
Bölüm 5:
"Göğe Bakalım"
Bölüm Müziği: Yaşlı Amca-Yıldızlara Bak
🐸
İnsan, dünyada bağ kurduğu ölçüde kök salar. Kurduğumuz bağlılıklar bize dünyayı sevdirir. Yoksa yalnızlık içerisinde bir köşede kıvranan insan için yaşamak, o kadar da el verişli değildir.
Henüz anne karnındayken bile küçük bir kordonla yaşam arasında bağ kurarız. O kordondan ayrıldığımız anda anneyle bağ kurarız. Büyürüz, küçük bir çiçekle bazen bir kediyle çoğunlukla da bir insanla bağ kurarız. Ve hayatımız o andan itibaren değişir. Çünkü artık tek kişilik değildir. Bağlılıklarımız kadar can taşıyoruzdur yüreğimizde.
Tarık için de öyleydi. Ailesine canını verirdi. Sonra da ailesi bildiği karşı komşularına. Başta da Lale’ye… Lale, onun için zaaftı. Adı gibiydi, bir çiçek kadar savunmasızdı. Soğuk bakışlarının arkasında o kadar kırık bir kalp vardı ki onu bir tek Tarık, görebiliyordu. Hayata karşı büyük bir öfkesi vardı, bunu da yine Tarık fark edebiliyordu. Acıyor muydu, Lale’ye? Asla. Acınacak bir kız değildi o. Sadece canı yanıyordu. Yıllar geçtikçe solan gülüşü, buzlaşan bakışları, her dışarı çıktığında kıvırcık saçlarını kapattığı kapüşonu, bedeninde hiç de eğreti durmayan göğüsleri belirginleşmesin diye giydiği bol kıyafetleri, alnına döktüğü saçları…Kısacası, Lale. Gözünün önünde eriyen en güzel bebek arkadaşı.
Tarık için Lale, kurumaya meyletmiş, saksıya hapsedilmiş bir çiçekti. Oysa Lale, kırlarda coşmalı, en güzel dağları rengiyle süslemeliydi. Bu kadar canlı bir çiçeği bir başına, kurak bir toprakta kurumaya terk eden herkese kızıyordu.
Harun’a kızıyordu. Bir kez olsun kardeşiyle dalga geçmek yerine gerçekten onunla ilgilenmeliydi.
Annesi, Meryem Abla’ya kızıyordu. Tek derdi çocuklarının karın açlığı değil ruh açlığı da olmalıydı.
Ve en çok babaları Cemal’e kızıyordu. Lale’yi, Harun’u, Meryem Abla’yı öylece terk edip gitmemeliydi. İşte o zaman, Lale böyle bir kız olmayacaktı. Belki okullara küsmeyecek ve okuyacaktı. Matematiği o kadar iyiydi ki, belki matematik öğretmeni olacaktı. Gökyüzünü çok severdi. Beki pilot olacak ve yıldızlara daha yakından bakacaktı. Çok sevdiği kıvırcık saçlarını bir gün uzatacak ve güzel bir örgüyle süsleyecekti. Siyahtan, griden, kahverengiden ve kısacası tüm yas renklerinden kurtulup bir gün lalelerin rengine boyanacaktı. Gülerken dudakları bir noktada durmayacak ve doyasıya bir kahkaha atacaktı. Çok güzel bir kız olmasına rağmen kendine çirkin sıfatını yakıştırmayacaktı. Ve en kötüsü -piç- olmadığı halde -piç- laflarına maruz kalmayacaktı.
Ve Tarık, kendine de kızıyordu. Eğer yeterince iyi bir abi olsaydı Lale, şimdi bu kadar güçsüz olmayacaktı. Gökyüzünden bulutun ve yağmurun eksik olmadığı kızın göğü bir kez olsun güneş görecekti. Yeterince iyi bir abi olsaydı…
“Şerefsiz, a*ına koduğum!” diye defalarca ettiği küfre bir yenisini daha ekledi. Eve geldiğinden beri iyi hissetmiyordu. Kızgındı. Öyle kızgındı ki gidip Can’ı bulup tekrar dövmek istiyordu.
Üzerindeki beyaz tişörtü hızla çıkarıp sinirle savurdu. Eli beline gitti. Kemerini açtı. Bir hışımla onu da çekip çıkardı. Pantolonunu da bacaklarından çıkardı. Dolaba yönelip siyah bir eşofman altı ve siyah bir tişört aldı. Öfkesi bir an dinmemişken onları giyindi.
“Ya**ak kafalı. Piç senin gibilere denir, haysiyetsiz!”
Elini saçlarının arasından geçirdi. Lale’nin çaresiz hali gözlerinin önünden gitmiyordu. Yeterince üzgün, mutsuz bir kız değilmiş gibi hayat sürekli başka tekmeler atıyordu.
Ellerini eşofmanının ceplerine yerleştirdi. Penceresinin önüne gitti ve perdeyi sertçe açtı. Gözleri anında karşı daireye ve Lale’nin penceresine kaydı. Oradaydı… Kitaplığının önündeki pufa oturmuş, tepesindeki gece lambasıyla kitap okuyordu. Tarık, biraz daha dikkatli izledi. Dakikalar geçti. Elindeki kitabın sayfaları çevrilmedi. Lale, başındaki kapüşonu açıp iki eliyle yüzünü silince o zaman anladı Tarık, ağladığını.
“Hay, s*keyim böyle işi!” Lale’nin gözünden düşen her yaş, kor olup kalbine damlıyordu sanki. O kadar üzgündü ki. Keşke zamanı geri alabilseydi ve Lale’nin manava gitmesine engel olabilseydi. Yapamazdı. En çok da bu çaresizlik canını sıkıyordu ya zaten.
Bir süre daha ağlayan Lale’yi izledi. Öyle ki bu sürede Lale, üzerindeki kapüşonlu hırkayı çıkarmış ve spor atletiyle kalmıştı. Tarık, onu böyle görmeye alışık değildi. Kafasını çevirdi. Pencere önünden çekilip yatağına oturdu. Bir şeyler yapmak zorunda hissediyordu. Bir şekilde bugünü unutturmalıydı, Lale’ye.
Aklına gelen fikirle telefonunu eline aldı. Hiç düşünmeden Lale’nin adını rehberden bulup, aradı. İki çalış sonrasında telefon açıldı.
“Tarık abi.” Sesi çatallıydı. Ağladığını bilmesine rağmen bununla ilgili hiçbir şey söylemedi.
“Hazırlan, seni bir yere götüreceğim.” Sessizlik oluştu. Kalkıp pencereden bakmak istedi ama bu defa Lale’nin de onu göreceğini bildiğinden bundan vazgeçti. “Nereye?”
“Soru yok,” dedi hemen. “Sadece hazırlan,” diye de devam etti. “Aşağı da bekliyorum,” deyip, kapattı.
Odasının ışığını kapatıp çıktı. Salona geçtiğinde annesi, babası ve ablası beraber çay içiyorlardı. Ablası Ömür, “Gel, sana da çay koyayım,” diye davet etse de başını olumsuz anlamda salladı. “Hava alacağım biraz.” Gerçeği söyleyebilirdi. Fakat yapmadı. İçten gelen bir dürtüyle bunu saklaması gerektiğini düşündü. Yanlış anlayacaklarından mı korktu? Böyle bir ihtimal yoktu. Ailesi de biliyordu, Lale kardeşiydi. Başka türlüsü mümkün müydü sanki?
“Hava al sadece. İte kopuğa bulaşma. Can’ın babasıyla bugün yeterince papaz oldum.” Babası Mümtaz, öfkeliydi. Fakat öfkesi oğluna değildi. Can’ın haksız olduğunu bile bile hesap soran babasınaydı. Yoksa Mümtaz, oğlunun yok yere kimseyi dövmeyeceğini bilir, ona sonsuz güvenirdi. Tarık, başıyla onay verip evden çıktı.
Sokağa indiğinde başını gökyüzüne kaldırıp derin bir nefes çekti. O esnada bir yıldız kaydı. Ve hemen aklına Lale’ye anlattığı küçük yalan geldi. Fenerler… Yüzünde oluşan gülümsemeyle kayan yıldızı takip etti. Bu esnada da karşı apartmanın kapısı açıldı ve Lale çıktı.
Az önce çıkardığı kapüşonlusunu tekrar giymiş ve saçlarını örtmek içinde kafasına çekmişti. Yazın bu sıcağında bile onu bunlara mahkûm eden her şeyden nefret etti, Tarık. O da diğer insanlar gibi saçlarını rüzgârda savurabilmeli, güneşin sıcaklığını teninde hissedebilmeliydi.
“Merhaba.” Sesi hala kırıktı.
“Merhaba,” dedi, Tarık, Lale’nin üzgün sesine inat. Sonra da kocaman gülümsedi.
“Nereye gideceğiz? Annemlere hava alacağım dedim ama pek inanmadılar. Bugün yaşananlardan sonra çok sorgulamadılar ama… Seni söyleseydim abim bırakmazdı ya da o da gelirdi,” diye de nefessiz konuştu. “Yürüyelim mi?” dedi Tarık, tüm söylediklerini kulak arkası ederek. Lale, bir şey söylemeyip başıyla onayladı. Beraber sokaktan aşağı yürümeye başladılar. Yan yanaydılar. Öyle ki ara ara omuzları birbirine çarpıyordu. Lale, bu temaslar sonrasında kalbinin gümbürtüsünü kulaklarında hissediyordu. Tarık için ise her şey normalinde seyrediyordu.
Tarık “Daha iyi misin?” diye sordu. Her ne kadar bugünün konusunu açmak istemese de yalandan da olsa iyiyim demesine ihtiyacı vardı. Fakat Lale, Tarık’ın yanında tüm duvarlarını yıkıp şeffaf bir halde durmayı seviyordu. O yüzden kırgın bir sesle “Değilim,” dedi. Tarık, kısa bir süre nefesini tuttu. “Kimse piç dedi diye piç olmuyorsun, Lale. Babanın gavat- özür dilerim.” Lale, yüzündeki gülümsemeyle Tarık’ı yan profilden izlemeye başladı. “Özür dilenecek bir şey yok. Babamın gavat olduğunu cümle alem biliyor.” Tarık, içten bir şekilde güldü. Lale’nin böyle durumlarda lafını esirgemeden söylemesi hep hoşuna gidiyordu.
“Babaların günahlarını çocuklar ödemek zorunda değil.”
“Ödüyoruz ama… Yıllardır.”
Tarık, sustu. Diyecek bir söz yoktu çünkü. Haklıydı Lale. Cemal, gitmişti fakat gidişinin açtığı yara ailesinden silinmemişti.
“Bak, fener düştü!” dedi, hevesle. Esasen hiç umurunda değildi yıldız kayması. Yalnızca Lale’nin aklını dağıtmak istemişti. Öyle de oldu. Lale, hevesle olduğu yerde dikilip kayan yıldızı seyretti. Yüzünde oluşan gülümsemeye mani olamadı. Yıldızları seyretmek bu hayatta en sevdiği şeylerden biriydi. Sebebi de şüphesiz Tarık’tı.
“Çok güzel.”
“Evet, çok güzel ama şimdi gitmemiz lazım,” dedi saatine bakarken. Sonrasında da Lale’yi koluna takıp daha hızlı yürümeye başladı.
Lale’nin kalbinde en büyük doğal afetler yaşanıyordu. Bazen deprem oluyor bazen yangın çıkıyordu. Yeri geliyor büyük bir gürültü kopuyordu. Heyecan, başka hangi kelimelerle tarif edilirdi, bilmiyordu. Bu tür ani temaslar her daim aklını başından alıyordu. Gözleri kitlenmiş bir şekilde kollarındaydı. Bu kadar yakınken bu kadar uzak olması canını yaksa da şimdilik bu düşünceden uzaklaştı.
Kamelyaların ve piknik alanının olduğu millet bahçesine geldiler. Tarık, kafasında belirlediği yere emin adımlarla yürümeye başladı. Lale, artık sorgulamıyordu. Daha doğrusu sorgulayamayacak kadar aklı bulanık, kalbi hızlıydı.
Bir noktada durduklarında Tarık, nazikçe kolunu çekip Lale’den bir adım uzaklaştı. “Evet, Sayın Lale Korkmaz. Gösteriye hazır mısınız?”
Lale, bu küçük seremoniye gülerek tepki verdi. “Ha-hazırım,” dedi. Heyecanı sesine yansımıştı. Onu neyin beklediğini bilmiyordu. Çok da umurunda değildi. Getirip avucuna ateş böceği bıraksa mutlu olurdu. Çünkü onun için önemli olan ne yapıldığı değil kimin yaptığıydı.
Tarık, saatine bakıp ondan geriye doğru saymaya başladı. En son üç, iki, bir dedi ve dört bir yandan fıskiyeler çalışmaya başladı. Soğuk su, ikisini de ıslatmaya başlarken Tarık, kollarını açıp dönmeye başladı. Lale ise henüz şokunu atlatamamış ve sudan çıkmış balık gibi bakakalmıştı.
Tarık, ona doğru yürüdü. “Yağmuru, ıslanmayı ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Uzun zamandır yağmur yağmıyor ve bu seni mutlu eder diye düşündüm.”
Lale, güldü.
Lale, kalbiyle güldü.
Lale, kalbine güldü.
Onun tarafından bu kadar ince bir şekilde düşünülmek yüreğinde yeni çiçek bahçeleri kurdu. O… O…
“Çok güzel,” dedi, bu anlarda ikinci kez aynı tepkiyi vererek. Sonra şokunu atlatmış olsa gerek ki o da kolların açtı. Özgürdü ama sınırlı ölçü de. Mutluydu ama sınırlı ölçü de.
Tarık, yaklaştı Lale’ye. İki yana açılan kollarını tuttu. Lale, dakikalardır kalbiyle savaş içerisindeydi ve tüm bunlara bir yenisi daha eklenmişti. Tarık, ne yapıyordu?
“Piç değilsin, özgüvensiz hiç değilsin. Saçların çok güzel ve bu hırkaya ihtiyacın yok, Lale.”
Gözlerine baka baka fermuarı yavaşça açtı. Lale, korkuyla harmanlanan heyecanına hakim olmak istiyordu. Tarık, onu öylece görmemeliydi. Hem güzel değildi ki Lale’nin bedeni. Yamuk yumuktu. Atleti vardı ve bolda değildi. Göğüslerini saklayamazdı. Fermuar sona gelmişken elini Tarık’ın elinin üstüne koydu. “Burada kimse yok,” dedi, ikna etmek istercesine. Cesaret etmesi içinde gülümsedi. Lale, ne zaman bu gülümsemeyi görse teslim olurdu zaten. Elini geri çekti.
Tarık, fermuarı tamamen açtı. Elleri kapüşona uzandı. Onu da açtı. Şimdi Lale’nin kıvırcık saçları da ıslanmaya başlamıştı. Son olarak hırkayı yakalarından tutup bedeninden kurtardı. Rahatsız olmasın diye de başından aşağısına hiç bakmadı.
Lale, çılgın bir dürtüyle kollarını kendine siper etmek istiyordu. İşte görecekti, Tarık aynada bile bakmaya çekindiği bedeni. Titrek göz bebekleriyle ona baktı. Tarık, elindeki hırkayı kenara bırakıp tekrar kollarını açarak suyu hissetti. Lale, bu anda kendini iyi hissetti. Tüm çirkinlikleriyle ortadaydı ama ona bakmıyordu. Hatta aksine alan tanıyor, utanmaması için fırsat tanıyordu.
Tekrar kollarını iki yana açtı ve fıskiyelerin altında dönmeye başladı. Dakikalar dakikaları kovaladı. Artık o kadar çok dönmüşlerdi ki ikinin de başı fena halde dönmeye başlamıştı. İlk yere düşen Lale oldu. Sırtı, ıslak çimenlerle buluştu. Fıskiyelerden gözlerini açamasa da uzanmaya devam etti. Saniyeler sonra yanına Tarık’ta uzandı. O da tıpkı Lale gibi gözleri kapalı bir şekilde suyu hissetmeye devam etti.
“Tarık abi,” dedi Lale, dakikalar sonra. Tarık, gözlerini hafif aralayıp Lale’ye yandan baktı. “Efendim?”
“Babam mutlu mudur?” Tarık, nefesini tuttu. Şimdiye kadar Lale’ye türlü türlü masallar anlatmıştı. Onu mutlu edecek masallar… Fakat şimdi uydurabileceği bir masal yoktu. Bu soru hayatın tam gerçeğini yansıtıyordu ve Tarık, ilk defa Lale’ye cevap vermek istemedi.
“Bence mutludur,” dedi Lale, kendi sorusuna cevap vererek. Sonra da derin bir iç çekti. “Mutlu olmasaydı dönerdi.” Tarık’ın içi acıdı. Hayat bu kadar çetrefilli olmasaydı. Şimdi bir şansı olsa ve Lale’nin kalbindeki tüm yükleri alabilseydi.
“İyi ki mutlu. Yoksa geri dönerdi. Geri dönmesini hiç istemiyorum, biliyor musun?”
Sözleri tam kalbine oturdu. Kavruldu. Öyle ki bu ateşte fıskiyeler bile durdu. İkisi de yüzlerini silip gözlerini araladılar. Tarık, Lale’den taraf bakmaya çekindi. Öylece gökyüzünü izlemeye başladı. Lale’de aklındaki bin bir düşünceyle ve kalbindeki büyük heyecanla gökyüzüne baktı.
“Teşekkür ederim.”
“Daha sabah konuştuk bunu.” Lale, buruk bir şekilde gülümsedi. “Abilere teşekkür edilmez,” dedi. “Abilere teşekkür edilmez,” diye tekrar etti, Tarık.
