bir kot çekmişti. İddia ettiği kadar vardı. Yanımıza geldiğinde burnuma vuran keskin parfüm kokusu Tarık’ın kokusunu bastırdığı için abime içten içe kızmaya başladım. Elimi burnumun önünde sallarken “Baş ağrısı garantili bir şekilde film izlemeye gidiyoruz, harika.”
Kapüşonumu yüzüme doğru daha çok çekerken söylendi “Sen ne anlarsın, zevksiz şey!”
Beni bırakıp Tarık’la sarıldı. “Kardeşim, görüşemiyoruz.”
“Çalışmaya başlaman iyi mi oldu kötü mü bilmiyorum?”
Birbirlerine takılmaya devam ederlerken sinemanın olduğu alana doğru yürümeye başladık.
Abim, yol boyunca sinemaya giden her dişi canlıya kur yaptıktan sonra en son Gonca’yı görünce yakalarını düzeltti. Onun bu hali canımı sıkıyordu. Tarık’a baktığımda onun da gerilmeye başladığını gördüm.
Hep olduğu gibi arkalarda orta bir yere geçip oturduk.
“Mısır almayı unuttuk. Ben gidip alayım.”
Abim, Gonca’nın da mısır almaya gittiğini görünce soluksuz peşinden gitmişti. Sıkıntılı bir nefes verdim.
“Filmi izledin mi daha önce?”
Neredeyse birbirine değen bacaklarımızdan bakışlarımı çekip yüzüne baktım. Kollarını önünde bağlamış açık olan afişe bakıyordu.
“İzledim.”
“Ne anlatıyor?”
“Gece uyuyamayan iki gencin yaşamına iniyor. Uzun zaman oldu izleyeli ama güzel bir romantik filmdi. Herkes uyuduktan sonra kendilerine kalan sokaklarda oldukça güzel vakit geçirip birbirlerinin hayatlarına iniyorlardı. Beğeneceğine eminim.”
“Sen beğendiysen bende beğenirim zaten.”
Ne diyeceğimi bilemez bir halde heyecanımla önüme döndüm.
Abim üç mısır, üç içecekle yanımıza geldiğine öfkeyle kendini sandalyeye bıraktı.
“Amma nazlı çıktı bu kızda.”
Mısırları ve içecekleri elimize tutuşturup kendi mısırından avuç avuç yemeye başladı. Gonca’nın Tarık’a olan ilgisini fark ettiğinde çok üzülecekti.
“Kala kala buna mı kaldın abi?”
Tamam, böyle konuşmam hoş değildi ama ne yapabilirdim ki? Abim, çatık kaşlarla yüzüme baktı.
“Mahalle de ondan güzeli mi var?”
Yanımda aniden yükselen “Var,” sesiyle yüreğime çöreklenen hüznü tarif edecek kelime bulamadım. Gözlerim yanıyordu. Tarık’ı daha önce bir kıza bakarken bile görmemiştim. Ne orta okulda ne lise de ağzından tek kız ismi duymamıştım. Şimdi öylece mahalle de bir kızın çok güzel olduğunu mu söylüyordu.
“Yakışıklı jönümüz sonunda bir kızı beğendi ha!”
Abimin sözleri daha çok canımı yakarken elimdeki mısıra bakakaldım. Dönüp, km olduğunu sormak istedim. Hatta kısa bir aralık buna cesaret bile buldum ama tam o anda filmin başladığına dair ses yükseldi. Etraf karanlığa gömülürken projeksiyondan yansıyan filmi izlemeye çalıştım.
Asla konsantrasyon sağlayamıyordum. Film, gözlerimin önünde akıp gidiyordu.
-Var!-
-Var!-
-Var!-
“Kim?” diye kulağına fısıldarken buldum kendimi. Beklemiyor olsa gerek ki önce irkildi sonra yüzüme baktı. “Ne kim?”
Yutkundum.
Yeşil gözlerinde parlayan film ara ara dikkatimi dağıtsa da kalbimdeki heyecan bunu unutturuyordu.
“Kim… güzel?”
Dudakları incelikle yukarı kıvrıldı. Aklımı yitirdiğimi düşündüm. Bir insanın bu kadar güzel gülümsüyor olabilmesi bir yerde haksızlık değil miydi?
Bana doğru hafif yaklaştığında yüzlerimizin yakınlığını ancak o zaman idrak edebildim. Kalbimin sesi filmin yayıldığı hoparlörden yankılanıyordu sanki.
“Sensin güzel.”
İçimde yankı yankı büyüyen bir çığlık vardı. Sevinç çığlığı…
Bundan yıllar yıllar önce henüz küçük bir çocukken ona -kalpteki yaralarında sevgiyle iyileşip iyileşmeyeceğini- sormuştum. O zaman yumuşak dudaklarıyla hem yaralı parmağımı öpmüş hem de aynı buseyi yanağıma kondurmuştu.
Tarık, sözünün eri bir adamdı. Ve ben bugün kaçıncıya bilmiyorum ama kalbimdeki bazı yıkımların tekrar inşa edildiğini hissediyordum.
-
burayı yorumlarla patlatıyoruuz 🥳
bölüm hakkındaki güzel yorumlarınız da burayaa
ve bölüme verdiğiniz puanda tam olarak burayaaa
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 11.93k Okunma |
1.77k Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |