16. Bölüm

15. 🐸 Çiçekler Yalnızca Toprağa Ekilmezler

venom
amatoriceyazar

 

 

iddia ediyorum. evet, iddia ediyorum, bayılacaksınızzz

 

o yüzden kemerleri sıkı bağlayın!

 

yorumlar siz de!

-

 

Bölüm 15:

 

"Çiçekler Yalnızca Toprağa Ekilmezler"

 

Bölüm Müziği: Gökhan Türkmen-Açık Adres

🐸

 

Tarık, iki gündür kendinde değildi. Çoğu zaman boşluğa dalıyor ve öylece boşluğu seyrediyordu.

 

Gözünün önünde hep, Lale vardı. Onu sudan çıkarışı, kurtarışı, dudakları... En çok dudakları...

 

Bu düşünce kafasının içinde her kol gezdiğinde, kafasını sağlam bir şekilde duvara geçirmek istiyordu. Orada söz konusu olan, Lale’nin hayatıydı ve dudaklarının ne kadar yumuşak olduğu bu anın konusu değildi?

 

"Peki ya hangi anın konusuydu, Tarık?" diye geçirdi içinden. Hangi anın konusu...

 

Böyle bir konu mu vardı? Lale’nin dudaklarını öpmeyi bir kez bile aklından geçirmemişti fakat şimdi... İçinde yükselen bir arzu vardı. Çılgın ve çirkince.

 

Çılgındı, çünkü söz konusu olan, Lale’ydi.

 

Çirkindi, çünkü yine söz konusu olan, Lale’ydi...

 

Düşüncelerine düğüm atabilseydi keşke. Ama olmuyordu.

 

Evet, Lale hiç ummadığı bir an da öpmüştü onu. O an, karnından kalbine yükselen duyguyu tarif edemiyordu. Kaynayan su gibiydi. Ya da bağırsakları yer değiştirmek istemişlerdi.

 

Sudan çıkardığı ana kıyasla dudakları o zaman sıcacıktı. Tarık, belki hormonlarının kurbanı olmuştu fakat Lale’ye karşı böyle bir şeyi asla affedemezdi. Kardeş gibi büyüdüğü o kıza karşı... Hayır!

 

Delirmek üzereydi. Belki delirmişti de. Hatta yalnızca aklı da değil, kalbi de delirmişti.

 

Kalbi, Lale’yi her düşündüğünde sağa sola kaçmak istermiş gibi atıyordu. Elinde olsa yerinden fırlayacaktı. Yalnızca bu da değil. Artık, Lale’nin gözlerine doğrudan bakamıyordu. Her baktığında sakladığı bir sır varmış da ortaya çıkacakmış hissine kapıldığı için gözlerini kaçırıyordu. Oysa, sakladığı bir sır yoktu. Yoksa, var mıydı?

 

İşte, günleri böyle fena halli geçmişti. Ve geçmeye de devam ediyordu.

 

Lale, bu kadar yakınındayken sağlıklı düşünemiyordu. Hoş, henüz merdivenleri çıkarken sağlıklı düşünme işini kenara bırakmıştı fakat şimdi... Tamamen aklını arıyordu.

 

Lale’nin zeytin gözlerine baktı. Hep koyulardı ama bugün daha koyu geldiler gözüne. Sonra kapüşonu açıktı. Saçları sanki daha güzelleşmiş gibiydiler. Bir gün onları örmenin hayaliyle yanıp tutuşuyordu.

 

Burnuna baktı. Ne küçük ne büyüktü. Yakından bakınca farkedilen küçük bir kavisi vardı. Yüzüne çok yakışıyordu.

 

Yanakları kırmızıydı. Artık havalar o kadar da sıcak değildi fakat evde yandığını düşündü.

 

Ve dudakları...

 

Ne kalın ne incelerdi. Kendine has bir çerçevesi vardı. Cazibesi yüksekti. Baktıkça İçinde kaynayan ateşin farkına vardı. Henüz iki gün önce dudakları bu cazibeli dudakların üzerindeydi.

 

Kesik ve sıcak bir nefes aldı. Biraz daha böyle dikilmeye devam ederseler düşüncelerinde ki şeytandan korkuyordu.

 

Terlik almak için biraz daha eğilip, Lale’ye iyice yakınlaştığında, gözlerini dudaklarından çekti. Kendine o kadar çok kızıyordu ki... Lale, kardeşiydi onun. Yalnızca kardeşi!