“Üşüteceksin. Gidelim artık.”
“Biraz daha.”
Durdular.
“Tarık abi.” Gülümsedi Tarık. Ne çok severdi Lale’nin sorularını.
“Efendim, Lale?”
“Ben çok mu garip biriyim?”
Başını yan yatırıp Lale’yi bir müddet izledi. Saçları artık alnında daha azdı. Yüzü açılınca daha güzelleşmişti fakat Lale bunun hiç farkında değildi. Göğsünde biriken su damlaları ışık altında parlıyorlardı. Dudaklarında soluk bir gülümseme vardı.
“Çok garip birisin,” dedi, gayri ihtiyarı. Lale, şaşkınlıkla ona döndü ve o, zaten ona bakıyordu. Bu ani bakışma kalbini tekrar ve tekrar yerinden ederken sertçe yutkundu. “Kötü mü?” Sesi titremişti ve içinden buna lanetler etti. “Seni sen yapan yegane şey,” dedi, Tarık gülümseyerek.
Başını çevirip yeniden sönük yıldızlara baktı. Huzurluydu. Çünkü Lale, huzurluydu. Can’a hala içinden küfürler ediyordu. Kızgınlığı geçmeyecekti. Yine de Lale, gülümsüyordu ve bu iyi bir şeydi. Çok iyi bir şeydi.
“Kalkalım artık,” deyip doğruldu. Lale, tam ağzını açmıştı ki “İtiraz yok, gerçekten hasta olacaksın.”
Lale’de kalktı. Yer yer ıslanmış hırkasını giydi. Beraber geri döndüler. Ne kadardır beraberlerdi, bilmiyordu ama çok kısa gibi gelmişti ve şimdi de ayrılmak içinden gelmiyordu.
Apartman kapısının önünde zoraki bir şekilde “İyi geceler ve teşe- tekrar iyi geceler, Tarık abi.” Yarıda kesilen teşekküre güldü, Tarık. “İyi geceler,” diye karşılık verdi.
🐸
Masallara inanmam. En azından Tarık’ın anlatmadığı masallara. Onun anlattıkları gerçekten daha gerçekti benim için. Koşulsuz şartsız kabul edip yoluma devam ederdim. Çünkü inancım, aşkımdan geliyordu, biliyordum.
Ve bugün bir masala daha inanmıştım. Hayatın altı üstüne geçebilir. Gündüz vakti kara bulutlar etrafınızı sarıp, sizi bir kasırga yutabilir. Olmayacak şeyler olup güneş üzerinize ateş topları atabilir. Çiçekler solup, yaz ortasında kar yağabilir. Sınırsız bir hayat düşlemek imkansızın kanatları altında değil. Ve inanıyorum, Prens, Çirkin Prensesi öpüp ölümün pençesinden kurtarabilir.
Ve büyük bir korkuyla harmanlanıyorum. Çünkü inancım büyük. Ve her yıkım inancın büyüklüğü doğrultusunda gelişirdi.
Henüz üstümü bile değiştirmemişken telefonumu elime alıp engelini kaldırdım.
kurbagaprenses: Hayat bize tokat attığında diğer yanağımızı da çevirmiyorsak aşkın ve savaşmanın kurallarını bilmiyoruz demektir. Aşk, biraz gurursuzluk biraz yenilgi ve çokça savaş demek. Sen tarafından reddedilmek bir tokat olsa da diğer yanağımı çevirmezsem aşkımın sahiciliği kalır mı?
Ne yazmam gerektiğini çok düşünmemiştim. Daha doğrusu düşünmek istememiştim. Ben, günlüğümü yazarken bile sonunu düşünmeden yazan kötü bir yazardım. Şimdi de tüm bu yaptıklarımın beni nereye götüreceğini asla tahmin edemiyordum. Yine de içimdeki dürtüye engel olamıyordum. Belki çok üzülecektim belki yeri dolmayan boşluklar açılacaktı fakat yine de yürüdüğüm yola aşık olarak kalacaktım. Onun için attığım hiçbir adıma pişman olacak değilim. Dedim ya aşk, biraz da gurursuzluktu. Gururunu seven zaten aşık olamazdı.
Ben, sevilmenin kurallarını yeniden yazmak isteyen o, Çirkin Prenses. Umudum bu yoldaki en büyük düşmanım olacak, biliyorum. Fakat umut etmesem de yaşayamayacağımı da biliyorum. Günün sonunda belki elden kayan bir fener olup karanlığa hapsolacağım ya da ışığımı bulup o ele tutunacağım.
-
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 11.93k Okunma |
1.77k Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |