13. Bölüm

12. 🐸 Aşkın Düşe Kalka Hali

venom
amatoriceyazar

 

Bölüm 12:

 

“Aşkın Düşe Kalka Hali"

 

Bölüm Müziği: Can Ozan-Toprak Yağmura

🐸

 

Aşk için makul sebepler aramak akıl dışıdır. Çünkü aşkın uğrak noktası yalnızca kalptir. Ve kalp düşünmeyi sağlayan bir organda değildir.

 

Tarık, kalbiyle düşünmeye çalışan bir adamdı. Günlerdir kalbini yorduğu yetmiyormuş gibi yine inatla kalbini yormuş ve tüm hislerini abilik güdüsüne sığdırmıştı. Kaçmak, saklanmak işte bu kadar kolaydı.

 

İki gün boyunca dört duvar arasında Lale’nin çiçekli elbise giydiği halini düşünüp durmuştu. Bu anlarda gülümsediğinin farkında değildi. Tıpkı Fırat sahneye girdiğinde öfkelendiğinin farkında olmadığı gibi.

 

Yabancı olduğu duygulardı tüm bunlar. Kalbiyle savaş halindeydi. Tarık, Lale’yi gerçekten çok seviyordu. Ama bu sevgiyi yıllarca kardeş sevgisi olarak görmüştü. Ve bir gece tüm kurduğu düzen başına yıkılmıştı. Onu, Fırat’la o kadar güzel bir elbiseyle görünce aklını yitirecek gibi olmuştu. Bam teli de buraydı zaten. Kalbinde filizlenen kıskançlığa orada bir ad koyamadı. Sadece Lale’yi, giydiği o güzel elbiseyle birlikte Fırat’tan uzaklaştırmak istedi.

 

Evet, iki gün.

 

İki gün boyunca sar baştan bunları düşünüp durdu. Kendine engel olamadı. Olsaydı belki her şey daha farklı olurdu ve bu açık hava sinemasında Lale’nin gözlerinin içine bakarak -Sensin güzel- demiyor olurdu.

 

Dışarıdan bakınca gayet masum gözüken bu iltifat içeride tufan koparıyordu. Tarık’a kalsa bundan iki gün önce bunu söylemek basit bir şey olurdu. Zaten çok defa Lale’nin güzelliğini vurgulayan cümleler sarf etmişti. Fakat şimdi tüm bunlar ona yanlış geliyordu. Hele de yan koltukta Lale’nin abisi Harun otururken. İhanet ediyormuş gibi hissetti. Fakat kime, neye ve neden ihanet ettiğini çözemedi. Tıpkı kalbindeki sırrı çözemediği gibi.

 

Yüzündeki sırıtış yavaş yavaş kaybolurken Lale’nin zeytin gözlerinden gözlerini çekti.

 

Artık o da filmde ne anlatıldığını anlamıyordu. Lale’nin sıcak nefesi boynuna çarpıp dururken aklını toparlayabilecek gibi değildi. Kalbindeki bu manasız kıpırtıdan da oldukça rahatsızdı. Hasta olacağını düşündü. Aksaray’ın bu sıralar gel git olan havasının onu çarptığından bir ara emin oldu.

 

Tarık, kalbiyle cebelleşirken Lale’de bir o kadar şaşkın ve heyecanlıydı. Aldığı iltifat ona göre hiç de doğru değildi. Fakat önemli olan Tarık’ın ne düşündüğüydü. Eğer ona göre mahalle de en güzel kız oysa, kendisini çirkin hissetmesinin bir önemi var mıydı? Belki vardı. Fakat şimdi tüm bunları düşünmek istemedi.

 

Dudağının içini kemirirken önüne döndü. Heyecandan titreyen parmaklarını mısır kesesine daldırıp iki tane aldı. Film akmaya devam etti. İkisi hariç herkes filmi büyük bir beğeniyle izlerken onlar kendi filmlerinin başrolü olmakla meşguldüler.

🐸

 

Film bittikten sonra kalabalık dağılmaya başladı. Teni, ufaktan gıdıklayan rüzgar altında oturmak hele de yanımda Tarık varken oturmak, oldukça hoştu.

 

İnsanlar uzaklaşmaya başlarken biz hala oturuyorduk. Abim, oturduğu yerde yavaştan kıpırdanmaya başladı. Gözleri Gonca’daydı, Gonca’nın gözleri de Tarık’ta… Tarık’a baktım, bana baktığını bilmeden. Nefesim boğazımda tıkalı kalırken aşk için başka hangi güzel tanımları bulabilirim diye düşündüm. O kadar güzel bir adamdı ki, bakışları ruhuma işliyordu ve göğsümdeki bu yeşil ormanın tek sebebinin yeşil gözleri olmadığını da biliyordum. Baştan ayağa ormandı benim için. Oksijenim, ferahlığım, uçsuz bucaksız manzara şenliğim…

 

“Film çok güzeldi,” dedi.

 

Ellerimi kapüşonlumun ceplerine yerleştirirken gülümseyerek başımı salladım. “Evet, çok güzel bir filmdir.”

 

“Mabediniz yapıştı sandalyeye, kalkın da gidelim. Gonca’da gidiyor.”

 

Abim, hunharca kolumdan çekiştirirken Tarık, ayaklandı.

 

“Allah aşkına bizi bulaştırma, Harun. O kızdan da arkadaşlarından da hazzetmiyorum ben. Sana başarılar.”

 

Yüzümde yayılan gülümsemeyi tarif edecek kelime yoktu. İlk defa bu kadar net bir şekilde Gonca’dan duyduğu rahatsızlığı dile getirmişti. Rüya gibi bir gece mi yaşıyordum? Ne olur rüya olmasın.

 

“Yengen hakkında düzgün konuş, aslanım.”

 

Abim, üstünü başına çeki düzen verip cevap beklemeden Gonca’lara yetişmek için koşmaya başladı.

 

“İflah olmaz. Neyse, hadi gidelim.”

 

Beraber sinema alanını terk ettik. Yavaş yavaş sessizleşen sokaklarda salına salına yürüyorduk. Saadetin tanımı bu olsa gerek. En yüksek haz duvarı. O, yanımda. Sokaklar daha güzel. Hava daha berrak. Ve kalbim çok daha aşık.

 

Kolu koluma temas ettiğinde kaçmak yerine bunun devam etmesi için biraz daha yaklaştım ona. Sözsüz bir şekilde yürümeye devam ettik.

 

Kavga eden iki kediye, mama yiyen bir köpeğe, son oyunlarını oynayan bir grup çocuğa, sevgilisiyle el ele gezen iki gence ve dükkan önünde tavla oynayan iki amcaya denk geldik. Tüm bunları büyük bir gülümsemeyle seyrettim. Mahalleliyi fazla tanımazdım. Yine de tüm bu sıcaklığı seviyordum. Kocaman bir aile gibiydik.

 

“Lale,” diye seslenip birden adımlarını durdurunca merakla ona döndüm. Ellerini pantolonunun ceplerine yerleştirdi. Yüzünde muzır bir gülümseme vardı. Omuzlarını kaldırıp indirdi. Kocaman gülümserken bana doğru eğildi. Bu yakınlaşma aklımı oldukça ücra köşelere iterken söyleyeceklerine odaklanmak için dik durmaya çalıştım. Fakat yeşil gözleri bu kadar yakınımdayken bu oldukça zordu.

 

“Bisiklet sürmeye gidelim mi? Filmde de gece bisiklet sürüyorlardı. Canım çekti. O kadar uzun zaman oldu ki binmeyeli.”

 

Omuzlarım düştü.

 

“Ama biliyorsun, ben bisiklet sürmeyi beceremiyorum.”

 

Yüzündeki gülümseme genişlerken ellerini ceplerinden çıkarıp omuzlarıma koydu. Öylece bir şeyler anlatacak sanırken bir kolunu indirip diğer kolunu boynuma doladı. O halde yanında yürürken kalbime sakinlik diledim.

 

Çocukken sık sık böyle yürürdük. Ama büyüdükçe bu o kadar azalmıştı ki, son yıllarda tükenme noktasına gelmişti.

 

“Yanında ben varım, unutuyorsun sanırım.”

 

Gülümsedim. Hep vardı.

🐸

 

Yıllar önce…

 

“Tarık abi, bak düşeceğim. Olmuyor işte!”

 

Tarık, küçük Lale’yi bisikletin üzerinde sabit tutmaya çalışırken hiç zorlanmıyordu fakat kızın inadı onu zorluyordu. Yapamıyorum diye tutturmuştu ve asla yapabileceğine inanmıyordu.

 

Tarık, bisikleti kollarından tutarken Lale’nin gözlerinin içine baktı.