 

Lale’nin kasılan bedeni onu iyice gererken, terlikleri alıp hızla geri doğruldu. Tekrar yüzüne bakmaya cesareti yoktu.

 

Elindeki terliklere baktı. Terliklere bakarken bile gözünün önünden silinmeyen sureti düşündü.

 

Ve tam bu dakikalarda, yakın zamanda okuduğu kitaptan bir alıntı kulaklarında çınladı:

 

“Onunla konuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımda değil, sustuğumuzda bile huzur bulduğumda fark ettim. Gülüşü kulağımda kalmıyor, içime siniyordu. Yanındayken değil sadece, yokken de düşüncelerimin arasında gezinirken yakaladım kendimi. Ve o an anladım: Bu, hayranlık değildi. Bu, alışkanlık da değildi. Bu, yavaş yavaş içime işleyen, sessizce kök salan bir şeydi. Meğer ben onu seviyormuşum... Hem de bütün mantığım susarken, kalbim fısıldarken fark etmeden sevmişim.”

 

Defalarca okuduğu o satırları neredeyse ezberlemişti. Kitabı okurken neden bu kadar çok üzerinde durduğunu anlayamamıştı. Fakat şimdi...

 

Aklının ücra köşelerinden başını çıkaran o hain soru, belki de kurduğu tüm düzeni, tüm hayatını, inandığı tüm değerleri yıkacaktı. Öyle yıkacaktı ki, cevabını aldığı an, o da yıkılacaktı.

 

"Yoksa ben..." diye geçirdi içinden ve bir müddet bekledi. Bu saniyelerde tekrar Lale’nin gözlerinin içine baktı ve devam etti: "Lale'yi..."

 

Olmaz.

 

Olmamalı.

🐸

 

 

Karnımda kıvranan bir kor vardı sanki. Utanmasam iki büklüm olup, vahşice karnımı yiyen bu dürtüyü sarıp sarmalayacaktım. Aşkın, en iç gıdıklayan anı da buydu sanırım.

 

Şimdi, karşımda öylece elindeki terliklere bakarken ne düşündüğünü sorguluyordum. O da, tıpkı benim gibi karnını sarmalamayı düşünüyor muydu? Ama o, benim ona hissettiğim duygulara sahip değildi.

 

Yine de yüzünde benimkine benzer bir ifade vardı. Yanakları neredeyse kızarmıştı. Göz bebekleri büyümüş, yeşilleri bir ton daha koyulaşmıştı. Kurumuş dudaklarını diliyle sürekli ıslattığının farkında mıydı? Ve ne kadar daha böyle dikilecektik?

 

"Hoş geldin, Tarık."

 

Abimin sesi, aramızdaki gerilime bir son verirken, derin bir nefes alıp, bir adım geri çekildim. Sanki buna ihtiyacım varmış, rahatlamamın yegane koşulu buymuş gibi.

 

Tarık, sesle birlikte irkilip terlikleri yere attı. Hızlıca ayaklarına geçirdiğinde, bornozuyla banyonun kapısında dikilen abimle tokalaştı.

 

Beraber salona geçtiler. Abim, kısa süre içerisinde geri çıkıp odasına geçerken "Çay koy!" diye bir emir daha savurdu. Başka zaman olsa çemkirirdim, fakat şu an salon hariç başka bir yerde oyalanmam gerekiyordu ve çay yapmak, bunun için biçilmiş kaftan gibiydi.

 

Mutfağa geçtim. Çay suyunu koyduktan sonra hızlısından bir kek yaptım. Tüm bunlar olurken abim, çoktan giyinip salona geçmişti.

 

Keki fırından alıp bir süre soğumasını bekledikten sonra servis yapıp, çaylarla birlikte içeri taşıdım. Oyun konsolunu çıkarmış oyun oynuyorlardı.

 

Çayları orta sehpaya yerleştirirken abimin telefonu çaldı.

 

"Efendim, Süleyman Bey?"

 

Süleyman Bey, en son çalıştığı iş yerinin sahibiydi.

 

"Çıkış işlemlerini yapmıştık ama..."

 

Kaşları çatılırken bir müddet karşı tarafı dinledi.

 

"Acil mi?"

 

"Tamam, geliyorum," deyip sinirle kapattı.

 

"K*duğumun... Neyse, sinirlenmeyeceğim. Çıkış işlemleri olmadıysa benim suçum ne? İlla gel imza at diyor. Bıktırdı bu adam beni."

 

Öfkeyle söylenirken bize konuşma fırsatı tanımadan tabakta ki kekten bir dilim alıp, ayaklandı.

 

"Kusura bakma, Tarık’ım. Akşam buluşalım tekrar, olur mu?"

 

Tarık, oturduğu yerde dikelirken "Önemli değil, buluşuruz tabi," dedi.

 

Abim, bu kez de bana döndü "Annem geç gelecekmiş bugün. Korkmazsın değil mi? Git gel derken zaten dokuz-on olur saat."

 

Söylediklerine karşı yalnızca göz devirdim.

 

"Korkmam abi. Çok kere o saate kadar yalnız kaldım."

 

"İyi. Ben çıkıyorum," deyip işaret ve orta parmağıyla alnından selam çakıp, ayrıldı salondan.

 

Korktuğumun kısa sürede başıma gelmesine mi yanayım, yoksa şu an ne yapacağımı bilemeyişime mi yanayım, bilemedim.

 

En iyisi çay içmekti.

 

Abimin, bir yudum aldığı çayını elime alıp tekli koltuğa oturdum. Dudak ucuyla bir fırt çekerken, çok ses çıktığı için utanıp, bunu yarı da kestim. Sonuç olarak hiçbir erkek vakum gibi içine çay çeken kızlardan hoşlanmazdı, değil mi?

 

Çayı iki parmağımla tutmaya devam ederken yan gözle de ona bakmayı ihmal etmiyordum. Oyunu kapatmış, tıpkı benim gibi elindeki çay bardağına gözlerini dikmişti. Şu an ne düşündüğünü öğrenmek için bir çok şeyi feda edebilirdim.

 

"Günlerin nasıl geçiyor?"

 

Sorduğu bu basit soruya bile cevap veremeyecek gibi hissediyordum. Yine de sesimi bulmaya çalışıp, cesaretimi topladım.

 

"İyi. Yani... bildiğin gibi. Birbirinin aynı günler. Monoton. Senin?"

 

Elindeki çayı bırakıp kekten bir çatal aldığında yarım ağız konuştu.

 

"Benim de aynı. Fırında geçiyor günler işte."

 

Başımı sallayıp, elimi saçlarımın arasından geçirmeye çalıştım. Kıvırcık olmanın bir problemi de elinizi saçınıza daldırabilirdiniz ama çıkaramazdınız. Bir müddet çabalasam da olmayınca bundan vazgeçtim.

 

Kekten bir çatal da ben alıp ayaklarımı izlemeye başladım. Bu esnada bakışlarının bana döndüğünü hissetmiştim.

 

"Saçların bu haliyle çok daha güzel. Neden kapatarak üzerlerine gölge düşürüyorsun?"

 

Tüm bu sözlere karşı o kadar hazırlıksız yakalanmıştım ki... Başımı kaldırıp ona baktığımda bunun, yüzümden okunduğuna emindim.

 

Küçükken de saçlarımı çok severdi. Çok kez ellerini aralarına daldırıp, oynardı. Fakat büyüdük. Ve tüm sevgiler, tüm iltifatlar o günlerde kaldı.

 

Vurgulardı. Ama düz olarak söylediği olmuş muydu, hatırlayamıyordum.

 

Heyecanımın sesime yansımaması için büyük bir çaba sarf edip boğazımı temizledim.

 

"Şey... Çok kabarıyorlar bazen. Sanırım sevmiyorum."

 

Anlayışla boynu bükülürken, aslında içimde sakladıklarımı bildiğini biliyordum. Tüm travmalarımın en yakın şahidiydi. İnsanlardan çekindiğim için kapüşonu kendime bir kalkan olarak kullandığımı, en iyi o biliyordu.

 

"Biliyor musun, bazen kendine çok acımasız davrandığını düşünüyorum."

 

Göz kapaklarım titrerken yüzüne bakmaya zorlanıyordum. Neden durup dururken bunları konuşmaya başlamıştı ki?

 

"Neden böyle düşünüyorsun?"

 

Eğilip, dirseklerini dizlerine yasladı. Şimdi, haddinden fazla yakındık. Belki biraz daha eğilse, nefesi göğsüme çarpabilirdi.

 

"Küçükken..." Durdu. Gözleri yüzümün her santiminde dolaşırken dudaklarına güzel bir gülümseme yavaş yavaş kondu. "O kadar hayat doluydun ki... Yüzünde hiç silinmeyen bir neşenin izleri vardı. O halden bu hale geldiğini her gördüğümde..."

 

Kalbim sızım sızım sızlarken sözünü hızla kestim.

 

"Bana acıyor musun?"

 

Doğruldu.

 

"Hayır..."

 

"Bana acıyorsun."

 

"Lale..."

 

Gözlerimin yandığını, boğazımdaki yumrunun acıtarak yükseldiğini ve burnumun sızladığını hissediyordum.

 

Bakışlarımı kaçırdım.

 

"Bak, yanlış anladın."

 

Gözlerimi yere dikerken, sesimin titrememesi için dua ederek ayaklandım.

 

"Ben, biraz yorgun hissediyorum. Odama geçeceğim."

 

Bunu yapmak istemezdim. Fakat bana acıdığını bile bile onun karşısında oturmak daha da acı vericiydi. Kendimi ezik hissediyordum. Linç edilmiş. Her yanı koparılmış. Belki de yanında en rahat hissettiğim kişinin yanından kaçmanın hüznüydü bu.

 

"Özür dilerim. Ben, seni incitmek istememiştim."

 

"Önemi yok. İstersen oturabilirsin," deyip salondan çıktım. Tekrar yüzüne bakmaya cesaretim yoktu. Bakarsam, ağlardım. Biliyordum.

 

Odama girdiğimde saniyeler sonra dış kapının çarpılma sesi geldi.

 

Güçsüz hissediyordum. En çok da kırılmış. İnsan, sevdiğine kırılırmış, hep öyle derler. Tarık, belki de benim en sevdiğimdi.

 

Annemi seviyordum ama bize bakamama korkusuyla kendini çalışmaya o kadar verdi ki, sevgisini, ilgisini belli bir yaştan sonra artık hiç hissetmemeye başladım.

 

Abimi seviyordum, fakat o, kendi yaralarını alayla örtmeye alıştığı için beni de sürekli alaya alıyordu.

 

Ama Tarık... Bir bakışımdan anlardı ne halde olduğumu. Sevgisini her daim en derinden hissetmiştim. Bunun aşk duygusu olmasına gerek yoktu. Bir insanın bir insana duyduğu şefkat nasılsa ben de o şefkati, Tarık söz konusu olunca iliklerime kadar hissediyordum.

 

Ama bana acıdığını hiç düşünmemiştim. Beni anladığını düşünmüştüm daima. Şimdi ise...

 

Çenem titrerken dişlerimi sıktım. Artık daha hassastım belki de. Olmayacak şeylere üzülüp, ağlayabiliyordum. Tarık söz konusu olunca bu, nasıl mümkün dışına çıkabilirdi ki? O, benim bu hayatta ciddiye aldığım en önemli insandı.

 

Göz yaşlarım akmak için an kollasa da kendimi tuttum. Yatağıma girip yorganı kafama kadar çektim. Uyumalıydım. Uyandığımda daha sağlıklı düşüneceğimi biliyordum çünkü.

🐸

 

Zil çalıyordu. Rüyada mıydım? Belki de rüyamda zil çalıyordu. Hangi rüya da bu kadar sahici zil çalabilir ki? Evin zili miydi yoksa? Annem, neden açmıyordu kapıyı? Peki ya abim..?

 

Gözlerim açılmamak için direnirken yavaşça aralamaya çalıştım. Göz kapaklarımın altından firar eden yüzlerce bıçak, gözlerimi delip geçiyordu sanki. Bir iki inat uğraşıyla nihayet gözlerimi açabildiğimde yavaşça ayaklandım.

 

Üzerimdeki kapüşonlu hırkayı düzeltip, başıma çektim. Sarsak adımlarla odamdan çıkıp, hala çalan kapıyı açmaya gittim.

 

Gözlerimi daha iyi açıp, kapı koluna uzanıp, indirdim. Açtığımda, karşımda gördüğüm yüz yabancıydı. Fakat kargocu olduğunu anlayabiliyordum.

 

Elinde, şeffaf pakette küçük bir çiçek vardı. Yanlış geldiğinden emin olarak "Yanlış adres," dedim.

 

"Lale Korkmaz?"

 

Kaşlarım çatılırken yavaşça başımı salladım.

 

"Bu çiçek size."

 

Aklıma direkt Fırat gelirken "Kimden?" diye sordum.

 

Elindeki kağıttan isim kontrolü yaparken "Tarık Darıca," dedi.

 

Kalbim, göğüs kafesimden çıkacak sandım. Ellerim direkt saksıya uzanırken adam, bu ani tepkime gülümseyip çiçeği bana bıraktı.

 

Çok geçmeden de gözden kaybolduğunda yüzümdeki kocaman sırıtışla eve girip, ayağımla kapıyı kapattım.

 

Zıplaya zıplaya odama geldim desem, abartmış olmam. Çiçeği yatağıma koyup, şeffaf paketi yavaşça açtım. Paket tamamen açıldığında beyaz bir lale ortaya çıktı. O kadar güzel açmıştı ki... Dibinde de küçük bir not kartı vardı. Heyecandan parmaklarımın titrediğini görebiliyordum.

 

Hızlıca not kartını açtım.

 

"Çiçeklerin koparılmasından hoşlanmadığını biliyorum. Bu yüzden saksı da çiçek tercih ettim.

 

Bugüne bir özür olur mu, emin değilim. Fakat sen, her halinle bu lale kadar canlı ve güzelsin. Kendimi açıklamamı istersen, saat dokuzda çınar ağacının orada seni bekliyor olacağım.

 

-Tarık."

 

Bir daha ve bir daha... Defalarca okudum. Bir iki kez kalbime bastırıp, şapşal gülümsememi tavana sundum. Gözlerim mutluluktan dolmuştu. Bulanık görmeme rağmen tekrar ve tekrar okumaya devam ettim.

 

Bir aralık heyecanla saate baktım. Sekiz buçuktu. Ne yapacağımı bilmediğimden heyecanla oda da bir iki tur attım. Sonra durup üzerime baktım. Hep aynı renk kıyafetlerim olsa da değiştirme isteğiyle dolup taşıyordum. Farklı gözükmeyecektim ama en azından özen göstermiş gibi gözükmeliydim, değil mi?

 

Dolabımı açıp, gri bir eşofman altı ve bir başka siyah kapüşonlu hırka çıkardım. Üstümdekilerle onları değiştirip, telefonumu cebime attıktan sonra evden çıktım.

 

Merdivenleri koşarak insem de sokağa çıktığımda sakin olmaya çalıştım. İlk önce fırına baktım. Mümtaz amca oradaydı. İç dudağımı kemirmeye başlarken, büyük adımlarla çınar ağacının olduğu parka doğru yürümeye başladım.

 

Her adımımda kalbimin gümbürtüsü sanki daha çok artıyordu. Ara ara, bu ses, herkese yayılıyormuşçasına etrafa bakınıp duruyordum. Ayaklarım birbirine dolaşacak gibi oluyordu ve ben, ilk defa heyecanı bu kadar zirve nokta da yaşıyordum.

 

Sebebi neydi peki?

 

Neden, o hayatımdaymış gibi heyecanla adımlıyordum sokakları?

 

Bu sorunun bir cevabı yoktu. Varsa da şimdi vermek istemiyordum. Şu an, tek odaklanmak istediğim, onun söyleyecekleriydi. Hem, belki notta yazdığı gibi yine güzel olduğumu söylerdi. Her ne kadar güzel olduğumu düşünmesem de, o söyleyince buna inanıyordum.

 

Yukarı çıkan merdivenleri ikişer ikişer tırmanıp, nihayet yukarı çıktığımda, emin adımlarla çınar ağacına doğru ilerlemeye başladım.

 

Uzaktan bedenini gördüğümde, bankta oturuyordu. Olduğum yerde adımlarım takılı kaldı. Bundan sonrası... Gitmek zorundaydım.

 

Minik adımlarla arkasında ilerlerken, henüz yanına varmadan arkasını döndü. Hem de yüzündeki kocaman gülümsemeyle...

 

İşte bu gülümseme... Sanki tüm kırgınlığım uçup gitmişti.

 

Ayaklanıp yanına gidene kadar o şekilde bekledi. Şimdi, yan yana bankın yanında dikeliyorduk.

 

"Oturmaz mısın?"

 

Başımı sallayıp banka oturduğumda, o da yanıma oturdu. Aramızda konuşan tek ses, sessizliğin sesiydi. Tek tük gözüken yıldızlara baktım. Ne diyeceğimi bilmiyordum ve bu, bir kaçış noktasıydı.

 

"Gelmene sevindim," dedi, yumuşak bir sesle.

 

Ona baktığımda elleri, ceketinin ceplerinde olacak şekilde ayak ayak üstüne atmış, gök yüzüne bakıyordu.

 

"Ne konuşacaksın?"

 

Belki mantıklı, belki mantıksız. Düşünmedim. Sadece, ne söyleyecekse bir an önce söylesin ve bu gerginlik üstümden gitsin istiyordum.

 

"Bir kaç gündür düşünüyorum."

 

"Neyi?"

 

Bakışları bana döndüğünde karanlığa rağmen sokak lambasının ışığında parlayan yeşil gözlerine baktım.

 

"Seni..."

 

Yavaşça yutkunduğumda tepkilerimi ölçmek istercesine tane tane konuşuyordu

 

"Anlamadım."

 

Gülümsedi.

 

"Anlatayım..." Bir müddet bekleyip derin bir nefes aldığında, bakışlarını tekrar gökyüzüne çevirdi.

 

"Sen doğduğundan beri yanındayım. En sevdiğim arkadaşım, sendin. Sürekli seninle olmak bana hep mutluluk verirdi. Kız kardeşim yoktu ve sen çok küçüktün. Seni koruyup kollamak her şeyden iyi hissettiriyordu bana. Yıllar geçti. Bir şeyler oldu, Lale." Durduğunda, yavaşça bana döndü.

 

"Baban... O gittikten sonra o güzel gülüşünü bir daha hiç göremedim. Gözlerin hep kırgın bakıyor; hayata, insanlara... Ve tüm bunlar olurken, ben neredeydim diye sorguladım kendimi."

 

"Yanımdaydın," diye hemen cevap verdim. Çünkü öyleydi.

 

Gülümsedi. "Yanındaydım," diye onayladı beni.

 

"Ama hata yaptım. Karşında olmalıydım." Kaşlarım çatılırken devam etti.

 

"Sen, dibi asla gözükmeyen o kuyunun içinde süzülürken öylece seni izlemek, hataydı. Her kararında yanında olmak, hataydı. Karşında olmayı bilemedim. Çünkü bu da yanlış geliyordu. Ama karşında olmalıydım işte. Sen, günden güne gözümün önünde yok olurken, karşında olmalı ve seni durdurmalıydım."

 

İnsanın kalbi ağlar mı? Benimki ağlıyordu. Tüm yaşamım boyunca desteğini bir an üstümden çekmemişken, daha derin bir bataklığa düşmeme engel olmuşken, kalkmış yetersiz olduğundan bahsediyordu.

 

"Tarık abi..." dedim, buğulu bir sesle.

 

"Düşündüm ve bir karar aldım. Eskisi gibi gülmen için elimden gelen her şeyi yapacağım. Kuyudan çıkamıyorsan bile yıldızları kuyuya indireceğim. Unuttun mu, ben Tarık Yıldızı'yım. Ne zaman kaybolsan, yönünü ben buldururum."

 

Gözümden bir damla yaş aktığında hiç düşünmeden uzanıp sildi.

 

"Şimdi anlıyor musun? Ben, sana acımıyorum. Ben, yalnızca eskiden çok güzel gülen o kızın gülüşünü özlüyorum. Eski seni özlüyorum, Lale."

 

Çenem titreyip, yaşlar gözlerimden sicim gibi boşalırken tek yapabildiğim gülümseyen bir yüzle onu seyretmekti.

 

Sol eli cebinden çıktığında, çiçeklerle bezeli bir fular tuttuğunu gördüm. Gözlerimin içine baktı, izin ister gibi. Yavaşça başımı salladım.

 

Uzanıp kapüşonumu açtığında, içimde çağlayan utangaçlık duygusunu ezmeye çalıştım.

 

Elleri saçlarımın üstünde dolaşırken yüzündeki gülümseme genişledi. Kahküllerimi düzeltip elindeki fuları onların üzerinden geçirip ensemde bağladı. Geri çekilirken son bir defa kahküllerimi düzeltip memnun bir gülümsemeyle ellerini indirdi.

 

"Çok güzel oldun."

 

Dudaklarımda titreyen bir gülümsemeyle "Öyle mi?" dedim. Hızla başını salladı.

 

"Saçlarını açmasan bile çiçekli fularların süslemesine engel olma. Belki bugün değil ama bir gün gerçekten çiçek açacak saçların. O güne kadar sabırla bekleyeceğim."

-

 

yüksek aşk dozajından komaya girdiiiiiiim

 

yazarken kalbim pır pırdııı. ben Tarık’ı istiyorum yaaaa

 

buraya kadar gelip bir yorum böle yapmadıysan başta bölüme ayıp ettin, canım okur

 

şuraya düşüncelerinizi alalım bu yüzdeeeeen

 

kanala da bekliyorum. duyuru ve sohbet icin:

 

https://chat.whatsapp.com/CsqFlMoDnyhGzhfJg2xwrm

Bölüm : 28.05.2025 19:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...