26. Bölüm

25. 🐸 Yıldızlar Kadar

venom
amatoriceyazar

Bölüm 25:

"Yıldızlar Kadar"

Bölüm Müziği: Oktay Can Keleş "Karayel"

 

 

🐸🐸🐸

Karanlık, yalnızca güneşin göğünden vazgeçmesi midir? İnsanlar, ayaküstü, güneş tepedeyken karanlığı yaşayamaz mı? Yıllardır sayısız güneş gördüm, Tarık Yıldızı. Yıllardır, bir kez olsun güneşi içimde hissedemedim. Baban öldü deselerdi, yasını tutardım. Baban gitti dediklerinde, tek hissettiğim her yerin karanlık olduğuydu. Kaç yaşındayım, Tarık Yıldızı? Kaç yıldır içimde bu karanlık? Artık bulutlar göğümden çekilecek derken, bu... Çok büyük acımasızlık.

Yıllardır tutulmaktan solan kapı koluna dehşetle tutundum. Bu dakikalarda yer, ayakların altından nasıl kayar, iyi tecrübe ettim. Üşüyordum. Kış olduğundan mı, yoksa yüreğimi kışa çevirenden mi?

Belki de kapıyı kapatmalı ve bu kabustan uyanmalıydım. Muhakkak kabustu bu. Acılı, yürek yakan, uykuyu zehir eden; o kabus. Peki ama hangi kabusta kalp, bu kadar acı çekerdi? Hangi kabusta?

"Lale," dedi, yabancı olduğum ses. Tarık yanımda olsun istedim. Acizliğimden nefret ettim ama yanımda olsun istedim.

"Kızım," dedi, bu kez. Kes sesini, bile diyemedim. Öylece yere sabitlediğim gözlerimle, babam olacak adamın unuttuğum sesini dinledim.

"Lale," dedi, tekrar. Başımı yerden kaldırmadım. Kaldırmazsam belki giderdi, öyle ümit ettim.

"Baba, bir an da karşılarına çıkma dedim sana."

Yalnız değildi. Biri daha vardı yanında. Baba diyordu. Baba... O kadından çocuğu mu olmuştu bir de?

"Başka çaremiz mi var, Esin? Mecburuz."

"İnsanların hayatını mahvetmeye mecbur değiliz ama."

Gitmek istiyordum. Tek istediğim, arkama bile bakmadan uzaklaşabildiğim kadar uzaklaşmaktı. Onları göremeyeceğim, duyamayacağım bir yere gitmek. İleri bir noktada yok olmak istiyordum.

Çenemin titrediğini, ağlamak üzere olduğumu, kapıya sarılan elimin kemiklerinin ağrıdığını, bedenimi kasmaktan sancı çektiğimi... Bütün hücrelerimle hissediyordum. En çok da kalbimi. Canım çok yanıyordu.

Dayanacak takatimin kalmadığı o noktada, yanlarından hızla süzüldüm. Nereye gittiğimi bilmeden, gözümün önünü görmeden, bağıran sesleri işitmeden... Hızla. Hislerimi hissedemeyecek kadar hızla.

Terliklerim, apartmanın içinde yankı yaparken, daha sert vurdum. Vurdum ki, düşüncelerimin sesini bastırsın ve o girdap da beni bir başıma bırakmasın.

Kapıya gelmişken artık göz yaşlarımda yolunu çizmişti. Bulanık bir görüşle, tüm uvuzlarımla hissettiğim soğuğa karşı yürüdüm. Fırının önünden hızla geçtim. Kayan terliklerimle adım atmak güçtü, üşüyordum fakat bunların hiçbiri hayatımda ki gerçekler kadar acı verici değildi.

Soluksuz yürüdüm. Bir sığınak aradım. Beni tanımayan birileri olsun istedim. Çünkü sorsalar ne oldu diye, babam olacak adam geldi diyemezdim. Bunu söylersem yani söylemek zorunda kalırsam, gerçek yüzüme çok sert çarpardı. Varsın ben bunu kabusum bileyim. Her şey bu kadar saf bir gerçekken, gerçeklerimden kaçmaya devam edeyim.

Çınar ağacının gölgesine geldim. Bir Tarık etmezdi fakat çocukluğumdu bu çınar ağacı. Zaten şu dakikada Tarık'ın sarılmasına değil, çocukluğumun yaralı kollarına ihtiyacım vardı. Bu yüzden küçük bir çocuk gibi sığındım, çınar ağacına.

Parkta kimsecikler yoktu. Şehir ayaklarımın altındaydı. Kar, dizlerime kadar ıslatmışken bedenimi, buz tutmuş ayaklarımı göğsüme doğru çektim. Başım, dizlerimin üzerine düşerken, gözlerimin önünde o yüz belirdi. Hızla geri kaldırdım.

"Kabus," dedim "sadece kabus."

Oysa kabus olamayacak kadar gerçekti. Hadi onu düşlerim önüme koydu peki ya kızı? O da mı kabustu?

Esin... Bir kızı olmuştu demek. Bir kızını yetim bırakırken bir diğer kızına babalık etmişti demek.

Tüm bu düşüncelerin içinde kaybolurken soğuk havayı derin derin içime çektim. Bedenimde yayılan titremeyi önemsememeye çalıştım. Eve gidemezdim. Onların orada olduğunu bilerek, oranın önünden bile geçemezdim.

Saatler geçti. Ayaklarımı hissedemez hale geldim. Tüm bedenim titriyordu. Cebimdeki telefonu dakika içerisinde defalarca çalıyordu. Bense yalnızca şehrime bakıyordum. Onca seneyi, anılarla bana dar eden şehrime...

Karanlık iyiden iyiye çökerken, ayaklarımdaki uyuşukluk tüm bedenime yayıldı sanki. Yalnızca uykuyu hissediyordum. Ve yalnızca uyumak istiyordum. Uyursam belki geçerdi. Uyursam belki gerçekten de kabusumdan uyanırdım. Uyursam...

 

 

🐸🐸🐸

Saat beşe yaklaşmışken, karşı apartmandan yükselen Harun’un sesiyle Tarık, alelacele fırından çıktı. Bunca yıldır tanırdı kardeşini, bir kez olsun evdekilere sesini yükselttiğini ne görmüştü ne de duymuştu. Bu yüzden korkuyla çıktı merdivenleri.

Evin önüne geldiğinde kapı ardına kadar açıktı. Sesler ise artık daha netti.

"Sen, sen şerefsizsin! O*osbu çocuğusun. Sen var ya-"

"Harun, haddini aşıyorsun!"

"Lan seni de s*kerim haddini de s*kerim. S*ktir git lan evimden. Hangi yüzle geldin lan ha, hangi yüzle!"

Ağlama seslerini, kulak tırmalayan küfürleri takip ederek salona girdi. Önce yerde ağlayan Meryem'e baktı. Perişan bir haldeydi. Sonra, gözlerinden ateş çıkan Harun’a baktı. Çelimsiz bir kız, kollarına sarılmış zorla tutmaya çalışıyordu. Oysa bir hamle de onu kenara itebileceğini biliyordu. Sonra saçları kırlaşmış adama baktı. Bu yüzü unutmazdı. Hayatında nefret ettiği tek adamın yüzünü unutmazdı. Sevdiği kadının babasıydı bu. Yıllarca sevdiği kadının canını yakan, vicdansız babasıydı.

"Kalacak yerimiz yok diyorum. Ben hadi neyse, gencecik kızı sokakta mı yatıracaksınız?"

Harun, öyle bir öfkeyle yürüdü ki, Esin, savruldu bir kenara. Tarık, ne yapacağını bilemedi. Fırsat verilse bir hamle de boğardı bu adamı, nasıl alacaktı ki Harun’un elinden?

Harun’un, babasının yakasını sıkı sıkıya kavrayışını, tükürük saçarak "Lan sen bizi bırakıp gittiğinde ev sahibi atacaktı bizi sokağa. Lale el kadardı, ben el kadardım. Şu kadın gecelerce çalıştı, eve gelmedi, varını yoğunu sattı da bu evi aldı. Şimdi sen bunları hangi yüzle söyleyebiliyorsun?"

"Oğlu-"

"Oğlum deme bana. Ben senin oğlun falan değilim. Senin bir kızın da yok. Yıllar önce nasıl bizi silip gittiysen şimdi yine aynı şekilde s*ktir ol ve git."

Yakasını, tükürür gibi bıraktıktan sonra gözleri Tarık'la buluştu. Tarık, ilk defa Harun’un gözlerinde bu kadar saf bir acı görüyordu. İlk defa bu kadar çaresiz gözüküyordu.

"Lale nerede?" diye sordu sadece. Tarık için şu an bundan daha önemli bir mesele yoktu. O an, Harun’un gözlerine bin bir endişe oturdu. Babasını evde görünce aklını yitirmişti. Oysa o adam kapı açılmadan bu eve giremezdi. Muhakkak ilk önce Lale görmüştü. Peki ama Lale neredeydi?

"Kızım, kızım nerede?" Meryem'in ağlamaları dışında ilk defa sesini duydu. Perişan bir halde ayağa kalkışını, endişeli gözlerle etrafa bakışını seyretti.

"Gitti," dedi, yabancı kız. "Ben birilerine haber vermek istedim ama kime haber vereceğimi bilemedim. Kaçar gibi gitti. Ayakkabı-"

Esin'in sözleri, Tarık’ın Cemal'e attığı sert yumrukla bölündü.

"Lan," dedi, tükürür gibi, hala bir eli yakasındayken "niye peşinden gitmedin, niye haber vermedin? Bu soğukta nereye gider, vicdanına s*ktuğum!"

Cemal, sayısız kere yakasına sarılan ellere pişmanlıkla baktı. Yarattığı enkazın büyüklüğünü tahmin edebiliyordu fakat empati yapacak sağ duyuya sahip değildi. Sanıyordu ki bir iki bağırır, sonra susarlar. Oysa kızı evi terk etmiş, oğlu ağza alınmayacak küfürler etmişti. Hak ediyor muydu tüm bunları? Sonuna kadar.

"Hangi yüzle çıkacaktım sokağa? Zaten bin bir eziyetle girdim mahalleye."

Tarık, iğrenir bir ifadeyle yakasını bıraktı. Harun’la göz göze geldiler. Tek umurlarında olan, o yaralı kız çocuğuydu.

"Ben aşağı mahalleye bakayım, sen de yukarı mahalleye. Çocuklara haber edelim. Meryem teyze, sen de komşulara sor, gören olmuş mu diye."

Telaşlarıyla birlikte çıkmak üzerelerken, Esin "Ben de gelmek istiyorum, belki bir yardımım dokunur," dedi. Hiçbirinin içinden, bu yardımı kabul etmek gelmedi.

"Sen bilmezsin bizim buraları. Baban da seni aramasın," dedi, Tarık. Esin'e başka laf düşmedi. Üçü birlikte evden çıktılar.

Tarık, ilk defa aklını bulanık hissediyordu. Hiçbir şey düşünemiyor, bir yol çözemiyordu. Lale’nin gidebileceği yerleri en iyi o bilecekken, çaresiz hissediyor ve belki de küçük bir çocuk gibi ağlamak istiyordu.

Sokağa çıktılar. Yoldan geçen mahalleden bir çocuğu durdurup, Lale’yi sordular. Görmedim dedi. Sonra hepsi bir yana dağıldılar. Esnafa, komşulara, akıllarına gelen herkese sordular. Bakmaları gereken yerlere baktılar. Ama yoktu. Tarık, kafayı yemek üzereydi. Saat neredeyse altı olmuştu. Hava belki de eksilerdeydi. Bu soğukta, nerede ne yapıyordu?

Dağılan saçlarını eliyle geri taradı. Sadece birkaç saniye olduğu yerde durup, düşünmeye çalıştı. İçindeki korkunun izin verdiği kadarıyla bir harita çizdi. Çoğu yere bakmıştı ama bir yer vardı ki...

"Nasıl hatırlamam!" dedi, bir küfür eşliğinde. Adımları koşar bir hal alırken, istikameti çınar ağacıydı. Kalbindeki korku her adımda daha büyük bir ağırlık yaparken, geç kaldığını hissediyordu. Çok geç...

Çınar ağacını gördü. Koştu. Koştu. Koştu... Gövdesine sığınmış küçük bedeni görene kadar koştu. Soğuktan mora çalan bedenini görene kadar koştu. Sonra durdu. Onu durduran, içindeki kaybetme korkusuydu. Bunun adı, durmak da değildi; bunun adı çakılmaktı. Çakılmıştı. Hem de öyle bir çakılmıştı ki, birkaç saniye boyunca sadece buz tutmuş bedene baktı. Soluğunu kontrol etmeye cesareti yoktu. En son, Lale’yi gölden çıkardığında böyle hissetmişti.

Sarsıldı. Belki de şu dakikalar her şeyden kıymetliydi. Korkunun faydası yoktu. Sarıldı Lale’nin kalıplaşmış bedenine. Yüzüne bakmadı, göğsüne bakmadı... Nefes almadığına dair bir emare görürse, ne yapacağını bilmiyordu. Yalnızca gitmeliydi.

Soğuk havayla buz tutmuş yollarda hızla yürümeye çalıştı. Belki buzlar işini o kadar zorlaştırmıyordu fakat korkudan titreyen dizleri işini çok zorlaştırıyordu. Ve hala Lale’nin yüzüne bakmıyordu.

Mahalleye geldi. Bir apartmandan çıkan Meryem'i ve alt sokaktan koşarak gelen Harun’u gördü. Her ikisi de Tarık’ı ve kucağındaki Lale’yi görünce oldukları yerde kalırken, Tarık telaşla ona gelen babasına seslendi.

"Anahtar baba!"

Mümtaz, dakikalardır dua ediyordu ve şimdi Lale bulunmuştu. Fakat gördüğü hal, diğerleri gibi onun da kalbine korku tohumunu etmişti. Telaşla cebinden anahtarı çıkarıp arabayı açtı. Harun, kapıyı açıp, geçmesi için yardım etti. Tarık, arka koltuğa Lale’yi yatırıp, Meryem'in yanına geçmesini bekledi. Meryem yavaştı. Evladını kaybetme korkusu yaşayan bir anne nasıl olursa, öyleydi.

Tarık, şoför koltuğuna geçerken Harun'da yanına geçti. Araba henüz ısınmadan gaza yüklendi. Ömründe hiç kullanmadığı kadar hızlı kullanıyordu arabayı. Ve hâlâ Lale’ye bakmıyordu.

Arabada yankılanan iki ses vardı: biri acılı lastik sesleri, diğer ise Meryem'in içli ağlama sesleri. Tarık, bir ses daha duyulsun isterdi. Lale’nin nefes seslerini... Öyle isterdi ki, elinde olsa hoparlöre takıp, dinlerdi.

Hastaneye geldiler. Doktorların ne dediğini hiçbiri anlamadı. Zaten anlayacak durumda da değillerdi. Yalnızca Tarık ve diğerleri artık daha rahattı. Lale, nefes alıyordu.

Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere dönüştü. Acil kapısının önünde, başka hastaların acılı feryatları içerisinde, sıkışık yürekleriyle içeriden kutlu bir haber beklediler. Hiçbiri konuşmuyordu. Sanki bir yasak vardı. Sanki biri konuşsa tüm zincirler kopacak ve hepsi dağılacaktı.

Kırmızı alanın kapısı yavaşça açıldı. Doktoru gördüklerinde ilk yaptıkları nefeslerini tutmak, ikinci yaptıkları ise yüzünden bir şeyler okumaya çalışmak oldu.

"Biraz daha geç kalınsa, hastayı kurtaramayabilirdik. Şu an için tedavisi devam ediyor. Geçmiş olsun."

Doktor, gitmek üzereyken Tarık "Görebilir miyiz?" diye sordu. "Maalesef. Zaten bilinci yerinde değil. İlerleyen saatlerde gerekli bilgilendirmeler yapılacaktır. Tekrar Geçmiş olsun."

Bundan sonrası ölüm gibi bir bekleyişti. Saat, dokuz oldu. Sonra on. Sonra gece yarısına vurdu. Meryem, iyi değildi.

"Harun, anneni bize götür. Hiç iyi gözükmüyor. Dinlensin. Sen de çok yıprandın, ben beklerim burada."

Harun, hiç istemese de, annesinin perişan halini görünce mecbur kabul etti. Fakat Meryem'in gitmeye pek niyeti yoktu.

"Gitmem," dedi, kırık ve çatallı bir sesle. "Yavrum o benim, nasıl gideyim? Ya bir şey olaydı ya bir şey olursa? Yaralı kuzum, boynu bükük yetimim."

Tarık, göz pınarlarına biriken yaşı bir hamle de silip "Meryem teyze, bana güvenmiyor musun? Bak buradayım ben. Asla başından ayrılmam. Zaten hayati tehlikesi yok, yalnızca tedavisi devam ediyor. Sabah olunca gelirsiniz. Hem Lale uyanınca, sizi böyle perişan görmesin."

Meryem, zor da olsa kabul etti. Harun’la birlikte hastaneden ayrıldılar.

Gece saat iki sularında, Lale odaya alındı. İki kişilik bir odaydı ve burada görüş serbestti. Fakat Lale hala uyuyordu. Orta derece de bir hipotermi geçirmişti. Vücut sıcaklığı istenilen seviyeye ulaşmıştı fakat hâlâ uyanmamıştı.

Tarık, odadan içeri girdiğinde, gözünden düşen o bir damla yaşa mani olamadı. Hasta bedenini, dağılan kıvırcık saçlarını, uyurken bile belli olan hüznünü... Tüm bunları görünce dayanamamıştı işte. Sanki küçük Lale’ydi şimdi. Birazdan uyanacak ve ağlayarak "Tarık abi, babam geri döndü biliyor musun?" diyecek gibiydi. Oysa artık ne abisiydi ne de Lale küçüktü. Sırılsıklam aşıktı, o bedene. Şuurunu kaybedip, yönünü bulamayacak kadar çok seviyordu onu. Her zerresine, saçının her teline, gülüşünde saklanan her mutluluğa, gözlerinde parıldayan her heyecana, külüne kadar aşıktı. Bu yüzdendi canının bu denli yanışı.

Diğer yatakta yatan yaşlı kadını rahatsız etmemeye çalışarak Lale’ye yaklaştı. Yatağın yanındaki koltuğu dibine kadar çekip hüzünle yüzüne baktı. Bu saniyelerde bir damla daha yaş düştü. Sessizce burnunu çekip, içine içine ağladı, sevdiği kadının kaderine.

"Keşke seni tüm bu acılardan çekip alabilecek güce sahip olabilsem. Ne yapsam yetemiyorum. Ne yapsam dinmiyor acıların."

Yeşil gözleri daha çok buğulanırken, Lale’nin eline yavaşça uzandı. Soğuk denebilecek bir ısıdaydı. Uzandı ve yumuşak bir öpücük kondurdu. Sonra iki avcunun içine hapsedip ısıtmaya çalıştı.

"Küçükken ne kadar neşeli ve yaramazdın. Yine öyle olsan. Yine başına olur olmaz belalar açsan sonra bana koşsan. Kızacak olsam, kızamasam daha doğrusu kıyamasam... Yine gülsek. Ağlayacak kadar gülsek. Gözümüzden akan yaşlar bundan sebep olsa."

Tekrar sessizce burnunu cekti.

"Babana yumruk attım. Söz konusu sen olunca gözüm dönüyor. Ama içim hiç soğumadı biliyor musun? Şimdi diyorum, keşke bir tane daha atsaydım."

Avuçlarında ki zayıf ele odaklanmışken "Keşke atsaydın," dedi, zayıf bir ses. Tarık, dünyasının aydınlandığını, kışın ortasında baharı yaşadığını düşündü.

Lale’nin solgun yüzüne baktı. "Uyandın," dedi, sevinçle.

"Attığın yumruğu duyunca dayanamadım." Gülmeye çalıştı fakat mecali yoktu.

"Uyanacağını bilseydim en başta söylerdim." Elini daha sıkı tuttu. "İyi misin?"

Lale, usulca başını salladı. Aslında iyi değildi. Bedenen belki ama ruhen perişan hissediyordu.

"Bir şey rica edebilir miyim?" Tarık, hemen başını salladı. Lale, şimdiden dolan gözlerini hissediyordu.

"Göğsüne yatabilir miyim, çok ihtiyacım var." Çenesinin titremesine, ardı ardına düşen göz yaşlarına mani olamadı. Şefkat istiyordu. Ama yalnızca onun şefkatini.

Tarık, ikiletmeden ayakkabılarını çıkarıp, yavaşça küçük yatağa sığışmaya çalıştı. Oldukça rahatsız bir pozisyondaydı fakat Lale, başını göğsüne koyduğu an da kır yeşilliklerine uzanmış kadar huzur dolu hissetti.

Kalbinin delice çarpışını, bedeninin ona duyduğu sıcaklığı, daha çok sarıp sarmalama isteğini...hepsini hissediyordu.

"Kaçmak istedim. Savaşacak gücüm yoktu. Hiç olmadı zaten."

Tarık, usulca elini saçlarında gezdirdi. Sonra hastane kıyafetinden açılan sırtını nazikçe kapattı.

"Onu ilk gördüğümde yanımda sen ol istedim. Çünkü sen yanımda olunca dünyayı yenebilirmişim gibi geliyor. Sen olmayınca da işte böyle tüm savaşları kaybediyorum."

Lale, Tarık’ın kalp atışlarının verdiği huzurla konuşmaya, içini dökmeye devam etti: "Kızı vardı bir tane, Esin. Ben de kızıyım oysa. Birine babalık yaparken diğerini kaderine terk etmek ne kadar insafsızca."

Derince bir iç çekti. Mayışıyordu.

"Ama ne var biliyor musun? Yıllarca tek eksiğimin bir baba olduğunu düşündüm, meğer tek eksiğim, babamın olmayışını eksiklik görmemmiş. Artık daha huzurlu hissediyorum, çünkü ona dair içimde tek bir his kalmadığını şu an daha iyi anlıyorum."

Tarık, burnuna dolan kokuyu derince çekip, konuşmaya devam etmesi için bekledi. Lale ise dilinin ucuna gelen kelimelerin ne volkanlar patlatacağını bilmeden konuşacak ve öylece uykuya dalacaktı.

"İçimde her şeye galip gelen bir duygu var, gücümü ondan alıyorum. O duygu da sana olan sevgim."

"Seni çok seviyorum, Tarık."

Tarık, kalbim gümbür gümbür çarparken nefesini tuttu. Göğsünde en sevdiği çiçek en sevdiği insan yatıyordu. Göğsünde, aşkı yatıyordu ve o aşk, ona onu sevdiğini söylüyordu. Bundan daha büyük hangi saadet vardı?

"Sana yıldızlar kadar çok aşığım, Lale," dedi, fakat Lale duymadı, yine de hissetti.

 

-

bölüm, yorumlar ve oy size emanet :)))

 

Bölüm : 29.11.2025 00:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...