 

“Bana güveniyor musun?”

 

Lale, kıkırdadı.

 

“Her şeyden çok.”

 

“O zaman yine güven. Süreceksin.”

 

Lale, inançsız olsa da başını salladı. Yapamayacağını biliyordu ama en azından Tarık abisi için denemeliydi.

 

Tarık, tuttuğu kollardan iterek bir müddet Lale’yi o şekilde ilerletti. Sonra arkasına geçti. Desteğini sürdürürken yavaş yavaş çekilmeye başladı.

 

Lale, pedalları zorda olsa çevirirken Tarık, başardığını düşünüyordu. Fakat Lale için durumlar tam tersiydi. Düşmekten çok korkardı. Yine korkuyordu. Düşmeyeceği varsa da bilerek bu bisikleti devireceğini de biliyordu. Çünkü düşme korkusuyla yaşamaktansa düşüp, yoluna bakmayı yeğliyordu.

 

Pedalları çeviremezken bisiklet sağa doğru düştü. Dizi açılıp kanarken bacağı kırılmış kadar ağrıyordu. Tarık, arkadan koşarak gelse de yapacağı bir şey yoktu.

 

Lale’yi kaldırdı. Kırılan bisikleti umurunda bile değildi. Lale, ağlıyordu ve tek önemli konu buydu.

 

Lale, çimenlerde sesli sesli ağlarken Tarık, ha bire yaralı dizine üfleyip duruyordu.

 

“Özür dilerim, Lale,” dedi, acıklı bir sesle. Onun da gözleri dolmuştu. Zaten Lale ne zaman ağlasa dayanamazdı.

 

Lale, onun bu halini görünce canı yansa da göz yaşlarını silip gülümsemeye çalıştı.

 

“Geçti ki,” dedi, çocukça bir merhametle. Ama tekrar akan göz yaşları tam tersini söylüyordu.

 

Tarık, onun bu haline iyice içerlerken bir tane göz yaşı döktü ve sonra ikincisi de aktı. Çenesi titrerken ağlamamak için kaşlarını çattı. Yine de dayanılır gibi değildi. Yarayı her gördükçe içi sızlıyordu.

 

Cebinde her daim Lale için bulundurduğu yara bantlarından iki tane çıkarıp yaraya çaprazlama vurdu. En azından artık yara gözükmüyordu.

 

Göz yaşlarını koluna silip Lale’nin yanına tırmandı. Kolunu omzuna dolayıp başını göğsüne çekti. “Özür dilerim,” dedi tekrar.

 

“Ama güzel sürdüm, değil mi?” dedi, Lale, Tarık’ın özrünü göz ardı ederek.

 

“Çok güzel sürdün,” dedi, Tarık gülerken.

 

Ve iki çocuk acılarına gülmeye devam ettiler. Çocuklardı belki ama kalben biliyorlardı, gülünmeyen acılar kalbi daha çok acıtırdı ve yaraları daha çok büyütürdü. O yüzden gülmelilerdi. Acıların panzehiri, onlara göre buydu.

🐸

 

Aklıma gelen anılar gülümsememi genişletti.

 

“Sürelim o zaman ama bu kez öylece bırakma, olur mu?”

 

Boynumdaki kolu sıkılaşırken parfümünün kokusunu en son ne zaman bu kadar yakından aldığımı düşünüyordum.

 

“Hiç bırakmam,” dedi, sakin bir sesle. Yüzüne bakmak istesem de bundan vazgeçip kalbine yakın durmaya devam ettim.

 

Bisiklet yoluna geldiğimizde oradaki küçük işletmeden iki bisiklet kiraladık. Oldukça büyüklerdi. Nasıl bineceğimi düşünmeden edemiyordum. Tamam, bir cesaret gelmiştim, Tarık’a güveniyordum ama tekrar düşersem korkusu terk etmiyordu düşüncelerimi. Sonra güvenin böyle bir şey olmadığını fark ettim. Bırakmam dediyse, bırakmazdı.

 

Bisikletleri bir müddet sürüttük. Kendi bisikletini kenara yaslayıp bana yaklaştı. Bisikleti kolundan sıkıca tuttu.

 

“Tutun bana, öyle çık.”

 

Derin bir nefes alıp, elimi omzuna koydum. Dediği gibi destek alıp oturduğumda daha şimdiden yere çakılacak gibi hissediyordum.

 

“Bak şimdi, pedalları kontrollü çevir. Bir anda ayaklarını çektiğin için dengen sarsılıyor düşüyorsun. Tekerlere göre yön kazan. İki teker bu sonuçta, doksan derecelik açıyla durmasını bekleyemeyiz.”

 

Söylediklerine kıkırdadım. Gülüşümü duyunca başını eğerek yüzüme baktı.

 

“Neye gülüyorsun bakayım?”

 

Omuz silktim hala gülmeye devam ederken. “Matematikle bisiklet öğreten ilk kişi olabilirsin.”

 

“Senin kafan analitik çalışıyor. O yüzden.”

 

“Peki. Şimdi ilk önce ne yapıyorum?”

 

Diğer kolu da tuttu.

 

“Önce beraber ilerleyelim. Tut ellerimin üstünden.”

 

Kalbim, sakin olmalıydı.

 

Kalbim, sakin olmalıydı…

 

İki elini de tuttum. O, kolları tuttuğumu zannetti ama ben, ellerini tuttum.

 

Pedalları boş bir uğraşla çevirdim. Odağım yalnızca sıcacık elleriydi. Ellerimin içinde olan elleri…

 

“Lale, duyuyor musun sen beni?”

 

İrkilip bakışlarımı ellerimizden çektim.

 

“Efendim?”

 

Güldü.

 

“Aklın nerede senin?”

 

Uzun zamandır sende…

 

“Ha, hiç. Dalmışım öyle.”

 

İnanamayarak başını salladı. “Öyle olsun. Bak şimdi bırakacağım. Ama korkma, hemen yanında olacağım. Düşersen tutarım.”

 

Bir müddet daha benimle geldi. Ve sonra bir kolu ardından da diğer kolu bıraktı. Yine düşecek gibi hissediyordum. Ama tutacağım demişti, tutardı.

 

Pedalları birkaç kez çevirdim. Fakat sonrasında yine düşme korkusu sardı yüreğimi. Ben, her haliyle yetersiz bir çocuk olmuştum. Ve her ne kadar yanlış olsa da yaşadığım her düşme hissini babamdan yediğim tekmeye yordum. Şimdi, süremiyorsam bu bisikleti en büyük sebebi, babamdı. Kılıf mı uyduruyordum, belki. Ya da yalnızca babama kızmak istiyordum.

 

Dengem sarsıldığında korkuyla pedalları bıraktım. Bisiklet yine yana doğru düşerken denge de durmak için hiçbir çaba sarf etmedim. Ben, bu hayata düşmek için gelmiş gibiydim ve yine düşüyordum işte.

 

Düşüyordum…

 

Ama düşmedim.

 

Belime sarılan kollar sonrası yumuşak bir göğse düşeceğimi düşünmedim. Aslında bu düşmek değildi, bu tutulmaktı. Her anlamda…

 

Avuçlarım çimenlere yaslıyken başım, ilk defa bu kadar yakınına düşmüştü. Gözlerim, yüzünü bulanık görüyordu. Yine de nasıl güzeldi.

 

Gönül arsızdı.

 

Bakışlarım, dudaklarına kaydı. Ateşe değmiş gibi tekrar gözlerine baktım. Kalbimin atışını duyuyor muydu? Adını haykıran sesinden haberi var mıydı?

 

“Tuttum,” dedi, fısıldayan bir sesle.

 

“Tuttun,” diye tekrarladım onu.

 

“Bu gençlerde de ar kalmadı!”

 

Yakınlardan duyduğum kınayıcı sesle, hızla kalktım üzerinde. Uzaklaşan teyzelere baktığımda hala -cık-ladıklarını duyabiliyordum. Utanılacak bir şey yapmamıştık ama utanmıştım.

 

“Teşekkür ederim,” dedim, teyzeleri hiç duymamış gibi. O da kalktığında yavaşça başını salladı.

 

“Sanırım ben hiç bisiklete binemeyeceğim,” dedim, gülerek.

 

“Ben varım, unuttun mu?” diye tekrarladı.

 

Yüzüne baktığımda göz kırpıp yerdeki bisikleti kaldırdı. Bacağını aşırıp oturduğunda önünü gösterdi, “Gel bakalım.”

 

Gözlerim kocaman oldu. “Ciddi misin?”

 

Gülümseyip başını salladı. “Hiç olmadığım kadar.”

 

“Nasıl sığacağız ki?”

 

“Sen orasını dert etme. Küçücük kızsın zaten.”

 

Küçücük olduğumu düşünmesem de söylediklerine inanıp çekingen adımlarla geçip önüne oturdum. Rahatsızdı ama önemli değildi. Göğsü, sırtıma yaslıydı ve düzensiz kalp atışlarını duyuyordum. Bunun için bile bu rahatsız yerde saatlerce oturabilirdim.

 

Yavaş yavaş sürmeye başladığında bu hissin ne kadar güzel olduğunu düşündüm. Bir süre sonra hızlandı. Rüzgar da hızını artırdı. Kollarımı onu rahatsız etmeyecek kadar iki yana açtığımda hiç düşünmeden kollarını çekti. Korkuyla önüme baktım. Gidiyorduk ama her an düşebilirdik.

 

“Rahat ol,” dedi, kolları tutup tekrar dengeyi sağladıktan sonra. Benim için yeterli bir telkindi.

 

Hızını artırdığında kahkahalarla gülmeye başladım. Hayatımda hiç bu kadar hayatı ve yaşamayı hissetmemiştim.

 

Kapüşonumda bir el hissettiğimde kollardan birini bıraktığını gördüm. Saçlarımı hiç düşünmeden açtı ve sesi hemen kulağımın dibinde yankıladı.

 

“Güzel saçların rüzgarla süslenmeli.”

 

Dokunmadım. Geri örtmedim. Kalbimde tarif etmekte güçlük çektiğim bir duyguyla gülümsemeye devam ettim. Ve rüzgarı hissettim. Saçlarımın arasına çok nadir uğrayan rüzgarı tüm uzuvlarımla hissettim. Özgürlük, yaşamak buymuş meğer.

 

Bisiklet maceramız bittiğinde, bittiği için üzgündüm. Ama tadında kaldığı için de mutluydum.

 

Tekrar sokaklara çıktığımızda yaşadığım mutluluk hala yüzümden okunuyordu. Kapüşonumu geri örtmüştüm ama rüzgar hala saçlarımın arasında dolaşıyordu sanki.

 

“Teşekkür ederim,” dedim, büyük bir gülümsemeyle.

 

“Teşekkür etmesen her şey çok daha güzel olacak sanki.”

 

Güldüm.

 

Güldü.

 

“Yapabileceğim başka bir şey yok ama.”

 

-Hmm- diye bir ses çıkardı. “Aslında var,” dediğinde durup ona baktım. O ise bana değil, arkamdaki bir noktaya bakıyordu.

 

“Neymiş o?”

 

Gözleriyle arkamı işaret etti. “Benimle dondurma yemek.”

 

Arkamda kapanmak üzere olan bir dondurma büfesi vardı.

 

“Memnuniyetle.”

 

İki külah aldık. En sevdiklerimden üç top istemiştim. O da dört top yaptırmıştı.

 

Dondurmamızı ufaktan yerken sokaklarda kimseciklerin kalmadığını görüyordum. Saat bir hayli geç olmalıydı. Bu saate kadar abimin beni nasıl rahat bıraktığını düşündüm. Annem, geç geleceğimizi bildiğinde uyumuş olmalıydı ama abim, dışarıda olduğumu bilerek asla evden içeri girmezdi.

 

Bir yere takılmıştır diye düşünerek dondurmamı yemeye devam ettim.

 

Külahlar bitti, masalda sona erdi. Evin önüne geldiğimizde sözsüz bir şekilde birbirimize bakıyorduk.

 

“Her şey için teşekkür ederim,” dedim en sonunda sessizliği bozarak.

 

Başı boynuna doğru düşerken onaylamaz bir biçimde kaşlarını kaldırdı.

 

“Tamam, teşekkür yok,” dedim, tekrar.

 

“Ha şöyle!” dedi, o da gülerek.

 

“O zaman iyi geceler.”

 

Bir adım geri attığında “İyi geceler,” dedi.

 

“İyi geceler iyi geceler! Bu saate kadar neredeydiniz siz?”

 

Abimin sesi sokağın başından gelince o tarafa baktım. Salınarak bize doğru geliyordu. Suç üzerinde yakalanmış gibi ne diyeceğimi bilemedim.

 

“Bisiklete bindik,” dedi, Tarık.

 

Abim, tek kaşı havada bizi süzerken ciddiyetini koruyamamış olacak ki kahkaha attı.

 

“Açıklama yapıyor bir de. Başka ne yapacaksınız sanki oğlum?”

 

Rahat bir nefes bırakırken aynı nefesi Tarık’ın da verdiğini gördüm. Buna anlam veremedim elbette.

 

“Sen neredeydin abi?”

 

Yüzündeki mutlulukla ellerini saçlarının arasından geçirdi.

 

“Mahallenin gençleriyle aşağı kafede oyun falan oynadık. Gonca’da vardı. Tabu oyununda grup olduk. Baya yakındık. Bu kız bana aşık bence.”

 

Abim, nefes almış anlatmaya devam edecekken şaşkınlık verecek bir biçimde Tarık’la aynı anda yüzümüzü ekşitip apartman kapılarına yöneldik.

 

“Yapacağınız işe ama!”

🐸

 

6 Yıl Önce…

 

Lale, sıkıcı Coğrafya dersinden kurtulduğunda soluğu tuvalette aldı. Bir hayli sıkışmıştı ve artık idrar torbası patlama noktasına gelmişti.

 

Koşar adım geldiği tuvalette boş bir kabin bulup, girdi.

 

İşini hallettikten sonra zilin çalmasına henüz var olduğunu bilerek tuvalette beklemeye başladı. Arkadaşı yoktu. Bundan rahatsız değildi. Kimseyle arkadaşlık kurabileceğini zaten düşünmüyordu. Yalnızca insanların bakışları kalbini kırıyordu. Arkadaşlık kurmak zorunlu bir kuralmış gibi bakıyordu herkes. Yalnız olmak dünyanın en kötü şeyiymiş gibi herkes yanına birini arıyordu. Bu durum Lale’ye komik geliyordu. Çünkü bu kadar çok çıkar kokan, hesap güden arkadaşlıkların arkadaşlıktan ziyade anlaşma olduğunu düşünüyordu. İnsanlara poz kesme sanatı bir yerde de.

 

-Ben yalnız değilim.-

 

-Evet, bakın benim de arkadaşım var.-

 

-Ucube değilim.-

 

-Seviliyorum.-

 

Aklından geçenlere göz devirdi. Gerçek bir arkadaşlık kurmak isterdi. Ama ona kimsenin yaklaşmayacağını da biliyordu. Ve kimse yaklaşmadığı sürece Lale, herhangi birine arkadaşlık teklifiyle gidebileceğini sanmıyordu. Hem ihtiyacı da yoktu. Tarık abisi vardı bir kere. Her şeye yetiştiği gibi arkadaşlık ihtiyacına da yetişiyordu.

 

Onu düşününce al al olan yanaklarına mani olamadı. Kalbinde ona karşı filizlenen aşka yabancıydı. Farkına vardığından beri iyi hissetmiyordu. Daha az gözlerine bakıyor ve her yanına gittikçe kalp krizi geçirecekmiş gibi hissediyordu. Bu, yanında olmadığında, yalnızca düşüncelerini ziyaret ettiğinde de böyleydi.

 

Dar, kokulu tuvalet kabininde artık bunalmaya başladığını hissettiğinde çıkmak istedi. Fakat dışarıdan yükselen sesler onu durdurdu. Onların sınıfından Sude ve Gizem’in sesleri yükseliyordu.

 

Sude, sarışın ve güzel bir kızdı. Gizem ise ona nazaran daha esmer ve daha az göz alıcıydı. İkisini de sevmiyordu. Onların da Can’dan bir farkları yoktu. Babasız olduğunu defalarca yüzüne vurmuşlardı. Ve her sınıfa girdiğinde yüzüne bir leşe bakıyorlarmışçasına bakıyorlardı.

 

Nefesini tuttu. Ellerini yıkamadığı için kapüşonlusunun ceplerine yerleştiremiyordu. Ve refleks haline gelen bu davranışı da yerine getiremediği için rahatsızlığı giderek artıyordu. Yine de bekledi. Çünkü başka seçeneği yoktu.

 

Önce her ne kadar yasak olsa da makyajlarını yaptılar. Sonra okulun birkaç yakışıklısından söz ettiler. Sude, sevgilisinden ayrılmış ve yeni biriyle çıkmaya başlamış. Tüm bunları boş bir ilgiyle dinledi. Ta ki adı geçene kadar.

 

Kalbinin sesi kulaklarını zorluyordu.

 

“Ay, o ucube! Ama dur sen, Fırat fena oynayacak onunla.”

 

Gizem’in meraklı sesi yükseldi. “Hadi ya, ne yapacak ki?”

 

Sude, mide bulandıran bir kahkaha attı. “Çıkma teklifi edecek. Randevuya davet edecek ve kız geldiğinde çoğu kişi orada olacak.”

 

Lale, yoğun bir şekilde terlemeye başladı. Tüm bu kötülüğün içerisinde nasıl nefes alabildiğini sorguladı. Bedeni boşlukta sallanıyor gibiydi fakat burası çok da bayılmaya elverişli değildi. Kendini sıktı.

 

Tüm bunları duymasaydı da bir şey değişmezdi. Fırat, kabul edeceği biri değildi. Fırat’tan başkasını da kabul etmezdi. Niyeti ne olursa olsun. Çünkü onun kalbi bir tek Tarık için atıyordu.

 

Zil çaldı. Tuvalet boşaldığında o da kabinden çıkıp ellerini yıkadıktan sonra sınıfa geçti. Kimsenin yüzüne bakmadı. Zaten istese de bakamazdı. Ama onların gözlerini üzerinde hissetti. Kendi aralarında konuşup, kıkırdamalarını dinledi. Hepsinden tekrar ve tekrar nefret etti.

 

Dersin bittiğine dair zil çaldığında çantasını toplamak için fermuarları açtı. İçinde gördüğü kırmızı gülle gözleri büyüdü. Tuvalete gittiğinde çantasına koyulmuş olsa gerekti. Sude’yle Gizem’in konuşmaları kulaklarında çınladı. Gözlerinin yandığını ve ağlamak üzere olduğunu biliyordu. Çenesini sıktı.

 

Gülü çantasından çıkardığında dalına kurdeleyle bağlanmış bir not olduğunu gördü. Tüm sınıfın onu izlediğini biliyordu. Bir cesaret başını kaldırıp kapıya doğru baktı ve onu gördü. Fırat… Kapı pervazına yaslanmış gülümseyerek ona bakıyordu. Tekrar midesi bulandı. Tüm bu çirkinlikler çok fazlaydı.

 

Gülü bir elinde tutmaya devam ederken çantasını topladı. Fermuarlarını çekip tek kolundan sırtına attı. Ayaklanıp kapıya doğru yürümeye başladı. Tüm bakışlar üzerindeyken her an takılıp düşecek gibi hissediyordu ama kendini güçlü durmaya zorladı.

 

Gül hala elindeyken kapı kenarındaki çöpe yaklaştı ve hiç okumadığı notla birlikte çöpe attı. Sınıftaki gülüşmeler kesildi. Lale, başını bir kez olsun kaldırıp kimsenin yüzüne bakmadı. Yalnıza kapıdan çıkarken hala kapı pervazına yaslı olan Fırat’ın yüzüne bir daha baktı. Gözlerinde anlamlandıramadığı bir duyguyla öylece ona bakıyordu. Umurunda olmadı. Öylece yürüyüp gitti.

 

Babasız olmak, tüm bu zorbaların oyuncağı olacağı anlamına gelmiyordu. Hiçbir çocuk bunu hakketmezdi. Anne babaların günahı, bıçak olup çocuklarının boyunlarını kesmemeliydi. Ama kesiyordu işte. Lale, o bıçağı tam şah damarının üstünde hissediyordu. Babası Cemal, öyle bir gol atmıştı ki ona ve abisine, kambur olan sırtı bir türlü düzelmiyordu.

 

Tüm bu insanlar sanıyor muydu ki Lale’nin tek derdi sevgili, aşk… Lale’nin tek derdi saçında hissetmek istediği şefkatli baba eliydi. Babası bile isteye çekip gitmişti ve Lale’nin saçları bile yetim kalmıştı. Tüm bunlar zaten zorken insanlar neden daha fazla zorlaştırıyorlardı?

 

Yol boyunca ağladı. Rüzgar, göz yaşlarını savurdu. O, yine ağlamaya devam etti. Göz yaşlarıyla akıtmaya çalıştı kalbindeki yetimliği fakat babasızlığın davası bitmedi.

 

Baba ölür, toprak aldı dersin fakat baba gider, baba gider ve her şey çoğu zaman eksik kalır. Baba gider… Yetimlik, boyna borç kalır.

🐸

 

Sonbahar iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladığında, o güzel gecenin üzerinden takriben iki üç hafta kadar bir zaman dilimi geçmişti. Bu süre zarfında fırına gidip ekmek alma dışında bir aktivite gerçekleştirmemiştim. Fırına da zaten Tarık için gidiyordum.

 

Bugün de hava oldukça kasvetliydi. Güz yağmurları başlamıştı sanırım. Sokağa çıktığımda yüzüme vuran bir iki damla da bunun işaretiydi.

 

Gözlerim fırındaydı. Üzerimdeki kapüşonlu hırkayı çekiştirip oraya doğru yürüdüm.

 

İçeri girdiğimde yine beni kocaman bir gülümsemeyle karşıladı.

 

“Günaydın.”

 

“Günaydın,” dedim, gülümseyerek.

 

“Kaç tane vereyim?”

 

“Dört olsun. Abim evde, malum.”

 

Gülerek başını salladı. Poşete ekmekleri koyarken bende ücreti bıraktım.

 

Poşeti aldıktan sonra gitmek hiç içimden gelmese de kalmak için sebebim olmadığı için görüşürüz, diyerek çıktı fırından.

 

Yağmur, artık hissedilir derece de yağmaya başlamıştı ama ıslatacak kadar da değildi.

 

Kaldırımdan inecekken yabancı olduğum bir ses “Lale!” diye seslenince durdum. Çok da yabancı değildim aslında bu sese.

 

Fırat…

 

Arkamı döndüğümde on adım kadar ötemde, elindeki gül buketiyle bana doğru geliyordu. Gayri ihtiyari fırından içeri baktım. Tarık, meraklı gözlerle bana bakıyordu. Henüz Fırat’ı görmemişti. Saniyeler sonra görecekti ve gözlerindeki merakın yerini yine tanımlayamadığım duygular alacaktı.

 

Öyle de oldu.

 

Fırat, tam karşıma dikildiğinde ve ben hala Tarık’a bakarken bakışları değişti. Yüzü ifadesiz bir hal alırken donuk gözlerle Fırat’a bakıyordu.

 

Fırat, tekrar “Lale,” dediğinde istemesem de bakışlarımı ona çevirdim.

 

Siyah saçları özenle taranmıştı. Yeni tıraş olduğu belliydi. Yüzünde, itiraf etmesi güç olsa da samimi bir gülüş vardı. Üzerine de beyaz bir gömlek ve siyah, kumaş bir pantolon giymişti. Bu kadar hazırlığın bana olmadığını düşündüm. Ya da öyle olmasını istedim. Bilmiyorum.

 

“Ben, günlerdir karşına tekrar nasıl çıkarım diye düşündüm.”

 

Elindeki gül buketine baktım. Bana doğru uzattığında da bakmaya devam ettim.

 

“Yıllar önce yanlış bir şekilde verdiğim o gülü, şimdi çok başka duygularla veriyorum.”

 

Gözlerine baktığımda görmek istemediğim hisler gördüm. Böyle olmamalıydı. Tarık’ın önünde olmamalıydı.

 

“Bak, geçmişte hata yaptım. Fakat sen, o gülü gözlerimin önünde çöpe attığında, o günden sonra senden başka bir şey düşünemez oldum. İlk başta senden nefret ettim. Çünkü reddedilecek biri olmadığımı düşünüyordum. Fakat sonrasında sana olan bakışım değişti. Şehir değiştirdim. Yıllarca seni görmedim ama hislerim değişmedi, Lale. Can’la konuştuğumuzda seninle aynı mahalle de oturduğunu söylemişti laf arasında. Ve o gün sana yalan söyledim. İddiaya falan girmedik. Can’a para karşılığında bana seninle yemek ayarlamasını söyledim. Bunu yaptım, çünkü diğer türlü yüzüme bile bakmayacağını biliyordum.”

 

Uzun konuşması boyunca hiç sesimi çıkarmadım. Boş gözlerle güllere bakarken neyin içinde olduğumu sorguluyordum.

 

İçeride, bizi izleyen sevdiğim adam ve karşımda belki de yalanlar uyduran ama beni sevdiğini iddia eden bir başka adam.

 

“Lale, ben seni…”

 

-

 

oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen :)

 

burayı gidişat hakkındaki yorumlarınız için kullanabilirsiniz :)

 

ve burada bölüm puanlaması için :)

 

Tarık’a aşık olanlar da buraya tabi :) başta ben. İlk defa yazdığım bir erkek karakteri bu kadar çok sevdim 💗💖

Bölüm : 14.05.2025 00:19 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...